Jump to content

Milliyetçiliğin Derin Ekolojik - Anarşist Eleştirisi


Topal Kırkayak

Önerilen Mesajlar

Tarih ve Toprak Arasında Milliyetçi Metafizik:Milliyetçiliğin Derin Ekolojik - Anarşist Eleştirisi - Dilaver Demirağ

 

“Ulusal kimliğimiz kadınlarla olan ilişkimize benzer; hem onurlu bir şekilde değiştirmeyeceğimiz kadar ahlâki karakterimize işlemiştir hem de değiştirmeyeee değmeyecek kadar rastlantısaldır” /George Santayana

 

Tarih 17 yy.da bir ok gibi yaydan fırlayıp ileriye doğru giderken 21.yy.da bir yol kazasına uğramış gibi gözüküyor. 19.yy’da oluşan iyimser hava bugün yerini başa çıkılması zor bir bunalıma bırakmış gibi.. Türk entelektüel ve siyasal ufkunu uzun süre esir alan pozitivizmin kurucusu Aguste Comt insanlığın başladığı bilimsel ve rasyonel yolculukta artık din ve milliyetçilik gibi olgulara yer olmayacağını İnsanlığın bunları aşacağını söylüyordu. Her ne kadar pozitivist olmasa da Küreselleşme olgusu konusunda tezleri akademik ve entelektüel camiada hayli revaçta olan benzer bir tez ise Küreselleşmenin ulus devletlerin altını oyması nedeni ile milliyetçiliğinde anlamınI yitireceğine inanıyordu. Bugün geldiğimiz noktada ise artık bu iyimser tezler varlığını kaybetmiş bir halde, tersine din ve millet temelli yeni bir ortaçağa adım attığımız yönünde tespitler daha revaçta gibi Benjamin Barberin kitabına atfen [1][1] söylersek dünya Mc World ile Mc Cihat arasında bölünmüş gözüküyor. Yani Milliyetçiliğinde din savaşlarının da yeni bir biçim altında varlığını sürdürdüğünü hatta dünya siyasetini belirlediğini görüyoruz. Türkiye’de ise zaten hep baş tacı edilen, evin en iyi odasında ağırlanarak saygı gören milliyetçilikler kendi içlerinde Mc World’a karşı ittifak halindeler. Kızıl elma koalisyonu adı verilen bu ittifak Negri’nin ünlü İmparatorluğu’nun kendini en somut biçimde hissettirdiği ve gerçekten de ulusal devletin ayağının altındaki zemini çeken, egemenlik devrine dayanan AB karşısında ittifak halindeler. Bu koalisyonun içinde açıkça faşist yanlar taşıyan ırkçılar, Türk-İslam sentezcileri gibi sağın en kadim biçimleri ile İslam’a dayandığı halde milliyetçi argümanlara da başvuran Erbakan ve ekibi, eski Maocu İP ile Galiefçi “komünist” Atilla İlhan gibi sol Kemalistler ve soy Kemalistlerle devletin çelik çekirdeğini oluşturan TSK ve asıl sürpriz kabul edilen PKK-Abdullah Öcalan ikilisi birlikteler. Garip bulunan ise PKK’yı boğmaya çalışan Ülkücüler ile Öcalanın PKK’sın aynı düzlemde buluşabilmeleri. Ancak milliyetçiliğin psişesine bakıldığında hepsinin de aynı düzlemden hareket ettiğini görebilmekteyiz. Buna karşılık eski İslamcı yeni muhafazakar AKP ise milliyetçilerden en çok oy alan siyasi parti olarak Milliyetçiliğin ırkçı olmayan bir versiyonunu üretme çabasında, AKP tarzı milliyetçilik liberal bir milliyetçilik anlayışı içinde, anayasal yurttaşlık kavramına yakın duran ve milliyetçiliğin,vatanseverliğin ölçütünü ülkeye hizmet, milletin refahını arttırmak gibi olumlayıcı eksenler üzerinde inşa etmeye çalışan bir milliyetçilik.

 

Bu ortaklığın yahut ittifakın karşısında ise daha derin bir milliyetçiliği yani Avrupa milliyetçiliğini görüyoruz. Orda da AKP’nin muadili olan partiler ile neo-naziler, her türden ırkçı faşist siyasi partiler Türkiye üzerinden Avrupa kimliğini tahkim etmekteler. Kısacası yeryüzünde halihazırda devam eden savaşları ve bu savaşlar sırasında uygulanan etnik soykırımları da hesaba katarsak öldü zannedilen iki büyük aidiyet biçimi olarak Din ve Milliyetçilik hayli güçlenmiş bir halde.

 

Ekolojistlerin liberal sol kanadı olarak Yeşiller, Sol Partilerin pek çoğu, troçkistler vb radikal sol yapılar, liberallerin bir bölümü milliyetçilik ile savaş halindeler. Yeşillerin bu bloktaki yeri ise biraz ilginç çünkü Avrupa’daki Yeşil Partilerin çoğu faşizan milliyetçilikler ile pek başları hoş değil.. Alman Yeşilleri ise ikircikli bir tutum içinde gibi. Bir yanda Joschka Fischer’de somutlaşan tamamı ile sağa kayan gerçekçi kanat entegrasyona göz kırpıp diğer yandan da sert göçmen karşıtı politikalara yeşil ışık yakarken, diğer yanda sol kanat aracılığı ile çok kültürlü bir duruştan yana tutum takınıyor gibi.

 

Kesin olarak Yeşil düşüncenin faşizm karşıtı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz, bunu nedeni ise onun kökensel olarak yeni sol bir hareket olması. Ama şimdilik yeni sol ile sol liberallik arasında gidip gelen bir konumda ırkçı-milliyetçi duruşlardan uzak kalabilen bir yapı Yeşiller. Bunu sonuna dek koruyabilecek mi bunu da zaman gösterecek . Çünkü milliyetçilik adeta dört bir koldan şahlanışa geçmiş halde ve yeşiller her ne kadar milliyetçilikten uzak kalsalar da daha soft bir milliyetçilik türü olan yerine göre ırkçı, yerine göre sivil bir milliyetçilik sayılabilecek olan Avrupa Merkezcilikten tamamı ile uzak kalabilmiş değil. Fakat her halükarda Yeşiller bugün için milliyetçiliğin, özellikle de ırkçılığın önünde bir bariyer konumunda.

 

Bu yazıda öncelikle milliyetçilik olgusuna ilişkin genel geçer bir çerçeve çizdikten sonra Türk Milliyetçiliğinin özellikle de sağ ve sol Kemalizmler ekseninde ulusçuluk olgusuna değindikten sonra, Ulusçu kimliği ele alacak, sonrada ekolojist bir bakışla Yeryüzü Temelli bilinç ekseninde ekolojik Kozmopolitizmi, Bio-Bölgecilik ekseninde Toprak aidiyetini, yeşil Tinsellik babında da duygusal aidiyeti, ekolojik toplulukçuluk temelinde de toplumsal aidiyeti karşılaması bakımından Ekolojik yönelimli bir Anarşizmin milliyetçiliğin tek çaresi olduğunu belirtmeye çalışacağım. Dolaysıyla şunu rahatlıkla söyleyebilirim milliyetçi saldırganlığın en büyük boy hedefi bu oldu/olacak, çünkü onu alt edebilecek, hem kimlik ihtiyacına yanıt verebilecek, hem metafizik gereksinimlere cevap verebilecek ideolojik kaynakçalara sahip olması bakımından milliyetçiliğin en büyük siyasal ve sosyal rakibi Derin Ekolojist Anarşistler olacaktır.

