Jump to content

Hans Christian ANDERSEN


felidae

Önerilen Mesajlar

Küçükken annemin bana Andersen den masallar isimli kocaman,saman kağıdına baskılı bir kitap aldığını hatırlıyorum. Neredeyse her gece içindeki masalları okurdu yatağıma yattığım da, çok etkilenirdim o masallardan.... Bugün tesadüfen sihirli fasulye masalına denk geldim ve o müthiş masalları çok özlediğimi fark ettim. Masallar çoğumuzun evlerine, çocukluklarına girmiş olsalar da, çoğumuz onları ve yazarlarını daha önce onlardan hiç etkilenmemişiz gibi unutuyoruz.Bu büyük masal ustasının anılması gerektiğini düşündüğüm için başlığı açıyorum ve başlık altında aktif bir paylaşım olmasını bekliyorum:) keyifli okumalar arkadaşlar.

Hans Christian ANDERSEN

 

hca.jpg andersen.jpg

 

2 Nisan 1805'te bir ayakkabıcının tek oğlu olarak dünyaya geldi. 11 yaşındayken babasının ölmesi üzerine okulu bıraktı ve annesiyle birlikte temizlikçi ve çamaşırcı olarak çalışmaya başladı. 1819'da tiyatro oyuncusu olmak ümidiyle gittiği Kopenhag'da başarılı olamadı ve 1828'de Kopenhag Üniversitesini kazandı.

1829'da ilk önemli yapıtı sayılan "Holmen Kanalından Amager Adasının Doğu Ucuna Bir Yürüyüş"'ü yayımladı. Almanya, Fransa, İtalya, Türkiye ve İngiltere'ye geziler yaptı ve yolculuklarından gezi kitaplarına birçok malzeme çıkardı. Oyun yazarlığındaki başarısız girişimlerinden sonra köleliğin kötülüklerini anlattığı "Mulatten" (1840) ile dikkat çekti. "Doğaçlamacı" (Improvisatoren, 1835) ve "İki Barones" (De to Baronnesser, 1847) romanlarından en tanınmışlarıdır.

Asıl başarısını "Kibritçi Kız", "Küçük Claus ve Büyük Claus" ve "Güzel Prenses ve Bezelye" gibi masalları içeren "Çocuk Masalları" (1835)(Andersenden masallar kitabını pek çoğumuz hatırlıyoruzdur sanırım) kitabıyla yakaladı. Masallarının bazılarında iyiliğin ve güzelliğin zaferine olan iyimser bir inanç açığa vurulurken; bazıları da oldukça kötümser ve acıklıydı bu Andersen in masallarınde anlattıkları ise kendi yaşamından izler taşıyordu.

1872'ye kadar masal yazmayı sürdüren Andersen 4 Ağustos 1875'de Kopenhag'da hayata veda etti.

Kendine özgü masal anlatma yöntemiyle çocuk edebiyatına gerçek bir yenilik getirdi. Gündelik dilin deyimlerini ve kalıplarını kullanan Andersen'in masallarının çoğu Türkçeye'de çevrilmiştir..

 

Masallarından örnekler;

karlar kralicesi

 

SnowQueen.jpg

Bir zamanlar, uzak diyarlarda, büyük bir kentte iki küçük çocuk yaşarmış. Birbirleriyle arkadaş olan bu çocuklar, birbirlerini kardeş gibi severlermiş. Erkeğin adı Kay, kızın adı Gerda’ymış. Kay ve Gerda sürekli birbirleriyle oynar, hiç ayrılmazlarmış. Gerda’nın bir de büyükannesi varmış. Büyük annesi çok sayıda masal bilir ve bunları sırayla anlatırmış. Bir gün Kay ve Gerda oynarken büyükanne onları yanına çağırıp:

- Çocuklar bugün size yeni bir masalım var. İsterseniz gelin anlatayım, demiş.

Çocuklar büyükannenin yanına koşup, can kulağıyla büyükannenin anlattığı masalı dinlemeye başlamışlar. Büyükanne çocuklara kışın her tarafı kaplayan, bembeyaz örtüsüyle ünlü Karlar Kraliçesi’nin masalını anlatmış. Çocuklar büyükannenin anlattığı masalı dinlemişler ve sonra da sonra yatıp uyumuşlar.

Ertesi gün uyandıklarında ne görsünler? Her taraf karlarla bembeyaz karlarla kaplıymış. Tüm çocuklar sokaklara çıkıp kızaklarla kaymaya başlamışlar. O sırada bir düzine beyaz geyiğin çektiği kocaman bir kızağın geçtiğini görmüşler. Çocuklar hemen bu büyük kızağın arkasına takılmışlar. Bir süre kaydıktan sonra çocukların çoğu kızağı bırakıp geri dönmüşler. Yalnız Kay, kızağı bırakmamış. Bu arada kentten de oldukça uzaklaşmış olduğunun farkına varmamış. En sonunda kızak kendiliğinden durmuş. Kızaktan bembeyaz pelerini içerisinde Karlar Kraliçesi inmiş. Kay, Karlar Kraliçesi’nin büyükannenin masalında dinlediği kraliçe olduğunu anlamış. Karlar Kraliçesi Kay’a:

- Çok üşümüşsün gel yanıma otur, demiş. Kay, Karlar Kraliçesi’nin yanına oturup onun verdiği pelerine sarılınca, üşümesi geçivermiş. Karlar Kraliçesi de yanında uyuyakalan çocuğu alıp şatosuna götürmüş. Meğer Karlar Kraliçesi yakaladığı çocukları şatosuna götürüp buzla kaplarmış. Kay’ı da bu şekilde buzdan bir heykelcik yapıvermiş.

