YUH Oluşturma zamanı: Mayıs 30, 2007 Paylaş Oluşturma zamanı: Mayıs 30, 2007 UYUR'UN LANETİ Topkapı sarayının altında loş bir büroda çalışıyordum. Harem dairesinin altında az kişinin bildiği bir yer altı deposunda 3 numaralı odadaydım. Üniformamın boğazı sıkıyordu, karşı masada oturan binbaşı olmasaydı kravatımı gevşetirdim. Yanındaki üsteğmen hanım geldiklerinden beri ne bir kelime laf söylemişti ne de oturduğundan beri hareket etmişti. Kimin önce konuşmaya başlaması gerektiğine emin değildim. Eğitimde böyle bir durumda ne yapmam gerektiği öğretilmemişti. Üç aydır çaycı Tarık dışında kimse odama gelmemişti. Onu çağırıp çay söylesem askeri protokole ters mi olurdu bilmiyordum. “Korhan asteğmenim, ben Binbaşı Ceyhun. Sizin uzmanlığınızla ilgili bir problemimiz var.” Konuşurken gözlerini bir an bile benden ayırmamıştı. “Emredersiniz, komutanım.” Basit bir iş için gelmişlerdi herhalde. Hemen problemi çözüp araştırmama dönebilirdim. “Bu toplantı için komutanım demek yok. Ben Ceyhun Bey’im, üsteğmenim Zeynep Hanım, sen de Korhan Beysin.” O bunları söylerken üsteğmenin bundan memnun olmadığı belliydi. “Anlaşıldı, Ceyhun Bey.” Selam vermemek, ya da emredersiniz demek için çaba göstermem gerekmişti. “Ben ailemdeki dördüncü kuşak askerim. Büyük dedem vaktinde sarayda görevliydi. Dedem kurtuluş savaşı sırasında Kırmızı Bölükteydi.” Durdu, Kırmızı Bölüğü bilip bilmediğimi tartıyordu. Büyük ihtimalle ondan daha fazlasını biliyordum. Kurtuluş savaşında muharebeler sadece silahlarla olmamıştı. Yunan birliklerine yardım için İngilizlerin yolladığı Hintli ve İngiliz büyücülere karşı normal birlikler bir şey yapamıyorlardı. 1920′de İstanbul’dan kaçan birkaç ispritizmacı ve sarayla yollarını ayıran üstatlar Kırmızı Bölük’ü kurmuştu. “Dedeniz ve o bir avuç kişi olmasaydı savaşın kaderi değişebilirdi.” Başını salladı. “İkinci dünya savaşından sonra sadece isminden dolayı Kırmızı Bölük’ü kaldırdılar. Soğuk savaş zamanına uygun bir ismi yoktu. Babam bölüğün son komutanıydı.” Bölüğe Kurtuluş Savaşı’ndan sonra ne olduğunu hiç merak etmemiştim. Üstatlar meclisi, saltanatın bitmesinden sonra bir güç savaşına girmişti. Üstatlar yüzyıllardır saraya hizmet ederdi. Padişah ülkeden kaçınca oluşan boşlukta büyük bir savaş kopmuştu. Kırklara kadar meclis bölünmüş kalmıştı. Sonunda sadece sanat ile uğraşma kararı verilmişti. Bazı üstatlar zengin ailelerin hizmetine girmiş, bazısı da insanlardan uzak köşelere çekilmişti. Doğrusu kimse biz sahneden ayrıldıktan sonra ne olduğuyla ilgilenmemişti. Binbaşı dalgınlığıma aldırmadan devam etti. “Bölük kaldırıldı ama sivillerin ve polislerin de katılımıyla, çalışmaya devam etti. Ne de olsa hem Rusların hem de müttefiklerimizin ülke içinde çalışan görevlilerine karşı savunma yapmamız gerekliydi.” “Üstatlar meclisinin izni olmadan Anadolu’ya bir büyücünün bile girmesi mümkün değil. Merak edecek bir şey yoktu.” Binbaşı konuştuğunda sesi buz gibiydi. “Senin üstatlar meclisi biz sıradan insanların sorunlarıyla ilgilenmez. Meclisin gücü başka büyücülerin gelmesini engelliyordu ama onların uşakları ellerinde tılsımlı silahları ya da sihirli aletleriyle ellerini