 

Ancak bugün bu düşünsel duruşun tek sorunu Toplumla kendi siyasal idealleri babında ortak bir dil yakalayamayışı. Hiç bir toplum ortak referanslara dayanan bir atıf içermeyen bir ideolojiyi kabullenemez. Bu bakımdan yerlilik toplumsal kök edinimi ve uzun vadede toplumsal siyasal dönüşümlerine toplumu ortak edebilmesi için temel bir gereksinim. Bu başarılmadıkça Anarşistler gerçekten de marjinal bir siyasal oluşum olmanın ötesine geçemez. Ben kendi adıma yerliliğin temelini Anadolu Tasavvuf geleneğinde buluyorum ve yeşil tinsellikle, yeşil cemaatçilikle bunun buluşabileceğini ve bu sayede Ekolojik anarşist ideolojinin yerlileşebileceğini düşünüyorum. Bunları daha geniş bir eksende bir başka yazıda ele alacağımdan bu yazıda konunun sadece milliyetçilik ile kimlik babında negatif değini noktalarına değinmekle yetineceğim.

 

Muhayyel Kuruluş ya da Ulus İnşası

Milliyetçiliğin net bir tanımını vermek gerekirse en basit hali ile milliyetçilik, kendi ait olduğu ulusun diğer uluslardan daha tercih edilesi hatta daha üstün olduğu tezine yaslanır. Ana Biritanica’da benimsenen tanıma göre ulusçuluk kendi ulusuna bağlılığın uluslararası ilkelere bağlılıktan ya da bireysel çıkarlardan daha önemli olduğunu ileri süren bir görüş olan ulusçuluk, siyasi bir program olmaktan çok, bir bakış açısıdır. Her ülke ve toplumda farklı özellikler kazanabilir. Siyasi sadakatin temelinde ulusların bulunduğu varsayımından kaynaklanan ulusçuluk tarihte oldukça yeni bir olgudur. 18. yüzyıla kadar siyasi bağlılığın odağında aşiretler, dinler ya da kent gibi küçük siyasi birimlerle imparatorluklar bulunurdu.

 

Modern anlamda devlet ilk kez 18. yüzyılda siyasi faaliyetin odak noktası olmaya başladı. Bunun sebepleri arasında büyük merkezi devletlerin ortaya çıkması ile feodal yapılar ve diğer mahalli sadakat odaklarının ortadan kalkmaya başlaması vardı. Hükümdarlar da artık devletle özdeşleştirilmeyerek devletin geçici yöneticileri olarak görülmeye başlandı.

Ulusçuluk hem bir ideoloji, hem de bir davranış şeklidir. Bir ideoloji olarak ulusçuluk, ulusların kendi kaderini tayin hakkını, ulus-devletin homojen bir ulusal kültüre sahip olmasını (ulusal birimlerle etno-kültürel birimlerin çakışması) ve halk egemenliğini savunur.

 

Bir davranış olarak ulusçuluk etnik ben-merkezcilik ve yurtseverlikle yakından ilintilidir. Ulusalcı davranış, ulusal bir topluluğa mensup olma şuuru üzerine kuruludur. Ulusal topluluğa mensup olmayanlar farklı ve yabancı olarak görülür. Ulusalcı davranışın nihai noktası, kişinin ulusu uğrunda kendisini feda etmesidir.Milliyetçilik konusunda temel referanslardan biri kabul edilen Benedict Anderson milliyetçiliğin üç olgunun sonucu ortaya çıktığını belirtir. Bunlar sırasıyla Dinsel cemaat kutsal dil ve bunun beşer üstü kaynağı, bu kutsal dil etrafında oluşan kimlik, bu kutsal dil çok yerde ulusal dilin üstüne çıkarak toplumda etnik bir bilincin oluşumunu baskılamıştı. Bir diğer öge ise hanedanlık ve bunun kutsal temeli etrafında oluşan birlik biçimiydi. Hanedanın kökeni insanlar düzeyinde bir meşruiyete dayanmadığı için bir ulusa ve ulusal egemenlik nosyonuna ihtiyaç duymuyordu. Bu da özellikle imparatorluklarda kozmopolit bir yapıyı oluşturuyordu. Üçüncü öge ise zamanın kozmolojiden ayrılmasıyla oluşan tarih olgusuydu. Bu üç ögenin milliyetçiliği mümkün kılması bunların geriye çekilmeleri olmuştur. Dinsel cemaat ve onun ortak kültürünü biçimlendiren kutsal dilin yerini etnik dile bırakması bir ulus fikrini güçlendiren temel maya fonksiyonu gördü. Diğer yandan hanedanların mutlakıyetçi formlara bürünerek merkezi yapılar inşa etmesi de ulus devlet denilen formun maya tutmasını sağladı. Kısacası denebilir ki milliyetçilik din olgusunun geri çekilen dalgaları üzerinde inşa edildi ve sekülerizmin yarattığı anlam boşluğunu mili kimlik etrafında biçimlenen aidiyet ile doldurdu.

 

Milliyetçilik batıda doğdu ama dünyaya olan yansıması hiçte batılı versiyonu gibi yurttaş temelli olmadı. Milliyetçilik üzerine oluşan literatürde genel kabul güren iki milliyetçilik biçimi vardır, sivil medeni milliyetçilik ile etnik-soy temelli milliyetçilik. Sivil medeni milliyetçiliğin en müşahhas ifadesi yurtseverlik ya da vatanseverlik olgusudur. Burada bir etniden çok yurttaşlık temelli bir ulus tarifi vardır ve bu ulusun refahı, bu ulusun selameti için uğraşmak ulusunu sevmenin bir göstergesi olarak kabul edilir. Ancak her ne kadar ulus tarifinin içeriğinde etnik bir vurgu minimum olsa da yine de vardır, çünkü gönenci, selameti için çalışılan ulus tanımı da yapılmış olan bir ulustur. Fransız devrimi ile oluşan milliyetçilik yurttaşlarının eşitliğini ,hakları ve hukuki bir meşruiyeti içermesi, yurttaşların yönetime katılımını, iktidarın meşruiyet kaynağının ulusta olması ile medeni bir fonksiyon görmüştür, ama diğer yandan tüm bu haklar Fransız ulusuna ait olanlar içindir. Dolayısıyla en munis gibi görülen milliyetçilikte bile bir etni olgusu mutlaka vardır. Etnik temelli milliyetçilik ise sivil medeni milliyetçiliğin içlemeci ve asimile edici niteliğine ve bu temeldeki hayli geniş bir ulus tarifine karşılık, dışlayıcı ve dar kapsamlı bir ulus tarifini benimser. Etnik milliyetçilik açısından, ulusu oluşturan şey aynı zamanda ulusun kurucu ögesi de olan etnidir. “Etnik bir grup, soya ait mitlerin rolünü ve tarihi anıları vurgulayan, din, gelenek dil ya da kurumlar gibi bir veya birden fazla kültürel farklılığa göre tanınan ve ayırt edilen bir kültürel kolektif tiptir.Bu tür kolektifler sadece tarihi anıların devamlılıkları bakımından özsel bir önem taşımaları bakımından değil, her bir etnik grubun özel tarihsel güçlerin ürünü olması ve bu nedenle tarihsel değişim ve çözülmelere maruz kalması anlamında hiç şüphesiz “tarihi”dir.” [1][2]

