Jump to content

Patrona Halil isyanını anlatan bir roman.


balpien

Önerilen Mesajlar

Ahmet Aziz / Lâle Zamanında İsyan (Vak’a-i Patrona Halil) / Roman /

Yalçın Yayınları

Kolbaşı hatunun, Daltabanzade İvaz Paşanın köşküne getirdiği allı morlu ipek feraceler içindeki çengiler, ne onu, ne de halayıkları dikkate alıyorlardı, kırıttıkça, birbirinin koluna girmiş zikir çeken dervişler gibi yürüdükçe, etraf da kırılıp dökülüyor, sokakta pek tesirli konuşmalar oluyordu. Hele bunların içinde bir Kelebek Fitnat ile bir Sedef Zehra vardı ki, onlar bir başkaydılar, nam ve şöhreti bihakkın hak ediyorlardı. Tabii ki, onlardan birer kademe aşağıda bile olsa Benli Hacer’i, Fidan Ayşe’yi, Zilkıran Kamer’i de unutmamak icap eder.

Sefahati, işret ve eğlenceyi seven zevk ü sefaya müptela zenginler, memalik-i Osmaniye’nin nice devlet erkânı, pek haklı olarak, has bahçelerin bu hurileri için bahşiş kîselerini açar, altına ve gümüşe müracaat ederlerdi. Hâsılatın küllicesini Kelebek Fitnat, Sedef Zehra, Benli Hacer, Fidan Ayşe, Zilkıran Kamer toplardı.Tataroğlu Hasan’ın, kolbaşı hatun için söylediği; “Yerleri gökleri yaratan Allah’ım, dileğim imandır,” sözleri ile çengilere atılan laflar kıyas eylendiğinde, bu söz kâmilen edep ve terbiye dairesinde kalır. İtiraf etmek lazım gelir ki, orada, çengi kolunun geçtiği o sokakta kubbe-i asuman kendinden geçmişti. O sokaktan, Moskof orta elçisi bazı hademesi ile geçse bu kadar alaka görmez, böyle merak olmazdı. Hoca Paşalı Kuburcu Solak Ali, hâli yok iken, üç günde zor tedarik eylediği yirmi beş akçeyi, ayal ü evladının ıstırabını unutup, Kelebek Fitnat’a serpmek istedi. Onu, Şaşkın Cafer, Üfürükçü Kamil ve yanında mevcut olanların cümlesi, arkasından itip, kolundan tutup zor engelledi.Deryadan balık tutup satan efkâr-ı fukara Arap Osman:“Her tarafı diyar-ı küfre benzettiler.

Kâinatın umumi ahengi bozuldu.” dedi.