Kentte ise Kay’dan uzun süre haber alamayan Gerda, arkadaşını aramaya koyulmuş. Karlarla kaplı ormana doğru yola çıkmış. Ormanda arkadaşını ararken küçük bir kulübe görmüş. Kulübeye yaklaşınca kapıyı ihtiyar bir kadın açmış. Bu kadın oralarda yaptığı iyiliklerle tanınan bir büyücüymüş. Kıza:

- Ne için geldiğini biliyorum yavrucuğum, arkadaşın Kay’ı arıyorsun. Bakalım bahçede duran karga arkadaşının yerini biliyor mu? diyerek Gerda’yı arka bahçeye götürmüş. Bahçede gerçekten de bir karga dalda bekliyormuş. Kargaya Kay’ın nerede olduğunu sormuşlar. Karga da onlara:

- Kay’ın nerede olduğunu ancak ormanda yaşayan küçük kız bilebilir, demiş. Bunun üzerine Gerda, yaşlı kadından izin isteyip yoluna devam etmiş. Ormanın derinliklerinde dolaşırken çok güzel bir kulübe görmüş. Kulübenin kapısı açılmış. İçeriden karakarganın bahsettiği küçük kız çıkmış. Gerda’ya:

- Hoşgeldin, ben de senin gelmeni bekliyordum, demiş. Gerda’yı içeri alıp ateşin başına oturtmuş. Ona getirdiği yiyeceklerden vermiş. Daha sonra birlikte uyumuşlar. Sabah olunca, küçük kız Gerda’yı kulübenin yanındaki samanlığa götürmüş. İçeride güvercinlerle, geyikler varmış. Güvercinler ötmeye başlamışlar. Küçük kız güvercinlerin dilinden anlıyormuş. Gerda’ya güvercinlerin ne demek istediğini anlatmış.

- Güvercinler, Kay’ı Karlar Kraliçesi’nin kaçırdığını, onu şatosunda hapsettiğini, oraya nasıl gidileceğini geyiklerin bildiğini, söylüyorlar, demiş.

Bunun üzerine bu iki küçük kız geyikleri kızağa bağlamışlar ve yola çıkmak için hazırlık yapmışlar. Gerda küçük kıza, kendisine yardımcı olduğu için teşekkür etmiş. Birbirleriyle vedalaşmışlar ve Gerda geyiklerin çektiği kızakla yola çıkmış. Günlerce yol almışlar. Dünyanın en kuzey ucuna, bembeyaz kar örtüsünden başka hiçbir şeyin görülmediği diyarlara varmışlar. Burada sürekli, lapa lapa kar yağmaktaymış. Geyikler bir süre daha gittikten sonra bembeyaz bir şatonun kapısının önünde durmuşlar. Gerda, Karlar Kraliçesi’nin şatosuna geldiklerini anlamış. İçeriye girmiş. Şatonun içi de dışı gibi beyazmış. Gerda, şatonun içinde yürümeye başlamış. Bir yandan da Kay’a sesleniyormuş. Şatoda kendi sesinin yankısından başka ses yokmuş. Gerda, buzdan bir kapı görmüş. Kapıyı açmış içeriye bakmış. Odanın ortasında Kay’ı donmuş bir şekilde bulmuş. Sanki buzdan bir heykelcik gibiymiş.

Gerda, Kay’ın ölmüş olduğunu zannederek başlamış ağlamaya. O kadar çok ağlamış ki gözünden akan yaşlar yere dökülmeye başlamış. Gerda’nın gözlerinden akan yaşlarla, dondurulmuş Kay’ın buzları erimeye başlamış. Üzerini kaplayan buzların erimesiyle Kay kendine gelip konuşmaya başlamış:

- Gerda, seni gördüğüme çok sevindim, demiş. Gerda da Kay’ın ölmediğine çok sevinmiş. Kay, Karlar Kraliçesi’nin şatodan ayrıldığını fakat her an geri gelebileceğini söylemiş.

Hemen şatodan çıkıp geyiklerin çektiği kızağa binmişler.

Bu uzak kuzey ülkesinden ayrılıp evlerine geri dönmüşler. Yaşadıkları bu serüveni ikisi de unutamamışlar. Sonra da evlerinden fazla uzaklaşmayıp sadece büyükannenin masallarını dinlemişler.

 

Kral Çıplak

 

12E6FC8E0DA4F02645F55C_Large.jpg

Ülkenin birinde giyimine düşkün,kendini beğenmiş bir kral varmış.Kendini çok akıllı sanan kral,giyim kuşamdan başka bir şey düşünmezmiş.

Günlerden bir gün komşu ülkenşn kralı kendisini ziyeret etmek istediğini bildirmiş.Elbette ki,bizim kralın ilk aklın agelen yine ne giyeceği olmuş.Hemen adamlarını çağırtmış

-"Tüm dünyaya haber gönderin"demiş."Öyle bir elbise istiyorum ki,dünyada bir eşi dah aolmasın.Bana böyle bir elbise dikecek terziyi zengin edeceğim.Misafirlerimi karşılarken bu elbiseyi giyeceğim."

Kısa bir süre sonra,haber her yana yayılmış.En iyi terziler,ellerindeki kumaşlarla,saraya gelmişlerHepsi yapacaklarını krala anlatıyormuş.Ama kral anlatılanlardan hiç birini beğenmiyor;

-"Çok daha güzel olmalı!"diyebağırıp duruyormuş.

Sonunda çok genç bir terzi çıkmış kralın karşısına.

-"Sen ne getirdin bakalım"diye sormuş kral.Trezinin genç ve tecrübesiz duruşu kralın umudunu iyice kırmış.

-"Benim getirdiğim çok özel sevgiliş kralım"demiş genç terzi."Size öyle bir kumaş dokuyup,öyle bir elbise dikeceğim ki,sizden önce kimse böyle bir elbiseyi giymemiş olacak."

Kral bu sözlere çok şaşırmış.

-"Ancak bir şartım var"demiş genç terzi."Giysiyi bitirene kadar işimize hiç kimse karışmayacak."

Kral aradaığını bulmanın sevinciyle kabul etmiş bu şartı.Hemen iki kese altın verip;

-"Çabuk olun o zamana!"diye emretmiş.

Genç terzi hemen başlamış çalışmaya.Ertesi gün iki kese altın daha istemiş kraldan.Kral hiç itiraz etmeden vermiş altınlarını.Aradan günler geçtikce,kral gençterzinin dokuduğunu söylediği kumaşı merak etmiş.Sonunda dayanamayıp,çalıştığı odaya girmiş.Genç terzi tezgahınbaşında harıl harıl çalışıyormuş.Kral sessizce bir süre izlemiş,bir şey göremeyince;

-"Demek bunca zamandır boş oturdun ha!"diye kükremiş."Kese kese altınları ben boşun amı verdim sana!"