 

Etnik milliyetçilik her zaman ırkçılık ile iç içe olmaya eğilimlidir. Irkçılık ise belirli bir soyun, belirli bir etninin kanla, fiziksel yapı ile ilişkilendirilmiş özelliklerinin o soyun ayırtedici yanı olduğundan hareketle, o soyun diğer soylardan daha üstün olduğunu savunur. Etnik milliyetçilikte de ulusun kurucu unsuru soyla, akrabalık bağları ile tanımlanmış ve dolayısıyla da doğumla kayıtlanmış, dahası belirli ırksal özellikleri de içerdiği için başka etnilere ve ırklara kapalı bir nitelik kazanır. Böylece diyelim ki Bröton ulusu brötonlardan oluştuğu için Bröton olmayanların ulusun eşit ve kurucu unsuru olma şansı yoktur.Bu yüzden etnik milliyetçilik ırkçılıkla iç içe bir biçimde çoğu zaman yabancı düşmanlığını da içeren bir biçim almaya eğilimlidir. Dolayısıyla faşizmle etnik milliyetçilik arasında ince ve geçirgen bir duvar olduğunu söylemek hiç de abartı sayılmaz.

Milliyetçiliğin çerçevesini böyle çizdikten sonra milliyetçi kimliği duyguyu incelemeye geçebiliriz.

 

Ancak ondan önce ülkemizde bir tabu haline gelen bir milliyetçilik türü olarak Kemalizm ama özellikle de Sol Kemalizm olarak sol ulusçuluk olgusunu ele almak istiyorum. Çünkü özellikle toplumsal muhalefetin karşılaştığı en temel sorulardan biri de neden Kemalist olmadıkları ve neden millici olmadıklarıdır, hatta bugünkü özgürlükçü muhalefetin ulusalcı olmayışı ve her tür ulusalcı tavrı red edişi nedeniyle muhalefete emperyalizmle iş birliği yapmaktan tutun da pek çok suçlama getirilmiştir. Bu nedenle ben kendi adıma özgürlükçü toplumsal muhalefetin Kemalizm’le olan hesabının kapatılmasının ve ona ilericilik atfeden solun solculuğunun sorgulanmasının gerekli olduğu kanısındayım.

 

Çünkü Kemalizm sömürge sonrası sivil-medeni milliyetçilik-en azından milli mücadele döneminde ve ilk dönemlerinde- bakımından tipik bir örnek sayılabilir.Dolayısıyla milliyetçiliğin batılı versiyonlarından farklı bir yön taşıyan sömürge sonrası milliyetçiliğin bu müşahhas örneğini ele almak bir zorunluluktur. Ayrıca Kemalizm açısından ilginç olan nokta solcukla milliyetçiliğin mutsuz evliliğinin nasıl sağlanabileceğine iyi bir örnekte teşkil etmesidir. Bunun dışında bu yazının asıl yazılış gayesi de ekolojik-anarşist düşüncenin tüm milliyetçilik biçimlerine ve bunlarının içinde “hoşgörülebilir” milliyetçilik türü olan sömürge sonrası ulusçuluğa da olan uzaklığı, onu kabul etmeyişidir.

 

Bu milliyetçilik türü, milliyetçiliğe en uzak görülen kesimlerde bile hoş görülebilmekte ve ezilen ulus milliyetçiliği-ezen ulus milliyetçiliği ayrımı ekseninde ezilen ulusun milliyetçiliğinin ezeninki gibi kabul edilemeyeceğini dolayısıyla da bir ezilen ulus milliyetçiliği olarak kemalizmin, etnik milliyetçilik türleri ile de sömürgeci milliyetçiliğiyle de karşılaştıramayacağımız iddia edilir. Oysaki gerçekte Kemalizm bir sömürge sonrası sivil- medeni milliyetçilik olarak doğmuş ama zaman içinde ulus inşa etme mantığının gereği olarak ırkçılığa savrulmuştur. Yani Kemalizmle faşizm arasında ince bir zar vardır ve bu zarda hayli geçirgendir, bu nedenle eğer Türkiye’de tam bir faşizm aranacaksa kemalizmin bu konuda hayli bereketli bir toprak olduğunu söylemek abartı olmayacaktır.

 

Sömürge sonrası milliyetçilik olarak Kemalizm ve sol ulusçuluk

Sol bir ulusçuluktan söz etmek ironik gelebilir, çünkü solun muhafazakar bir düşünce biçimi olarak milliyetçilikle arası iyi olmadığı gibi, millet gibi muğlak tanımlara itibar etmez. Solun topluma bakışı “imtiyazsız kaynaşmış bir kitle” olarak milleti değil, sınıfı merkeze almasıyla milliyetçilikten ayrışır. Dahası sınıfsal bir siyasal ideoloji olarak sol, Leninizm’in el mecburi olan tek ülkede sosyalizmi yani Rusyayı korumak uğruna geliştirdiği milli demokratik devrim teorileri ile çarpıtılmadan önce sınıfsal dayanışmayı yok ettiği için milliyetçiliği gerici sayıyordu. Ancak solun sınıfsal temellerinin gelişemediği ülkemizde Kemalizm kendini anti-emperyalizm ve ilericilik olarak yutturabilmiştir. Bunun nedeni Türkiye’de solun “zayıf düşünce” olarak varlığıdır. Sol batı aydınlanması karşısında kompleksli aydın tavrı ile tutulma yaşadığından Kemalizmin aydınlanma değerleri içersinde en az yer alan pozitivizmi soğurmasını-kendisinin de aynı pozitivizmi materyalizm sanması nedeni ile- aydınlanmacılık zannetmiştir, Kemalizmin halk direnişini kurtuluş savaşına dönüştürerek verilen mücadeleyi bir anti emperyalizm olarak lanse etmesi de solca kabul edilmiştir, dahası Türk solu batı karşısındaki ikircikli tutumu ile Kemalizmle aynı kültürel kökten beslenmiş olmasından dolayı bu efsaneyi gerçek bellemiştir.

 

Oysa Kemalizm ilerci değil gericidir (tıpkı milliyetçilik gibi), Kemalizm aydınlanmacı değil muhafazakardır. Eğer bu ülkede batı standartlarında bir sol gelişmiş olabilseydi Kemalizm kendini ilerici ve aydınlanmacı olarak yutturamaz Irkçı faşist ideoloji ile medeniyetçi milliyetçilik arasında salınan bir devlet ideolojisi olarak kabul edilirdi. Ama birazcık enternasyonalin ve Leninizmin çarpıtılarak algılanması nedeniyle de bu milliyetçi devlet ideolojisi ilerici ve anti emperyalist olarak sunulabilmiştir.

 

Bu gerici ideolojinin deşifre edilmesi önemlidir, çünkü özgürlükçü toplumsal muhalefetin karşısına sık sık Kemalizmle aynı düzlemi paylaşmayışı milli olmayışı bir olumsuzluk etkeni olarak çıkarılıyor.