Debbağoğlu Hasan ise, son zamanlarda en çok kullanılan hadisi dile getirdi:“Dünya müminlere cehennem, kâfirlere cennettir.”Derviş Yusuf ve Seyyit Mehmet Çelebi de bu sözleri tekrarladılar. Saraç Abdullah bir an Derviş Yusuf’a döndü, lakin onu dinlemedi, gözlerini tekrar, kuşçu hademesinden Hüseyin Ağanın da pür dikkat kesildiği gül yanaklı Fidan Ayşe’den tarafa çevirdi. Saraç Abdullah, öyle bir ah eyledi ki, ona dönen üç çengi, kınalı pembe ellerini sallayıp acı ile baktılar. Fakat bunların arasında Fidan Ayşe yoktu. Çarşı pazarda işsiz dolaşan Cılız Mehmet ise şöyle dedi:“Frengistan’ı çok sevdiler. Bu işler şeytanın tuzakları. Her tarafı lâle bahçesi edip, cümle haneleri meyhaneye çevirdiler, fuhşiyat aldı başını gidiyor. Bu günahlar yakacak onları.” Bir yandan durmayıp konuşuyor, bir yandan da bit belasına uğramış vücudunu kaşıyordu, bir Zilkıran Kamer’i bir Benli Hacer’i, kafasının içinden çeşitli fesatlar geçirerek, derin bir surette gözleriyle takip ediyordu. Kurduğu hülyalarla cümbüş eden aklı karma karışık olmuştu, vücudunu kaplayan hararete, içinin yangınına ancak bir testi su çare olabilirdi. Hayalinde canlanan fuhşu ve fücuru bizzat tecrübe etmek istiyor, düşünceleri bir Zilkıran Kamer’e, bir Benli Hacer’e doğru akıp gidiyordu. Cilve ve işve bakımından biri diğerinden pek de farklı değildi, hangisi daha mutena, kolay bir tercih yapamıyordu. Pek lazım değil ya, Cılız Mehmet, dıştan safderun gözükse de, içi hiç de temiz biri değildi.Kolbaşı hatun, yürüyüşün tılsımını bozmadan, arkası sıra ikişer ikişer yürüyen on iki çengi, dört halayık, ellerinde lavta, sine keman, nakkare, tef taşıyan beş kadından müteşekkil hanende ve sazende ile Daltabanzade İvaz Paşanın mülkünün sınırlarından içeriye girdiler. Daltabanzade İvaz Paşa, ta Selanik mutasarrıfı iken, köşkünü, kal’a misali kalın ve fevkalade yüksek duvarlar ile çevirmişti. Birçok mühim mevkiin sahibi olmuş Daltabanzade İvaz Paşanın kalbinde korku yoktur, kuvvet ve kudret sahibidir, ama ne olur ne olmaz, İstanbul’a döndüğünde taarruza uğrar ise korunmak maksadı ile bu duvarları böylesine yüksek ve güçlü yaptırmıştı. Köşkün bahçe duvarları o kadar güçlü idi ki, paşanın ruhunu almaya gelecek olan Azrail bile, o hudutta durup bir lahza düşünürdü. Böylece içerideki köşk görünmez olmuştu.Paşanın teşrîfâtî kulları; köçek kolu gibi, çengi kolunu da bahçe içerisine alıp, demir kapıları sokağa kapattılar. Ahali kalabalığı sesleriyle beraber dışarıda kalmıştı. Yırtıcı âdemlerden çıkan nida, bu kapının ve duvarların dışında zayi olup gidiyordu. Süzgün gözlü, narin endamlı, taze ve bakire genç kız simalı köçekler ile tavşan oğlanlar da aynen çengi kolu gibi ortalığı birbirine katarak az önce gelmişti. Küpeli Şah, Saçlı Dilber Şah, Can Şah, Nazlı Şah… Dillere destan olmuş bir hayli kalabalık bütün ünlü köçekler de burada, bu köşkteydiler.Köşk de, bahçe de bir kudretin eseri idi. Köşk kapısına giden uzun yoldaki ağaçların gövdesini fulya ve yaseminler kucaklamıştı. Ağaçsız kısımlar ise; leylak, erguvan, gül, sümbül, karanfil, rengârenk çeşit çeşit çiçek, kokulu otlar ve ucu bucağı belli olmayan lâle ile kaplanmıştı. Daltabanzade İvaz Paşa, narh defterinde yazılan meblağın üzerinde bir ödeme yaparak lâlenin en kıymetlisi Nîze-i Rummânî’ yi bile buraya gömmüştü. Ferâh Fezâ, Behçet-i Dünya, Asâf-Pesent, İşve-Baz, Cihan-Ârâ, Pençe-i Âfitâb, hemen hemen bütün lâle çeşitleri küme küme bu bahçede bir arada idiler. Bu uğurda sarf edilen mesaide sınır tanınmamıştı. Kurşun kaplı çatısına kadar yükselen asmalar ve hanımelleri, beyaz taştan duvarlarına sarılıp, köşkü yemyeşil yapmıştı. Semt-i Frengistan’dan getirtilmiş kristal pencere camlarının rengârenk billûr parıltısını, sedef işlemeli kapıları ve onların gümüş menteşelerini, gümüş kilitlerini anlatmak ise imkân haricidir, hele o kalemkâr nakışlara bakan âdemin gözleri kamaşır. Köşkün, arabalığın, odunluğun, ahırın etrafı yeşil bir derya ile kuşatmıştı, sayılamayacak kadar ağaç ve nihayeti yok bir çayır vardı bahçede, beş kuyudan çıkan ab-ı hayat suyu tatlı, havası latifti, burada bülbüller daha değişik öterdi. Daltabanzade İvaz Paşa, herhâlde burayı devamlı kalabileceği bir yermiş, ebedi âlemmiş, ölüm yokmuş düşüncesi ile yaptırmıştı. Köşkün seyisleri Arap, uşakları ve sair hademesinin hepsi Frengistan’dan gelmiş, nadir tesadüf olunur cinsinden İngiliz, Fransız ve İtalyan’dı. İşaret olundukta, baş üzere derler, el bağlayıp hizmet ederler, hepsi görevlerini pek güzel, eksiksiz yaparlardı. Daltabanzade İvaz Paşa, köşkteki dört karısını, on yedi çocuğunu, bir torununu, içgüveyi damadını, üç gün önce kendi atları ve muteber âdemleri ile Ortaköy’deki yalısına yollamıştı. Hacı Osman Paşadan aldığı o yalıyı da öylesine mamur etmişti ki, orası da gayet şenlikli bir diyar idi.

