nevermore Oluşturma zamanı: Haziran 7, 2012 Paylaş Oluşturma zamanı: Haziran 7, 2012 Bilimsel gerçeği belirleyen, kesinliği ve önceden saptayabildiklerinin şaşmazlığıdır. Ancak bu hayranlık uyandıran nitelikler, bilim tarafından ikincil sorunlar düzleminde kalma, nihaî ve belirleyici konulara ilişmeme pahasına korunabilmiştir. Eğer fizikçi, gerçekleri resmettiği elini, yöntemlerinin işlerliğini yitirdiği noktadan esirgerse, her fizikçinin ardındaki insan, yarım bırakılan çizgiyi devam ettirir ve tamamlar; bu, gözün harabe hâlindeki bir kemerin eksik kısımlarını zihnen tamamlaması gibidir... Geçtiğimiz yüzyıl, zora başvurmasa da, elinden gelen tüm diğer yöntemleri kullanarak insan düşüncesini, sınırları kesin olarak belirlenmiş belli çerçevelerde tutmaya çalıştı. Bazı meselelere sırtını dönme şeklindeki şiddetli tavra şüphecilik (agnostisizm) dediler... En önemli, en güncel sorunlara kulaklarımızı tıkayarak nasıl devam edebiliriz ki? Dünya nereden gelip nerelere gidiyor? Kozmosun üstün kudreti nedir; Hayatın esas anlamı nedir? İkincil (sekonder) ve ara (intermediate) temalara kendimizi sıkıştırırsak, nasıl nefes alabiliriz ki? İhtiyacımız olan adamakıllı geniş bir perspektiftir; bir ön plânı, bir arka plânı olmak gerekir; yoksa kırık dökük bir dekor, sonsuz uzanımları kırpılmış ufuklar değil... Bu hayatî sorular peşimizi bırakmaz, isteyelim ya da istemeyelim, şu ya da bu biçimde onlar bizimledirler. Toward a Philosophy of History (Bir Tarih Felsefesine Doğru) José Ortega y Gasset " THE YALE REVIEW'DE YAYINLANMIŞ BİR MAKALE [bilim adamı ve psikologların fikirlerine geçmeden önce, Yale Review'in Bahar 1945 sayısında kısmen yayınlanmış aşağıdaki çalışmanın, tekrardoğuş ve ölümsüzlüğün bilimsel olarak ele alınması hakkında çok iyi bir yaklaşım sunduğu fikrindeyiz:] http://www.spiritualizm.com/kitap/kitapkapak2/kitapres/J.%20Paul%20Williams.jpg Bir Gelecek Hayata İnanmak Prof. J. Paul Williams, Mt. Holyoke Koleji Gelecek hayatlarla ilgili inançlar konusunda şüphecilik çok yaygındır. Bazı kişilerin bu konuya hiç ilgi göstermediği görülür, "Büyükbabam, ölüm sonrası hayata inanırdı." diyor bir editör. "Bu inanç olmadan yaşamın tahammül edilemeyecek bir şey olduğu düşüncesindeydi. Babamın şüpheleri vardı ancak ümidi de vardı. Bende bu konu, başka hiçbir şeyin yaratmadığı bir korku yaratıyor. Çocuklarıma gelince, bilebildiğim kadarıyla, bu konulara tamamen ilgisizler."... Yine de gündelik konuşmaların yüzeysel kalıplarının derinine inildiğinde, bu duyarsız tavrın bir çeşit gösteriş olduğunu ve çoğu kişinin gerçek hislerini yansıtmadığını anlarız. Çoğumuz, ölüm sonrası hakkında gerçek bir bilgiye ulaşabileceğimizi pek ummasak da, kendi kişisel kaderimiz açısından konuyla yakından ilgiliyizdir... Ben rasyonel düzlemi hiç terk etmeden, bir gelecek hayata inanmanın, inanmamaktan çok daha makul olduğunu savunuyorum. Ayrıca bunun temenni kabilinden bir düşünme tarzı olmadığı, modern bilimin keşiflerinin eskittiği birtakım eski fikirlere dalmak anlamına da gelmediği fikrindeyim. Gelecek hayatlar konusunda şüphe yaratmış bazı sebepleri irdelemek, bu fikri savunmanın en kolay bir yolu oluyor. Gençliklerinde cennet cehennem gibi saf fikirlerle büyütülmüş pek çok kişi, bu sebeplere şiddetli tepki gösteriyorlar. Tevrat ve İncil'de kullanılan bazı benzetmeler kelimesi kelimesine kabul edildiği için (*) çoğu dindar insan, bazı komşularının ebediyeti, sülfürle dolu fokur fokur kaynayan ateş göllerinde geçireceklerine, doğru kişilerin de inci işlemeli kapıları ve altından yollan olan bir yere gideceklerine kelimesi kelimesine inanıyorlardı. Karşılaştırmalı din araştırmaları da, geleneksel öğretilere ciddî bir tepki sebebi oluşturuyor. Ölüm sonrası tasavvurlarının, içinde doğdukları kültürün taleplerine son derece uygun düştüğünü görüyoruz. Müslümanlar çöllerde yaşadıkları için, onların cenneti yemyeşil bir vaha oluyor... Eskimo cehennemi, son derece soğuk bir yer oluyor; Kızılderili nihayet harika av alanına varacağını düşünüyor. Dr. Paul Tillich, Harvard Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, The Lost Dimension of Religion (Dinin Kayıp Boyutu (Saturday) Evening Post, 14 Haziran, 1958) adlı makalesinde şöyle diyor: "Batı dünyasında insanların din dışına kaymalarına yol açan ilk teşvik, dinin kendisinden