nevermore Oluşturma zamanı: Mayıs 18, 2011 Paylaş Oluşturma zamanı: Mayıs 18, 2011 Parapsikoloji veya Psişik Araştırma adı altında özellikle 2. Dünya Harbi'nden bu yana yapılan çalışmalar, daha önceki dönemlerde okültizm - mistisizm - spiritüalizm çerçevesinde değerlendirilen veya sadece belirli kişisel deneylerde, etnolojik - antropolojik araştırmalarda görülen olayların, teknolojinin getirdiği imkanlarla bilim adamları tarafından incelenmesinden ibarettir . Çalışmalar sayesinde yığınla enformasyon (data) birikmiş, ama henüz bütün bu olaylara ilişkin tutarlı bir teori sunulamamıştır. Gerek bilimsel araştırma metodlarının yetersizliği gerekse bilim adamlarının önlerinde açılan - onlara göre - bu tuhaf olaylarla dolu alemin bilinemezliği, doyurucu bir açıklama bekleyen meraklıların bu gidişle daha epey bekleyeceğini göstermektedir. Cin konusunda da parapsikolojik araştırmalardan elde edilen sonuç, sadece bir yığın olayın tesbitidir. Durduk yerde eşyaların sağa sola saçıldığı odalar, nereden atıldığı bilinmeyen taşlara hedef olan evler, fizik sebep olmaksızın gürültülerin duyulduğu mekanlar, ses bandına kaydedilen gaipten gelen konuşmalar, fotoğrafı çekilen hayaletler ve daha bir sürü olay belgelenmiştir. Parapsikologlara göre bunların hepsi birer fenomendir ve bir yorum yapmak için vakit henüz erkendir. Dolayısıyla, cinler neyin nesidir sorusuna şimdilik rastgele bir cevap vermek istemiyorlar. Ancak, dikkatli bir gözlemci, bu olayların ortak noktasından yola çıkarak bir sonuca varabilir: İnsan denilen varlığın tesir alanının zannedildiğinden çok daha geniş ve güçlü olduğu anlaşılmıştır. Kişinin ruh sağlığı üzerinde etkili olduğu farzedilen cinlerden ziyade, meydana gelen arazların kökünde, yakın çevredeki diğer insanlardan ve bizzat kişinin kendinden kaynaklanan tesirlerin daha yoğun olduğu görülmektedir. Buna mukabil, insanlar henüz kendi güçlerinin farkında olamadıkları ve dolayısıyla bunları kontrol edemedikleri için, adeta sürekli parazit yapan birer yayın istasyonu gibi ortada dolaşmaktadırlar. Ruh sağlığı dengesi bozulan insanlarda bu tür parazit tesir yayılımının daha da arttığı görülmüştür. İnsanların, çevredekileri kıskanmak veya onlardan daha üstün olmak gibi saplantılar içinde yaşarken, hedef seçtikleri kişiler üzerinde yoğunlaşan dikkatleri ile birlikte, farkında olmaksızın o hedefe yönelik bazı tesirler gönderdikleri varsayımını doğrulayan deneyler yapılmıştır. Halk dilinde bu olaya “nazar değmesi” deniyor. Aynen bunun gibi, bazı şahıslar içinde bulundukları stress veya yaşadıkları anksiyete sendromu sebebiyle, çevresindeki insanlardan başka cisimleri de farkında olmaksızın etkilemektedirler. Elbette ki bu etkilenişin olumsuz yönde olduğunu söylemeye gerek yok. Dengenin bozulduğu durumlarda, olayın şiddetine göre, insanın çevresindeki manyetik alanda şiddetli patlamalar ve renk değişmeleri tesbit edilmektedir. Aynı zamanda, fizyolojik açıdan bugüne kadar pek dikkat edilmeyen, küçük ama hayati önemi olan kantitatif değişmeler, sistematik bozukluklar görülmüştür. Bütün bunlar birlikte değerlendirildiğinde, cinlerden şeytanlardan ziyade, insanın olumlu veya olumsuz yönde etkilenmesinde en çok yine kendi türünün rolü olduğu anlaşılmaktadır. Hipnotizma deneylerinde de görüldüğü gibi, insanın telkin altında ikna olabilme ihtimali çok fazladır. Bunu zayıflık olarak nitelemek yerine, insanların kendilerine yönelik kullandıkları bir