Terzi sakin ve kendinden emin;

-"Saygıdeğer kralım"demiş.Bu kumaşı sadece akıllı insanlar görebilir.Bakın ne kadar da güzel oldu.Öyle değilmi?"

Kral ne diyeceğini şaşırmış.Aptal durumuna düşmemek için;

-"Evet evet çok güzel"demek zorunda kalmış ve hızla çıkmış odadan.

Kralın elbisesi şehirde kualktan kulağa dolaşır olmuş."Sadece akıllılar görebilir!"İnsanların merakı bunu duydukça dah açok artıyormuşSonunda tören günü gelmiş.Halk toplanmış,hazırlıklar bitmiş.Terzi kralı soymuş ve gerçekten varmış gibi üzerine bir elbise giydirmiş.Sonrada karşısına geçip;

-"Çok şık oldunuz efendim"demiş.

-"Muhteşemsiniz."

Kral genç terzinin bu iltifatları karşısında,aynada gördüğü çıplak bedene hiç aldırmadan;

-"Eline sağlık,çok güzel olmuş"demiş.

Kral yeni elbiseleri ile çıkmış saraydan.Dışarda toplanan halk kralı çıplak görünce çok şaşırmışlar.Ama kimse cesaret edip krala gerçeği söyleyememiş.Birden küçük bir çocuk haykırmış;

-"Kral çıplak!"

Ardından cesaretlenen halk,gülmeye başlamış.Kral geç de olsa gerçeği böyle acı bir şekilde anlamış.

Anasayfa Geri

 

Kibritçi kız

 

 

LittleMatchGirl_Appleton.jpg

 

Bir yılbaşı gecesiydi. Dondurucu, kavurucu bir soğuk vardı. Yoldan geçenler paltolarının yakasını kaldırmışlar, atkılarına bürünmüşler, hızlı hızlı yürüyorlardı. Kimi evine geç kalmış, acele ediyor, kimi bir eğlence yerine gidiyordu.

Çocuklar koşuyorlar, birbirlerine kartopu atıyorlardı. Gecenin zevkini en çok onlar çıkarıyorlardı. Kahkahalarla gülüyorlar, sevinçle haykırıyorlardı.

Yalnız bir çocuk vardı ki gelip geçenler onun farkında değillerdi. Ufak bir kız çoçuğu. Başı açık, elbisesi yama içinde, yoksul bir kızcağız. Bir kapının önüne büzülmüş, çıplak ayaklarını altına almıştı. Soğuktan morarmış tir tir titriyordu. Üzerinde oturduğu taş basamakta buz gibiydi.

Yavrucağız da sanki donmuş, bir buz parçası kesilmişti.

Geniş bir mukavva kutunun içine sıralanmış kibrit kutularına bakarken gözleri yaşarıyordu.

Evet, bu bir kibritçi kızdı. O gün bir tek kutu kibrit bile satamamıştı. Satsa, bir kaç kuruş para kazansa, kalkıp evine gider, annesiyle birlikte hiç olmazsa bir kase sıcak çorba içerdi. Gidemiyordu, çünkü o gün hiç kibrit satamadığını annesine söylemekten çekiniyordu. Soğuktan, üzüntüsünden titreyen kısık,incecik sesiyle "Kibrit var, kibrit"diye bağırıyordu. Sokaktan geçenlerin hiçbiri başını çevirip bakmıyordu...

Ah hiç olmazsa ayaklarında terlikleri olsaydı! Biraz önce, sokak sokak dolaşırken, hızla geçen bir arabanın önünden kaçmış, kaçarken terlikleri ayağından fırlamıştı.

Karşı kaldırıma geçtikten sonra, dönüp bakmış hınzır bir çocuğun terlikleri kapıp kaçtığını görmüştü. Arkasından seslenmişti ama, çocuk alaylı alaylı seslenerek koşa koşa uzaklaşmıştı.

Kibritçi kız bunun üzerine bir kapının girintisine sığınmış, oracığa kıvrılıp oturmuştu.

Parmakları donmuş, sızlamaya başlamıştı. Kızcağız bu acıya dayanamadı, kutulardan birini açıp bir kibrit çıkardı. Parmakları uyuşmuştu, kibrit çöpünü elinde güçlükle tutuyordu. Eli titreye titreye çöpü duvara sürttü. Kibrit birden alev aldı; tatlı, yumuşacık, turuncu bir alev.

Zavallı kız, kibriti bir elinden öbür eline geçirerek, parmaklarını ısıttı. İçi de ısınmıştı. Sanki gürül gürül yanan bir ocağın karşısındaydı. Gözleri aleve dikilmiş, düşlere dalmıştı: Güzel bir odada, büyük bir ocağın karşısında oturuyordu. Arkasında kalın bir yünlü hırka, ayaklarında kürklü terlikler vardı.

Isınmış, terlemeye bile başlamıştı... Derken kibrit sönüverdi. Kibritin sönmesiyle, o tatlı düşlerde sona ermişti. Kızcağızın parmakları yeniden donmaya, sızlamaya başlamıştı.

Bir kibrit daha yaktı. Bu sırada soğuk bir rüzgar esti. Kız kibrit sönmesin diye, duvardan yana döndü. Öbür elini aleve siper etti. Aleve bakarken, karşısındaki duvar sanki eridi, birden açıldı, içerisi göründü. İçeride geniş bir oda vardı. Kar gibi bembeyaz örtü yayılmış bir masanın üzerine tabak tabak yiyecekler dizilmişti. Sofrada gümüş şamdanlar yanıyor, odayı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kızcağız'ın gözleri sofranın ortasında, büyük bir tabağa konulmuş, nar gibi kıpkırmızı kaz kızartmasına dikilmişti. Ağzı sulandı. Elini oraya doğru uzattı. Kibrit yana yana sonuna gelmişti, parmağını yakıyordu. Kızcağız çöpü yere atıverdi. Atmasıyla birlikte, yılbaşı sofrası siliniverdi, gözlerinin önüne taş duvar yeniden dikildi.

Üçüncü kibrit daha fazla düşler yarattı:Bir yaz gecesi...Kibritçi Kız kırda bir ağacın altına oturmuş, yıldızlara bakıyor. Gece olduğu halde hava sıcak. Altındaki toprak, gündüz güneşten ısınmış, fırın gibi yanıyor... Küçük kız gözlerini yıldızlardan ayıramıyordu. Uzaktan uzağa gece kuşları ötüyor, kurbağalar bağrışıyordu.