kollarını sallayarak dolaşıyorlardı. İkinci dünya savaşı sırasında kaç ajan yakaladık biliyor musun? Nazi Almanya’sı ile müttefiklerin oyun sahasının ortasındaydık. Sizin üstatlar yardım istememize rağmen bize sırtlarını dönmüşlerdi.” “Üstatlar Meclisinin sanat dışında bir meşgalesi olamaz. Aksinin sonuçları tarihte bir çok kere görülmüştü.” Elini salladı, söylediklerimi önemsemiyordu. “Neyin doğru neyin yanlış olduğu şu anda önemli değil. Önemli olan burada olman ve bizim sana ihtiyacımız olması.” Yanındaki kadına döndü. “Zeynep, dosyayı Korhan’a ver de incelesin.” Zeynep üsteğmen çantasından pembe kapaklı bir dosya çıkardı. İçinde vaka raporları ve fotoğraflar vardı. Göğüsleri parçalanmış bir kadın, kaburgası çiçek gibi açılıp ciğerleri çıkarılmış birisi ve bacak arası parçalanmış bir adamın fotoğrafından fazlasına bakamamıştım. “Nedir bunlar?” Zeynep fotoğraflardan daha çok etkilenmemi bekliyordu herhalde ki sakin olduğumu görünce bakışlarını yüzümden uzaklaştırdı. “Bunlar geçen hafta İstanbul’un çeşitli semtlerinde öldürülen insanların fotoğrafları.” Binbaşının sağ elini yumruk yapmış sol eliyle sıkıyordu. “Garip oldukları kesin ama benimle ne alakası var?” İşlerini kolaylaştırmaktan vazgeçmiştim. Üç fotoğraf bile günümü mahvetmeye yetmişti, dosyadaki öteki fotoğraflara bakacak halim yoktu. Midem bulanıyordu, sırtımdan aşağı soğuk terler boşanıyordu. Bu işe bulaşmak istemiyordum. “Kimse ne olduğunu bilmiyor. Emniyet olayın garipliğini de göz önüne alıp basın karartması uyguluyor. Kurbanların yanında katil veya katillerle ilgili bir delil yok. Ne bir parmak izi, ne de DNAsını alabileceğimiz bir saç teli. Hatta bir görgü tanığına göre görünmez bir şey saldırmış. Anlayacağın, bu işin sihirli olduğundan emin olsak da, elimizde pek ipucu yok. Kurbanlar bir hastanede kanser tedavisi görüyorlarmış. Destek için beraber hafta sonu doğa yürüyüşüne çıkmışlar. Tek ortak noktaları da bu. Şile yolu tarafında bir ormanlık arazideymişler.” Dosyada gittikleri yerin haritası vardı, yürüyüş güzergahı mavi ile işaretlenmişti. Haritayı incelediğimi gören binbaşı parmağıyla mavi çizginin yanında bir yeri işaret etti. “İşte bu bölgede, 382 rakımlı tepede özel bir askeri tesis var, korkumuz bu kurbanlara saldıran şeyin bizim tesisi hedef alması.” “Ne tesisi orası?” Haritada bir şey yazmıyordu. “Nato’ya ait bir radar ve ileri gözlem birliği orada konuşlanmış durumda. Bunun dışında bir şey bilmene gerek yok.” “Peki benden ne istiyorsunuz?” Fotoğraflardan pek bir şey çıkartamıyordum. Ama perilerin ya da cinlerin işi gibi değildi. Periler girenlerin ormandan çıkmasına asla izin vermezlerdi, yürüyüşçüleri öldürmek isteseler bunu hayaller göstererek yapmayı tercih ederlerdi. Cinler ise öldürmek yerine dilek dilemelerini sağlardı. O bölgede Eskilerden biri olduğunu da duymamıştım ama kitapları araştıramam gerekliydi. “Senden oraya gitmeni ve bu katliamı yapan ne veya kimse onu durdurmanı istiyoruz.” “Biliyorsunuz ki meclisin sizinle yaptığı anlaşmaya göre işin içinde başka bir büyücü yoksa ilgilenmem gerekmiyor. Oraya gidip sizin işlerinize karışamam.” “Anlaşma senin bize yardım etmeni