Böylesi zamanlarda, edep erkân gereği hep böyle yapardı. Her seferinde de: “Meçhul bırakmak mecburiyetindeyiz,” diye kısa bir açıklamada bulunurdu. Tabii ki, bu açıklamayı kimseye yapmaz, kendisine yapardı. Aslında paşanın kendisi, aile ve hane düşkünüdür, âlim bir zattır, ama gönlüne hararet düştü mü, söz girmez kulağına, hissiyatının teşvik ve tahriki ile tutamaz kendisini. Her güzeli seven bir tabiatı vardır, eğlence meclisine, sefa meclisine bayılır, böylesi bir hususi dünyaya sahiptir.Üç basamakla çıkılan köşkün sofası Acemistan halıları ile kaplanmıştı. Yaldızlanmış tavan, türlü renkte sepetler içine yerleştirilmiş çeşit çeşit çiçek resimleri ile süslenmişti. Yukarıdan aşağıya uçları zümrüt cevahir ile müzeyyen, püsküllü iki altın avize sarkıyordu. Her birinin beş okka kadar çeken yuvarlak altın kâsesini ve zincirlerini en meşhur kuyumcular minelemişti. Çengi kolu, amber ve sarısabır kokuları sarmış sofaya girdiğinde, köçeklerin işi neredeyse bitmek üzereydi.

Köçekler kendilerine ayrılmış odalarda sırma işlenmiş mintanlarını, etekleri kadifeden fistanlarını giymiş, Küpeli Şah, Saçlı Dilber Şah, Can Şah ve Nazlı Şah bellerine altın, diğerleri gümüş kakmalı meşin kemerlerini çoktan takıp takıştırmıştı. Kimisi kendisini, çerçevesi incilerle süslenmiş aynada seyrediyor, kimisi gümüş masanın etrafına toplanmış, Çin porseleninde ikram edilen şerbetleri içiyordu, bir yandan da hep birlikte gülüşüp cilveleşiyorlardı. Bazıları daha burada göbek atmaya, vücut titretmeye başlamıştı. Kıza en çok benzeyeni, Küpeli Şah ile Nazlı Şah’tı, hepsi kıskanarak, gözlerini süzerek bakıyordu o ikisine. Diğer köçeklerin onlarla işveleşmeleri, tebessümleri sahteydi. Ayak topuklarına kadar ince çuhadan siyah renkli dökme şalvar giymiş tavşan oğlanlar ise, köçeklerin tamamına kıskanarak bakıyordu.

 