 

Öncelikle milliyetçilik bir kabile ideolojisidir ve farklı olanı dışlamak üzerine kuruludur, bütün milliyetçi düşünceler kaynaşmış bir kitle ve devletine mutlaka itaat talep etmişlerdi, Kemalizminde özü budur. Milliyetçilik; doğası itibariyle kendisinden farklı olanların reddidir. Bu red, temelinde, halklar arasında tahammülsüzlüğü ve düşmanlığı esas alır. Anti demokratiktir, gericiliktir.

 

Dolaysıyla Kemalist milliyetçiliğe ilericilik demek bu kelimeye-sol literatürde kazanmış olduğu anlamla birlikte düşünüldüğünde hakaret etmektir-Kemalizmin ilericilik sıfatı, ilercilik kavramının İngiliz sömürge valisinin tarihin ilerleyen tekerlekleri altında kalan halkların acısı duyulmaz lafındaki gibi ilericidir.

 

Kemalizm’e ilerici diyenler bunu onun sivil-medeniyetçi yanına atıfta bulunarak yapıyorlar, onlara göre kemalizm çağın gerisinde kalmış bir monarşiyi tarihe gömerek, ondan bir ulus çıkarmış ve bu ulusu da medenileştirmiştir bu nedenle monarşiye ve dinsel gericiliğe olan tavrı nedeni ile bir küçük burjuva devrimciliği olarak kemalizm ilericidir.

 

Burada uzun uzadıya Osmanlı modernleşmesi ve resmi tarih çarpıtmalarına girmek istemiyorum ama birincisi Kemalizm modernleşme sürecinin taç noktasıdır , yani Mustafa Kemalden çok önce başlayan ve toplumla uzlaşma arayarak yoluna devam eden bir modernleşme süreci vardı, ikincisi Osmanlı monarşisi son devirlerinde giderek meşrut-i monarşiye doğru evrilmekteydi ve dahası Cumhuriyetçilikten çok daha demokratik bir toplum süreci Kemalizmin atası olan İttihat Terakkinin müdahalesi ile karşılaşmasaydı yerleşmiş olacaktı, dahası yine aynı mantıkla İttihat ve Terakki’nin milliyetçi müdahaleleri ile karşılaşılmasaydı Osmanlı döneminde kapitalizm yolunda cesur adımlar atılmaktaydı, bir komprador liman burjuvazisi eli ile sermaye birikimi sağlanıyordu. Bunlar Kemalizmle birlikte kesintiye uğradı ve ekonomide merkantil uygulamalar ile toplumun diktatoryal metotlar ile uluslaştırılması atbaşı gitti. Bu bakımdan kemalizmin kazanımları geriye götürmek anlamında ilerici olmak bir yana, tersine gerici olduğunu söylemek yanlış olmaz.

 

Bunun dışında Kemalizm’in içselleştirilmiş bir oryantalizm olarak emperyalist bakışın topluma yedirilmesi olduğu düşünüldüğünde Kemalist medenileştirmeciliğin toplumun kendi kendini sömürgeleştirmesi ve emperyalizmin kültür yoluyla topluma taşınması olduğunu söyleyebiliriz. Bu bağlamda, tek partili dönemin TTK üyesi Engin'in "inkılap tam manasıyla Avrupalılıktır. Zaten Avrupalı olmamak, bu asırda yaşamamak, hayatı bilmemek, manen ölmek demektir." yorumu Türk devriminin doğrultusunu oldukça iyi açıklamaktadır. Celal Nuri İleri, Türk devrimini "tarihte ilk defa olmak üzere Hıristiyan olmayan bir milletin Avrupa medeniyetini kabulü" ve Asyalı bir milletin kendisini "o kıtanın içtimai ve tarihi mukadderatından ayırması" olarak yorumlamaktadır. İleri, "Türk İnkılabını" irdelediği çalışmasında Türkiye'nin seçiminin "kısmi değil külli (olduğunu) bila kayd ü şart o medeniyete iştirak edildiğini" yazmaktadır. Yani yazara göre Türkiye iki medeniyet arasında bir sentez yapma peşinde değildir. Yapılmakta olan iradi bir yöneliştir: Adı da Garp Medeniyetine geçiştir. Kısacası bu istikamet bilinçli bir tercihtir. Bu bağlamda Taha Parlaya uyarak diyebiliriz ki Kemalizm doğuşunda değilse de geldiği noktada anti-sosyalist sağcı bir ideolojidir.

 

Kemalizm ne ilericidir ne de anti emperyalisttir onun pragmatik ideolojisinde tıpkı din gibi emperyalizmde durumsal olarak iktidarın kuruluşu ve muhafazası düzleminde başvurduğu bir taktiktir. Kemalizm milli mücadele döneminde yani henüz iktidar değil de muhalefet olduğu ve iktidara doğru yürüdüğü zamanlarda anti-emperyalist görünebiliyordu.

 

Özellikle de Sovyet Rusya ile olan ilişkiler esnasında sol bir söylemi benimsemiş ve anti-emperyalizmi diline pelesenk etmişti, kuruluş döneminde kendi milliyetçiliğinin bileşenleri içinde ikircikli bir konumla anti batıcılıkta vardı ve de bunu hem dinle olan flörtünde, hem de bağımsızlık mücadelesi içindeki sömürge halklarına karşı bir taktik olarak kullanıyordu, dahası izlenen pragmatik dış politikada kemalizme bir oyun sahası da veriyordu, batıya karşı gerek Sovyetler gerekse kurduğu ittifaklar elini güçlendiriyordu. Böylece tıpkı süper güçler karşısında göreli bağımsızlık uygulayan üçüncü dünya hareketi olarak bağlantısızlar hareketi gibi Cumhuriyette batı karşısında göreli bir bağımsızlık içinde olabiliyordu.

 

Diğer yandan kendi milliyetçiliğinin, ulus inşasının bir bileşeni olarak düvel-i muazzamaya ya da emperyalist devletlere karşı verilen mücadele ve elde edilen ulusal bağımsızlık söylemi ile bir meşruiyette sağlıyordu. Ama Kemalizm hiçbir zaman sözcüğün gerçek manasında anti emperyalist olmadı. Diğer tüm sömürge sonrası milliyetçilikleri gibi Kemalizminde emperyalizm karşısındaki tutumu iki yönlüydü. Medeniyet olarak batı medeniyeti Kemalizmin kızıl elmasıydı, ama batı karşısında belli bir mesafe ulusal bağımsızlığı koruma noktasında batı genç cumhuriyeti sömürgeleştirmek isteyen bir emperyalizmdi de aynı zamanda.

 

Burada sözü Hasan Bülent Kahramana Bırakalım: “Kemalizm, bir boyutuyla Batı'yı reddeden, hatta onu mahkûm eden bir ideolojidir. Meşruiyetini ve mevcudiyetini bu niteliğine borçludur.

