nevermore Oluşturma zamanı: Temmuz 18, 2012 Paylaş Oluşturma zamanı: Temmuz 18, 2012 Niçin Psikohijyen? Ruhsal, zihinsel ve insani etik alanında karşı karşıya bulunduğumuz bu tehdit edici durumun aciliyetini kavramak, kanımca hepimiz için önemli olan bir zorunluluktur, evet hem de her şeyden önce gelen bir zorunlululuk. Diğer taraftan konu bedenimiz olduğunda ise, bazı temizlikleri hastalık derecesine vardırıyoruz. Hava geçirmez kapalı torbalarda ya da daha kötüsü, tüm tohumları ve hatta doğayı öldüren sprey kutularındaki hijyen, bu zamanımızın karakteristik bir ürünüdür. Gerçekten zorunlu olan ise, yıllar boyunca koku bulutları altında görünmez kılınmıştır. Hijyen, sadece beden için bir zorunluluk değildir. Hijyenden anlamamız gerekenin ne olduğunu, küçük bir sözlüğün kısa bir tanımı içinden kolaylıkla çıkartabiliriz: "Bakım ve uygun bir yaşam tarzı sayesinde sağlığın korunması, hasta edici etkenleri insanın yaşam alanından uzak tutmak." 'Psikohijyen' sözcüğü altında şunları okuyoruz: "...her şeyden önce aşırı yüklenmelerden kaçınmaya, çevreden gelen dönüştürücü yüklenmelerden uzak durmaya, akıl dışı görüşlerin ve davranış biçimlerinin düzeltilmesine dayanmaktadır." Dışta ve içte kimyasalların kullanımı sayesinde hijyen sağlanamaz, evet hijyen ancak kendi Ben'ine ve bunu çevreleyen doğaya karşı pozitif bir temel yaklaşım içinde bulunularak ve dengeli, akıllı bir yaşam sürdürülerek sağlanır. Doğru ölçüyü korumanın ne kadar önemli olduğunu kendi günlük deneyimlerinizden biliyorsunuz. Kemoterapi ilaçları ve aynı ölçüde doğal şifa ilaçları da aşırı dozda kullanıldığında zehir etkisi yapabilirler. Aşırı kullanıldığında süt dahi insana zarar verebilir. Kaymağı alınmamış süt, yüksek miktarda hayvansal yağ içerir. Alman birasının, yüzyıllardır geçerli olan bir temizlik standardı içinde yapıldığı gerçeği, bunun para dışında hiçbir bedel ödemeksizin, özel müşteri masaları üzerinde litrelerce içilebilir olduğu anlamına gelmez. Kadim bir atasözü şöyle der: "Ölçülülük uzun yaşar, aşırılık erken ölür." Bu söz bugün de doğruluğunu aynı ölçüde korumaktadır. Fakat günümüzde bazı insanların, ölçüsüzlük yüzünden ne kadar erken yaşlandıklarının farkına varmamaları, çağımızın gelişmiş tıbbi bakım olanaklarının erken ölümü engellemesine dayanmaktadır. Gerçek bir uzun yaşamın yerini burada uzatılmış bir görünüm almaktadır ve bu, modanın yardımıyla genç görünümlü bir örtüye de büründürülmektedir. Önceki nesillere iyi gelmeyen bir şeyleri, zarar görmeden yapabilmemizi, günümüzün tıbbi gelişmeleri dahi sağlayamaz. Çizgiyi aşmamıza olanak sağlayacak bir ilerleme hiçbir zaman olamayacaktır çünkü aşırılık, ne yaşam sevincini ne de iç dengeyi sağlamaktadır. Günümüzde birçok insanın gereğinden fazla içip yemesi, genel bir dengesizliğe işaret eden bir semptomdur ve bu dengesizlik bizim ölçüsüz isteklerimizin ve aşırıya vardırılmış maddi ihtiyaçlarımızın bir sonucudur. Bu maddi istekler genelde yaşam bedeliyle ödenmekte ya da etik açıdan hoş olmayan bir umursamazlık ile sonuçlanmaktadır. Refah içinde bulunulması, ruhumuzun gerçek yaşamsal ihtiyaçlara gereksinim duymadığı anlamına gelmez. Tabi ki durum bunun tam tersidir: Bizler ruhun ihtiyaç duyduklarını ondan esirgemekteyiz, oysa insanın sağlıklı olması için, onun bunlara mutlaka ulaşması gerekir. Fakat biz ne yapıyoruz, onu aç