Bunlar henüz genç olmalarına rağmen, ne de olsa kartlaşmış eski köçek sayılıyorlardı. Az sonra hepsi birden parmaklarına zillerini takıp, raks etmek üzere büyük salona geçeceklerdi.Köçekler, mermer sütunlu büyük salona girip boyunu bosunu gösterince bir kıyamet koptu. Saraybosna’da kadılık da yapmış silahtar paşa karındaşı Nebi Bey Efendi, vezir-i mükerrem kapudân paşa hazretleri, yeniçeriyân-ı dergâh-ı âli ocağı kullarından yeniçeri ağası ve aralarında ekâbir-i ulemadan, tüccardan olanlar da dâhil yirmi âdemden ziyade davetlinin cümlesi zincirinden boşandı, bağırtıları göklere yükseldi. Nice müddetten beri nida eylemeden sus-pus durup, yastıklara dayanıp oturan buyruk sahibi bu âdemler, köçeklerin ortaya fırlayıp raksa başlaması ile birlikte, beden beden can buldular, neye uğradıklarını bilmeyip akıllarını şaşırdılar. Hepsinin gözbebekleri kamaştı. Kimisi daha şimdiden minderden aşağı kaymıştı. Zabt u rabtlarının müşkül olacağı anlaşılmıştı.Hemen o dakikadan itibaren ortalık yere abes laflar atılmaya başladı:“Bilmem ki melek midir?”“Gel şöyle dizimin dibine, sana gözünün baktığı yeri vereyim.”“Yangına uğrattın beni dilberim. Of, of, of…”“Al gönlüm senin olsun.”Sazlar işler, köçekler raks ederken, salona, uzun saçlarını omuzlarına salıvermiş, ince tül gömlek giymiş çengiler de girdi. Tamamı, parmaklarındaki zillerle; topuk çatarak, hoplayarak, gerdan kırarak, omuzdan titreyerek raksa katıldılar. Pullu kadifeden camadanlı yelekleri onları daha cazibedar yapıyordu, bembeyaz memelerinin pembe uçları, narin ve mevzun vücutlarının bütün hatları, en ince detaya kadar ortalığa dökülmüştü. Ayaklarındaki yumuşak terlikleriyle köşeden köşeye koşup her sıçrayışlarında, ipekli kumaştan etekleri yukarıya doğru savruluyor, baldırlarına kadar çırılçıplak oluyorlardı. Bu esnada açılmayan etekler ise, çengilerin bizzat kendisi tarafından havalandırıyordu, hem de daha fazlası ile. Hareketlerde birlik çok önemliydi, talim ve terbiyelerinde bu da vardı.

 

Ulemadan Şerafeddin Efendiyi şarap çok çabuk neşelendirmişti, Frenk usulü kesilmiş sakalını okşayarak cemaat-ı mücellidân-ı hassadan Abdulvahid Efendiye doğru eğildi, gülümseyerek:“Bu kâfirlerin cellâda verilmesi gerekir, ecelleri ile ölmeleri beklenmemeli.” dedi. Gözünü, iki köçeğin omuz omuza raks ettiği mermer sütunlu kısımdan alamıyordu. En ziyade de Küpeli Şah ile alakadar idi. “Bunun ile bir köşede üç gün baş başa kalmak, bir ömre bedeldir.” diye konuşmasını sürdürdü.Abdulvahid Efendi, onun baktığı tarafa gözlerini çevirdi, çengiler ile köçekler birbirlerinin içine girmiş, iç içe geçmiştiler, kimi kastettiğini anlayamadı.“Hangisi?” diye sordu.“Şu, işte şuradaki, en uzun saçlı olanı, kendini geri atıp, kâküllerinin uçlarını kıvırarak hep benden tarafa hoplayıp gerdan kıran...” Ulemadan Şerafeddin Efendinin öyle bir bakışı vardı ki, sözünü ettiği köçeği, buncainsanın arasında neredeyse omzundan yapışıp yere yatıracaktı, bakışları çok azgındı. “Küpeli Şah mı?”“Adı Küpeli Şah mı onun? Sen nereden tanıyorsun?”“Bırak da tanıyalım, senin gibi yeni başlamadık bu âlemlere. Adı Küpeli Şah’tır onun. Çok tamahkârdır, onun ile bir köşede üç gün baş başa kalmak sana çok akçeye patlar. Kaldı ki, bu meseleyi sadece akçe ile çözmek pek de öyle külfetsiz bir iş değildir. Şair Nedîm Efendinin izni ve iradesi olmadan, hiç kimse Küpeli Şah’ın elini bile tutamaz.