Öte yandan aynı Kemalizm Batı'yı bir soyut hedef olarak belirlemekle bile yetinmez, bütün bir toplumu o hedefi ele geçirmek üzere örgütlemeye başlar. Bu örgütlenme de hem soyut hem de somut düzlemlerde cereyan eder. Somut olarak Batı'lı bir toplum olmanın, Batı'ya kabul edilmenin, Batı'yla bütünleşmenin aracı olarak, hatta sine qua non koşulları olarak görülen kurumsal düzenlemelere gidilir. Ne var ki, kurumsal düzenleme diye tanımlanan şeyler soyut düzlemde yeni bir insan tipolojisi yaratacaktır. Kemalizm bunun ayırtındadır. İşi, zamana yaymaktan kaçınır. Örneğin hukuk sisteminin insanı zaman içinde yeniden şekillendirmesini istemez. Doğrudan müdahalelerle insanı 'ideolojik' olarak da -ve bir çırpıda- dönüştürmeye koyulur.

 

Batı, bu süreç ve yaklaşım içinde teleolojik bir anlam kazanır. 'Batılı insan' denilen kimliği oluşturmak için sayısız yol denenir. Özellikle 1930'lu yıllar bu doğrultudaki deneysel dönem olarak nitelendirilebilir. Tarih, coğrafya ve dil başta olmak üzere mimarlık ve güzel sanatlar alanında girişimlerde bulunulur. Klasik liselerin açılmasına kadar gidilir.

 

Bu dönem Avrupa'nın hemen her alanda ithal edildiği yıllardır. Ne var ki, bu ikili bir süreçtir. Bir yandan bu süreçte açık ve keskin bir Oryantalizm yapılırken bir yandan da aynı özelliklere sahip bir Oksidentalizm gerçekleştirilmiştir. Oryantalizmin içinde saklı olan 'muhayyile' ve 'yanlış' temsil kendisini bu düzeyde de aynen göstermiştir. Muhayyel bir Batı bu kurgunun özünü oluşturmuştur. İlginç olan karşı çıkılan Doğu'ya dönük Oryantalist sürecin Oksidentalist süreçle at başı gitmesi, bu ikisinin birbirinin kurucu dışarısı olarak işlev görmesidir.”[1][3]

 

Kısacası Kemalizm sol milliyetçilerin uydurduğu gibi ne ilericidir ne de anti-emperyalist kemalizm ırkçılıkla flört halinde olan, liberal olmayan bir sivil-medeni milliyetçilik türüdür. Dahası anti-emperyalizm söyleminin bizatihi kendisi bir sömürge sonrası milliyetçilik söylemidir. Anti emperyalizm sol muhafazakarlığın milliyetçilikle olan flörtünün simgesidir.

 

Bunları söyledikten sonra Kemalizmle ırkçılık arasındaki tehlikeli yakınlaşmaları ele alacağım. En sonda Ekolojist düşüncenin neden milliyetçi olmadığını, olamayacağını onun Ekolojik yanını ortaya koyarak göstereceğim.

 

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Tehlikeli Sular: Türkçülük Olarak Kemalizm

Türkiye'de hem etnik, hem de siyasi açıdan Kemalist milliyetçilik toplumsal muhayyilede kendisine önemli yer bulmuştur. Yüzyılın başında "Türk" olarak nitelenmeyi reddeden Anadolu köylüleri, bugün Türklüğü ferdi kimliklerinin ana belirleyicisi olarak kabul etmişlerdir. Bu arada İslâmiyet de önemli ölçüde Türklüğe uyarlanmış ve ulusal bir karaktere büründürülmüştür.

 

Yani Kemalist laiklik diğer medeniyetçi-liberal milliyetçiliklerden farklı olarak devletin seküler bir politika izleyerek, siyasal alanın dinden bağımsızlaşması anlamında laikliği değil, dinin denetim altına alarak toplumun devletle bütünleşmesini sağlayan total bir ideolojik çimento olması anlamında bir laiklik tanımını benimsemiştir. Çünkü din ulus inşasında Kemalist milliyetçiliğin en büyük rakibiydi.

 

Biz Türküz ve bu ülkeyi de biz Türkler yönetmeliyiz de özetlenecek olan milliyetçi ideolojide ki Türklük vurgusu kimilerince sahtekarca bir biçimde vurgulandığı gibi bir üst kimlik anlamında vatandaşlık bağını değil basbayağı bir etnisiteyi ifade ediyordu. Ve MHP’den çok önce Bozkurt sembolü ulus inşasında kullanılan bir ikondu, Türk milletini, esaretten, hürriyet ve kurtuluşa eriştiren, onun düvel-i muazzama’nın esaretinden kurtularak bağımsızlığına kavuşmasını sağlayan Atatürk ikonunun bir başka bileşeniydi. Kaldı ki Mustafa Kemalin kabul ettiği soyad bile En Büyük Türk Atatürk imgesi olarak onları Ergenekondaki esaretten Kurtaran Kurucu Ata olarak Kemalizmin Türkçülük ile olan sıkı ilişkisinin net bir göstergesidir.”Kemalist millet inşa sürecinde, Osmanlı imparatorluk maslahatlarına göre teşekkül etmiş, İslamcılık ve Türkçülük tarihin çöp sepetine atılırken, yerlerine yeni, ferdi ve kolektif kimliğin belirleyicileri olarak milliyetçilik ve medeniyetçilik umdeleri ikame edilmiştir…Başka bir ifadeyle ‘Atatürk ihtilali’nin iki ana umdesi bulunmaktaydı: milliyetçilik ve medeniyetçilik iradesi. Medeniyetçilik iradesi Batı düşüncesi ve hayat tarzına, milliyetçilik önermesi Türklerin Orta Asya kökenine ve dil ve tarih birliğine yola iletmekteydi. Ancak hedefi itibariyle, milliyetçilik iradesi de medeniyetçilik iradesinin bir parçasını oluşturmakta ve ona nispetle araçsal bir nitelik taşımaktaydı. Milli hakimiyetin tesisi ve Büyük Millet Meclisi’nin Kuruluşu, Saltanat ve hilafetin ilgası, milli iktisat siyaseti, Türk tarihinin Orta Asya kökenine uzatılması ve Osmanlı İslam geçmişinin dışlanması, Güneş-Dil teorisi, Soyadı Kanunu, Ezanın Türkçeleştirilmesi gibi adımların tümü, Kemalist milliyetçilik ilkesinden kaynaklanmıştır.” [1][4]

Cumhuriyetin ilk yıllarında soya dayalı bir tük tanımı oluşturmak bakımından ırkçı uygulamalara gidilmiş Tahsin Mayatep aracılığıyla Türklerin Mu medeniyeti gibi medeniyetlerin en eskisi tarafından oluşturulmuş bir halk olduğu dünyanın Türkler tarafından medenileştirildiği tezi ortaya atılmış, Afet İnan tarafından Türklerin Orta Asya’da üstün bir medeniyet kurduğu, Balkan halkları başta olmak üzere Batı toplumların çoğunun Orta Asya’dan göç yolu ile erginlendiği, hatta bu halkların kanlarında hâlâ türk kanı dolaştığı gibi Hitlere nazire edecek iddialar ortaya atılmıştı.