bırakıyoruz ve tabi ki bu arada kendi yüzeysel isteklerimizi karşılamak için elimizden gelen her şeyi yapıyoruz. Dışsal duyumsuzluğun ardında genelde saygınlık, kabul edilme, ilgi ve sevgi gibi ruhsal açlıkların yattığını, her psikolog kendi günlük çalışmalarından bilir. Ruhu için düzenli ve bilinçli olarak bir şeyler yapmayan birisi, belki de onun farkında olmadığı için ya da onun var olduğuna inanmak istemediği için içinde öyle bir ortam oluşturur ki, bu ortam unutulmuş bir arka bahçeyi ya da bakımsız bir bodrumu hatırlatır. Fakat psişe, zorla içine sokulduğu bu kötü durumla yetinmeyecektir. Maddi zenginlikler yaşamın anlamının yerini alabilecek bedeller değildir. Para, mal ve mülk olası bir içsel boşluğu ne sonsuza dek örtebilir ne de bunu doldurabilecek şeylerdir. Kimin elinin altında fazlasıyla dışsal tatmin araçları ve avuntular bulunuyorsa o, egosuna sınırlar koyma ve hayır deme yetisini kaybetme riski ile karşı karşıya bulunuyor demektir. Alışkanlıklara ve bağımlılıklara karşı mücadele veren her hasta için, asıl büyük sorun da budur. İnsan kendini kontrol edemediği sürece hoşnutluk olanaklı değildir. Dışsal zenginlik içsel niteliğin yerini tutamaz. Yaşamın anlamını dışsal parıltı ve görkemle doldurmanın örneklerini arayan birisi, örneğin araba ya da bir ev satın alınırken, bununla hangi beklentilerin karşılanmak istendiğine iyice bir dikkat etsin. O görkemli villalar şöyle der gibidir: "Bakın, ben ne muhteşemim! Ne de sağlam duruyorum!" Araba da şunların sinyalini veriyor gibidir: "Bakın bana, Tanrı bilir ne kadar ucuz, nasıl da parlıyorum! Bu ne güç! Bu ne atiklik!" Böylece kişi yanlış yönlendirilmiş saygınlık düşüncesi içinde komşusuna kudretini, mevkisini ve mesleki başarısını parlaklığı ve tüm görkemliliğiyle sergilemek istiyor! Kaplıca kürlerinin kurucusu Alman rahip ve natürist Sebastian Kneipp'ın verdiği tavsiyeler hakkında bildiğimiz, onun genel olarak doğal beslenmeyi ve sağlığı destekleyen bir yaşam tarzını salık vermiş olduğudur. Fakat bunun yanında sade giyinmeyi, her şeyiyle sade bir ev, evet aslında tüm yaşamı her şeyiyle sadelik içinde şekillendirmeyi tavsiye ettiği de genel olarak unutulmuştur. Günümüzde şifalı kaplıcaları ziyarete gelen ve öğünler arasında günde birkaç defa banyo yapan ziyaretçilerin çoğu, tabi ki günümüzde güncelliğini yitirmiş olan bu tür tavsiyeleri, natürist bir öncünün sapkınlıkları olarak göreceklerdir. Ancak Sebastian Kneipp hoşnutluğun, kendiyle barışık olmanın ve dengenin temelini alçak gönüllülüğün oluşturduğunu çok iyi biliyordu. Ölçülülüğün ve alçak gönüllülüğün olmadığı yerde psikohijyen de olamaz. Bu, kesinlikle yaşamın tatlarından ve güzelliklerinden mahrum kalınacağı anlamına gelmez. Sofuluk da hastalık derecesine vardırılabilir. Bu arada modern konforu tamamen reddedenler için, şu atasöz geçerlidir: "Tatların tamamını reddeden, çok geçmeden kendisi de tatsızlasın" Natürist, mistik ve rahibe Azize Hildegard von Bingen on ikinci yüzyılda din kardeşlerinin aşırıya kaçan işgüzarlıklarını şu akıllıca şiar düstur ile frenledi: "Ölçüyü koruyun! Erdemde de!" Önemli olan ortayı bulmak, aşırıdan kaçınmak, dengeyi aramak ve bu anlayış içinde kendini sürekli bir çaba içinde düzenlemek, düzeltmek, yenilemek ve çabalamaktır. Kendini Bulmanın Zorluğu Antik çağın en büyük imparatorluğu olan Romalılar çöküş