Jump to content

Roman Polanski


MALCOLMX

Önerilen Mesajlar

http://http://www.bigglook.com/biggcinema/images/polanski03.jpg

170.jpg

171.jpg

 

Eşsiz perspektifi ve merhametsiliği, hikayelerindeki çoğu zaman nihilizme varan yaklaşımı ile Roman Polanski, sinema dünyasına silinmez bir iz bırakmıştır. Düşmanca, ironik bir dünyada var olmaya çabalayan sıradan insanların amoral hikayelerini, kara mizaha yakın, gerilim ve sürrealizm öğelerini rasgele kullanarak anlatışıyla Alfred Hitchcock’a benzetilse de Polanski, bir çok farklı türü denemesi bakımından Hitchcock’dan ayrılmaktadır. Yönetmen bu açıdan kendisini her çeşit film kategorisinin imkanlarını deneyen bir “sinema playboyu” olarak isimlendirmektedir. Neredeyse tüm filmlerinde karşılaşılan pesimist yaklaşımı, yönetmenin yıllarca süren çocukluk travmalarına bağlanabilir.

 

Polanski, 18 Ağustos 1933’de Polonyalı bir Yahudi ile bir Rus göçmeninin oğlu olarak Paris’te dünyaya gelir. Üç yaşında ailesi ile birlikte Krakov’un Polonya mahallesine taşınması, 1940’da şehrin Almanlar tarafından işgal edilmesi sebebiyle talihsiz bir karar olacaktır. Krakov’da bir Yahudi gettosu kurulması, ardından ailesinin bir toplama kampına gönderilmesi hayatlarını iyice zorlaştıracaktır.

 

Naziler tarafından götürülmesinden hemen önce babasının sayesinde kaçmayı başaran Polanski, iyiliksever Katolik ailelerin yardımı sayesinde hayatta kalmayı başarmıştır. Bulabildiği her filmi seyrederek yaşadığı hayatın gerçeklerinden biraz olsun uzaklaşmaya çalışan yönetmenin bir film meraklısı haline gelmesi bu döneme denk düşer. Sinema, ona gerçek dünyada bulamadığı sığınma ve korumayı sağlamaktadır.

 

Bir zaman Almanlar için adeta bir hedef haline gelen Polanski, bir patlama esnasında ağır yaralar almasının hemen ardından, annesinin Auschwitz’de öldüğünü öğrenecektir. Kamptan sağ olarak kurtulmayı başaran babası, oğluyla birlikte Krakov’a döner. Babasının tekrar evlenmesi üzerine, artık bir yetişkin olan Polanski, evden ayrılır. Kişisel bunalımları sürse de, sinemaya olan sevgisi bu kargaşa ortamından sağ çıkabilecektir.

 

O dönemde onu çok etkileyen iki film, Laurance Oliver’ın “Hamlet”i ile Carol Reed’in “Odd Man About” u olacaktır. 16 yaşında üç kişiyi öldüren bir katilin dördüncü kurbanı olmaktan kıl payı kurtulmasının ardından babası, Polanski’yi bir teknik okula gönderir. 1950’de bir sinema okuluna devam etmek üzere okulu terk eder. Aynı zamanda Krakov tiyatrosunda aktör olarak işe başlar. İlk sahneye çıkışı, 1954’de Andrezj Wajda’nın “Pokolenie / A Generation”ı ile olacaktır.

 

1954’te Lodz’un ünlü Devlet Film Okulu’ndaki yönetmenlik bölümüne girmeyi başarabilen altı kişiden biri arasında yer alan Polanski, üç yıl sonra öğrencilik döneminin ilk filmi olan “Rozbijemy Zabawe/ Break Up The Party” yi çeker. Bir gurup haydutun bir okul partisini yok etmesini konu alan film neredeyse okuldan atılmasına sebep olacaktır. Bir sonraki filmi “Two Men and A Wardrobe”, beş uluslarası ödül alarak yönetmenin en ünlü filmlerinden biri olacaktır. Bunlar ve ardından gelen “Le Gros et le Maigre”(The Fat and the Lean) ( mezuniyetinin hemen ardından çekecektir) gibi kısa filmlerindeki kara mizah, yönetmenin sonraki filmlerinin de başlıca özelliklerinden biri haline gelir.

 

İlk başyapıtı 1962’de çektiği “ Knife in The Water” olur. Gelecekteki filmlerinin çoğunda olduğu gibi, bu filmde de senaryo üzerinde kendisi çalışmıştır. Belirsizliklerle dolu bir psikolojik dram olan film, karısını ve bir anlık hevesle aldıkları bir otostopçuyu (ki otostopçu rakibi haline gelecektir) etkileyebilmek için alçakça girişimlerde bulunan bir kocanın hikayesini konu alır. Görsel açıdan üstünlüğüyle adından söz edilen film ( bu da yönetmenin eserlerindeki ortak özelliklerden biridir), aynı zamanda yönetmenin tamamını Polonya’da çektiği tek filmdir.