Derken bir yıldız kaydı, gökyüzüne geniş bir yay çizerek uzaklaştı, söndü. Kızcağız: 'işte, biri daha öldü' diye mırıldandı. Bir gün, ninesi söylemişti: Her yıldız düştükçe yeryüzünden biri ölürmüş... Ninesini bir daha görebilmek için bir kibrit daha çaktı. Soğuktan kaskatı kesilmiş, beyni durmuştu. O şimdi sokak ortasında olduğunu unutmuş, düşler dünyasına dalmıştı. Kibritin alevinde yine ninesini görüyor, onun sesini işitir gibi oluyordu. İşte ninesi geliyordu. Lapa lapa yağan karların arasından bir melek gibi iniyordu... Geldi, geldi...Kollarını açtı, torununu kucakladı, aldı göklere doğru götürdü...

Ertesi sabah, yoldan geçenler, bir evin basamağında donmuş kalmış kızcağızın ölüsünü buldular. Yanı başında bir sürü boş kibrit kutusu vardı.

-Zavallı kız ısınmak için bütün kibritlerini yakmış dediler... Bu kibritlerin alevinde onun ne düşler gördüğünü bilemezlerdi ki.

 

cirkinordekyavrusu.jpg

50689_2.jpg

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Parmak Kız

Bir zamanlar, çocuklara çok düşkün bir kadın varmış. Çocukları bu kadar çok sevdiği halde, bir türlü çocuğu olmuyormuş. Bir gün ihtiyar bir büyücüye gidip, ona bir çocuk sahibi olup olamayacağını sormuş.

Büyücü; ‘Buna üzülme, çaresi var. Al sana bir arpa tanesi. Bu arpayı, ne köylü tarlasına eker, ne de tavuklar yer. Verdiğim arpayı evinde bir saksıya ek, sonra da bekle, ne olacağını görürsün.’ demiş.

Kadın teşekkür ederek, büyücünün bu iyiliği karşısında, ona biraz para vermiş. Sonra, doğruca evine giderek, arpa tanesini saksıya ekmiş. Sabırla saksının başında beklemeye başlamış. Çok geçmeden saksıda, laleye benzeyen, iri bir çiçek açmış. Lalenin taç yaprakları, sanki olgunlaşmamış gibi sımsıkı kapalı duruyormuş.

Saksıdaki bu çiçeği, hayran hayran seyreden kadın, dayanamayıp öpüp koklamaya başlamış. O an içinden, ne güzel çiçek diye düşünmüş. Kadın böyle düşünür düşünmez, aniden çiçeğin yaprakları açılıvermiş. Bu, kadının hayatında gördüğü en güzel ve büyük laleymiş. Lalenin çanağının bir köşesine büzülüp oturmuş parmak boyunda bir çocuk varmış. Çocuğu görür görmez, kadın hemen adını “Parmak Kız” koymuş. Kadın, parmak kızın beşiğini cilalı ceviz kabuğundan, yatağını menekşe yaprağından, yorganını da gül yaprağından yapmış.

Parmak kız, yeni hayatına kolayca alışmış. Geceleri kendisi için yapılan yatakta uyur, gündüzleri masanın üstünde oynarmış. Kadın masanın üzerine içi su dolu, etrafında çiçek süsleri olan tabağını koyarmış. Parmak kız da suya bir lale yaprağı atarak üstüne oturur, iki beyaz at kılını, kürek gibi kullanıp tabağın bir başından bir başına geçermiş. Onun bu hali, göze o kadar hoş görünürmüş ki, seyrine doyum olmazmış. Üstelik parmak kız o kadar içten, o kadar güzel şarkı söylermiş ki, böylesi bugüne kadar ne duyulmuş, ne de işitilmiş…

Bir gece, parmak kız beşiğinde mışıl mışıl uyurken, pencerenin kırığından içeriye çirkin bir kurbağa girmiş. Bu patlak gözlü çirkin hayvan, küçük kızın uyuduğu masaya sıçramış. Küçük kızın yorganın altında mışıl mışıl uyuduğunu görünce;

— Ne kadar güzel bir kız, oğluma çok güzel bir eş olur, diyerek, parmak kızın uyuduğu ceviz kabuğundan beşiği kaptığı gibi, girdiği yerden bahçeye çıkmış.

Evin yakınında, bataklık bir arsanın yanında geniş bir dere akmaktaymış. Çirkin kurbağa ile oğlunun evleri, bu bataklıktaymış. Çirkin kurbağanın oğlu da kendisi gibi pis ve çirkinmiş. Babasının getirdiği ceviz kabuğundaki küçük güzel kızı görünce; “Viraaaak… Viraaaak….” diye bir çığlık atmış.

Baba kurbağa;

— Çok yüksek sesle konuşuyorsun, şimdi uyandıracaksın. Kuğu tüyü gibi hafif, uyanırsa korkudan uçup gidiverir sonra, demiş.

Baba ile oğul kurbağa, parmak kıza kalacak bir yer yapmaya karar vermişler. Bu arada baba kurbağanın aklına çok güzel bir fikir gelmiş; ‘Derede yetişen nilüfer yapraklarından birisinin içine oturtalım. Orada bir adadaymış gibi olur ve kaçamaz. Biz de bu arada, bataklığın dibindeki büyük odayı güzelce derler, toplarız. Sizin yatak odanız olur.’ demiş

Derenin ortasında gerçekten de, suyun üstünde açılmış nilüferler ile yeşil yassı yaprakların yüzdüğü görülmekteymiş. Uzaklarda çok iri bir yaprak varmış. Baba kurbağa, parmak kızı alarak o yaprağa doğru gitmiş. Parmak kızı, ceviz kabuğundan beşiği ile birlikte oraya bırakmış.

Sabah, güneşin ilk ışıklarıyla birlikte parmak kız da uyanmış. Önce nerede olduğunu anlayamamış. Zavallı parmak kız bir an sonra nerede, nasıl bir yerde olduğunu görmüş. Üstünde durduğu koca yaprağın etrafının su ile çevrili olduğunu anlayıp, yere inemeyeceğini düşününce ağlamaya başlamış.