 

Şu anda o şairin eli her tarafa yetişir. Ne de olsa çağ, kudret çağı. Duadan gayrı bir şey gelmez elden. Size haram olan, bize helaldir derler. Umumi kaideyi bozmak olmaz.”Cemaat-ı mücellidân-ı hassadan Abdulvahid Efendi, ulemadan Şerafeddin Efendiyi Küpeli Şah ile baş başa bırakıp, gözünü pek daha açarak, tül gömlekten kurtulmuş memelerini sallayıp titreten Kelebek Fitnat’a döndü tekrar. Çengiler ve köçekler, hassaten de Kelebek Fitnat öylesine hareketlenmişlerdi ki, sanki az sonra salonun mermer sütunları, fildişi ve sedefle işlenmiş ceviz ağacından lambriler ile kaplanmış duvarları, nerdeyse onun memeleri gibi sallanacaktı. Hokka ağızlı, inci dişli, misk kokulu, melek yüzlü Kelebek Fitnat, değil bu köşkü, az vakit içinde merkez-i arzı harekete geçirecekti. Zaten bu yüzden, o raks ederken, mecliste hazır bekleyen erler ve erenler şaşkın olur, yüksek ses ile: “Bunun sonu neye varır?” diye, birbirlerine sorarlardı hep. Ahir zaman alâmetlerinden birisi de işte bu Kelebek Fitnat’tır.Ateş saçan güneş battı, hava karardı, her taraf kara bulutlar ile kaplandı, kuşlar cıvıldamaz oldu, yatsı ezanı bitmiş, ümmetin ilm-i iman ve Kur’an ile meşgul olanları uykuya varmıştı, en kıdemli ve sözü dinlenen İngiliz uşak, Daltabanzade İvaz Paşanın kulağına eğildi, ism-i mübareğini başa alarak:“İvaz Paşa hazretleri, bahçe hazır.” dedi.Daltabanzade İvaz Paşa, şarabını yavaş yavaş, yudum yudum içti, alt dudağını dili ile yaladı, boştaki elini İngiliz uşağa sallayarak:“Münasiptir, nakl-i mekân zamanıdır.” diyerek destur verdi.Bahçe, cennetin en yüksek tabakasına benzemişti. Bütün mucizeler gösterilmiş, her taraf mehtabın aydınlığı ile mukayese edilemeyecek derecede nurlandırılmıştı. Altın kandiller asılmış, mumlar dikilmiş, her bölgeye buhurlar yakılıp salınmıştı. Mumlardan bazıları kaplumbağaların sırtındaydı, uşaklar; kuytu yerlerde, ağaçlık kısımlarda bir tehlike doğmaması için pür dikkat kesilmişlerdi, kaplumbağalar hareket ettikçe, onlar ile birlikte harekete geçiyorlardı.

Gümüş tepsilere; çeşit çeşit şarap yerleştirilmişti, deryadan tutulmuş haşeratın, gökteki hayvanatın, yerdeki nebatatın en makbul olanları saray mutfağından çıkmış gibiydi ve altın tabaklar içinde idi. Sözü lüzumsuz uzatmamak icap eder, dil tutulur, gören göz buna inanmaz, buradaki ihtişamı anlatmak için olmayan sözlerin yardımı ve hayal kuvveti lazımdır. Bahçe de köşk gibi aynı kalıba dökülmüştü, akçeler o mıntıkaya da bolca serpilmiş saçılmış, bol bol akıtılmıştı, burada da sarfiyattan kaçılmamıştı. Her derde deva böyle bir hane-i mübarekte, ne gönül sıkılır, ne iç daralır, Daltabanzade İvaz Paşaya öyle bir kudret verilmiş ki, bu hakkı itiraf etmek gerekir. Yalnızca küçük de olsa bir noksan, bir hatadan da söz etmek lazım gelir. Gözden kaçan bir eşek, ilerdeki ceviz ağacının gövdesine sürünüp duruyor, kaşınıyordu. Dehşete düşen uşaklardan birkaçı aynı anda hareketlendi, biri soluk soluğa o tarafa seğirtti, eşeği sürüp götürürken hayvan ürktü, sıçrayıp çifte attı. Neyse ki, eşek ile olan bu teması, o birkaç uşaktan başkası görmedi.Ellerine gümüş ibrikler ile su dökülen vüzera, eşraf ve âyan, etek toplayıp bahçeye geçtiler, köşe kenar gezindiler, sonra nam ve nişanlarına göre yayılıp, yerlerdeki ipekli erkân minderlerine oturdular. Köçekler ve çengiler mu’cizat-ı san’atlarına açık havada devam etti. Ağustos böceği adlı mahlûkat sustu, sazende ve hanendeler çalıp söylemeye başladılar, bahçenin tamamı lavta, sine keman, nakkare, tef sesleri ile doldu.