geliyor. Büyük semboller, sembolizm değil de edebî hikâyeler olarak ele alındığında, savaş ta başından kaybedilmiş oluyor. Bu tavırlarıyla çoğu teolog (ve bugün birçok dindar sıradan kişiler) eşya ve olayların derinliği hakkında kuvvetli ifadelerin, ufuk düzleminde kısıtlı kalmasına alenen katkıda bulunmuşlar. Semboller bu şekilde güçlerini yitiriyor, fiziksel, biyolojik ve tarihî saldırılara kolayca yem oluyorlar. Eski İskandinavyalılar, bir Valhalla düşü kuruyorlar: Efsanevî savaşçıların gün boyu savaşıp, akşam olunca tekrar sapasağlam şölen sofralarına kuruldukları bir yer burası... Modern düşünceli birçokları sırf gelecek hayatla ilgili kaba saba zihniyetlere tepki gösterdikleri için, gelecek hayata dair tüm ümitlerini yitiriyor ve bu konuda fiilî bir inançsızlığı kabul etmek zorunda kalıyorlar. Bence, küvetin suyunu boşaltayım derken içindeki bebeği de deliğe kaçıran kişilere benziyorlar. Bir lokantada yedikleri et yemeği midelerine dokundu diye etten tamamen vazgeçen kişiler gibiler. Gelecek hayatla ilgili bir başka güncel şüphecilik sebebi de ruh inancının bazı kişilerde tamamen kaybolmuş olması. Felsefede "İnsan doğasının doğası nedir?" sorusu kadar gündelik yaşamla ilgili bir soru herhalde sorulamaz. Bu soruyu teoloji terimlerine şöyle tercüme edebiliriz: "İnsanın doğası nedir?" İnsan, bazı çağdaşlarımızın düşündüğü gibi sadece bedenden mi ibarettir? Yoksa bir bedendir de içinde bir de ruh mu barındırır? Ya da (bu farklı bir önerme olmak üzere) insan, bir ruhtur da, bir de bedene mi sahiptir? Felsefesi "çağdaşçılığın asitleriyle delik deşik olmuş" bir düşünür her çeşit ruh fikrini bir tarafa atar ve insanı sadece bir fiziksel mekanizma olarak tanımlar: Demir, sülfür, sodyum, karbon, su ve diğer elementler çok karmaşık biçimlerde biraraya gelmişlerdir. Genellikle kişiler bu materyalistik görüşü, gene saf fikirlere karşı oldukları için kabul ederler. Çoğu ilkel halk, ruhu nefes alıp vermeyle eş koşar, bu süreç ölümle sona erer; daha uygar olduğunu kabul ettiğimiz toplumlarda ruhun duman gibi bir çeşit madde, belki de ektoplâzma olduğu fikri hâkimdir; yaşam bittiğinde bedeni terk eden budur. Yetkin biyologlarımız insan anatomisini didik didik etmiş ancak bu çeşit bir töze rastlamamışlardır. Vardıkları sonuç şudur: En azından eski tarz tanımıyla, ruh diye bir şey mevcut değildir. Modern dünyada ruh fikrini bu şekilde kestirip atma alışkanlığı o kadar yaygındır ki, insanın fizik mekanizmalardan öte bir şey olduğu inançlarını kesin olarak ifade eden birçokları, ruh kelimesini geleneksel çağrışımlarıyla birlikte kullanmaktan kaçınırlar: Benlik ya da kişilik terimlerini tercih ederler. Gelecek bir yaşam inancını destekleyen önermelere gelmeden önce, dört ayrı gözlem aktarmak istiyorum. 1...Burada ölümsüzlük terimi bilhassa kullanılmamıştır. Bu terim, geleneksel olarak, öldükten sonra tekrar canlanacağımız ve tüm ebediyet boyunca yaşamaya devam edeceğimiz anlamında kullanılır. Bu noktada, insanların tekrar yaşayacaklarına inanmak bana, ebediyen yaşayacaklarına inanmaktan çok daha kolay geliyor. Samimî fikrim, zamansal ebediyetin iki ucunda neler vardır sorusunu çevreleyen muammanın, içinde bulunduğumuz ortamda, beşerî spekülâsyonlarla çözülebilecek bir şey olmadığı şeklinde. Bu yüzden ele alınacak önermelerden yalnızca bir tanesi, ölümsüzlüğü destekler niteliktedir. 2...Sadece şunu umuyoruz: Ya gelecek bir hayata inanmak, inanmamaktan daha mantıklıdır; ya da inanmamak çok daha mantıklıdır şeklindeki bir sonuca varacağız. Çünki, araştırma -psişik araştırma- verilerini kabul etmediğimiz sürece, üzerine önermeler yerleştirilecek bilimsel verilerin bulunmadığı bir alanda tartışılmaktadır... 3...İki büyük Doğu dininin, Hinduizm ve Budizm, gelecek yaşamı bir gerçek olarak kabul ettiklerini gördüğümüzde, gelecek yaşam meselesine hissî yaklaşımımız, maddî olarak çok daha ileri götürülmüş olur. Bu dinlerde insanın dünyaya tekrar tekrar doğduğu öğretilir. Gelecek hakkındaki görüşleri çok daha endişe yüklüdür. Bu sebeple bu dinlerin temel işlevlerinden biri insanlara tekrar doğmaktan nasıl kaçınılacağını öğretmektir. Hindu ya da Budist açısından, tekrar yaşama bir "temenni" olmayıp alenen katı bir realizm ifadesidir. Onların bakış açısından "temenni edilen şey" insanı bu "hayat çarkından" kurtaracak yolun, din tarafından bulunduğuna gerçekten inanmak olabilir. 