dönemlerinde Cermen kabileleriyle karşı karşıya geldiklerinde, onların sağlıklı, yapılı bedenlerinin yanında hayret uyandırıcı karakteristik ve ahlaki özelliklerinden de etkilenmişlerdi. O zamanlarda onlar, beden ve ruhun bir bütün olduğunu biliyorlardı. Tüm dünyaca tanınan bir latin alıntı şöyle der: "Sağlıklı zihin, sağlıklı bedendedir" ve bu sağlıklı birlik, bireyin ve topluluğun iyiliği içirt çalışmaktadır. Onların imparatorlukları yıkıldı gitti, çünkü onlar bu birliğin şartı olan dengeyi kaybetmişlerdi. Soru, günümüzde herkesin, kendine giden doğru yolu bulmayı nasıl başarabileceğidir. Örnekler nadirdir. Eğitim ve okul üzerinden geçen yol, bu açıdan temelde az şey vermektedir. Gençler ağırlıklı olarak entelektüel yetileri açısından eğitilmektedir, tek yönlü ve taraflı olmasaydı, elbette bunda bir sorun olmazdı. Sonra, 'kendi alanını' öğreniyor, yani mesleğinde olabildiği kadar erken başarıya ulaşıp en kısa zamanda para kazanabilmesi için branşlaşıyor. Çalışma zamanları dışında ve tatilde, kendini tamamen kaybetmesi için, her türlü olanak sunuluyor. Peki bu genç insana, ister coşku, ister anlayış zemini üzerinde olsun, kendi içine yönelmesi ve kendini bedensel, ruhsal ve zihinsel açıdan sağlıklı bir kişilik olarak yapılandırması için kim yol gösterecek? Günümüzde çoğumuz, ancak tavukların kuluçka makineleri kadar insancıl olan imalathanelerin, büroların içinde çalışmak zorunda kalıyoruz. Elbette böyle ortamlarda insanın özü desteklenemiyor, tersine morali çökertilip köreltiliyor. Akşam eve vardığında ise, acilen kendine gelmesi ve kendini toplaması gerekirken, televizyon insanı bundan da alıkoyuyor. Çevresindeki her şey insanın kendisini mutlu kılacak olan kendini bulmayı gerçekleştirmek ve kendisiyle barışık bir anlayışa ulaşmasına yardım etmek yerine sürekli eleştiride bulunmakta ve tabi ki üretime katkıda bulunmasına ve her şeyin daha fazlasını istemesine teşvik edilmektedir. Hayatı boyunca sabahtan akşama kadar büroda oturmak ya da üretim bandında çalışmak zorunda olan herkes, beden yapısının değişime uğrayacağını, yıpranacağını ve bunun son derece acı verici zararlara yol açabileceğini bilir ve yine de bu riski göze alır. Televizyonun sunduğu heyecanlar da en az bunlar kadar zararlıdır: Bunlar gerçekten ruhu rahatlatamaz. Ekrandaki cinayet ve ölüm ya da yapay mutlu son insanın kendi gerçek ruhsal deneyimlerinin yerini dolduramaz. Ruh da, çalışmadıkça paslanır. Sevgi dolu, mutlu, duyarlı, samimi, anlayışlı olmak ve kalmak ancak bunlar üzerinde çalışıldıkça mümkündür. Avusturyalı tanınmış davranış bilimcisi Konrad Lorenz, durumumuzu şöyle değerlendirmektedir: "İnsanın insancıl özellikleri, kelimenin tam anlamıyla düşüştedir ve neredeyse dibe vurmak üzeredir. Dünyanın her yerinde artış gösteren bir değerbilmezlik söz konusudur. Çıkar yarışı özel hayatlarımızı elimizden almış ve kendi boyunduruğu altında bizi kendine bağlamıştır. İnsanlık inanılmaz derecede bilgisiz ki, üzerine doğru çullanan tüm gölgeleri, kötülükleri, olumsuzlukları ve üzerine doğru akan tüm negatif enerjileri, kaçınılmaz kadermişcesine kendi üzerine çekip her şeyi oluruna bırakıyor. Önümüze sayısız şekillerde çıkan bu değer bilmezliğin sebebi, büyük bir oranda kitleleştirilmek, yani herkesin kendi kişisel gelişimi için geriye bırakılmış olan son dar alanın dahi neredeyse yok edilmek