özellik gibi düşünmek gerekir. Asırlarca cin-peri masalları ile yuğrulan bir toplumda, insanlara ne kadar bütün olan bitenin kendilerinden kaynaklandığını söyleseniz de, sonuçta bir defans mekanizması yaratıp suçu cinlere atarak rahatlamalarının önüne geçemezsiniz. Diğer yandan, gerçekten de bilinen canlı türlerinden farklı, insanlar gibi şuur sahibi olduğu izlenimini veren varlıklar vardır. Bunlar da tekamül mü ediyor veya her ne yapıyorlar ise, bazı özel şartlar altında insan türü ile farkına varılabilen bir iletişim kurabilmektedirler. Ancak, bu iletişimin kurulabilmesini gerektiren şartların oluşması ihtimali o kadar düşüktür ki, gerçek bir olay yakalama şansı hemen hemen yok sayılabilir. Bu yüzden, sözkonusu olaylarda hemen bir cin etkisi bulmaya çalışmadan önce, insan ilişkilerini dikkate almak gerekmektedir, insan tabiatının yeterince bilinmemesi, aslında insandan kaynaklanan bir tesirin başka bir varlıktan geliyormuş gibi değerlendirilmesine yol açmaktadır. Bu açıdan olaylara baktığınızda, cinleri insanın karanlıkta kalan parçası olarak düşünebilirsiniz. Karanlık bölgeler aydınlandıkça, cinlerin kimliği de ortaya çıkacaktır. Burada, insanı biraz daha geniş bir spektrum içinde tanımlama ihtiyacı doğmaktadır. Eğer, insan kendini sadece farkına vardığı fizik bedeninin motor faaliyeti ve korteks fonksiyonları ile sınırlı bir varlık olarak görmekte ısrar ederse, daha uzun bir süre cinlerle boğuşmak zorunda kalacaktır. Fakat, insanın kendini yeniden tanımlayabilmesi için - hiç şüphesiz - zamana ihtiyaç vardır. İnanç faktörü, insan hayatında iki tarafı keskin bir kılıç gibidir. Eğer kendinizi bu cin-peri masallarına iyice kaptırırsanız, sonunda kendinizi birtakım parazit tesirlerin yumaklaştığı bir arı kovanı içine sıkışmış olarak bulursunuz. Ama, inancın bir de olumlu yönü vardır. Kendinize olan güveniniz arttıkça, sizden kaynaklanan ve sizi bir zırh gibi koruyan savunma mekanizmanız da güçlenmeye başlar. İnanç malzemenizin ne olacağı size kalmış bir meseledir. Para, mal, şöhret, makam, silah gibi sahiplendiğiniz şeylere bel bağladığınızda, bu maddi malzemenin pratikte bir işe yaramadığını kısa zamanda görürsünüz. Oysa, inancınız manevi değerlerden oluşan bir temele dayanıyorsa, o takdirde korkacak bir şey yok demektir. Manevi güç kaynağı deyince, Türkiye’de insanların aklına genellikle İslam dinine bağlılık gelmektedir. Meseleyi dünya çapında incelediğinizde ise, bu kaynağın her toplumda insanların gelenek ve göreneklerine göre değişebildiğini farkedersiniz. Eğer kişinin inancı kendisine yeterli gücü veriyorsa, koruyucu olarak benimsediği ilahın adı İslam'ın Allah'ı da olabilir, Afrika'daki Mulungu da olabilir . Sizin için Allah, Mulungu'dan daha güvenilir bir ilah imajı çağrışımı yapıyorsa, o takdirde ona sığınacaksınız. Ancak, hangi ilaha sığınırsanız sığının, burada önemli olan, inancınızın tam olması ve içinizde herhangi bir soru işaretine yer vermemenizdir. Dikkat edileceği gibi, bütün mesele manevi dengenin sağlam kurulması ve sürekli olabilmesidir. Mesela, namaz kılmak size gerçekten ferahlık veriyor ise, böylece cinlerin kötü etkisinden korunacağınıza inanıyorsanız, o zaman namaz kılmalısınız. Eğer bu iş usulüne göre yapılmazsa bir faydası olmayacağına inanıyorsanız, o zaman beş vakit kuralına uyarak namaz kılacaksınız. Manevi güç kaynağı olarak, günün birinde bütün bu şekilciliğe gerek duymaksızın başka şeylerin de