O anda ihtiyar kurbağa da, bataklığın dibindeki odayı oğlu ile parmak kıza hazırlamak için uğraşıyor, renkleri sararmış su bitkilerinin yapraklarıyla süpürüyormuş. Amacı, güzel geline layık bir oda hazırlamakmış. İşini bitirdikten sonra çirkin oğluyla beraber küçük kızın yatağını alıp, gelin odasını hazırlamak için işe koyulmuşlar.

Baba kurbağa ve oğlu, parmak kızı almak için yanına gittiklerinde, suya dalıp çıkmışlar. Baba kurbağa; ‘Güzel kız, işte kocan olacak oğlum bu. Bataklığın dibinde size eşsiz bir ev hazırlıyorum.’ demiş.

Çirkin oğlanın ağzından, “Vıraaak, vıraaak” diye sürekli aynı ses çıkıyormuş. Baba ile oğul, kızın yattığı ceviz kabuğundan, zarif yatağı almış, kızın yatağın üzerinde yalnız bırakıp, yüzerek evlerine dönmüşler. Parmak kız, baba kurbağa kadar çirkin bir yaratığın yanında oturacağını, bir de onun oğluna eş olacağını düşündükçe, gözünden seller gibi yaşlar akıyormuş. O sırada derede yüzen kırmızı balıklar, ihtiyar kurbağanın söylediklerini duymuş, Parmak kızı görür görmez o kadar güzel bulmuşlar ki, çirkin bir bataklık kurbağasının bu kadar güzel bir kızı alıp, onu üzmesine gönülleri razı olmamış. Hep beraber, kızı kurtarmak için çalışmaya başlamışlar. Önce, kızın üzerinde oturduğu yaprağın etrafına toplanıp, iyice dişleyerek yaprağı koparmışlar. Böylece serbest kalan yaprak, akıntıya kapılarak çirkin baba oğul kurbağalarının yetişemeyecekleri kadar uzaklara sürüklenmiş.

Parmak kız, bu şekilde yeşil yaprağın üzerinde yol alırken, onu gören kuşlar; ‘Oh! Ne kadar güzel ve nazlı kız!’ diye öterek, hayranlıklarını gizleyemiyorlarmış. Akıntı ile durmadan yol alan parmak kız, çok geçmeden ülkesinin sınırlarını geçmiş. .

Bu yolculuk esnasında, parmak kıza güzel bir beyaz kelebek arkadaşlık etmiş. O da yaprağın üzerine konmuş, yanındaki beyaz kelebekle birlikte üstelik kurbağaların kendisine yetişemeyeceklerinden dolayı parmak kız çok mutluymuş. Sular güneşin gönderdiği ışınlarla saf altınlar gibi parıldıyor, parmak kız bu güzellikleri seyretmeye doyamıyormuş. Daha hızlı yol alabilmek için, kemerinin bir ucunu kelebeğe, bir ucunu da yaprağa bağlamış. Kelebeğin gücüyle şimdi daha hızlı yol alıyorlarmış. Onlar, bu şekilde son hızla yol alırken, oradan geçmekte olan büyükçe bir mayıs böceği, parmak kızı görmüş. Küçük vücudunu ayakları ile sararak, birlikte uçup bir ağaca konmuş. Yeşil yapraklar ise, kelebekle birlikte akıntıya kapılıp gitmiş. Bir anda kendisini küçük vir ağacın üzerinde bulan parmak kız, büyük bir korkuya kapılmış. Fakat onu en fazla üzen, beyaz kelebek olmuş. Çünkü küçük, beyaz kelebeği, kemeri ile yaprağa bağlamıştı. Kelebek bu yüzden, açlıktan ölebilir, sulara boğulabilirdi.

Mayıs böceği ise parmak kızın derdini sormak şöyle dursun, onu ağacın en iri yaprağına oturttuktan sonra, ağaçtaki çiçek suları ile karnını doyurup başının çaresine bakmasını söylemiş. Sonra da parmak kızın gönlünü almak için; ‘Her ne kadar mayıs böcekleri gibi güzel değilsen de, pek çirkin de sayılmazsın.’ demiş.

O ağaçta oturan diğer mayıs böcekleri biraz sonra, parmak kızı görmek için misafirliğe gelmişler. Dişi mayıs böcekleri, parmak kıza yüksekten bakıp küçümseyen bir sesle; ‘Ne kadar gülünç bir yaratık, yalnızca iki bacağı var.’ diyerek gülmeye başlamışlar.

Diğer mayıs böcekleri konuşmayı sürdürmüşler; ‘Ne kadar da cılız öyle, kanatları bile yok.’

Daha başkaları; ‘Ay, ne kadar çirkin, yüzüne bakılır gibi değil.’ demişler.

Hepimiz biliyoruz ki, parmak kız, onların söyledikleri gibi çirkin değil, aksine seyrine doyum olacak kadar güzelmiş. Onu kaçıran ve ilk bakışta güzel bulan mayıs böceği de diğerlerinin söylediklerine inanmaya başlamış. Bu nedenle parmak kızı daha fazla yanında alıkoymak istememiş. Parmak kıza, gönlünün dilediği yere girmekte serbest olduğunu söylemiş.

Mayıs böcekleri, onu alıp bir papatyaya oturtmuşlar. Çok güzel olduğu halde, kendisini çirkin bulan mayıs böceklerine içerleyen parmak kız, ağlamaya başlamış. Parmak kız, o yaz tek başına yaşamış. Açlığını ve susuzluğunun çiçeklerin öz sularını içerek gidermeye çalışmış. Parmak kız, yaz ve sonbahar mevsimlerini böyle geçirmiş. Kış olunca, ona şarkıları eşlik eden kuşlar bile bir bir gitmeye, ağaçlar yapraklarını dökmeye başlamış. Altında barındığı yapraklar bile sararıp kurumuşlar.

Parmak kızın giysileri de zamanla eskiyip lime lime olduğundan, soğuktan etkileniyormuş. Kış mevsimi iyice bastırınca, lapa lapa kar yağmaya başlamış. Her kar tanesi onun ufacık vücudunu bir kürek toprak gibi örtüyormuş. Üşümemek için kuru yapraklara sarınmış ama yapraklar onu battaniye gibi ısıtamadığından tir tir titriyormuş.