(S. 32-33-34-35-36-37-38-39-40-41)

Sabah ezanı okunmaya başladı, Abdulvahid Efendi, kızarmış bakışını eskiye çevirip maziye baktı ve köşkü terk etti. Gün içinde hava gene fena ve sıkıcı olacaktı. Ekâbir-i ulemadan, vüzeradan, tüccardan bütün hazır olan kullara; tatlı, kahve ve şerbet ikram edildi, hepsi dinlenmek, güç toplamak üzere selamlıkta kendileri için tertip edilmiş odalarına çekildiler. Bunlardan bazıları, daha ilk gündür diyerek, tek başına dinlenmeye çekilirken, bazıları hararet-i gönlüne düşen bir ya da birden fazla cazibedar çengiyi, ganimet mallarını paylaşır gibi yanına katıp içeriye ithal etti. Bazı divane herifler ise, böyle bir şeyin kendilerine utanç vereceğini ve “Giremez fahişe divanımıza,” diyerek kitaplarında fahişelerin yeri olmadığını söyleyip; kalbini tutuşturan hoş edalı, taze vücutlu, ay yüzlü bir köçeği seçti, oldukça pahalı ziynetler verdi. İngiliz, Fransız, İtalyan uşaklar ve sair hademenin hepsi, ekâbir-i ulema, vüzera, tüccar ayırt etmeden her bir âdemin peşinden ayrı ayrı koşturup kendisini helak etti.Bundan sonra ne mi oldu? Sabahın ilk ışıklarıyla bahçedeki ağaçların yaprakları hışırdamaya başladı, köşkün selamlık odalarında perde iyice yırtıldı, arşın etrafındaki melekler utandı, dünyanın bilinmez yerlerine gökten taş yağdı.

 

Bundan sonrasındaki sırları açıklamakta ben aciz kalırım, selamlıktaki odaların içini ben anlatamam, buna benim dermanım yetmez. Benim söyleyeceklerim rüya tabiri olur. Bundan sonrası, geniş ve ulvi muhitlerin âdemi Nedîm Efendinin işi, o kudret ona verilmiş. Sırları gören biri olarak; bir kasidesinde, bir gazelinde ya da bir şarkısında, lafız ve mana bakımından teferruata ancak o dalabilir. Şimdi yeri gelmişken, sadece birkaç zadegân ve ekâbirân tarafından bilinen çok mühim bir mevzuu, açık açık burada işin içine katmalıyım. Bu havadisat, belki de pek yakın seneler zarfında herkese ilân edilir. Şair Nedîm Efendi; “Bir elde gül, bir elde cam geldin saki/ Hangisini alsam, gülü yağud ki camı ya seni” ve “Gülelim oynayalım, kâm alalım dünyadan,” diye başlayan gazellerini, re’fetlü Sadrazam Hazretleri Nevşehirli Damat İbrahim Paşanın Kâğıthane’de yaptırdığı Sâ’dabad isimli köşkünde değil, geçen yıl bu zamanlarda, Daltabanzade İvaz Paşanın mülkü olan bu bahçede Küpeli Şah’ın raksını seyreyleyip, selamlıktaki odaya birlikte çekildiklerinde yazmıştır. Mal, mülk, servet ve makam sahibi Daltabanzade İvaz Paşanın köşkü işte böylesi bir yerdir. Her ne kadar, dışarıdaki mahalle ahalisi bu köşk için; “Orası yılanların, çıyanların ve sicilli günahkârların mekânıdır, oraya ancak baykuşlar girmeye cesaret eder,” dese de, Şair Nedîm Efendi, kendisinin kelamı ile “Devr-i Sultan Ahmet-i Gazi”nin birinciler içinde bir paşası olan Daltabanzade İvaz Paşanın köşküne hayran kalmış, burası onun ruhuna da gıda olmuştur.

(S. 45-46)

boogee tarafından düzenlendi
yazı rengi ve formatı duzenlendi
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...