kullanılabileceğini keşfedeceksiniz. O zaman belki tanrılara yalvarma ihtiyacınız da kalmayabilir. Yeter ki, yaptığınız şeyin veya inandıklarınızın bir işe yarayacağından emin olun. İnsanın parazit tesirlere karşı en zayıf olduğu an, güven duygusunu kaybettiği ve paniğe kapıldığı andır. Afrikalıların tanrı imajına Mulungu demesi gibi, burada parazit tesirler yerine cinlerin kötülüğü terimini tercih edebilirsiniz. Netice itibarıyla, değişen bir şey olmaz. Kişisel araştırmalarımda, ben bu parazit tesirlerin kaşı-gözü olduğunu hiç görmedim, bu yüzden onlara cin demiyorum. Günümüzde, sosyo-ekonomik açıdan önemli çalkantılara sahne olan Anadolu'da, fertlerin ruhi durumunun ne kadar dengeli ve sağlıklı olduğu ortadadır. Yoğun bir manevi değerler bunalımı içine düşmüş olan toplumun en çarpıcı örneklerine, Türkiye'nin beşte birini barındıran İstanbul'da her an rastlıyoruz. İşte bu kaotik durumun yarattığı keşmekeş içinde, insanlardan yayılan parazit tesirler tipik bir astral girdap oluşturmaktadır. Böylece, insanların içindeki panik büyüdükçe korunma alanları hızla zayıflamakta ve sonunda ruhsal bozukluklar çığ gibi artmaktadır. Bu keşmekeş aslında belirli ölçüde bütün dünyada görülmektedir ve muhtemeldir ki sonunda diyalektik gereği yeni bir mentalite ile karşılaşacağız. Fakat, henüz o aşamaya gelmediğimize göre, şimdi biz cinlerden nasıl korunacağımıza bakalım. Spiritüalist terminolojide “obsesyon” olarak geçen, ancak psikiyatride daha ziyade “posesyon” diye bilinen ve geçmişte bazı ruhsal bozuklukların yanlış yorumlanmasından kaynaklandığı zannedilen özel bir vaka grubunda, özellikle bedensiz bir varlığın etkisi altına giren hastalardan bahsedilir . Sözünü ettiğim toplumsal hercümercin içinde kendini yalnız ve güçsüz hisseden insan tipi, bu tür ruhsal bozukluklar için ideal hedeftir. Bu vaka grubunun karakteristiği, Fromm'un symbiosis tanımına benzer bir durum arzetmesidir. Kendisine önem verecek, tatmin edecek, koruyacak, güçlü kılacak bir hâmi veya arkadaş özlemi içindeki kişi, toplum içinde karşılık bulamamış bu yoğun emosyonel birikimi ile farkında olmaksızın astral alemde bir kapı açmakta ve bu sempatizasyon vorteksine yönelen varlık da rahatça kapıdan içeriye girmektedir. Elbette ki, öte alemden başını uzatan ziyaretçinin de paralel doğrultuda ama daha agressif - dominant bir emosyonel tablo içinde olması gerekmektedir. Spiritüalistlerin obsesyon dediği bu tür “psişik sembiyoz” vakalarında, karşı taraftaki bedensiz varlık, çoğu kez ölmüş bir insanın ruhudur . Onun da kendine göre birtakım tatminsizlikleri, hırsları, arzuları veya planları vardır. Tamamlayıcı unsurların birbirini çekmesi gibi, aynı frekansta yayın yapan bu iki varlık arasında zamanla kuvvetlenen bir iletişim köprüsü kurulur. Birinin bedenli, diğerinin de bedensiz olması çok önemli bir fark sayılmaz. Asıl önemli olan, herbirinin diğerinde kendi içindeki boşluğu kapatacak bir malzeme bulabilmesidir. Önce genellikle rüyalarda, yarı uykulu anlarda, şiddetli ruhsal krizlerde, beyin travmalarında, geçici şuur kayıplarında başlayan ilk irtibat, daha sonra - her iki taraf da bu ilişkiyi sürdürmek istediği sürece - gitgide kuvvetlenerek devam eder. Bu ilişkinin devamı, prensip olarak tarafların isteğine bağlıdır. Ancak, insanlar genellikle gerçekten ne istediklerinin farkında olmadıkları için, hani gelin olmuş kızın “hem ağlarım hem de giderim” demesi gibi, dışardan bakıldığında açıkça