 

Sonraki iki filmini çekmek üzere İngiltere’ye giden yönetmenin İngiltere’de yaptığı ilk film olan “ Repulsion”, box-office’de parlak bir başarı elde edememekle beraber, psikolojik gerilim filmleri arasında bir mihenk taşı haline gelir. Filmin, aynı zamanda yönetmenin en çok sevdiği filmi olduğu söylenmektedir. Polanski’nin Hollywood’a ayak basışı, 1968’de çektiği korku filmi “Rosemary’s Baby” ile olur. Önceki eserlerinde olduğu gibi bu filmde de yönetmen, çoğu yönetmenin uğraşıp da başaramadığı bir şeyi başararak uğursuzluklara işaret eden bir dehşet havası yaratacaktır.

 

Bir sonraki filmi “Macbeth”, aslına sadık kalmakla birlikte, ihtilaflı bir Shakespeare uyarlamasıdır. İkinci karısı Sharon Tate’in Manson Ailesi tarafından canice öldürülmesinin hemen ardından çekilmesi, yönetmenin hissettiği acı ve şiddetin filme yansımasına sebep olmuştur.

 

Bu filmin ardından kılık değiştiren yönetmen, İtalya’ya gidip bir seks komedisi çeker. Ardından, en iyi filmlerinden biri sayılan “Chinatown”u çekmek üzere tekrar Hollywood’a dönecektir (1974). Can çekişmekte olan “Kara Film” akımını yeniden canlandıran film, Polanski’ye bir Oskar, bir de İngiliz Akademi Ödülü getirir. 1976 yılında çektiği heyecan verici ve gerçeküstü “ The Tenant” ile başarıları devam eder.uğursuz, paranoyak bir delilik, suistimal ve intikam hikayesini anlatan filmin Polanski’nin Paris’e geldiği ilk yıllarda yaşadığı mahallede çekildiği söylentileri vardır.

 

Bir yıl sonra, yönetmenin adı çok farklı bir sebeple gazete sayfalarında yer almaya başlayacaktır: Polanski, 13 yaşında bir kıza tecavüzden suçlu bulunacaktır. Bu olayın ardından çalışmalarına Hollywood’da devam etmesi imkansızlaşınca, Paris’e yerleşir ve Fransız vatandaşlığına geçer. 1979 yılına kadar da film yapmaz. Thomas Hardy’nin bir romanından uyarlanan üç saat uzunluğundaki “Tess” (17 yaşındaki Nastassja Kinski filmde rol alacaktır.), Fransa’da o zamana kadar çekilen en pahalı film olur. Bunun karşılığını, Polanski’ye bir Oskar ödülü ve Cesar’da en iyi yönetmen ödülüyle ödeyecektir.

 

Bir sonraki filmi olan “Pirates” (1986) ise tam bir hayal kırıklığı yaratacaktır. Yönetmenin diğer komedi filmlerinde olduğu gibi, bu film de hiçbir başarı elde edemez. Gerçekte, “Tess”in sağladığı başarının ardından, Polanski’nin çalışmaları aralıklı olarak devam edecek ve eskisi kadar başarılı çalışmalar olmayacaktır. 1987’de çektiği ve Harrison Ford’un rol aldığı gerilim filmi “Frantic”, ne eleştirmenlerden, ne de işin ticari kısmıyla ilgilenenlerden olumlu puan alamadı.

 

1992’deki “ Bitter Moon” un dikkat çekmesinin tek sebebi de, Hugh Grant’ın filmde rol almasıydı. Polanski eleştirmenlerin övgüsünü ancak 1994’te çektiği “ Death and the Maiden” ile kazanabildi. Ariel Dorfman’ın oyunundan uyarlanan filmde Ben Kingsley ve Sigourney Weaver başrol oyunculuğu yaptılar. İki yıl sonra deneysel bir çalışma olan “ Gli Angeli”ye imza atan yönetmen, 1999’da “The Ninth Gate” ile esrarlı gerilim filmlerine dönüş yaptı.

 

Yönetmen, 2002 yılında, kendi yaşam öyküsünün aynası niteliğindeki “The Pianist”i çekti. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Varşova'nın varoş sokaklarında yaşam savaşı veren bir adamın hikayesini konu alan film, 55. Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye Ödülü'ne layık görüldü.

 

Sinemada oyunculuk denemeleri de olan Polanski, 1994’de Giuseppe Tornatore’nin yönettiği “ A Pure Formality” de Gerard Depardieu ile birlikte rol aldı.

-alıntı-

Hayatı da filmler den farksız sıradışı ve çok sevdiğim bir yönetmen...

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...