yasaklamıyor. Kararı sen vereceksin, gelip bize yardım edebilirsin.” Binbaşının suratında hoşuma gitmeyen bir gülümseme vardı. Sıradan insanların hayatına karışmanın yasak olduğunu biliyor olmalıydı. “Size yardım ederim, bunu yapanın ne olduğunu bulmak için arşivleri incelerim ama onu bulmaya gelemem.” “Bu son sözün mü?” “Evet.” Binbaşının bu kadar kolay pes etmesini beklemiyordum. “O zaman toplantı bitmiştir. Asteğmenim yeni görev yerini bildiriyorum.” Cebinden bir zarf çıkardı. Masama attı. “O zarfı açtığında yeni görev yerinin Ankara’da Genelkurmay olduğunu göreceksin. Yabancı elçileri karşılamakla görevlendirildin.” “Ama araştırmam daha bitmedi.” Elimle masada duran kitapları gösterdim. “Bunlar sayesinde büyük ilerlemeler elde edebiliriz.” “Araştırman için gereken birkaç kitabı yanın alabilirsin.” “Yetmez ki hem hangi elçiler gelecek. Benim kim olduğumu anlayabilirler. O zaman başım derde girer.” Üstatlar meclisi benim gibi çırak büyücülerin yabancı büyücülerle konuşmasını yasaklamıştı. “Ayrıca yoz etkisi var. Ankara yeni kurulmuş bir şehir, orada yoz bulutunu engelleyecek fazla bir yer yok. Kale dışında bulunmam başkaları için ölümcül olur.” Yoz bulutu her büyücün etrafındaki nesnelerin yavaş yavaş yok olmasına sebep olan bir güçtür. Onunla baş edebilmenin en kolay yolu Topkapı sarayındaki gibi gerçekliğin daha güçlü olduğu yerlerde bulunmaktır. Her ne kadar böyle yerler büyü yapmayı zorlaştırsa da yavaş yavaş etrafımdakileri öldürmekten iyidir. “Eğer senin yüzünden herhangi bir personelimiz zarar görürse bundan üstatları sorumlu tutacağımızdan emin olabilirsin. Onun için gereken önlemleri almanı bekliyoruz asteğmenim.” Binbaşı ne söylediğinin farkında değildi. “Benden fırtına ile savaşmamı istiyorsunuz. Geçici olarak etkiyi durdurabilirim ama üç dört ay boyunca engellersem sonuçları korkunç olur. Biriken enerji sonunda benim gücümü aşacaktır. O zaman bir felaket olur. Benden bunu isteyemezsiniz.” Eğer ordudaki en bilgili subay bu binbaşıysa gerçekten de büyük problem vardı. “Emirlere karşı mı çıkıyorsun, asteğmenim?” Sesinde kızgınlıktan eser yoktu. “Burada İstanbul’da kalman için bir sebep yok. Eğer bize yardım etseydin yeni görevinin iptali için çalışırdım.” “Ama anlamıyorsunuz, Üstatlar meclisi sanat dışındaki konulara karışmamızı istemiyor. İnsanların zarar görmesini ben de istemiyorum ama kural bu.” Binbaşı iç çekti. Yanındaki üsteğmenle bakıştılar. “O zaman bize yapacak bir şey kalmadı. Ankara’da sana kolaylıklar dilerim.” Ayağa kalktı. Onun peşinden ben de ayağa kalktım. Onu ikna etmenin bir yolu olmalıydı. Üsteğmenin suratına baktığımda dudaklarında gizlemeye çalıştığı bir gülümseme olduğunu gördüm. İşte o zaman neler olduğunu anladım. “Tamam size yardım edeceğim.” Üstatlar meclisi canımı okuyacaktı. Boğazımı sıkan kravatı çözmeden biraz gevşettim. Binbaşı Ceyhun’un gözleri parlıyordu. “Doğruyu yapacağına emindim. Yarın sabah beşte bir araba seni buradan alacak. Geç kalma.” Elini uzattı. Tokalaştık. “Unutmadan, sivil kıyafet giy. Askeri görevde olduğunuz anlaşılmasın.” Üsteğmen gülümsemesini artık saklamıyordu. Aceleyle elimi sıktı ve çıktılar. Üniformalı