4...Nihayet, bu tartışma, kişisel hayatın devamı meselesiyle uğraşmaktadır. "İyi tesirlerin ölümsüzlüğü" ya da türlerin gelecek hayatları, ya da şahsiyetlerimizin Tanrının Varlığında erimesi, su damlasının tekrar okyanusa karışıp kimliğini kaybetmesi şeklinde bir devamlılık konumuz dışında kalır. Burada konumuz bireyselliğimizin, kendimiz ve çevremizin farkında oluşumuzun devamlılığıdır. Bütün diğerlerini mantıksal olarak geride bırakan gelecek yaşam önermesi, sadece, eğer insanın bir ruhu mevcutsa, ölümden sonra yaşayacağını düşünmenin mantıksız olmayacağını ifade eder. Ancak insan yalnızca bir bedenden, bir fizyo-kimyasal tepkimeden ibaretse ve başkaca hiçbir şeyi yoksa, bu beden olarak tekrar yaşamayacağı açıktır. Fakat insan ruh ise, ya da muhtemelen içinde bir ruh barındırıyorsa, ruhun» ölümden sonra da kendini devam ettirme olasılığı için kapılar açıktır. Sonuç olarak, gelecek yaşam ihtimali, ruhun var olma ihtimalinden daha kuvvetli olamaz. Peki, insanlar, birer ruh mudur?... Ben, kişilerin bizzat tecrübe ettikleri için ruhların varlığına inanmaları gerektiğini düşünenlerdenim. Ailemin, kampüste rastladığım öğrencilerin, kâğıt oynadığım arkadaşlarımın sadece birer beden, birer makine oldukları ve esas itibarıyla bir sinema perdesinde izlediğim hareket eden ve konuşan imajlardan bir farkları olmadığı söylenebilir. Ancak bu, kabul edilmesi pek zor bir durumdur. İnsanın esasında basit bir fizyo-kimyasal tepkimeden çok daha fazlası olduğunu kabul etmek için kişinin başka insanlarla olan tecrübelerine ve kendi hakkındaki bilgisine başvurmasının çok daha kolay olduğunu düşünüyorum. Peki, insan, yaşayan bir ruh mudur? Cevaben, insanları gözleyin: Futbol oynayan çocukları seyredin; Shakespeare okuyun; sevdiğiniz birilerinin gözlerine bakın. İnsanların birer bedenden ibaret oldukları fikri, maddeden başka hiçbir şey olmadığı, ruhun mevcut olmadığı ve zihnin de hareket hâlindeki maddeden başka bir şey olmadığı fikrinin bir aşamasıdır. Bazı bilim adamları bu fikre dogmatik biçimde yapışırlar. Bu kişilerin prestiji sebebiyle de, birçokları modern düşünceye iyice hâkim her kişinin, maddî olmayan şeylere olan her çeşit inancı - dolayısıyla ruha olan inancı da- bir kenara atması gerektiği sonucuna varırlar. Halbuki, kâinatın sadece maddeden meydana geldiğini kabul etmeyen ve gelecek bir hayata inanmanın da akılcı bir şey olduğunu düşünen, aynı derecede prestijli başka bilim adamları da vardır. Her durumda, madde ve zihnin ne kadar gerçek oldukları bahsinde, bilim adamlarının biz ötekilerden daha imtiyazlı bir konumda olduklarını söylemek de mümkün değildir. Bu felsefî bir meseledir. Bizler de, ister şuurlu ister şuursuz olalım, birer filozof olmak zorundayız. Evrende madde dışında başkaca gerçeklikler de olduğu inancı, temel bir varsayımdır; düşünmeye başlanılan bir noktadır. Geleneksel olarak pek çok insan, zihnin çeşitli tezahürlerini deneyimlediğine inanır. Modern dünyamızda, her korkuyu yenen cesaret veya daha iyi bir dünyanın kurulabileceği umudu gibi... Tecrübelerimizin ... en az yeme içme ile ilgili tecrübelerimiz kadar gerçek olduklarını düşünmenin hâlâ rasyonel bir şey olduğunu görmekteyiz. Birer ruh olduğumuzu kabul etmek, gelecek bir hayat fikrinin kanıtlanıvermesi demek olmaz. Ruhlar ölümden sonra da yaşarlar mı? Hayatla ilgili yegâne tecrübemiz, bedenle ilintili olandır. Bazıları bu basit gerçekten hareketle, bedenin olmadığı yerde yaşamın da olmayacağı çıkarsamasını yaparlar. Oysa bu çıkarsama hiç de zorunlu bir şey değildir. William James, beden ve yaşam arasındaki ilişki hakkında benimsenebilecek iki görüş olduğu fikrindeydi: Birincisi, yaşamı, bedenin ürettiği şeklindeydi. İkincisinde ise beden yaşamı yansıtıyordu. Işığı kandil üretir. Kandil söndüğünde, ışığı da yok olur. Ayna ışığı yansıtır. Ayna bir kenara konduğunda, ışık var olmaya devam eder. Bu durumda, bedenin ruhu yansıttığını düşünmek, en az ruhu ürettiğini düşünmek kadar kolay değil midir? Ağrı va hastalıklarla dolu, çıban ve romatizmalara aday şu insan vücudunun; "Hamlet", evrim kuramı, psikoanaliz ve İşaya'nın 40. bölümü gibi şeyler ürettiğini düşünmek de mümkündür ama ben, tüm bunların, bedenlerini araç olarak kullanan canlı ruhların işi olduğuna çok daha kolay inanıyorum. Eğer