Jump to content

Nabizade Nazım


Dolunay

Önerilen Mesajlar

 

http://haydut.cmpe.boun.edu.tr/eng101burh/HTML/SPRING2003/edebiyat/n02/1.jpg

 

1862’de (?) İstanbul’da doğdu. 1878-1884 yılları arasında, Sübyan mektebinde, Fevziye Rüşdiyesi’nde ve Beşiktaş Askeri Rüşdiyesi’nde, Mühendishane-i Berri-i Hümayun İdadisi’nde öğrenim gördü. Topçu teğmeniyken Erkân-ı Harbiye’yi de bitirip ekan-ı harp (kurmay) yüzbaşısı oldu (1886). Önce, matematik ve askerlik dersleri öğretmenliği yapan Nabizâde Nâzım, bilahare Erkan-ı Harbiye’de görevlendirildi. İki yıl Suriye’de çalıştı. İstanbul’a döndüğünde kemik veremine yakalanarak Haydarpaşa hastahanesinde bir süre yattı ve 6 Ağustos 1893 tarihinde burada öldü.

 

ESERLERİ

 

Roman ve Hikayeleri:

Yadigârlarım (1886),

Zavallı Kız (1890),

Bir Hâtıra (1890),

Karabibik (1891) Sevdâ (1891),

Hâlâ Güzel (1891),

Haspa (1891),

Seyyie-i Tesâmüh (1892),

Zehra (roman-1886)

 

KARABİBİK Roman Özeti

 

Kara bibik, bugün erken kalkmıştı. Tarlasına harım çevirmek için dün Matarın tepelerinen kestiği pırnal fidanı dalları harman yerinde koca bir yığın halinde durmakta idi. Sığ elinde ağzı çentikli bir tahra bulunmakta, geçen yıldanberi adaslı duran tarla içinde ağır ağır adımlarla bu yığına doğru yürümekte idi. Ayağındaki iri, kalın pençeli sökük yemenileri büyük zahmetle sürüklemekte, lime lime, rengi belirsiz, türlü renkte yamalı dizliğinin deliklerinden iç donunun toprak rengine çalan rengi görülmekte, bir eski istibdal neferinin kim bilir kaç yıl önce hediyesi olmak üzere taşıdığı ceketi-giyilir yeri kalmadığı halde ve bedenini kavramaktan aciz kalmakla beraber gene sırtında bulunmakta, bu caketin altında, kirli gömleğinin göğsü yakası, büsbütün açık kalarak kayış gibi sert ve siyah olan vücudunun göğüs ve bağır taraflarını hep açıkta bırakmakta idi. Çenesinde aklı karalı olmak üzere kendini gösteren tek tük kıllar dik ve seyrek bıyıkların da katılmasıyle değirmi pek esmer, ufarak gözlü olan yüzünün heybetini artırmata ve bu acayip heyet insanda tahaf bir korku uyandırmakta idi. Tarlayı otlar bürümüştü. Kara bibik, burasını babası Koca Osmanın mirası olmak üzere ele geçirmişti. Tarla o zaman on iki dönüm iken dört dönümünü Kara Durmuşa satarak vaktiyle vermişti. Şimdiki halde sekiz dönümden ibaret kalan bu toprak parçasına bile tarla komşusu olan Yosturoğlu göz dikmekte ve bu yüzden aralarında arasıra kavga çıkmakta idi. Otuz iki dönüm tarlası olanların da el ayası kadar toprağa göz dikmesi münüsebetsiz değil mi ya. Kendisi şu kadarcık tarla sayesinde ancak akşamları bir kaşık sıcak çorba içecek mal kaldırabiliyor. Elinden bu da çıksın da açlıktan mı ölsün. Yosturoğlunun zati babası da bu toprak hırsından ölmemiş miydi. O vaktinin berikinin, damına, tarlasına gözkoya gözkoya herkesin canını yakmıştı. Kara bibik, yaprakları budanmış fidanlardan bir kucak alarak tarlasının Yosturoğlu tarafındaki anına doğru yürüdü. Hala tahrayı sağ elinde tutmakta idi. Güneş doğu ufkunu teşkil eden tarafta sanki denizden çıkıyormuş gibi Akdenizin donuk, durgun yüzünden doğru yükselmekte idi. Terme ovası gecenin ayaz içinde uyuşmuş, çiğlenmiş kalmışken güneşin henüz eğik ve zayıf vuran aşıklarının tesiri sayesinde ısınmaya başlamıştı. Arkada Mirası dağlarının sekiz yüz metre rakımı bile geçen sivri, çıplak tepeleri karla örtülü bulunmaktaydı. Mevsim şubat başları Kara bibikten önce davranmış olanların tabialarında yarım karış kadar yemyeşil ekinler baş kaldırmıştı. Kara bibik her yıl şimdiye kadar tarlasının sürmüş, harmını kaldırmış bir karış da ekin almış bulunurdu; ama bu yıl kör olasıca hastalıktan göz açabilmiş mi idi ya. Sol böğrüne doğru bir tarafına kimbilir nasıl bir kurt musallat olmuştu da ihaldaki hekim, kendisine üç ay tam üç ay damdan dışarı çıkmaya izin vermemişti. Üç ay bu! Dört duvar içinde tam üç ay oturduğun var mı senin? Hem de acı mucu tahaf tahaf ilaçlar da yutmalı Hekim ha! Seni üç ay dört taş arasında hapsetmekten başka elinden ne gelir? İşte o kurt hala bu tarafta. Mah! Buracıkta durup oturur. Kara bibik fidan dallarından bir tanesini sol eline aldı; ortasından avuçladı; sol kulunu uzadıp dalı şakuli bir vaziyette tuttu. Bir kere şöyle yukarıdan aşağıya baktıktan sonra sağ elinde tutmakta olduğu çentikli kör tahra ile dalın aşağıya gelen kalın tarafına sivriltti. Tepesinin de fazla kısmını uçurdu. Tuttu dalın sivri tarafını tarlanın anı üzerinde dün açmış olduğu deliklerden birisine sokarak ayağıyla bastığı dalın budağına tahranın tersiyle de hızlıca vurdu. İkinci bir dalı da böylece yontup düzelttikten sonra bir adım kadar ötede olan deliğe yerleştirdi.