üzere oluşundan kaynaklanmaktadır." Eski zamanlarda ruhsal yakınlıktan, duyarlılıktan ve sevgi dolu bir anlayıştan söz açıldığında sıcaklıktan söz edilirdi. Bu bağlamda 'sıcaklık' sözcüğünü daha yeni yeni kullanmaya başlıyoruz. Böylece günümüzde aile sıcaklığından, iş sıcaklığından ve politik sıcaklıktan söz edilmektedir vs. Nerede bir şeyler gelişecek, yeşerecek, tohum salacak ve filizlenecekse orada hoş, dengeli, düzenli bir sıcaklık gereklidir. Nerede dengesiz, aşırı bir sıcaklık varsa, tohum orada çekirdeğin dışına dahi çıkamaz ve doğal olarak filizlenemez. İnsanın içindeki değerli özellikler ve yetiler için gerekli olan sıcaklık şartları oluşturulamadığında da durum bunun aynı olur. Termometreyi kullanmış olan herkes, biyosistemimizin ısısının belli bir sabit derecede bulunduğunu bilir. Bu, insanların çoğunda aynıdır: tam 36,6 derece. Eğer ısı değişirse, o zaman biliriz ki hastalandık. Eğer ısı birkaç derece daha değişirse, o zaman ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalır, hatta ölürüz. Ruhsal ısımızın hareket alanı da hu kadar dar ve kısıtlıdır. Gelişmiş refah toplumumuzun bir çok üyesi, henüz genç yaşlarında bir ruhsal soğukluk salgınına yakalanıyor ve hiç kimse onların psişesi ile yeterince ilgilenmediği için gitgide artan bu ruhsal soğukluk sebebiyle can veriyorlar. Beden ısıları halen doğru veriler gösterebilir, fakat ruhsal verileri sıfırı göstermektedir. Organizmamızın, gerektiğinde beden ısımızı onda bir derecelik bir kesinlik içinde sabit tutabilecek bir dizi mekanizması vardır. Ruhumuz için ise, eğer kendi üzerimizde sağlıklı ve verimli bir ruhsal sıcaklık oluşturmak ve bunu korumak istiyorsak, bu durumda söz konusu toplumumuzun içinde bulunduğu şartlar altında, bunun için elbette kendimiz bir şeyler yapmalıyız. Yumurtanın kuluçka sıcaklığına, yavru kuşun yuva sıcaklığına, ailenin kalp sıcaklığına, insanlık toplumunun insanlar arası sıcaklığına ihtiyacı olduğu gibi bedenimizin de beden ısısına ihtiyacı vardır. Isı ve sıcaklığın yerini nerede akıl alıyor ise, orada hastalıklar alır başını gider. Bir zorunluluk olan bu sıcaklık sadece bir insanın kendi yaşamının anlamını bulduğu yerde oluşabilir. Bu anlamın özel yaşam için, ne kadar önemli olduğunu Avusturyalı büyük hekim ve psikoterapist Viktor E. Frankl şöyle açıklıyor: "insanı derinden ve neticede her taraftan kuşatan, ne güç isteği ne de şevk isteğidir, bu Freud'un bir yanılgısıdır, bilakis manaya karşı duyulan bir istektir! Ve manaya karşı duyduğu bu kendi isteği dolayısıyla insan, manayı bulmayı ve bunu gerçekleştirmeyi hedeflemektedir, fakat aynı zamanda diğer insan varlıklarıyla samimi olmayı ve onları sevmeyi 'de istemektedir. Her ikisi de, hem gerçekleştirmek hem de karşılaşmak, bunlar insanı mutlu kılan ve ona şevk veren sebeplerdir." Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Temmuz 18, 2012 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Temmuz 18, 2012 Sevginin Değeri Anlamlı ve yaşamaya değer bir yaşam, sevgi olmaksızın düşünülemez, iyiliğin ön şartı sevgidir. Sevginin yerini hiçbir şey dolduramaz. O, sağlıklı bir gelişim için, en çok gerekli olan şeydir. Bebek sadece acıktığı ya da susadığı için değil, bilhassa annesinin kollarında kendini güvende hissetmek ve onun sevgi dolu ilgisini ve insani sıcaklığını hissetmek için bağırıp ağlar. Kendi