Parmak kızın sığındığı ormanın yakınında sürülmüş, büyükçe bir tarla varmış. Tarlanın üzeri samanla örtülüymüş. Parmak kız oraya gidebilmek için, ormanı bir baştan bir başa kat etmek zorundaymış. Tüm gücünü sarf etmiş ve son bir gayretle tarlaya ulaşmış. Samanların altında bir tarla faresinin yuvasını bulmayı başarmış. Tarla faresinin yuvası tıka basa yiyeceklerle dolu, dayalı döşeli yatak odası, mutfağı ve kileri ile çok rahat bir yuvaymış. Farenin de keyfi pek yerindeymiş. Açlıktan ve soğuktan ölmek üzere olan parmak kız, bir lokma yiyecek bulma ümidiyle, evin kapısını bir dilenci gibi çalıp, bir arpa tanesi rica etmiş.

Bu yuvada yaşayan dişi tarla faresi, aslında çok iyi yürekliymiş. Dilenci olmadığını anladığından, parmak kıza; ‘İçeriye gir bakalım, sıcacık bir odam ve pek çok yiyeceğim var. Benimle birlikte karnını doyurursun.’ diyerek onu yuvasına davet etmiş.

Parmak kızı çok beğendiği için ona, kendisine her gün bir masal anlatması şartı ile kışı birlikte geçirmeyi teklif etmiş. Parmak kız, bu teklifi ve şartları memnuniyetle kabul etmiş. Aradan birkaç gün geçtikten sonra tarla faresi, parmak kıza şunları söylemiş;

— Bugün konuğumuz gelecek. Komşum, haftada bir defa gelmeyi adet edinmiştir. Onun hali vakti benden daha iyidir. Evi çok geniş ve salonu mobilyalıdır. Üstelik sırtında siyah kadife kürkü var. Eğer onun yanına gidebilsen çok rahat edersin ama o burnunun ucunu bile göremez. Bildiğin en güzel masalları anlatıp, onu ömür boyu oyalaman gerekecek.

Tarla faresinin komşum dediği köstebekten başkası değilmiş. Parmak kız, böyle birisinin yanında yaşamaya hiç de niyetli değilmiş.

Biraz sonra, sırtında kadife kürkü ile köstebek gelmiş. Tarla faresinin anlattığına bakılırsa, çok zenginmiş. Evi, tarla faresinin yirmi katı kadarmış. Köstebek çiçekleri ve güneşi hiç görmemiş ama yine de seviyormuş.

Parmak kız, evlerine gelen konuğu ağırlamak için şarkı söylemeye başlamış. . Parmak kızın söylediği şarkılar “Uç böceğim uç” ile “Papaz tarlaya gelince” imiş.

Parmak kızın sesini ve şarkılarını çok beğenen köstebek, şefkatle kızın üzerine doğru atılmış fakat parmak kız çok sessiz olduğundan ağzını açıp bir şey söylememiş.

Köstebek, biraz önce kendi evi ile fareninki arasında bir yeraltı koridoru yaparak buraya geldiğini anlatmış. Komşusu fareye ve yabancı kıza isterlerse orada gezinebileceklerini söylemiş ve “Tabii geçitteki bir kuş ölüsüne aldırmazsanız.” diye de eklemiş. Koridordaki kuş öleli aslında çok olmamış. Buraya da, köstebek koridoru kazdığı sıralarda düşmüş gibi duruyormuş.

Köstebek, dişlerinin arasına, karanlıkta parlayan ve etrafa ışık saçarak aydınlatan bir çöp almış ve koridor boyunca hanımlara yol göstermiş. Koridora ölü kuşun yanına yaklaştığında, toprağı burnuyla eşeleyerek ışığın aydınlatabileceği bir delik açmış. İşte o zaman, yerde yatan bir kırlangıç görmüşler. Kanatları yanına düşmüş, başı ve ayakları tüylerinin arasına sokulmuş, zavallıcık herhalde soğuktan ölmüş.

Ormanda etrafında uçuşup cıvıl cıvıl ötüşen kuşlara karşı, gönlünde sonsuz bir sevgi bulunan parmak kız, gördüğü bu manzara karşısında çok üzülmüş. Fakat köstebek, kırlangıcı ayağı ile iterek; ‘Artık ötmüyor. Dünyada kuş doğmak gibi bir felaket var mı? Allah’a çok şükür çocuklarımdan hiçbirinin başına böyle bir dert gelmedi. Varı yoğu ötüşünden ibaret bir kuş tez zamanda yoksulluğa düşer, kış gelince de ölür.’ demiş.

Tarla faresi; ‘Evet, komşucuğum, pek akıllıca konuştunuz. “Kiviit” diye ötmek neye yarar? Ancak yoksulluk içinde ölmek için birebirdir. Gene de öttükleri için tavus kuşu gibi kurulanlar bile var.’ demiş. Parmak kız, bu konuşmalara katılmamış. Ama sırtları kuşa doğru döndüğünde, kırlangıcın başındaki tüyleri kaldırıp bir öpücük kondurmuş. İçinden de; ‘Belki bu da, yaz aylarında benim için neşeli neşeli ötenlerden biridir. Şayet öyleyse ona ne sevinçler, ne mutluluklar borçluyum.’ demiş.

Köstebek, ışığın girmesi için açtığı deliği tıkadıktan sonra, hanımları evlerine kadar uğurlamış fakat gece parmak kız uyuyamamış. Kalkmış, saman çöplerinden bir hasır örmüş ve koridora gidip kırlangıcın üzerine örtmüş. Toprağın soğuğundan koruyabilmek için de ayrıca, farenin evinde bulduğu pamuklarla iyice sarmış; ‘Allah’a ısmarladık, şirin küçük kuşcağız. Ağaçlar yaprakla örtülüyken, güneş bizi ısıtırken, yaz boyunca neşeli şarkılarını dinledim.’ demiş. Sonra da başını kuşun göğsüne dayamış fakat korku ile doğrulması bir olmuş.

Çok heyecanlanan parmak kız, önce ürkmüş. Kendisi, bir başparmak büyüklüğünde olduğundan, kuş yanında dev gibi duruyormuş. Yine de gayretle kırlangıcın iki yanındaki pamukları iyice sarmış, yorgan olarak kullandığı nane yaprağını da getirip kırlangıcın başına koymuş.