kadınlar bana asla çekici gelmemişlerdi. Sabahın ilk ışıklarıyla Zeynep üsteğmeni gördüğümde ise karşımda bambaşka biri vardı. Açık mavi bir eşofman giymişti, rüzgarlığının fermuarı yarısına kadar inikti. Beyaz tişörtünün üstünde İngilizce “Vahşi kız” yazıyordu. Siyah saçlarını şapkasının altında toplamıştı. Yanında neredeyse iki metre boyunda devasa bir adam duruyordu. İkisinin de gözleri benim üzerimdeydi. “Korhan Bey, bu gezide Halil bey bize yol gösterecek.” Halil elimi kırmaktan korkar gibi sıktı. “Halil aynı zamanda bizim yakın korumalığımızı da yapacak. Kendisi bölükten, yanında çekinmenize gerek yok.” Halil’in yüzünde tüm dişlerini gösteren koca bir gülümseme vardı. “Tanıştığımıza memnun oldum.” Halil’in ayağında koca postallar vardı. Avcı ceketinin ve pantolonunun cepleri doluydu. “Bir hazırlık yapmam gerekli miydi?” Elimdeki büyü eşyalarımı koyduğum eski spor çantayı gösterdim. “Sadece iş eşyalarımı getirdim.” “Merak etmeyin gereken her şeyi ben hallederim. Zaten uzun bir yürüyüş olmayacak.” Halil’in duymak zordu, konuşurken sesi uzaklardan geliyor gibiydi. “Evet, artık gidelim mi? Öğleden önce bu işi halletmek istiyorum.” Zeynep üsteğmenin emri üzerine ikimiz de ses çıkarmadan arabaya bindik. Zeynep arkaya sağa oturdu ben de şoförün arkasına geçtim. Halil, önde oturuyordu. Jipe değil de normal bir arabaya binsek sığamazdı herhalde. Ayaklarını iyice karnına doğru çekmişti. Swetşörtü sıyrılınca boynunda muska ipi ortaya çıktı. Zeynep’in de kolunda bir tılsım bileziği vardı. Göründüklerinden farklı olduklarına emindim, bilmediğim ne kadar farklı olduklarıydı. Sabahın ilk saatlerinde bile İstanbul sokakları doluydu. Fırıncılar ve servisçiler güne başlamışlardı. İşe yetişebilmek için evlerinden erken çıkanlar ve uzak okullarına gitmek için durakta bekleyen çocuklar yollardaydı. Siyah jipimiz onların arasından dikkat çekmeden geçip gitti. Köprü trafiği kapanmaya başlamıştı. Aslında geçişimizin daha uzun sürmesini isterdim. Sabah güneşinde boğaz göz alıcıydı. Annem İstanbul’dan boğaza olan sevdasından dolayı ayrılamamıştı. Babam kaybolduktan sonra onu buraya bağlayan tek şey boğaz olmuştu. Beraber Kavacık tarafında tepedeki çay bahçelerine gelir, boğazdan geçen gemileri izlerdik. Yedi yaşındayken korunun perisi beni kaçırmaya çalışınca bir daha oraya gitmedik. O gece babamın arkadaşlarından biri gelip beni Pera’da eski bir eve götürmüştü. Büyücülerle ve sanatla işte böyle tanışmıştım. Sınıf arkadaşlarımdan farklı olduğumu ve uymam gereken kurallardan bahsetmişlerdi. Bir sene sonra annem ona yapılan basit bir lanetten ölünce Üstatlar Meclisinin yurduna taşındım. Annemle boğazı seyrettiğimiz o gün onunla geçirdiğim son güzel gündü. Yol boyunca konuşan olmadı. Radyodan sabah programı yapan bir adamı vardı. Halil adamı can kulağıyla dinliyor, arada esprilerine gülüyordu. Zeynep ise gözlerini kapatmıştı. Ormanın girişine varıncaya kadar hareketsiz oturdu. Ben de geçip giden evleri izledim. Dünyanın gerçeklerinden ve gölgelerde onları bekleyenlerden habersiz insanları inceledim. Hayatlarını tekdüze ama güvenli yaşıyorlardı. Gece yatmadan önce uykuda saldırabilecek