nevermore Oluşturma zamanı: Mayıs 18, 2011 Paylaş Oluşturma zamanı: Mayıs 18, 2011 Bilimsel bir araştırmaya, öncelikle varsayımlardan uzak durup, olayın incelenebilmesi için uygun yöntemleri seçmekle başlanır. Eğer, elinizdeki yöntemlerin tümden yetersiz kalacağı, başka örneği veya benzeri olmayan bir olaylar grubunu inceleyecekseniz, o zaman işiniz zor demektir. Cinlerle ilgili olduğu söylenen vakalar da halka yansıtılırken, sanki ortada böylesine olağanüstü bir durum varmış da, bilim adamları çaresiz kalıyormuş gibi bir mizansen yaratılmaktadır. Böylece, meydan birtakım şarlatanlara kalmakta ve onlar da halkı dolandırmanın keyfini yaşamaktadır. Aslında, halk arasında “cin çarpması” veya benzeri biçimde anılan ruhsal veya bedensel şikayetlerin hemen hemen hepsi alelade tıbbi vakalardır ve bu şikayetlerin herhangi bir uzman hekim tarafından incelenmesi sonucunda hastalık veya bozukluk kolaylıkla teşhis edilebilmekte, uygun olan tedavisi ne ise o yapılmakta ve hasta da sağlığına kavuşmaktadır. Ortaçağ'da henüz tıp bilimi yeterince gelişmemiş iken, hastalıkların çoğunun birtakım tabiatüstü varlıkların anlaşılamayan etkisinden kaynaklandığı inancı yaygındı. Ama, hurafelere sarıldıkça büsbütün perişan olan insanlar, sonunda işin aslını araştırmaktan daha akılcı bir yol bulunmadığını gördüler. Tıp bilimi bugün de her derde çare bulacak kadar gelişmiş değil. Ama, cinlerle ilgili olduğu sanılan vakaların tedavisinde de hiç cin yakalayan bir hekime rastlanamadı bugüne kadar. Çünkü, o hurafelerde anlatıldığı biçimde ne cinler var ne de şeytanlar, insana saldıran. Ancak, şu önemli noktayı gözardı etmemek gerekiyor. Teşhis ve tedavide kullanılan tanımlamalar, gerek zaman içinde gerekse değişik kültürlere göre farklılıklar arzedebilir. Nitekim, mesela batı kültüründen farklı bir biçimde gelişmiş olan Uzakdoğu’daki tıp disiplini ile batının tıp disiplini birbirine uymamaktadır. Ancak, bir hastalığın iki ayrı disiplinde tamamen farklı yöntemlerle tedavi edilebildiğini de görüyoruz. Son yıllarda güncellik kazanan Akupunktur, buna bir örnek sayılabilir. Aynen bunun gibi, henüz bilinmeyen başka tıp disiplinlerinin de olabileceğini yabana atmamak lazım. Yalnız, burada sözü edilen yeni ve bilinmeyen tıp disiplinini tanımlarken, elbette ki bir yerde bunun geçmişten günümüze kadar uzanan gelişimini de bilmek zorundayız. Diyelim ki, hastalıkları cin-ifrit sembolleri ve bunlara bağlı tasvirlerle açıklayan böyle gizli bir tıp disiplini var da, bundan bizim haberimiz yok henüz. O takdirde, en azından bu gizli kalmış tıp anlayışına sahip kişilerin neler yapabildikleri inceleyebilmeliyiz. Gerçekten de tarihçesi uzun bir geçmişe dayanan böyle bir tıp ekolü olduğu söylenir. Ancak, bunu doğru dürüst uygulayabilenlerin sayısı yok denecek kadar azdır ve bunlar yeryüzünün belirli bir bölgesinde toplanmış da değillerdir. İşte bütün zorluk buradan kaynaklanmaktadır. Ortaçağ'dan bu yana yazılmış, cinler, ifritler ve meleklerden bahseden, tılsımlar, efsunlar, iksirler, dualar ve anlaşılmaz yazılarla dolu o kitapların hepsi, aslında bu yarı fantastik bilimin kötü birer karikatürü gibidir. Çünkü, prensip olarak bu gizli bilimin hiçbir zaman kitap veya yazılı herhangi bir şey biçiminde başkalarına aktarılamayacağı, öğretilemeyeceği söylenir daima. Burada hakim olan düşünce, bilenlerin daima başkalarından üstün kalabilmesini sağlamak için konunun hep gizli tutulması gerektiği inancı değildir. Aksine, belirli bir ruhsal olgunluğa erişememiş kişilerin bu bilimi kullanmaya heves ettiğinde, hem kendilerine hem de başkalarına zarar vererek tabiatın - veya diyelim ki ilahi düzenin - dengesini bozmaktan öte bir şey yapamayacaklarının kesinlikle biliniyor olması yüzünden ortada yazılı bir şey bulunmamaktadır. Sadece zeki olmanın, bu bilimin sırlarına vakıf olmaya yetmediği söylenir. Aynı zamanda başka bilgilerle de donanımlı olmaktan, dahası bütün bunları anlayabilecek