 

HALA GÜZEL Roman Özeti

 

 

Safderin o eski hissiyyati hüküm ve kuvvetten düşmüş, parla hayatı bir zulmet-i atalet içinde kalmıştı. Yaşı elliye yaklaşmış, adeta saçı beyazlanmış, yirmi otuz sene evvelki o şevk ve neşeler şimdi hazin bir sükunete mübeddel olmuştu. O zamanlar daldan dala konan ve her dalda bir başka nağme-i şevk-efza ile dem-saz olan mürg-i hayali şimdi bir dar kafes içinde melûl melûl çırpınmaktaydı. Zerrin bile olsa yine bu kafes o fushat-abad-ı şetarete nisbetle bir tenk-nayı isirabdı. İkinci defa teehhül etmiş, beş yaşında bir erkek, iki yaşında bir kız çocuğa baba olmuştu Zevcesi -Sıdıka- erbab-ı servetten bir zatın biricik evladı olmanla beraber hüsn ü edebce bir çok nakaayisi haiz bulunmakta ve Safder yedi sekiz seneden beri mariz-i manevi hükmünde olan bu kadının etvar-ı mütehakkimanesine bir sabr-ı Eyyubane ile tahammül etmekteydi. Bazen hayatının şu cefa-yı daimisinden gizli gizli göz yaşlarıyla şikayet gösterir, fakat mukabilinde zerre kadar istirahat-i fikriyyeye muvaffak olamazdı. Ömrü işte böyle bir maişet-i muttaridenin beyin ezici tesiratı içinde yıpranmaktaydı. Ekseriya geçmiş bir zamanın hatıraları katmer kaldırdıkça zavallı adam sahihen vücudundan pişman olmaktaydı, ol geçmiş zamanın ki o zaman kendisi genç, güzel, neşeli bir delikanlı olduğu gibi yine genç, güzel, neşeli bir nazeninin aşk ve iltifatiyle de bahtiyardı. Ah yirmi sene evvelki ömr-i mesud ! Naz ve cilvenin bir timsal-i tamı olan -Fahriye- o zaman henüz tür ü taze bir nazenin-i ikbaldi. Tebessümünden güller açılırdı, gözlerinden nur-i ismet saçılırdı. Şirin tekellümü gönül uyutur, nazende hıramı kumruları hayran ederdi. Safder Fahriyeyi ilk defa Beykoz çayırında görmüş idi ki kendisi; o yaz Boyacıköyünde oturmaktaydı; bir Çarşamba günü meşagilinden intihaz-ı fırsatla tenhaca eğlenmek için çayıra gelmişti. Saat sekize doğru civar aahlisi birer ikişer toplanmağa başladılar. Safder ise dere boyuna çıkmaktaydı. Derenin teşkil ettiği bir dirsek noktasındaki gölgeliği pek safa-perver, hele burada suyun ufak taşlara çarpmasından mütehassil şarıltıyı pek ahenkli bularak çayırdan suya doğru hafif bir "Şiv" teşkil eden sath-ı çimenzara şöyle uzanıverdi. Bir az ötede minimini bir havuz teşkil eden berrak su sathı şuaat-ı şemsiyeye karşı bir mihrak-ı akis hükmüne girmiş, karşıda koyu yeşil renkli kepelerin eteklerini setreden ağaçlık hafif bir gölge içine sığınmıştı. Gökyüzünde el kadar olsun bir buluttan eser yoktu. Ağustos böcekleri çayır üstüne çökmüş olan "hararet-keran" içinde velvele endaz olmakta aralık aralık şurada burada birkaç mürg-i nalende sıcaktan şikayet eylemekteydi. Bu siklet asabı üzerinen bir tazyik göstermekle Safder nevm ile yakaza arasında bir gevşekliğe tutulmuş rüyaya benzer tahayyülata dalmıştı. Bir taraftan da suyun aheng-i cereyanı istirahat-aver bir ninni yerine geçmekteydi. Ah gençlik, gençlik! Senin her cilve-i bedian alem-i hayat denilen şu zulmet-abad-ı pür-herc ü nerci tenvir ile dide-i metaib-dıdeyi tersiye etmemiş olsaydı biz bu yaşayıştan ne beklerdik? Tenviratın fırtına bulutları arasından yalpırdayan şimşekler kadar süreksiz, korkunç görünse bile keşmekeş-i hayat ile yorulmuş, etrafını ihata eden zulmet-i amika içinde bunalmış kalmış olan gönüller için birer lema-i ümid sayılır. Safder tabiatın şu tazyik-i mütibi altında bile parlak parlak hayalata dalmaktan geri kalmadı. Ne hülyalar kurmağa başladı bilseniz! Vakıa tabiat validesini, pederini, bilcümle ekaaribini eminden almış idiyse de bunlara mukabil kendisine yirmi iki yirmi üç yaşlarında bir genç iken hüsnü servet ve edeb ü irfan bahşederek cebr-i ziyan eylemiş yani lüzumu derecesinde mükafatlandırmıştı; maisetinde gördüğü neksan ise bir teehhülden ibaretti. Ne zaman tenha kalsa hep bu hayalata yol açar, hayalinde bir bir türlü levhalar tasvir ederdi. Tabının beğeneceği bir kızı hangi tesadüfün sevkiyle nerede bulacağını bilemediği halde kendisince binlerce mevkide binlerce tesadüf icad etmekte ve fakat daha güzel bir mevki ve tesadüf tasavvur ettikçe evvelkileri reddeylemekteydi. İşte bugün de bu tesadüflerden birisi üzerine tahayyülatını kurmağa başlamıştı; mahal-i tesadüfü şu çayır olarak intihab edeceği ise tabiidir.