cinlere karşı önlem almaları gerekmiyordu. Her nefes alışlarında yanlarında birisini öldürdüklerinden çekinmiyorlardı. Babam kaybolmasaydı ve annem ölmeseydi nasıl olacağını düşündüm. Acaba ben de bu gizemlere karışmaz, sıradan bir hayat yaşar mıydım? Dosyada kanlı resimlerini gördüğüm kanser hastaları da benim gibi mi düşünüyorlardı acaba? Onlar da sıradan bir hayatları olsun istemezler miydi? Araba toprak yolda beş on dakika daha ilerledikten sonra onların yürüşe başladığı noktaya varmıştık. Çantamı kontrol ettim. Şişelerim ve mumlarıma bir şey olmamıştı. Kırılan bir tebeşiri üstündeki sembolleri silip ufaladım. Halil’in yüzünde gülüşten eser yoktu. Gözlerini kısmış ormana bakıyordu. Zeynep sırtına çantasını geçirmişti. “Halil emir komuta sende” Zeynep rüzgarlığını açıp silahını kontrol etti. “Bizi şu canavarın olduğu yere götür.” “Tamamdır, Zeynep. Korhan sen de hazırsan gidiyoruz.” Halil sırtında kendisi kadar koca bir çanta taşıyordu. Onlarla karşılaştırıldığında hazırlıksız gelmiştim. “Hazırım. Ama iyi bir sporcu değilim, haberiniz olsun.” Güldüler. Halil’in kahkahası ormanın içlerine doğru kayboldu. “Merak etme, yolumuz uzun değil.” Önde Halil arkada da Zeynep vardı. İkisinin arasından yürüyordum. Halil’in o cüssesine rağmen yürüyüşünde bir zarafet vardı. Ağaçlar onun geçmesi için yol veriyor gibiydi. Arada duruyor yerdeki izlere bakıyordu. Bazen sadece bekliyor, ormanı dinliyordu. İlerledikçe ağaçlar sıklaştılar. Güneş yaprakları aşıp geçemiyordu. İstanbul’a bu kadar yakın böyle bir orman olabileceğini beklemiyordum. Ben şehir çocuğuydum. Ustam da saray büyücüsü olduğundan şehrin dışına çıkmam gerekmemişti. Yaşadıkları yere göre iki tür büyücü vardır. Birincisi benim ustam gibi şehirde insanların arasında yaşayan, büyünün getirdiği bilgiyle danışmanlık yapan büyücülerdir. Onlara imparatorluk zamanında sarayda vezirlere ve padişaha hizmet ettikleri için saray büyücüsü denir. İkincisi de sanat erbaplarıdır. Onlar büyüyü bilmek, onun gizemlerini çözmek dışında bir şey düşünmezler. Amaçları büyünün sırlarına ulaşmaktır. Çalışmaları tehlikeli olduğundan insanlardan uzakta yaşarlar. Evlerinin etrafı yoz bulutunun da etkisiyle çoraklaşır. Sanat erbapları saray büyücülerini sanatı çıkarları için kullandıkları için pek sevmez. Saray büyücüleri de onları insanlardan kaçtıkları için korkaklıkla suçlarlar. Gene de iş sanatın kimin için olduğuna gelince hemfikirdirler. Sanat sıradan insanların emrine verilemeyecek bir güçtür. Benim gittikçe kararan bu patikada ilerlerken yaptığım ise tam tersiydi. Sanatımı sıradan insanlar için kullanmayı kabul etmiştim. Tek umudum üstatların sadece saldıranın kim olduğunu çözdüğüm için beni cezalandırmayacaklarıydı. Ne de olsa asker olmam gerektiğine karar verenler de onlardı. Aklım bu karanlık düşüncelerle doluyken ağaçlar sihirli bir el değmiş gibi kayboluverdi. Koca bir düzlüğe çıkmıştık. Ortasında masmavi bir kaynak olan bir açıklıktaydık. Ağaçların karanlığının ardından suyun üzerinde oynaşan ışık gözümü almıştı. Kaynaktan çıkan su sakin bir dereye katılıp uzaklaşmadan önce ufak bir gölcükte birikiyordu. Gölün ortasında birkaç nilüfer