ruhun beden tarafından üretilmeyip sadece yansıtıldığını kabul edersek, ruhun bedenden ayrı olarak var olabileceğine inanmak da mantıklı olacaktır. Maddeden ayrı olarak bulunan ruhlarla ilgili doğrudan tecrübeye sahip olmamamız, önermemizin ciddî bir zayıflığıdır ancak bu, bu tür ruhların var olmadığı anlamına gelmez, materyalistlerin bu çeşit mantık yürütmelere tipik reaksiyonları, bilinen gerçeklere yapışma çağrısı şeklindedir. Oysa materyalist bir bilim adamı da kendini sadece doğrudan deneylenmiş verilerle sınırlamaz. Deneylerimizin sınırlan o kadar dardır ki eğer düşüncemizi bunların ötesine götüremiyor olsaydık, insan düşüncesi çok cılız kalırdı. Bir atom ya da elektronu kim gözüyle görmüş?... Atom yapısıyla ilgili bütün fikirler çıkarsamadan ibarettir. Bunlara inanırız çünki elementlerin birleşme şekliyle uyumludur; çünki belli koşullarda fotoğraf plâkalarında belli birtakım işaretlerin neden belirdiğini açıklarlar... Yine de, basbayağı katı maddeden oluşan bir kayanın, gerçekte elektronların protonlar etrafında akıl almaz hızlarda dönüp durduğu minicik güneş sistemlerinden oluştuğunu söylediğinde fizikçiyi akıl dışı olmakla suçlamayız... Bir kâğıt tomarının çöp kutusuna düştüğünde yeryüzünü aşağı doğru bastıracağını ve yeryüzünün bu hareketinin de evrendeki her şeyi ayrı ayrı etkileyeceğini kim kanıtlayabilir? Halbuki bu sonuç, Newton'un hareket yasalarından çıkarılabilir. Kişi, fizikte çıkarsama mantığını kabul ettiği hâlde, teolojide reddediyorsa, düşünme alışkanlıklarında mükemmele eriştiğini hiç mi hiç zannetmesin. Gelecek bir yaşam lehine bir başka önerme de şu an hayatta olduğumuz gerçeğidir. Buradayız işte, bir zaman sonsuzluğunun göbeğindeyiz. Zamana bir sınır olduğunu düşünmek bile bizim için imkânsızdır...Bu doğru olsaydı, belli bir zamanda hayatta olma ihtimalimiz sonsuz derece aleyhimize olurdu. Halbuki işte hayattayız. Aleyhimize olan sonsuz sayıda ihtimalden kurtulmanın tek yolu, bizim de tıpkı zaman gibi sonsuz olduğumuzu kabul etmektir. Bu önerme, ölümsüzlüğün savunmasına dönüşüyor. Kişisel ölümsüzlük hakkında düşünmek genelde bu neticeye ulaşıyor. İnsan, doğumuna yakın bir yerde yaratılıyor. Gün gelip ölüyor, sonra da ölümsüzleşiyor. Benim tavsiye ettiğim fikirse, bu yaşam bittikten sonra yaşayacağımız fikrine ilâveten bu hayat başlamadan önce de yaşadığımız şeklinde önermenin gücünü hangi ölçüde kabul ederseniz edin, bu mantıksal olarak zorunlu bir kabuldür. Zira sonsuzluk, sonsuzun herhangi bir kısmından sonsuz derecede büyüktür. Sonsuzun herhangi bir parçasında yaşama olasılığı, diyelim ki doğumdan sonra, sonsuz ölçüde tek bir defanın karşısındadır. Bu nedenle bu yaşamdan evvel yaşamış olma ihtimalimiz, bu yaşamdan sonra yaşayacağımız ihtimaline denktir. Belki hafızamızda önceki bir varoluşla ilgili neden hiçbir şey olmadığı öne sürülebilir. Bu doğrudur ve bu yüzden önermeyi kabul ettiğimizde, önceki var oluşların hafızaya ulaşmasını engelleyen birtakım mekanizmaların harekete geçtiğini de kabul etmemiz gerekir.. Belki de bu çeşit düşünceler spekülasyonlara çok açıktır. Olabilir ancak şu an hayatta olduğumuzu düşünmek bize rahatlık verir. Gelecek bir hayata inancı kabul ederken bende en ağır basan fikir, kişiliğin -bildiğimiz en kıymetli şeyin- korunduğu bir evrenin, kişiliğin yok edildiği bir evrenden çok daha rasyonel olduğudur. Modern düşüncenin temel varsayımlarından biri, evrenin tutarlı olduğu, belli yasalara uyduğu ve kaprise (keyfî hareketlere) direndiği şeklindedir. Bilimin ulaştığı önemli sonuçlardan biri de evrendeki madde artı enerji toplamının sabit olduğudur. Şimdi tutarlı bir evren, en düşük tezahürü olan maddeyi muhafaza ettiği gibi, en yüksek tezahürü olan kişiliği muhafaza etmeyecek de ne yapacak?... George Herbert Palmer, karısının ölümüyle ilgili olarak şöyle yazmıştı: "Onun ölümü konusunda hiçbir pişmanlık yeterli değil fakat şimdi bunu kim düşünecek; ve eğer çözülmüş birkaç madde parçacığına bu kadar saygı gösterirken bu kadar harika bir ruhu ihmal ederse, kim bu dünyaya akıl dışı demez?"