kendine yetersiz ve çaresiz bir bebeğin ya da çocuğun, korkularını atabilmesi için sevgiye ihtiyacı vardır. Şevkat ve sevgiye, iyi niyetli davranışlara ve derin insani ilişkilere özlemimiz bir hayat boyu sürer. Modern insanın göz boyayıcı dış görüntüsünün ardında, aslında gerçek bir sıcaklığa olan açlık yatar, sevmeye ve sevilmeye olan açlık, fakat bununla birlikte insanların çoğu sevememe hastalığına da yakalanmışlardır ve bundan dolayı büyük acılar çekmektedirler, evet sevememektedirler, çünkü en çok ihtiyaç duydukları anda, çocukluk zamanlarında onlara yeterince sevgi verilmemiştir. En muhteşem, en büyük akıl kültürü dahi sevginin yerini dolduramaz. Tamam bilgi güç demektir, fakat hiçbir ruh, sadece güçle yetinmez. ikinci dünya savaşı sırasında Josef Stalin'in huzurunda Papa'dan söz edildiğinde, diktatörün sorduğu sadece şu olmuş: "Papa'nın kaç tümeni var?" insanlar üzerinde kuracağı dışsal güç ve dışsal hakimiyet peşinde olan birisi olarak o, Papanın Katolikler için ne anlama geldiğini ya bilmek istemiyordu ya da bilmiyordu. Buna karşın biz, bir tarafta politik, ekonomik ya da askeri güç ve diğer tarafta bulunan ruhsal güç arasındaki farkı bilmek durumundayız. Çünkü insanların büyük bir kısmı kendini hala Hristiyan olarak görmektedir. İsa, insanların ancak sevgiye yönelerek şifa bulabileceklerini bildirdi. Ve o, sevgiyi, inanırlarına bir emir kıldı. Onun tebliği bir kalp dinidir. Kim İsa'ya inanıyorsa, o onun tebliğ ettiğine de inanmak zorundadır: Sevginin bizim en değerli mirasımız olduğuna ve yaşamımızın anlamının gerçekleştirilmesi anlamına geldiğine ve bunun bu yaşamın ötesine uzandığı müjdesine inanmak. Onun öğretisi, bizim sorunlarımızın çözümüdür. Bizim terapimiz, bizim eksik bırakılmış olan gelişimimiz ve bizim sonsuz tekamülümüzdür. Şimdi şayet Hristiyanlar, İsa'nın öğretisinin kilisenin içinde kalması gerektiğini ve onun psişe, psikoterapi ve psiko hava ile pek alakası olmadığını düşünüyorlarsa, o zaman bu, onların inandıkları bu dini anlamadıkları anlamına gelmektedir. Friedrich Nietzsche'den daha önce bir alıntıda bulunmuştuk, o, Tanrı'nın öldüğünü ilan ederek ve Hristiyanlığı reddetmişti, fakat o iyi bir psikologtu. Cin gibi zekasıyla bir zamanlar Hristiyanlara kinayede bulundu ve dedi ki, onların hepsi çok az neşeli görünüyorlar. Onların asık suratları, İsa'nın onlara müjdelediği gelecekle hiç mi hiç örtüşmüyor. Birkaç yılımı Kanadanın kuzeyindeki yüksek bölgelerde geçirdim, bataklık, neredeyse insansız bir eski orman bölgesi, insanların çoğu ona lanet okurdu, fakat ben ona ilk görüşte aşık oldum. Bu sevgi sayesinde içimde, dünyanın bu soğuk bölgesinde, sayısız sezgiler ve güzellikler kendini gösterdi, bunlara dair geriye bakıp bir değerlendirmede bulunduğumda, yaşamımın bana sunduğu en zengin ve en heyecanlı yıllarının olduğunu hiç tereddüt etmeden söyleyebilirim. Orada, bizim dilenci derecesinde fukara kimseler olarak göreceğimiz bir kızılderili kabilesinin eski av topraklarında, bir Gülenler Ülkesinde yaşadım. Bu kadar hoşnut, neşeli, dengeli ve kendileriyle barışık insanları, buralarda tasavvur dahi edemeyiz. Pozitif yaşam tarzlarının temel sebebi, tüm Varlığın, insanların ve kendi Ben'inin kayıtsız şartsız onanmasıydı. Bizde ise her şeyi ortaya koyan şu slogan geçerlidir: "Yaşam bir mücadeledir!" Yaşam mücadelesinden söz etmek