akıntıyla salınıyor, daha önce görmediğim çiçekler kıyıda kayalara tutunmuş güzel kokular saçıyordu. Düşünmeden ileri atıldım. O suya varıp bir yudum içmek, çiçeklerin arasında uzanmak istiyordum. Halil kolumu tutmasaydı belki devam ederdim. “Dur. Burada bir terslik var.” Sesi sakindi ama suratında sıkıntının izi görülüyordu. “Ne tersliği var ki?” Büyülü bir etki hissetmiyordum. “Kaynağa beni çeken bir sihir yok. Bunu kesin olarak söyleyebilirim.” Zeynep de durmuştu. İkimiz de Halil’e bakıyorduk. “Bilmiyorum. Ama baksana ne kadar sessiz. Etrafta bir kuş bile yok.” Gerçekten de etrafta sinek bile yoktu. “İddiaya girerim ki suyun kenarında bir hayvanın bile ayak izini görmeyeceğiz.” Halil etrafına dikkatle bakınarak suya yaklaştı. Onun peşinden giderken bu güzelliğin bir tehlike saklayacağına inanamıyordum. Suya bir metre kadar yaklaştık, Zeynep Halil’in solunda ben sağındaydım. Dikkatlice kaynağın etrafını inceledik. Suyun sesi ve bizlerin nefesinden başka bir çıtırtı bile yoktu. Küçük havuzun ortasında salınan nilüferler dışında hiçbir şey bizi izlemiyordu. “Haklıymışsın Halil, bu tarafta hayvan izi yok. Sen ne buldun?” Zeynep kısık sesle konuşuyordu. Doğrusu hepimiz korkuyorduk. Ben daha önce ormana bile gelmemiştim. “Burada bir iz yok. Korhan senin orada bir şey var mı?” Halil kafasına kaldırıp bana bakmamıştı bile. “Yok galiba.” Aslında pek de dikkat etmemiştim. Biraz daha dikkatli bakınca otların bazı yerlerde ezildiğini fark ettim. “Halil buraya bir bakar mısın? Suyun kenarında bazı otlar ezilmiş.” Halil heyecanla yanıma geldi. Yerdeki izleri takip edip ormanın içine bizim geldiğimiz yönün tersine doğru ilerledi. Zeynep yanımda kalmış, ezilmiş çimlerin arasını inceliyordu. Dizlerimiz üzerinde suya dokunmamaya çalışarak otların altına baktık. Zeynep’e daha önce bu kadar yakın durmamıştım. Kokusu bir garipti. Baharatlı bir parfümü vardı, toprak kokuyordu. Gizemli bir o kadar da heyecan vericiydi. Tüm o karmaşanın arasında keskin bir koku, baharatlara rağmen fark edilebiliyordu. Ne olduğunu düşünürken Halil elinde kırık bir düğme ve ayakkabı bağcığı ile geri geldi. “Bunları ormanın içinde buldum. Ayak izleri de vardı. Çok eski değiller büyük ihtimalle kurbanlar burada konaklamışlar.” Başını kaldırıp bize aldırmadan akan kaynağa baktı. “İddiaya girerim, onları öldüren neyse bu sudan gelmiş.” “Bunu anlamanın bir yolu var.” İkisi de bana bakıyordu. Ne söyleyeceğini biliyordum. “Korhan söz verdiğin gibi bize bir bulma büyüsü yapmalısın.” Zeynep’in gözleri alev alevdi. Beni deniyordu. Bir an sözümden caymayı düşündüm. İki şey yüzünden yapamazdım. Binbaşının tehdidi hala aklımdaydı, eğer burada vazgeçersem konseyle başımı belaya sokması kesindi. İkincisi de o fotoğraflardı, onları gördükten sonra bir şey yapmadan duramazdım. Bu işi yapanı bulmalıydım. Hem konsey bilgi vermeyi yasaklamamıştı. “Tamam.” Zeynep ve Halil sessizliğimin sebebinin onlara kızgınlığım olduğunu düşünüyorlardı, ya da büyü hazırlığı yapanı rahatsız etmemeleri gerektiğini biliyorlardı ki ses çıkarmadan beni izlediler. Aslında ne yapmam gerektiğine emin değildim. Benden bir bulma büyüsü istiyordu