Ertesi gece, parmak kız sürünerek kırlangıca bakmaya gitmiş ve onu hayatta bulmuş. Zavallı kırlangıç çok bitkin ve hasta olduğundan, küçük kıza bakmak için gözlerini zorlukla aralayabilmiş.

Koridor çok karanlık olduğu için parmak pız, elinde ışıltılı bir çöp tutmaktaymış.

Hasta kırlangıç; ‘Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum, küçüğüm. Beni öyle ısıttın ki, yakında hiçbir eyim kalmayacak. Tamamen iyileştiğim zaman ben de güneşi çok olan ülkelere gideceğim.’ demiş.

Parmak kız, kırlangıcın başını okşamış ve ‘Dışarısı çok soğuk. O kadar çok kar var ki, her taraf buz tutmuş. Sıcacık yatağında yatıp bir an önce iyileşmelisin. Senin için elimden geleni yapacağım, demiş.

Parmak kız bunları söyledikten sonra, çiçek yaprağıyla su getirip kırlangıca içirmiş. Sonra da onun kanadını bir çalıya çarparak nasıl yaralandığını dinlemiş. Bu nedenle kırlangıç, arkadaşları kadar hızlı uçamamış. Sıcak ülkelere doğru zaman kaybetmeden yollarına devam ederlerken o, daha fazla dayanamamış, yorgunluktan ve halsizlikten yere düşmüş. Kendinden geçmiş. Nasıl olup da buralara geldiğini hatırlayamıyormuş.

Zavallı kırlangıç, bütün kış mevsimini orada geçirmiş. Parmak kız, tarla faresi ile köstebeğe sezdirmeden kırlangıca yardım ediyormuş. Çünkü onların, birtakım nedenlerle bu yardımları engellemelerinden korkuyormuş.

Yavaş yavaş güneş toprağı ısıtmaya, ilkbahar tüm güzelliğiyle kendini göstermeye başlamış. Kırlangıç, artık parmak kıza veda etme zamanın geldiğini biliyormuş. Ondan, köstebeğin açıp kapattığı deliği yeniden açmasını istemiş. Sırtına binip, yakındaki ormana gelip gelmeyeceğini sormuş. Oradan ayrılmasının arkadaşı tarla faresini çok üzeceğini bilen parmak kız; ‘Seninle gelebilmeyi çok isterdim, fakat olmaz.’ diye cevap vermiş.

Kırlangıç, güneşli yerlere doğru uçarken; ‘O halde, hoşça kal benim nazlı, küçük çocuğum. Senin yaptıklarını asla unutmayacağım. Allaha ısmarladık!’ demiş.

Parmak kız, gözleri yaşlarla dolu, kırlangıcın gidişini izliyormuş. Bu ayrılığa nasıl dayanacağını düşünmeye başlamış çünkü kırlangıca yürekten bağlanmış. Kırlangıç son bir defa; “Kiviit! Kiviiit!” diye öterek gözden kaybolmuş.

Parmak kızın derdi, yaz mevsimin gelmesiyle birlikte artmaya başlamış. Güneşe çıkıp ısınması imkânsızlaşmış. Tarla faresinin evinin üzerindeki buğdaylar büyümüş, parmak boyundaki bir kız için, geçilmesi zor bir orman haline gelmiş.

Tarla faresi;

—Artık yaz geldi. O can sıkıcı, kadife kürklü köstebek, mutlaka seninle evlenmek istediğine göre, çeyizini hazırlamalısın. Sonra en güzel çeyizler gerek. Köstebek karısının hemen hemen hiç eksiği olmamalı.

Tarla faresi, bu amaçla dört çıkrık kiralamış. Parmak kız iplik eğiriyor, gece gündüz demeden çalışıyormuş. Durmaksızın kumaş dokusunlar diye gündelikle dört tane örümcek tutmuş. Köstebek, hemen her akşam misafirliğe geldikçe, toprağı ısıtıp, dayanılmaz hale getiren güneşi kötülemekteymiş. Bu yüzden düğün mevsim sonuna kalmış. Düğün günü yaklaştıkça, parmak kız her gün, güneşin doğuşu ve batışında kapıya çıkıp, rüzgârda sallanan buğday başaklarının arasından, gökyüzünün mavisini, doğanın güzelliklerini seyredip, sevgili kırlangıcını düşünüyormuş. Fakat kırlangıç, uzaklara gittiğinden belki hiç dönmeyeceğini düşünerek üzülüyormuş.

Sonbahar yaklaşırken, parmak kızın çeyizi tamamlanmış. İhtiyar fare; ‘Dört hafta sonra düğün yapılacak.’ Demiş fakat parmak kız ağlayarak, çirkin köstebekle evlenmek istemediğini söylemiş.

Fare; ‘Yoo… Yoo… İnatçılık yok, rica ediyorum senden. Yoksa beyaz dişlerimin tadını tadarsın haa… Üstelik böyle yakışıklı bir erkekle evlendiğin için ne mutlu sana. Kürkün böylesi krallarda bile yoktur, mutfağının kileri tıklım tıklım dolu. Karşına böyle kısmet çıktığı için sevinmelisin.’ demiş.

Düğün günü gelip çatmış. Köstebek, . Parmak kız’ı toprağın çok derinliklerindeki evine götürmek üzere gelmiş. Köstebek güneşi sevmediği için, artık o da bir daha güneşin parlak ışıklarının girmeyeceğini düşünüyormuş. Tarla faresinin evinde hiç olmazsa, gidip kapıdan dışarıya bakabiliyormuş.

Parmak kız, küçük kollarını kaldırarak; ‘Allah’a ısmarladık güneş! Allah’a ısmarladık. Senin ışıklarının girmediği bu iç karartıcı yerde yaşamaya mahkûmum artık ben.’ diye seslenmiş.

Tarladaki buğdaylar biçilmiş, yerde yalnızca samanlar kalmış. Bu nedenle, parmak kız farenin evinin önünde birkaç adım ilerlemiş. Kırmızı bir çiçeği elini değdirmiş. Ona dönerek:

- Allah’a ısmarladık. Eğer, benim kırlangıç dostumu görürsen, selamımı söyle, demiş. .