 

Ancak bunlar dönemsel karakter taşırlar, Kemalistler ırkçılıktan çok etnisist bir milliyetçiliği ve bu bağlamda Türklüğü temel tezleri yapmışlardır. Bu anlamda Mahmut Esat Bozkurt gibi soy faşistlere rağmen Mustafa Kemalin faşist ideolojiyi benimsediği söylenemez. Onunkisi sivil medeniyetçi milliyetçiliğe yedirilmiş bir etno-seküler milliyetçilikti. Ancak kemalizm ideolojisi yer yer faşizmle flört etmiş ulusun kuruluşu esnasında faşist ögelere başvurmuştur. Bunların süreklilik arzetmeyip Kemalizmin Nazizm ya da Frankoculuk gibi faşizmlere evrilmeyişinin tek nedeni, Kemalizmde medeniyetçi yanın milliyetçi yana baskınlığı olmuştur. Yani ırkçılık kemalizmin bir bileşeni olmakla birlikte çekinik kalmıştır, baskın karakter Batıcılık olmuştur.

 

“Son tahlilde, Kemalist milliyetçiliğin etnik boyutu, seküler (siyasi-hukiki) boyutu karşısında araçsal bir işleve sahip olmuş, bu durum etnisizmden ırkçılığa kayışı engellemiştir. Çünkü Kemalist milliyetçilik Batı’nın “büyüleyici” dünyası karşısında hissedilen onulmaz aşağılık kompleksinin tahrik ettiği bir medeniyetçilik iradesidir. Bu iradenin temelini, dine karşı laiklik anlayışı oluşturmuş, milliyetçilik bu sürecin gereklerine göre şekillenmiş ve ferdi kolektif aidiyet bağı olarak dine alternatif eksende konumlanmıştır.” [1][5]

 

Kemalizm olgusunu bu şekilde ortaya koyduktan sonra milliyetçi kimlik olgusunu ele alıp oradanda Ekolojizmle milliyetçilik arasındaki negatif bağı ortaya serebiliriz.

 

 

Ulusçu Kimlik ve bileşenleri

Ulusçuluk sanılanın aksine rasyonel bir edim değildir, tersine ulusçuluk fazlası ile duygu yüklü ve irrasyoneldir. Bundan dolayı hemen her doktrinin parlak filozofları bulunmakla birlikte Herderi ve Romantikleri saymazsak –ki bunlar milliyetçilikten çok ırk ayrımcılığının fikir babalarıdır- her ne kadar bu ikisi arasında geçirgen bir ince sınır bulunsa da ırkçılık ile ulusçuluk aynı olgular değildir. Hiç şüphesiz pek çok olgu gibi ulusçulukta felsefi açıdan ele alınıp felsefi düzlemde meşrulaştırılabilirse de bu ulusçuluğun rasyonel olduğunun bir kanıtı değildir. Bu sadece felsefenin kuşatıcılığının göstergesidir. Öyleyse yaşanan onca şeye karşın ulusçuluğu bu denli güçlü kılan şey ne, ulusçuluk çok derin bir duygusal ihtiyaca yanıt veren bir kimliktir.Bir zamanlar dinin karşıladığı kendinden daha büyük bir bütüne ait olma ve birey olmanın, özne olmanın sorumluluğundan kurtularak bir cemaate ait olma duygusunu veriyor oluşudur. Dahası ulusçuluk karmaşık düşünme edimine, zihni çabaya gerek bırakmayan her kesimin anlayabileceği basit formülasyonlar üzerine kuruludur. Düşmanlar ve dostlar, sadakat gösterilecek vatan ve millet vardır. Bunun yanında milliyetçilik kutsal devlete duyulan sadakata ve itaat kültürüdür de .Tüm bunlar milliyetçi bir mensubiyeti rasyonel sorgulamalara karşı zayıf kıldığı gibi milliyetçi kimliğin kurulumunun reddedilen olumsuzlanan ve hatta horgürülen bir “öteki” üzerinden kurulmuş olması, onu çatışmasız, düşmansız yaşayamaz kılar, bundan dolayı milliyetçi kimlik çatışmacı ve saldırgan bir kimlik ortaya çıkartır.

 

Bütün bu saptamalardan sonra milliyetçi kimliğin bileşenlerine inebiliriz. her şeyden önce kimlik bize ne ve kimi olduğumuzu söyleyen bir kurgudur. A kişisi olarak B ülkesindeki C etnisinin mensubu olarak yani diyelim ki Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan bir Türk ile Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan bir kürd içinde kimlik kendisinin kim olduğu sorusunu yanıtlayan bir cevaptır. Ama dinsel kimlik gibi milli kimlikte inşaa edilen bir kimliktir. Milli kimliğin birincili bileşeni topraktır. Türkler Orta Asya’daki ata yurdundan dünyaya dağılmıştır, ama bu toprak Ergenekonda yol gösteren Asena ile hürriyetlerine kavuşmuşlardır, dolaysıyla bu toprak ortak bir mitle kutsanmıştır, ikincisi o topraklar ataların kanı ile sulanmış topraklardır, yani bu özgürlük hayat bahasına elde edilen zaferlerle ile taçlanmış ulu ve kutsal bir topraktır. Her türk kan bağı ile soy bağı ile bu ata yurduna görünmez bir iplikle bağlanmıştır adeta. Toprağı biçimlendiren şey ortak anılar ve bu anılarca doldurulan tarihtir. Aynı olgu Kürtlerde demirci Kavaya dönüşür, onun isyan ateşi ata yurdunu oluşturur. Bu nedenle milliyetçi tarih kurucu atalara ve bu kurucu ataların destansı kahramanlık öykülerine dayanır. Türkler kahramandır çünkü onlar Oğuz Kağanın, Mete’nin soyundan gelmişlerdir her şeyden önce.

 

Dolaysıyla tarih ve toprakla yoğrulan milliyetçi kimlik için Ata Yurdu da Ana Yurdu da (ana yurtla ilgili efsaneler bu günlerde Şu Çılgın Türkler aracılığı ile yeniden oluşturuluyor) Ancak Ana Yurt Ata Yurdundan farklı olarak vatandır, vatan siyasal bir mekanı ifade eder. Ortak bir irade ile bir araya gelmiş, orta kurumları olan (Devlet ve Hukuk gibi) bir siyasal mekan. Vatandaşlık bilişsel, psişik kimlikten farklı olarak, hukuki ve siyasal kimliği ifade eder. Yani eskiden hanedanların tebasının yerini günümüzde vatandaşlık almıştır. Vatandaşlığı tebadan farklı kılan hukuki hak ve yükümlüklüleri içeren, katılım anlamında ortak iradeyi, kader birliğini ve bunların içerdiği bir rasyonel sadakati içermesidir. Yani teba hükümdarın köleleri iken, vatandaşlar o devletin uyruklardır ve hak ve yükümlükleri vardır, bu hak ve yükümlülüklerde hukuk sitemince güvence altına alınmıştır.

 

Ancak bu olgu yani vatandaşlık ve vatan olgusu daha çok sivil medeni milliyetçiliğin ya da günümüzdeki biçimi ile dişleri sökülmüş bir liberal milliyetçiliğin (bu milliyetçilik etnik mensubiyeti değil hukuki anlamda ülke sınırlarında yaşayan herkesi kapsayan bir vatandaşlık sistemini öngörür, dolaysıyla da çok kimlikli ve çok kültürlü olabilir, hiç şüphesiz bunun başarısı sorgulanabilir, dahası yabancı düşmanlığı ile çok kültürlülük arasındaki geçirgenlikler ele alınabilir, hatta Agambenin tezlerinden yola çıkarak Hukukun egemenlikle olan ilişkisini, bio-iktidar düzleminde içleme ve dışlama mekanizmaları temelinde batılı liberal sivil milliyetçiliğin bilinçaltı sorgulanabilir, ki başka bir makalede bu olguya da değineceğim.)