 

ZEHRA Roman Özeti

 

1830 senesi içinde haziran ve temmuz ayları pek güzel geçmişti. Hava hilaf-ı adet olarak mart içinde tam ilkbahar telafetinde geçmiş iken nisan ve hatta mayıs ayları hemen kış hükmünü göstermişti. İstanbulda haziran ve hele temmuz şair seneler yaz aylarında madut iken bu sene güya mevsim-i bahar bu iki aya atlamıştır. Havadaki ciyadet ve kuşeyiş hiçbir mevsime makis olamayacak derecede olup bahusus bu mevsimde Boğaziçinin telafetine kanmak mümkün olamamakta idi. Tekmil Rumeli ve Anadolu sahilhaneleri boydanboya dolmuş pek çok erbab-i rabet vaktiyle davranamayıp yalı ve hiç olmazsa bir evcik bulamadıklarından dolayı bihakkın müteessif olmuşlardı. Gündüzleri güneş tuludan gruba kadar fevkal-ufuk hemen hiçbir sehap pareye tesadüf etmeksizin İstanbul üzerine mutedil hareketli bir ziya saçmakla geceleri tamam leylimükevkep vasfına şayan olarak geçmekte hele grup ile trua yakın zamanlarda Göksu Deresi gibi Beykoz, Büyükdere Limanları gibi Baltalimanı, Küçüksu, Kefeliköy, Sultaniye Çayırı, Sarıyerin suları, Kavakların Sütlücesiyle Otuzbir Suyu gibi yerleri ve baştan başa tekmil Boğaziçi o derece ruh okşayıcı, his uyandırıcı, şiir gıcıkayıcı levhalar, manzaralar göstermekte idi ki şehr-i şehrimizin (çok ünlü şehrimizin) bedayi-i tabiyesinden (tabiak güzelliklerinden) haberdar olabilmek için bu levhaları, bu manzaraları göğüs geçire temaşa etmek (seyretmek) lazım gelir. Kim bilir kaç bin senelik bir cereyan tesiriyle (akıntı etkisiyle) aşınmış olduğu zannolunmakta bulunan bu yılankavi Boğazın dört cesim havzasından her birisi letafet-i tabiyeden madut (tabiat hoşluklarından sayılacak) ne kadar "bedayi"(güzellikler) tasavvuru mümkünse kafesini (hepsini) camidir. İrtifaları (yükseklikleri) Boğazın tul ve arziyle tamaman mütenasip (uzunluğu ve genişliğiyle tam orantılı) olan bu iki sıra tepeler o kadar nazar-rüba münhaniler (göz çekici eğriler) resmetmekte ve bu münlanilerin (girinti çıkıntıların) yekdiğerinen ittisalatı (birbirleriyle bitişmeleri) o derece sanatkarane bulunmaktadır ki işte asıl enzar-ı hayret ve pesendi (şaşırma ve beğenme bakışlarını) celbeden (çeken) temasüp (orantı) ve şekl-i latif sırf bundan ibarettir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...