bir ruh olgunluğuna erişmiş olmaktan bahsedilmektedir. Herhangi bir insan bu seviyeye geldiğinde, kendisinde bizim henüz tanımadığımız bambaşka idrak kapıları açılacağı için, zaten kitapları okumasına da gerek kalmadığı söylenmekte ve neticede bu bilimin herhangi bir kitapta yazılı olmadığı ve hiçbir zaman da yazılmasına gerek duyulmayacağı belirtilmektedir. Bu yarı mistik ifadelerden ne gibi bir sonuç çıkaracağınızı bilemem. Ama, bazı açıkgöz insanların, sanki bu seviyeye gelmişcesine, yapmacık bir eda ile kendilerini cahil insanlara kolaylıkla kabul ettirdiklerine ve onları sömürdüklerine her dönemde şahit olmak mümkündür. Tarih, bu gibi sahtekarlık örnekleriyle dolu. Ermiş şeyhler, el etek öptüren tarikatçılar, filanca zaman mehdileri ve daha niceleri hep aynı hırsın esiri olarak insanları aldatmışlardır. Oysa derler ki, kimin hangi mertebeye eriştiğini Hâlik'ten (yaratandan) başkası bilmez, erişmiş olan da kendini belli etmez. Yani, ben şuyum buyum diyenlerin veya tevazu ve tecahül maskesi altında gerdan kıranların hepsi aslında iki arpa boyu bile yol alamamış birer zavallıdan başka bir şey sayılmıyorlar. Şimdi durum böyle iken, komşunun ısrarla tavsiye ettiği filanca hocanın nefesinden veya cinlerinden medet umar mı artık insan! Meşhur bir söz vardır; “kelin merhemi olsa, önce kendi başına sürer” derler. Eh artık, kimin keli kimin perçemi olduğunu görmek size kalmış bir şey. Biraz önce size böyle bir gizli bilimin var olduğu söyleniyor, ama ne olduğunu bilen yok dedim. Cin-peri hikayeleri de işte bu ne olduğu bilinmeyen bilimi, yarım yamalak birilerinden duyanların uydurdukları masallardan ibarettir. Diyelim ki siz hiç tıptan anlamıyorsunuz ve cinlerin esrarına merak sardınız. Derken, günün birinde iki hekimin konuşmasına kulak misafiri oluyorsunuz. Hastanın EKG'si duruyor önlerinde. Koroner arter kalsifikasyonu'nun tesbiti gerektiğini söylüyor hekimin biri. Diğeri ise, majör koronerlerde stenoz olma ihtimali bulunmadığını, çünkü ne subepikardialde ne de lateralde böyle bir traslusent bant anomalisine rastlamadığını, ama fluoroskopinin ventrikül anevrizması gösterdiğini idda ediyor. Siz telaş içinde bu tek kelimesini anlamadığınız cümleleri bir kağıda not ediyorsunuz. Diyelim ki, ortada bir de diastol anatomisi için alınmış röntgen filmi var. Sonra, birden hekimlerin oradan uzaklaşmasını fırsat bilip EKG şeridi ile röntgen filmini kaptığınız gibi kaçıyorsunuz. Haydi bakalım, şimdi bu hazinenizi kullanarak doktorculuk oynamaya başlayın. Kimbilir böylece kaç kişiyi öldürürsünüz veya sakat bırakırsınız! Yazacağınız “gizli ilim hazinesi” kitabınızda ilk cinin adı herhalde majör koronerlerde stenoz olacaktır. Belki bu ikinci olur da ilkinin adı ventrikül anevrizması'dır. Sonra, EKG şeridinde uzayıp giden zigzaglı çizgileri kitabınıza kopya etmeye çalışırken gizli anlamlarından da bahsetmeyi ihmal etmezsiniz. Hele bir de hastanın röntgen filminden seçebildiğiniz şekilleri “cinlerin resmi” diye kitabınızın sonuna eklerseniz, müthiş bir şey olur. Aradan yıllar geçer. Yaşadığınız olayla ilgili başkalarına anlattığınız hikayeler, bire bin katılarak döner dolaşır ve tekrar size gelir. Kitabınızın yeni versiyonuna büyük bir heyecanla bunlan da eklersiniz. Kimbilir, belki sizin gibi başkaları da tesadüfen böyle konuşmalara kulak misafiri olmuştur. Sizin “kardiyolojik cinleriniz”in yanısıra, onlar da “oksazepam, klordiazepoksid, difenhidramin” gibi “uyku getiren cinler”den, veya genetik laboratuarından çaldıkları bir filmdeki sistik fibrosis DNA sekansında görülmeyen C-T-T ile ilgili garip şekillere ve notlara bakarak, cinleri çağırıp görünür hale nasıl getirileceğinden bahseden kitaplar yazarlar. Gizli ilimlerle ilgili kitaplar da işte böyle “sağır duymaz ama uydurur” misali, ne olduğunu kimsenin anlamadığı bir bilimden kalan yalan yanlış fragmanlarla doludur. Haluk AKÇAM Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.