 

Etnik milliyetçi kimlikteyse etnidir ön planda olan. Etnik milliyetçi kimlikte etnik mensubiyet ön planda olur, dolayısıyla vatandaşlar olmasalar da (Türk Cumhuriyetinde yaşayanların konumu), yahut vatan denilen ülkeden göçle gitmiş olsalar da (almanyadaki Türk göçmenleri gibi) hala o etniye ait sayılırlar. O etninin ortak efsanelerini ama daha önemlisi ortak kültürünü paylaşanlar milleti oluştururlar. Diyelim ki kürt olmak anadan kürt bir aileden doğmuş olmakla birlikte Kürtlüğü biçimlendiren iki önemli kimliksel bileşen vardır, birincisi dildir, yani her kürt Kürtçe konuşur (istisnaları varsa da bunlar asimile olmuş örnekler olarak kabul edilir), ikincisi ise gelenekleri de içine alan ortak kültürdür. Yani eklemelerle güçlendirilmiş bir kürt kimliği dışından saf halde, doğal halde bir kürt kimliğinden söz ettiğimizde karşımıza dil ve kültür çıkar. Anthony Simit etnik kimliği biçimlendiren altı ögeden söz eder bunlar sırasıyla kolektif bir özel ad, ortak bir soy miti, paylaşılan tarihi anılar, ortak kültürü farklı kılan bir ya da daha fazla unsur. Özel bir “yurt”la bağ, nüfusun önemli kesimleri arasında dayanışma duyguları. Ancak bu ögeler etnik kimlikten çok etnik temelli ulusçuluğun bileşenleridir diyebiliriz. Çünkü kabile olarak etni de bu ögelerin bir kısmı pekala da eksik kalabilir. Buraya kadar milliyetçilik olgusunu ele aldım şimdi de onun panzehiri olan ekolojizmi, derin ekolojik bir anarşist perspektifin konumuzla ilgili yanlarını ele alalım.

 

Büyük Bütün: Ekolojizm, Kimlik Ve Aidiyet

Ekolojik bakış insanların devletler aracılığı ile oluşturduğu dar sınırları tanımadığı gibi kalkış noktası da hümanizmanın içine insandışını da yerleştiren, onların da haklarını önemseyen ve asıl olarak insandışı dünya ile insan dünyası arasındaki kopukluğu gidermek, evrenle olan ilişkimizi yeniden sağlıklı bir biçime sokmaktır. Bu bakımdan ekolojik etik Levinasçı, Jonasçı bir anlayışa dayanır, yani “öteki”ne bilhassa da insandışı olan ötekine yönelik açıklık ve sorumluluk. Doğal olarak nesnesini yani konusunu insan dışı dünya oluşturduğundan kendini bir gezegen bilinci olarak konumlandırmak, milliyetçiliğin dar sınırları yerine insanı ve insandışını farklılıklarıyla kucaklamaktır esas olan.

 

Milliyetçilikte “öteki” üzerinden kurulur ancak bu hemen her kimliğin hatta insanı benliğin inşası için bir zorunluluktur. Milli Benlikte ise “öteki” ötekileştirilir ve kötülükten sorumlu kılınır. Milliyetçiliği besleyen şey ötekine duyulan hınçtır. Ama bunun dışında asıl olarak milliyetçilik insanların kimi duygularına seslenir. Örneğin toprakla kurulan ilişki insanların mekansal aidiyet duygusunun ana yurt ve ata topraklarına transfer edilmesidir. Mekan duygusu vatan toprağına transfer edilerek aidiyet sağlanır. Ama bu sahte bir mekan duygusudur çünkü mekanın somut boyutu yoktur vatanda, vatan soyut bir toprak parçasıdır. Taşını toprağını, börtüsünü böceğini, çiçeğini yaprağını, ırmağını duyumsayarak, onunla hemhal olarak bilmezsiniz vatana ilişkin bilgi soyut bir bilgidir. Gezmeseniz de görmeseniz de o vatandır.

 

Aynı biçimde insanların topluluk duygusu olarak cemaat duygusu millete dönüştürülerek, insanın yakın çevresini sevmesi kabilesine ait olma duygusu, milletini sevme ve milletini diğerlerinden üstün tutmaya dönüşür. İnsanların kısa süreli ömürleri, ölüm karşısında duydukları dehşet duygusunu yatıştırmak milletin bekasına dönüşür. Böylece kendi ölse bile millet ilelebet kalacaktır. Mustafa Kemalin veciz sözü milliyetçi metafiziği açığa vurmak bakımından manidardır.

“Benim naçiz vücudum bir gün toprak olacaktır. Ama Türk Milleti ilelebet Payidar Olacaktır” Bir birey olarak insanlar ölümlüdür ama ulusun varlığın sürdürme iradesi bireyi ulus aracılığıyla ölümsüzleştirir.

 

Ekolojik-Yeşil Bakış açısı ise aidiyet olgusunu büyük bütün olarak kozmosa ait olmak üzerinden kurar. İnsan kendinden daha büyük bir bütünün parçasıdır, bu bütün biyosfer olarak dünya ve kozmos olarak evreni de içine alan doğadır. Ancak ekolojik yeşil hareket için değer içeren doğa canlı doğa olarak biyosferdir. “Öteki” ise düşman bir öteki olmanın ötesinde kendini tanımlayan bir “öteki”nin de ötesinde aynı doğanın paylaşıldığı bir komşudur, aile bireydir. Ama aynı zamanda korunması, kendi öz varlığını devam ettirmesi herşeyden daha önemli olanlardır da.

 

“Bir benliği tümcü anlamda daha geniş bir benlik sistemi içine yuvalandırmak demek, onun kimliğini söz konusu sisteme göre tarif etmek demektir…Geometrodinamik dünyada kozmos bir benliktir. Onun için Gaia’nın, taşıdığı benlik sıfatıyla, kozmik sistemi yansıttığını haklı olarak öne sürebiliriz… Fakat insani benlikler olarak kozmosla tümleyici bir ilişki-bir ‘birlik’ ilişkisi içinde olduğumuz tezi, bize etik kurallar listesinin ötesinde bir şeyler vaat ediyor sanki: kim olduğumuz, niçin doğduğumuz ve hangi sebeple yaşadığımız vb. gibi yüzyıllardır sorulagelmiş soruları açacak bir anahtar, kısaca hayatın anlamı üzerine tutulmuş bir ışık” [1][6]

 

Ekolojizm kimlik ihtiyacına bu denli geniş bir eksenle İnsan doğanın bir Parçasıdır, o da bir doğa varlığıdır şeklinde yanıt verdikten sonra, insanın mekansal duygudaşlığına da yanıt verir ve üstelik Ekolojizmin bio-bölge kavramı milliyetçiliğin vatan kavramlaştırmasından çok daha sahici ve gerçekçidir. Bio-bölge ekosistem kavramını da içermekle birlikte ondan daha kapsayıcıdır ve topografiktir. Bio-bölge doğal sınırlar içerisinde şekillenmiş bir yerdir. Bir bio bölge bir çölde olabilir, bir ormanda, bir kayalık bölgede geniş ya da dar olabilir. Ancak onda vatandan daha sıcak bir tinsel tını vardır. O bir “yuva”dır.