Tam içeriye gireceği anda, başının üzerinde, “ Kiviiit!.. Kiviiit!” diye bir ses duymuş. Başını kaldırıp da baktığında, çok sevdiği kırlangıcını görmüş. Kırlangıç da kızı gördüğü için çok sevinçliymiş. Parmak kız, kırlangıca, köstebekle zorla evlendirileceğini, güneş girmeyen bir yeraltı evinde oturmaya mahkûm olacağını anlatmış. Bunları anlatırken de gözlerinden yağmur gibi yaşlar dökülüyormuş.

Tüm bunları dinleyen kırlangıç:

— Artık kış yaklaşıyor, sıcak ülkelere gitmeye hazırlanıyoruz. Birlikte gelmek ister misin? Seni bir kuşakla sırtıma iyice bağlarım. Birbirimizden hiç ayrılmayız. Uzaklara, çirkin köstebekle güneş girmeyen karanlık evinden çok uzaklara kaçarız. Böylece güneşin her gün görüldüğü, göz kamaştırıcı çiçeklerin açtığı sıcak ülkelere varmak için birlikte dağlar aşarız, gel, ne olursun. Seni bu halde bırakamam. Ben yerde yarı donmuş, baygın yatarken beni ölümden kurtardın, sevgili küçük, benimle gel.

Parmak Kız:

— Seninle elbette gelirim, demiş:

En sağlam tüylerden birine kuşağına bağlamış. Böylece kırlangıçla parmak kız ormanların, denizlerin, karla örtülü dağların üzerinden uçup gitmişler. Böyle rüzgâra ve soğuğa alışkın olmayan Parmak kız, kırlangıcın tüyleri arasına iyice büzülmüş. Yalnızca aşağıdaki seyrine doyum olmaz güzellikleri seyredebilmek amacıyla başını çıkartıyormuş.

Sonra iki dost, sıcak ülkelere gelmişler. Buralar öyle güzel yerlermiş ki, sanki güneşi daha parlak, gökyüzü pırıl pırılmış. Bahçelerde, bağ ve kayalıklarda sarılı, kırmızı güzel asmalar kendiliğinden yetişiyor, ormandaki ağaçlardan limonlar, elmalar sarkıyormuş. Belki de dünyanın en güzel çocukları yollarda, kırlarda bin bir renkli kelebeklerle oynuyorlarmış.

Kırlangıç yol aldıkça, gördüğü bu güzelliklere, yeni güzellikler ekleniyormuş. Etrafı yemyeşil ağaçlarla çevrili, mavi bir gölün ortasında, bembeyaz mermerden bir saray görünmüş. Bu sarayın uzun sütunlarına asmalar sarılmış. İşte bu sütunların tepesinde birçok kırlangıç yuvası varmış. Tabii parmak kızı taşıyan kırlangıcındaki de oradaymış.

Kırlangıç:

— İşte evime geldik. Ama birlikte kalmamız yakışık almaz. Zaten seni ağırlamak durumunda değilim. Sen en güzel çiçeklerden birini seç. Seni orada rahat ettirebilmek için elimden geleni yapmaya çalışacağım, demiş.

Parmak kız ellerini çırparak:

— Çok güzel ne mutlu bana! diye cevap vermiş.

Aşağıda, büyük bir mermer sütun üçe bölünmüş halde, yere uzanıyormuş. Aralarında çok güzel çiçekler varmış. Kırlangıç, parmak kızı yaprakların birisinin üzerine oturtmuş. Bu güzellikler içinde Parmak kız çok mutluymuş.

Yaprağında oturduğu çiçeğin içine baktığında, birden hayretler içinde kalakalmış. Çiçeğin içinde cam gibi pırıl pırıl, bembeyaz ve küçük bir adam oturuyormuş. Adamın boyu bir parmak kadarmış. Omuzlarında parlak kanatları, başında ise altın tacı varmış. Bu görkemli adam, o çiçeğin perisiymiş. Oradaki her çiçek, bir küçük erkekle kadına saray olmuş. Kendisi de tüm bu ulusa hükmediyormuş. Parmak kız, kırlangıcın kulağına eğilerek; ‘Aman, ne güzel.’ demiş.

Koskoca, dev gibi kırlangıcı görünce, çiçekler kralı biraz korkmuş. Fakat yanındaki kıza gözü ilişince, hem korkudan sıyrılmış, hem de çok sevinmiş. Hayatında bu kadar güzel bir kıza ilk kez rastlıyormuş. Önce ismini sormuş. Sonra da başındaki tacı çıkararak, parmak kızın başına koymuş. Ardından da kendisiyle evlenmek istediğini söylemiş. Razı olursa, tüm çiçeklerin kraliçesi olacağını da sözlerine eklemeyi ihmal etmemiş. Karşısına çıkan bu şansın, ne kurbağanın oğluna, ne de siyah kadife kürklü köstebeğe benzediğini düşünen parmak kız, “Evet!” demekte, tereddüt etmemiş. Kral ve kraliçeye armağanlar vermek üzere, her çiçekten erkekli kadınlı seçkin bir kalabalık ortaya çıkmış. Verilen armağanların içinde, omzuna iliştirilen ve çiçekten uçmasına yarayan bir çift kanat kadar hoşuna giden olmamış.

Parmak kız böyle ağırlanıyorken, kırlangıç da yuvasında olabildiğine hüzünlü ötüyormuş çünkü parmak kızı çok sevmiş ve ondan hiçbir zaman ayrılmak istemiyormuş. İşte bu nedenle çok üzgünmüş.

Çiçekler kralı, Parmak Kız’a; ‘Bundan sonra senin adın Parmak Kız olmasın. Senin gibi güzel bir kıza yakışmayan, çirkin bir ad bu, bugünden sonra biz sana Maia diyeceğiz.’ demiş.

Kırlangıç, üzüntü içinde uzaklara doğru uçarken; ‘Allah’a ısmarladık! Allah’a ısmarladık!’ diyormuş.

Kırlangıç, gittiği ülkede, Parmak kızın masalını yazan yazarın penceresinin üstündeki yuvasına yerleşmiş. Yazarda dört gözle onun dönüşünü bekliyormuş. Kırlangıç, “Kiviiit!.. Kiviiit!” diyerek ona olan biteni anlatmış. Yazar, bu serüveni böylece öğrenmiş ve çocuklar okusun diye yazmış.

50689_2.jpg

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...