için orada daha çok sebep bulunmasına rağmen, böyle bir düşünce oradaki insanların aklının ucundan dahi geçmezdi, çünkü insan sevdiği şeye karşı mücadele etmez, ona karşı savaşmaz. Uzak kuzeyin bu kızılderilileri, aynı uzun, dayanıklı, çevik talga çamları gibi esneklik sanatını tüm maharetleriyle anlayıp uygulayabiliyorlardı. Eğer sabit ve hareketsiz olsalardı, sürekli değişen yaşam şartlarına ayak uyduramazlardı. Psikohijyenin temel ilkeleri olan aşırı yüklemelerden, anlamsız engellerden, anlamsız karşı koymalardan, anlamsız dirençlerden sakınmak ve bunlara esnemek, doğa ilkeleriyle ve ruhsal olarak sağlıklı olan doğa insanının davranış biçimleriyle uyum içinde olduğunu, onlar çok iyi göstermektedir. O zamanlarda şunu anladım, bizler kendi ülkemizde ve hatta biz beyazlar tarafından yerleştirilmiş olan batı kültürünün yaşatıldığı her yerde, geçmişte olduğu gibi hala daha şiddete inanıyoruz ve sömürüden başka bir amaç gütmüyoruz. Tamam sevgiden çok söz edilmektedir fakat genellikle yaptıklarımızın sevgiyle yakından uzaktan hiçbir alakası yoktur. Sevgi insanı kör etmez, bu deyiş bunu bize böyle işlemek istiyor ama aslında; sevgi insanlara pozitif görüşü öğretir. Dolayısıyla sevgi gücünden yararlanmayı öğrenmeliyiz, çünkü o bize, doğanın, her ağacın, her çiçeğin, her hayvanın, her çocuğun, tüm çevrenin; birlikte yaşadığımız insanların içindeki ve kendi içimizdeki sevgiye değer olduğunu, iyi ve güzel olanı yep yeni gözlerle görmemizi sağlar. Sevginin gücüyle bakmaya veda ediyor ve görmeye merhaba diyoruz ve bakmayarak hataları görmemezlikten geliyor ve hiçbir şeyi hiçbir şekilde sahiplenmiyoruz. Sevginin gücüyle daha baştan hakkımız olan ne ise onu içselleştiriyoruz. Sonra görüyoruz ki, aslında ne kadar da zenginmişiz, bu öyle bir gerçek ki, ne yazık ki insanların çoğu bu gerçeğe hiç olmadığı kadar kendilerini kapamaktadır, çünkü onlar sadece satın alınabilir olana konsantre olmaktadırlar. Sevgi gücü sayesinde keşfedilmiş olan bir bağ ile, evet tüm Varlığa olan bir bağ ile bizler ortak, sınırsız zenginliğimizin farkına varmaktayız. Artık öğrenmeli, sevgi taşımayan her şeyi aşmalıyız, bunlar bizi dışsal olduğu kadar içsel olarak da sömürmekte ve bizi ve tüm dünyayı büyük tehlikelere sokmaktadırlar. İnsanlık, sevecenlik, anlayış, samimiyet ve hoşgörü, tüm bunlar, iyi niyet taşıyanlarımız için olanaklı ve yapılabilir şeylerdir. Diğer taraftan her birimiz, içsel vurdumduymazlığı ve insanlık dışı nesnelliği, ki bunlar ve bunlara benzer davranışlar genelde tecrübeli kişiler tarafından zekice bir davranış olarak gösterilmekte ve hatta öğretilmektedir, evet bizler tüm bunları insanlar arası ilişkilerimizde bir kenara atabilme gücüne kesinlikle sahibiz. Bunları gerçekleştiren kişi, her şeyiyle birlikte dünyanın artık kendisi için de ne kadar dost bir yere dönüşmüş olduğunu keşfedecektir. Toplumumuz içinde, ki bundan hepimiz sorumluyuz, sevgisizliğin vardırıldığı noktanın çoktan sınırı aştığını ve bir çok şeyin ters yüz edildiğini söylediğimizde, buna hiç kimsenin bir itirazı olamayacaktır. İnsanları kullanmak ve nesneleri sevmek öyle mi? Doğrusu kendi iyiliğimiz için, bir an evvel doğru davranış biçimine tekrar geri dönmeliyiz: nesneleri kullanmak ve insanları sevmek. Kim ki her yaptığını sevgi ile ve sevgiden dolayı yapar, onun mutlu bir insan olma şansı, ülkenin