 

“Biyo bölgecilik bir yerin yerlisi olmayı öğrenmek, kendimizi önceden belirlenmiş beğenilerimize değil de belirli bir yer uydurmak anlamına gelir. Bu gelecek kuşaklara aktarılabilecek bir yaşam tarzı yaratarak bir yerin getirdiği sınırlar ve nimetler çerçevesinde yaşamaktır” [1][7] diyen Judith Plant bio-bölgenin aynı zamanda bölgesel kültürleri de içeren onların deneyimlerine ve ortak belleğine yaslanan bir koza olduğunu da ima eder. İnsanlar bir bölgenin sakinleri olarak toprakla sahici bir ilişki içindedirler.

 

Kripatrick Sale’nin vurgularıyla biyo bölge insanların kendine yeterlilik duygusuyla yaşadıkları, adem-i merkezileşmiş komünal toplulukları içerir. Biyo-bölgecilik bir yerin bizim yaşam destek sistemiz olması, orayı tanımamız ve orayla aramızdaki bir bütünlük tanıdıklık duygusu oluşturulmasıyla sahici bir ilişki biçimidir. Bir köyün kendi yöresindeki bitkileri, hayvan türlerini bilmesi gibi toprakla kurulan ilişki duygudaşlıkta içeren bir yön taşır.

 

Oraya anlamını veren soyut idealler değil orda yaşıyor oluşumuzdur. Biyo bölge kavramı milliyetçiliğin anti tezi olarak toplumsal örgütlenme olarak “yuva”nın, habitatın ya da biyo-bölgenin doğal sınırlara dayanması ulus-devlet, eyalet, bölgesel hükümet gibi Büyük bütünleri kabullenmeyişi ile çok daha gerçektir. Bir insanın tanımadığı bilmediği içinde yaşamsal anlamda alışverişte olmadığı yapay bir yer olarak ulus-devletin vatanı insani değildir, daha çok mitiktir. Ulusçu efsanelerle kuşatılmıştır, gizemlileştirilerek bilincin kavrama boyutunun ötesindedir. Dolayısıyla biyo bölgenin tersine her an yeniden tahkim edilmesi gerekir.

 

Biyo-bölge olgusu bizi eko-topluluk kavramına götürür. Mucidi toplumsal ekolojistler özellikle de Bookchin olsa da bu kavram artık yerel bölgesel toplulukları, toplumla cemaat arası bir insani yapılanmayı ifade eder. Bockhınden diğer yeşillere kadar ekolojik hareket içersinde ki herkes insani ölçek kavramını öne çıkarmıştır. Mevcut merkezi ve insanların birbirleri ile sahici ilişkiler kurmasını imkansız kılan toplum mantığına karşılık, komünal bir yapılanma olarak topluluk fikri, atavistik kabile yaşantısına bir dönüş değildir. İçinde bulunan insanların birlikte karar verebileceği, kolektif bir yönetim modeli oluşturdukları, kendine yeterlik temelinde örgütlenmiş, hiyerarşik ilişkiler içermeyen ve topluluktaki bireylerin birbirleri ile iletişim içinde olduğu, paylaşımı esas alan “küçük” toplumsal örgütlenme biçimleridir.Sosyal Ekoloji tezini Bockhınden farklı olarak tinsellikle kaynaştırarak ona açılım getiren John Clark yerel demokrasi temelinde örgütlenen eko topluluk için şunları söyler “Bu bölgesel demokrasi konsepti lokal demokrasiye (Geddes tarafından da belirtilen ev,komşu ve lokal topluluklardan gelişen bölgesel,genel sosyal ekolojik konsept) dayanıyor.“Bookchin” bu geleneğe sosyal ve politik merkez dışılığı daha spesifik ve elle tutulur bir çizgiyle yorumlayan liberal düşünceleriyle katkıda bulunmuştur. O ve diğer sosyal ekolojistler, toplumun kendi ihtiyaçları konusunda nasıl daha aktif, yaratıcı ve güçlü vatandaşlık pratiği kazanabileceğinin yollarını göstermişlerdir.Vatandaşlar pratik hayatta tüm toplumun iyiliği için birleşir ve koordine olursa bu ekolojistlerin önerdiği toplum modeli gerçekleşmiş olur.Toplumun çok taraflı ilişkileri ile spesifik,ekolojik ve biobölgesel milieu yakalanabilir ve politik açıklama başarılabilir.” [1][8] Topluluk toplumsal kimlik ve dayanışma ihtiyacının milliyetçilikten çok daha güçlü ve daha doğal halde sağlaması bakımından önemli bir gereksinime yanıt veren, toplumsal bir organizmadır.

 

Kısacası Ekolojik-Yeşil hareket bu bölümde temellendirdiğim perspektifler nedeniyle milliyetçilikle uzlaşmayacak ve ona da ihtiyaç duymayacak kadar derin bir siyasal perspektife sahiptir. Çıkış noktası yeryüzünün bütünlüğünün yeniden inşa etmek ve insanla doğa arasındaki dengeyi yeniden kurmak olan bir toplumsal hareket doğaldır ki milliyetçilik gibi dar görüşlü bir siyasal hareketle uzlaşamaz. Kaldı ki yeşil siyasa hümanizmayı da içerdiğinden ve gezegensel bir enternasyonalizmde öngördüğünden etnik bir dargörüşlülük ve ulus devlet gibi doğrudan demokrasiyle çelişen, insanları bir ulusun tebası yapan bir siyasal fikirle uzlaşamaz..

 

 

 

[1][1]Benjamin R. Barber Mc World’e Karşı Cihad, Kürselleşme ve Kabilecilik Dünyayı Nasıl Yeniden Şekillendiriyor Çev. Eser Birey , Cep Kitapları, İstanbul 2003

 

[1][2] Anthony D.Simith, Milli Kimlik S:42 Çev. Bahadır Sina Şener, İletişim Yayınları, İstanbul 1994

[1][3] Hasan Bülent Kahraman, İçselleştirilmiş,Açık ve Gizli Oryantalizm www,dergipan.org

[1][4] Ahmet Yıldız, Kemalist Milliyetçilik S.222 Modern Türkiyede Siyasi Düşünce , Kemalizm, Cilt 2 İletişim Yayınları 4.Baskı, İstanbul 2004

5-Ahmet Yıldız, Age S:229Ahmet Yıldız, Age S:229

 

[1][6] Freya Mathews , Doğadaki Değer Yaşamdaki Anlam, S: 62 Ekoloji İnsan ve Toplum, Birikim Dergisi S:57-58, Ocak-Şubat 1994

7-Judit Plant, aktaran Mary Mellor S.131 Sınırları Yıkmak, Feminist, Yeşil Bir Sosyalizme Doğru Çev: Osman Akınhay, Ayrıntı Yayınları İstanbul 1993

 

[1][8]John Clark, Sosyal Ekoloji

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...