... http://www.spiritualizm.com/kitap/kitapkapak2/kitapres/bilimadami.jpg Bilim Adamı ve Psikologların Tekrar Doğuş Hakkındaki Fikirleri Bilim ve felsefe eski metampsikoz kuramım yeniden ele alıp bugünkü dinî ve bilimsel görüşlere göre yeniden biçimler ve insan inancının geniş okyanusuna tekrar sunarlarsa bu ilginç bir şey olur. Ancak insan düşünce tarihinde çok daha garip şeyler de olmuştur. James Freeman Clarke Antik Dönem ve Orta Çağ Fizikçileri Dr. Henry More, ruhun önceden varoluşu ve yeniden doğuşu konularına müspet yaklaşan büyük düşünürlerle ilgili çalışmasında, ünlü italyan fizikçi, matematikçi ve filozofu Giorolamo Cardan (1501-1576) ile "modern Galen" adı verilen Fransız doktor ve yazarı Johannes Fernelius'tan (fean Fernel, 1497-1558) bahseder. Dr. More, Fernelius'un "tıbbın iki büyük hocası olan Hipokrat ve Galen"in de aynı fikirde olduklarını keşfettiğini yazar. http://www.spiritualizm.com/kitap/kitapkapak2/kitapres/Paracelsus.jpg Paracelsus (1493-1541) Hayat, spirituel bir şeydir. Hayat, sadece insanlar ve hayvanlar gibi hareket eden varlıklarda değil her şeydedir; bedensel biçim ruh olmadan ne işe yarar ki? Form yok edilebilir ancak ruh devam eder ve yaşayan bir şeydir. Çünki ruh, öznel (sübjektif) hayattır. Ebeveynden aldığımız bedenin ... spirituel güçleri yoktur. Zira bilgelik ve erdem, inanç, umut ve merhamet yerden bitmez. Bu güçler insanın fiziksel organizasyonunun ürünleri değildirler. Görünmez ve yüce başkaca bir bedenin vasıflarıdırlar. Bunun tohumları da insanda mevcuttur. Fizik beden değişir ve ölür, yüce beden ise ebedîdir. Bu ebedî insan, gerçek insandır, o dünyevî ebeveynden üremez. Besinini topraktan değil, geldiği ebedî görünmez kaynaktan alır... Gelip geçici beden, ebedînin evidir; ona bu yüzden iyi bakmalıyız; ebedî insan görünmez de olsa vardır ve zamanla görünür hâle gelebilir... Bazı çocuklar cennetten, bazıları da cehennemden gelirler, çünki her insanda içsel bazı eğilimler mevcuttur ve bu eğilimler ruha aittir ve doğmadan önceki hâlini gösterirler. Cadılar ve büyücüler birden ortaya çıkmazlar, onlar kötülük kuvvetleriyle doğmuşlardır. Beden sadece bir araçtır; insanı cesedin içinde arayacak olursanız, bu çaba nafiledir... İnsanda ölüm ve yeniden canlanma devam eden bir süreçtir. Bir ağaç nasıl kendi tohumundan yeşerirse, yeni bir hayat da eskisinden öyle ortaya çıkar. Paracelsus and the Substance of His Teachings (Paracelsus ve Öğretisinin Özü) Franz Hartmann http://www.spiritualizm.com/kitap/kitapkapak2/kitapres/Georg%20Christoph%20Lichtenberg.jpg Georg Christoph Lichtenberg (1742-1799) Alman Fizikçi Doğmadan önce öldüğüm fikrini kafamdan atamıyorum. İçimden geçen her şeyi kâğıda dökecek olsam, bana deli derler. Onun için susmayı yeğliyorum. Selbstcharacteristik http://www.spiritualizm.com/kitap/kitapkapak2/kitapres/Johann%20Ehlert%20Bode.jpg Johann Ehlert Bode (1747-1826) Astronom, Bode Yasası adını onun isminden alır Çağdaşı Immanuel Kant gibi bu ünlü Alman astronom da ruhun çeşitli göksel bedenler boyunca geliştiği fikrindeydi. Fransız bilim yazarı Louis Figuier The Tomorrow of Death (Ölümün Yarını) adlı kitabında, Bode'un tekâmül yolculuğunun güneş sisteminin en soğuk gezegeninde başladığına, gezegen gezegen ilerleyerek en mütekâmil ruhların yaşadığı güneşe doğru yaklaştığına inandığını yazar. http://www.spiritualizm.com/kitap/kitapkapak2/kitapres/Charles%20Bonnet.jpg Charles Bonnet ve Fohann Lavater (18.yy) İsviçreli Bilim Adamı [bertholet, The Transmigration of Souls'da (Ruh Göçü) şöyle yazar:] Lessing, metampsikozla ilgili kuramının Cenevreli bir fizikçi olan Charles Bonnet'in fikirlerine dayandığını söyler. Bonnet, 1769'da Fransızca olarak Felsefî palingeni hakkında bir rapor hazırlamıştır. Beynin esas maddesinden bütün yaratılmış varlıkların, bedenselden esire kadar değişen tabiatlarının dönüşümüyle ilgili kanıtlar olduğunu ileri sürdüğü bilgiler vermiştir. Bonnet'in fikirleri çok başka topraklarda meyve verirler. 1770'de Lavater, Bonnet'in raporunu bazı eklemelerle Almancaya çevirir; bu tarihlerde ruh göçü inancı bazı çevrelerde büyük ilgi görmektedir... Bu dönem hakkında ilginç bir tanıklık olmak üzere, Zürihli bir kadının güncesinde şu satırlar yer alır: "Lavater'in Kopenhaglı dostları ruh göçüne inanıyorlar. Onlara göre, isa'nın şakirtlerinin çoğu yeryüzünde yeniden yaşıyorlar fakat birer aziz olarak yaşadıkları önceki hayatlarını hatırlamıyorlar." Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Haziran 7, 2012 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Haziran 7, 2012 http://www.spiritualizm.com/kitap/kitapkapak2/kitapres/Sir%20Humphrey%20Davy.jpg Sir Humphrey Davy (1778-1829) İngiliz Kimyacı Dış dünya bizim için bir duyumsamalar yığını olmaktan öteye geçmez. Varlığımızın hatıralarına dönüp baktığımızda öz ya da asıl benlik adını verebileceğimiz bir prensiple karşılaşırız; o hep vardır, belli bir duyumsama grubuyla ilintilidir, buna da beden ya da organlar diyoruz. Bu organlar başkaca duyumsamalarla ilgilidirler ve varoluş döngüleri boyunca hareket ederler, bazen bir duyumsama grubundan bir başkasına atlarlar ancak öz hep vardır. Bu işleyiş için, ne bir başlangıç saptayabilir ne de bir sınır koyabiliriz. Bazen uykuda bir düşün başını ve sonunu kaybederiz ve sadece ortasını hatırlarız; ayrıca bir rüya bir başka rüyadan tamamen bağımsız olabilir ve biz sonsuz çeşitte rüyanın farkına varabiliriz. Burada, birbiriyle ilintili olması gereken sonsuz sayıda geçmiş varoluşa inançla ilgili güzel bir paralellik vardır... İnsan hayatı ebedî ve ölümsüz bir yaşam biçimi olarak düşünülebilir; uyku ve rüya tecrübelerimizin tabiat itibarıyla ölüm ve doğum değişimleriyle aynı tipte olduğunu söylemek mümkündür... Bütün entelekt, belli bir yasaya göre ilerleyen bir değişim öyküsü olarak ele alınabilir. Biz bize lâzım olacak tüm bu değişimleri kaydederiz. Çocuk, ana rahminde yaşadıklarım unutur. Bebeklik hatıraları da öyledir, iki yaşından sonra tamamen kaybolurlar, oysa bu dönemlerde edinilen pek çok alışkanlık kalıcıdır... zihin yaşlandığı zaman, bir anlamda uykuya dalar ve yeni bir varoluşa uyanır. Bugünkü organizasyonuyla insandaki entelektin doğal sınırları vardır, eksiksiz değildir ama bu da maddî makineyle ilgili bir konudur ve çok daha organize bir biçim aldığında, çok daha yüksek kudretlere sahip olabileceği düşünülebilir. Bence, kaba duyumsama organları, sinirler ve beyin ölümle yok olsa da, düşüncenin çok daha incelmiş mekanizmalarının, bir başka hâle geçip duygu prensibine bağlanmaları mümkündür. Çünki tabiatı çok daha esiri olanın yok edilmesi daha zordur. Ben sezgisel olarak adlandırılan birçok yeteneğinin aslında ruhun çok daha incelmiş kılıflarına ait olduğunu düşünüyorum. Vicdan ise, belirlenmemiş bir kaynaktan gelir ve önceki varlık haliyle ilişkili olabilir. Consolations in Travel, Dialogue IV (Yolculuk Karalamaları, IV. Diyalog) Sir http://www.spiritualizm.com/kitap/kitapkapak2/kitapres/David%20Brewster.jpg David Brewster (1781-1868) İskoç Fizikçi [Özellikle ışığın polarizasyonuyla ilgili kesimleriyle tanınan bu ünlü bilim adamı, 1854'de More Worlds Than One, The Creed of the Philosopher & The Hope of the Christian (Birden Çok Dünya, Filozofun İnancı ve Hristiyanın Umudu) adlı bir kitap yazdı. Diğer gezegen ve yıldızlarda hayat olduğu kuramıyla ilgili olarak bir din adamı tarafından yapılan saldırıya cevap veriyordu. Brewster, insanın başka gezegen ve dünyalara enkarne olacağına inanıyor ve şöyle diyordu:] Bu malikâneler uzayın hangi bölgelerinde inşa edildiler, çamurlu toprak nerelerde yeniden kotarılıp canlandırıldı, ölümsüz varlık hangi süreçlerle hedefine varacak; akıl bize bunları belirleme şansı vermiyor. Ancak entelektüel insan için geleceğinin göksel alanlarda geçeceğinden şüphe etmek bir an bile mümkün değil. Bu yüce arayışlarla mı -sosyal ilişkilerle mi- olur, mahrem ilişkilerin yeniden tesisiyle mi olur, bilinmez... Önümüzde böyle bir yol varken, açılımı bu denli genişken ve bitirilmesi de bu kadar uzun sürecek gibiyken, hangi güzelliklere, hangi yüce biçimlere, hangi fizik ve entelektüel hazlara muhatap olacağımızın haddi hesabı yoktur: Ermişe bilgelik, yolcuya huzur, kırık kalplere hoşnutluk! http://www.spiritualizm.com/kitap/kitapkapak2/kitapres/Thomas%20H.%20Huxley.jpg Thomas H Huxley (1825-1895) İngiliz Biyolog ve Darwinci Ruh göçü doktrininde, kaynağı Brahmanik ve Budist spekülâsyonlarda bile olsa, kozmosla insanın uzlaştırılması lehine hazır malzemeler olduğunu kabul etmek gerekir. Bu fikirler, diğerlerinden daha kıymetsiz değildirler; ancak pek aceleci düşünürler, bunları saçmalık diye bir kenara atabilir. Evrim kuramı gibi ruh göçü de gücünü gerçeklikten alır ve benzetmelerden yola çıkan çok sayıda önermenin desteğine sahiptir. http://www.spiritualizm.com/kitap/kitapkapak2/kitapres/S%C3%ACr%20Edward%20B.