acı çektiği ve istemediği görülse bile, aslında hastanın gerçekten hangi duygular içinde olduğunu anlayabilmek için çok dikkatli bir analizin yapılması gerekmektedir. Taraflardan biri bu ilişkinin kendisi için zararlı olduğuna kesinlikle ikna edildiğinde, irtibat kopmaktadır. Ancak, daha sonra her iki varlığın da bir süre gözetim altında tutulmasında yarar vardır. Bir-iki görüşme ile ikna ettiğinizi zannettiğiniz varlık, daha sonra bir bakıyorsunuz ki kaldığı yerden devam ediyor. Sigarayı bırakmak gibi bir şeydir bu. İradesi kuvvetli olan için herhangi bir problem çıkmaz. Bazı vakalarda da irtibatın belirli bir ölçüde devam etmesi icap edebilir. Yani, neyin ne olduğunu iyice anlamadan Don Kişotluk yapmanın alemi yoktur. Diğer yandan, bu türden vakalarla karşılaşan hekimlerin - hastanın dışında başka bir varlığın müdahelesi olduğunu kabul etmeksizin - meseleyi sadece bir dissosyatif kimlik bozukluğu (veya eski tabirle; multipl personalite) gibi yorumlayıp tedaviyi aynı komünikasyon biçiminde sürdürmesiyle de olumlu sonuç alınması mümkündür. Ayrıca, eski olmakla birlikte Janet'in psikolojik travma izleri keşfetmek için kullandığı hipnoz yöntemi ile mesleki açıdan oldukça ilginç tecrübeler edinilebilir. Psikofarmakolojik müdaheleler vakayı daha da zorlaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Özellikle, alelacele konulan şizofreni teşhislerinde bu gibi hatalara sık rastlanıyor. Zira, bu vakalarda amnestik bariyerin görülmemesi, teşhisde başlıbaşına bir problem yaratmaktadır. Musallat olan varlık genellikle yalan söyleme eğilimindedir. Hastanın zaaflarını da hekimden daha iyi bilir. Çünkü irtibat, hipotalamusun transformasyonundan önceki fazda kurulmaktadır. Klasik hipnoz yönteminde bu transformasyon bölgesini aşamayan hekimin, varlıkla doğrudan nasıl irtibat kuracağını da bilmemesi yüzünden, uzun süre bir kedi - fare kovalamacası içinde bunalması mümkündür. Fakat, terapi ne kadar uzun sürerse sürsün, yetenekli bir psikiyatrist her zaman filanca hacı veya falanca medyumdan daha faydah olacaktır. Esasen, hasta kadar irtibat kuran varlık da sonuçta bir insandır ve her ikisinin de hekime muhtaç durumda olduğu unutulmamalıdır. Bu arada, bazen varlığın kendisini cin veya başka bir yaratık olarak tanıtarak hekimi korkutmaya çalışacağı, hatta hekimin özel hayatına da müdahele etmek isteyeceği ihtimalini de gözönüne almak gerekir. Aslına bakacak olursanız, hemen hemen herkes belirli ölçülerde bir psişik sembiyoz halinde yaşamaktadır. Ancak, kimse bunun farkına varmaz. Barsaklarınızdaki sindirime yardımcı bakterilerin nasıl farkında değilseniz, zaman zaman karşılıklı yardımlaştığınız ölülerin de aynen öyle farkına varmıyorsunuz. Dengeyi bozmadığınız sürece, ne onlardan size bir zarar gelir ne de siz onlara bir kötülük yapmış olursunuz. Soğuk ve karanlık ağılda, farkında olmaksızın birbirine sokularak yaşayan koyun sürüsü gibi, insanlar da ancak birarada oldukları sürece varlıklarını idame ettirebilmektedirler. Bu bir tabiat kanunudur. Bedenli veya bedensiz olmaları hiçbir şeyi değiştirmez. Sürüden ayrılırsanız; asıl o zaman sizi cinler, umacılar kaparlar. Haluk AKÇAM Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Aikon Yanıtlama zamanı: Kasım 27, 2011 Paylaş Yanıtlama zamanı: Kasım 27, 2011 Çoğu kişinin merak ettiği fakat ilk sayfalarda görünmeyen konu Teşekkürler paylaştığın için Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.