en zengin adamından bile daha yüksektir. Etrafına iyilikler yayar ve bunun doğal bir sonucu olarak, eski bir anlayış ile açıklamak gerekirse, kendisinin böyle bir beklentisi olmasa dahi, iyilik bulur. Sevgi her şeyi aydınlatır ve değerlendirir. O bizi ve kuşattıklarını, Varlığın daha yüksek bir alanına yükseltir. İnsanlara ve onların sorunlarına yönelerek, içinde kişisel aşırı duyarlılıkların yer etmediği bir yaşama ulaşmak için bize yardımcı olur, bu gerçeğin, psikohijyen açısından değeri büyüktür ve özel bir yere sahiptir. Sevgiye dair söylenebilinecek olanı, hiç kimse havari Pavlus'dan daha iyi ifade edememiştir, Korintoslulara Birinci Mektup on üçüncü bölümden okuyoruz: "Eğer insanların ve meleklerin dilleriyle konuşsaydım, fakat sevgim olmasaydı, ses çıkaran bir bakır ya da gürültüler çıkaran bir zil durumuna düşerdim. Eğer gelecekten haber verme yeteneğim olsaydı ve bütün gizleri ve her ilmi bilseydim, bunun üstüne bir de dağları yerinden oynatabilecek iman bütünlüğüne sahip olsaydım, fakat sevgim olmasaydı, ben yine de bir hiç olurdum. Sahip olduğum her şeyi yardım olarak fakirlere verseydim ve bedenimi de yakıt olarak sunsaydım, fakat sevgim olmasaydı, tüm bunların bana hiçbir yararı dokunmazdı. Sevgi sabırlıdır ve iyilikle davranır, kıskançlık tanımaz, övünmez, kibirlenmez, utandırıcı işler yapmaz, kendi çıkarını gözetmez, içerlemez, kötülüğün hesabını tutmaz, haksızlık karşısında sevinmez, gerçek karşısında sevinir; her şeye dayanır, her şeye inanır, her şeyden umutlanır ve her duruma katlanır. Sevgi sonsuzdur, gelecekten haber vermelere gelince, gelip geçicidir; diller de kaybolup gidecek, bilgi de bitecek. Çünkü bilgimiz de, gelecekten haber vermelerimiz de tam değil, kısıtlıdır. Fakat kamil olan gelince kısıtlı olan ortadan kalkacak. Çocukken çocuk gibi konuşur, çocuk gibi anlar ve çocukça fikirlerim olurdu; fakat adam olunca, çocukça olan şeyleri bıraktım. Şimdi aynanın önünde karanlık bir bilmeceye bakar gibi duruyoruz; fakat o zaman yüz yüze göreceğiz. Şimdi kısıtlı olarak biliyorum; fakat o zaman bilindiğim gibi bileceğim. Şimdi kalıcı olan iman, umut ve sevgidir, bunların üçü; fakat bunların içinde en büyüğü sevgidir." Ardından 14. bölüm şu emir ile açılıyor: "Sevginin ardından koşun." Havari, bu bilgiye işin ta başından beri sahip değildi. İşin başında o, Hristiyanları kovalayıp yakalamak için onların ardından koşuyordu. Çok sonraları bu Saulus bir Pavlus oldu. Bu örnek bize şunu gösteriyor, düşüncelerini ve fikirlerini değiştirmek olanaklıdır ve ardından sırasıyla bir davranış ve yönelim düzeltmesi gelir. İyi niyetin işe yaramadığı yerde, otojen psilojik gevşemenin uygun yöntemleri doğru yol üzerinde yüründüğünde yeni yaşam anlamlarına yöneltir bizi. Bunda sırasıyla önemli olan şeyler şunlardır: 1 - Özgüveni güçlendirmek; 2 - Sağlıklı bir kendini sevme ve kendini önemseme duygusu geliştirmek; 3 - Korkuları devre dışı bırakmak; 4 - Ruhsal bozuklukları ve psikosomatik acıları yenmek için, 5 - Ruhsallığm direkleri inanç, umut ve sevgi'nin temellerini sağlamlaştırmak, 6 - Ve karakteri yerine oturtmak. Ancak bunların ardından bir Ben gerçekleştirilebilir, yani kendiyle barışık, dengeli ve dışarıdan gelen yıkıcı ya da hasta edici tesirlerden kaçınmayı bilen bir Benlik. Karl O. Stoeber Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.