%20Tylor.jpg Evolution & Ethics (Evrim ve Etik) Sìr Edward B. Tylor (183M917) Antropolojinin babası olarak bilinir [Tylor'un "Primitive Culture"(İlkel Kültür) (Cilt 2, Bölüm 12) adlı ünlü eserinde, ilkel kabileler ve eski halklardaki tekrar-doğuş kavramları karşılaştırıldıktan sonra şu yoruma yer verilir:] Neticede transmigrasyonun esas fikrinin insan ruhlarının yeni insan bedenlerinde doğacağı şeklinde doğrudan ve akılcı bir düşünceye dayandığı anlaşılıyor... http://www.spiritualizm.com/kitap/kitapkapak2/kitapres/Camitte%20Flammarion.jpg Camitte Flammarion (1842-1925) Fransız Astronom ve Yazar Eğer insan ruhu fizik organizmanın ölümünden sonra da yaşıyorsa, bu fizik organizmadan önce de var oldu demektir; önümüzde ve ardımızda aynı ebediyetin olduğu anlaşılıyor... Hepimiz dünyaya belirli tavırlarla atılıyoruz. Bunların kaynağı soyaçekimde bulunamıyor. Felsefî ve dinî açıdan, kendimizi 20.yy'da tekrar doğan ve bu çağın astronomi bilgisiyle tanışık Pisagorcular yerine koyalım. Bu, 20.yy'da, yedi bin yıl evvelinin doktrinlerine döneceğimiz anlamına mı gelecek? Hem evet, hem hayır. Evet, çünki eskiler bu konuda bizim zannettiğimizden çok daha bilgiliydiler. Hayır, çünki bugünkü bilimsel yöntemler, pratik teyit mekanizmaları ve açıklamalar sağladılar. http://www.spiritualizm.com/kitap/kitapkapak2/kitapres/Thomas%20Edison.jpg Death&Its Mistery (Ölüm ve Esrarı, Cilt 3) Thomas Edison (1847-1931) [Edison, Batı'daki ilk reenkarnasyonist dernek olan Teozofi Derneğinin (Theosophical Society) ilk üyelerinden biriydi. Son hastalığı sırasında gazeteciler ölüm sonrası hayata inanıp inanmadığını sordular. Şöyle cevapladı: "Aklımın erdiği yegâne ölümden sonra hayat tarzı, yeni bir dünya döngüsüne girmek biçiminde." (St. Louis Star Times) Sekseninci yaş gününde kendisine "İnsanın bir ruhu olduğuna inanıyor musunuz?" diye soruldu. Cevabı şöyleydi:] İnsanın bir yaşam birimi olmadığını kimse anlamıyor. Granit ne kadar ölüyse insan da o kadar ölüdür. Yaşam birimi, hücrelerde yaşayan, elektriksel anlamda son derece yüklü milyarlarca kümede bulunur. Bir insan öldüğü zaman, bu kümeler bedeni terk edip uzaya gidiyorlar. Ancak daha sonra yeni bir yaşam döngüsüne başlıyorlar ve ölümsüzler. Benim inancım bu yönde. ["The Diary and Sundry Observations of Thomas AJva Edison" (Thomas Alva Edison'un Çeşitli Görüşleri ve Günlüğü) adlı çalışmada, Edison bu görüşleri şu şekilde açıyordu; kısmen aktarıyoruz:] Hayatın yeryüzü dediğimiz şu küçük top üstünde başladığına bir an bile inanamıyorum. Bizim gezegenimizde canlı varlıkların evrimi için birleşen parçacıklar muhtemelen evrenin başka bir köşesindeki başka bir yerden geldiler. Bir yaşamın bir başka yaşamı getirdiğine de bir an bile inanmıyorum. Kendi bedenlerimizi düşünün. Ben sonsuz derecede küçük binlerce bireyden meydana geldiklerine inanıyorum. Bunların her biri kendi içinde bir hayat ünitesi, takım hâlinde -ben küme demeyi tercih ediyorum- çalışıyorlar. İşte bu sonsuz derecede küçük birimler sonsuza dek yaşıyorlar. Biz öldüğümüzde, bu birim kümeleri, arı kümeleri gibi, başka bir form ya da çevreye göçüp orada yeniden faaliyete geçiyorlar... Bilgimiz arttıkça, cansız, hayatiyet taşımaz diye bellediğimiz şeylerdeki hayatiyetin daha çok farkına varıyoruz. http://www.spiritualizm.com/kitap/kitapkapak2/kitapres/Sir%20Oliver%20Lodge.jpg Sir Oliver Lodge (1851-1940) Fizikçi ve Yazar Geçmişin tecrübesi ve hatırası, kendi organizasyonumuzda varlığını sürdürüyor. Biz, asırlık tekâmüllerin ürünüyüz. Şuurlu hafıza yanılabilir -yanılır da- ancak tecrübenin etkisi kalıcıdır. Bu doktrin eskidir, Eflâtun İsa'nın döneminden çok önce bunları öğretiyordu; Wordsworth, bunları evvelki asrın başlarında öğretiyordu; ete bürününce önceki varoluşların bütün hafızasını geride bıraktığımız doktrininden söz ediyorum. Belki soluk, gölgeli bir şeyler kalıyor, arada bir yetişkinleri de sarsabiliyor ama asıl çocuklukta çok güçlü... Alışılmadık birçok şey, keşfedilmeyi bekliyor. Tekâmül doktrini -bilgi sığasının evrimiyle ilgili olan-insan ruhuyla ilgili olarak tamamen doğrudur. Reason&Belief (Akıl ve İnanç) http://www.spiritualizm.com/kitap/kitapkapak2/kitapres/Louis%20Figuier.jpg Louis Figuier (1819-1894) Fransız Naturalist ve Bilim Yazarı Descartes ve Leibnitz, insan anlayışında, doğuştan denilen yani doğumumuzda, yanımızda getirdiğimiz bazı ideaların varlığını ispat ettiler. Bu kesinleşmiş bir şeydir. Bizim dönemimizde iskoç Filozof Dugalt Stewart, Descartes'in kuramını çok daha kesin hâle getirdi. Doğum sonrası insan zihninde evrensel olarak bulunan yegâne gerçek, doğuştan ideanın nedensellik fikri ya da prensibi olduğunu ortaya koydu. Bu, sebep yoksa sonuç da yoktur diyen ve aklın temelini oluşturan prensiptir... Doğuştan gelen fikirler ve nedensellik prensibi var oluşların çoğulluğu doktriniyle kolayca açıklanabilir, aslında bunlar zaten bu doktrinin çıkarımlarıdır. Daha önce var olmuş bir insanın ruhu, bu varoluş esnasında alınmış izlenimlerin izlerini kendisinde barındırır. Bu önceki enkarnasyondaki fiiliyatın hatıraları elbette kaybolmuştur ancak soyutlamalar... ruhun izleyen enkarnasyonunda korunmak gerekir... Tabiî eğilimler, özel kabiliyetler ve birtakım istidat, önceden edinilmiş izlenimlerin ve önceden alınmış bilginin nişanesidir; beşikten itibaren vardırlar ve evvelki bir yaşam hariç başka hiçbir şeyle açıklanamazlar... İnsan ruhu, muhtelif yolculuklara çıkar fakat hep aynı kalır. The Tomorrow ofDeath (Ölümün Yarını) http://www.spiritualizm.com/kitap/kitapkapak2/kitapres/Gustaf%20Stromberg.jpg Gustaf Strömberg (1882-?) Astronom [Dr. Albert Einstein, Strömberg'in The Soul of The Universe (Kâinatın Ruhu) adlı kitabıyla ilgili olarak şöyle yazmıştı: "Beni özellikle etkileyen, esas hükmünde gayet karmaşık bir araştırma sığasının biraraya toplanması için gösterilmiş şu gayret ve bütün bilgilerin aslında Bir olduğu fikrinin ilk defa bu kadar kesin bir kararlılıkla sergilenmiş olması." Aşağıdaki bölüm, 29 Nisan 1940 tarihli Times'da yayınlanan kitapla ilgili bir eleştiriden alınmıştır:] Hafıza, maddeden bağımsızdır. Eğer, hayat esnasında maddenin yenilenmesine karşın varlığını sürdürebiliyorsa, neden ölüm sonrasında beyin hücrelerinin dağılmasına rağmen kendini devam ettirmesin? "Ferdî hafıza, uzay ve zamanda silinmez bir yazıyla kaleme alınmıştır: çelişim hâlindeki Kozmosun ebedî bir parçasıdır." Dr. Strömberg, ruhu "Beşerî varlığın egosu... insanın zihnî/mantal bileşkesine birlik getiren bir öğe" olarak tanımlar. Maddî olmamakla birlikte gerçek bir yapısallığı mevcuttur, kuvvet alanlanın andırır. Bu nedenle kütle ve enerjinin korunumuyla ilgili tamamen fiziksel kanuna benzer bir yasayı çiğnemeden, iptal edilemez. İnsan ruhu ölüm sonrasında tam olarak ne gibi tecrübeler yaşıyor? Yazar bu konuya pek girmemiş; sadece ruh göçünün tamamen mümkün olduğu kanaatini dile getiriyor. http://www.spiritualizm.com/kitap/kitapkapak2/kitapres/Dr.%20Hermann%20Weyl.jpg Dr. Hermann Weyl (1885-1955) Matematikçi [Dr. Weyl'in, bilimin metafizik inceliklerini ele alan üç konferanstan oluşan The Open World (Açık Dünya) adlı kitabından alınmıştır:] Fizik, meydana gelen her şeyin koşulsuz gerekliliğini sağlayan ve gerçekten tutarlı olan bir determinizme asla destek vermemiştir... Kant'ın [özgür irade ve determinizm] ikilemi için sunduğu çözüm, ancak, insan, bireyin ebediyetten ebediyete süren mevcudiyetine samimiyetle inanırsa işe yarar; bu mevcudiyet bir Leibniz monadı biçimindedir veya Hintlilerin ve Schopenhauer'in inandığı metampsikoz yoluyla olur. Mamafih, fiziğin, Doğanın gerekliliğinde bir boşluk olduğunu inkâr etmeyişi de, bir o kadar önemlidir. http://www.spiritualizm.com/kitap/kitapkapak2/kitapres/Julian%20Huxley.jpg Julian Huxley (1887-1975) Biyolog Yumurta ve spermler kuşakların kaderini taşırlar. Yumurta sonsuz sayıda imkânlar kombinasyonundan sadece birini alır: Kart kombinasyonları itibarıyla birbirinden fiilen farklı milyonlarca sperm çiftiyle karşı karşıyadır. Sonra, piyesin en önemli anı gelir. Yumurta ve spermin birleşmesinden, kocaman bir bireyin başlangıcı üretilir... Burada, milyonlarca olası birlik biçiminden belli birinin seçilmesi tamamen bir talih meselesi gibi görülebilir. Biri bir deha, diğeri bir zihinsel özürlü üretecektir, vs... Tüm bu konuların inceliklerini kavradığımızda, düşüncemizden her çeşit korku ve batıl itikadı silebiliriz. Metampsikoz doktrinine gerek kalmaz. What Dare I Think (Düşünmeye Cesaret Ettiklerim) [Not: Julian Huxley ve George Russell'ın soyaçekim ve tekrardoğuş hakkında, nakledilmiş bir sohbetleri için kitaba ulaşınız.] ( Tekrar Doğuş, Evrensel Yasa 3 - Bilyay Vakfı ) Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.