ama bulmak için önce neyi aradığını bilmek gereklidir. Bense bir insan mı bir canavar mı yoksa bir peri mi arıyordum bilmiyordum. Çantamı indirip içindekilere bir göz attım. Yola çıkarken perileri uzak tutmak için ökse otu tutamları getirmiştim, cinlerle başa çıkmak için civa mumu vardı. Birkaç şişe zemzem bile almıştım yanıma, gerçekten işe yarıyordu arapların şişeleyip gidenlere sattığı çeşme suyundan değildi. Sonunda aradığımı buldum. Büyü malzemelerimi çıkardığımda Halil sıkıntıyla bana bakıyordu, Zeynep ise şaşkındı. “Halil daha yeni başlıyorum. Bu iş biraz uzun sürecek.” Suratı iyice asılmıştı. Eliyle yerdekileri gösterdi. “Ne yapacaksın bunlarla, o adamlara neyin zarar verdiğini bunlar mı söyleyecek.” Gerçekten merak mı ediyordu yoksa dalga mı geçiyordu anlayamadım. Zeynep yanında ses çıkarmadan bizi dinliyordu. “Benim mesleğime geçmeyi mi düşünüyorsun yoksa?” Yaprak torbasını yerden dikkatlice kaldırdım. “Hayır, ama hava kararmadan bu işi çözmek istiyorum.” Ellerini önünde kavuşturmuş, beni izliyordu. Torbadan bir avuç yaprak çıkardım. “Bana yakın durun, başlıyorum.” Onlar yanıma yaklaşırken malzemelere bir daha baktım. Sahibi unutulmuş bir mezarın başından topladığım bir avuç kuru yaprak, antika bir oyuncağın çatlak çanı, yapıldığından beri ay ışığı dışında bir ışık görmemiş mumum vardı. Derin bir nefes alıp büyünün içime dolmasına izin verdim. Ormanın yankısı büyü akıntısında tadını bırakmıştı. Ağaçların o ıslak kokusu ciğerlerime doldu. Zeynep’in etrafında alışılmadık bir sis vardı, başından ayaklarına gümüş bir hale ile sarılmıştı. Halil akıntının karşısında dev bir kaya gibiydi, büyü onun etrafından dolaşıyor, ona dokunmadan geçip gidiyordu. Büyünün yükünü daha fazla taşıyamayacağımda mumu yaktım. Ay ışığından başka ışık görmemiş mum gündüzün ortasında gece ışığı saçtı. Zaman kırığının sınırlarını çizmek için topladığım kuru yaprakları havaya savurdum. Yapraklar uzak diyarlardan gelen bir rüzgarla üçümüzün çevresinde bir çember oluşturdular. Çemberin dışı serap gibi titreşmeye başlamıştı. Halil heyecanla olanları izliyordu. Çanı çaldığımda büyüyü serbest bıraktım. Kırık çanın sesi büyüye yol gösterdi. Anlar gözümün önünde akmaya başladı. Zaman büyüleri zor büyülerdir. Her an büyüyü durdurmaya çalışır ve her an tüm sırlarını sunmak için ötekilerle yarışır. Kafamın içi yanıp sönen anlarla doluydu. Gölün kenarındaki yaprağın düşüşünü binlerce an yaşadım. Gelişimizi farklı anlarla tekrar ettim. Zeynep ve Halil bunları göremiyorlardı, onlar zamanın etkilerinden korunaklı çemberin içinde dışarıda akıp giden dakikaları ya da saatleri görüyorlardı. Bense anların ağırlığını zihnimden uzaklaştırmak için konsantre olmuş, tüm dikkatimi ölenlere vermiştim. Buraya geldiklerinde ne yaptıklarını görmeye çalışıyordum. Ormanda anların bu kadar çok olacağını sanmıyordum. Zamanda farklılığı sadece insanların yaratmadığını, düşen her yaprağın da aslında özel olduğunu gösteriyordu anlar bana. Yılmadım, dikkatimi çekmeye çalışan küçük böceklere, uzaklardan uçup gelen o minik kırlangıca bakmadım. Zihnimin gözleri tek bir hedefe çevrilmişti. Ormanın tekdüzeliğini bozan gezginlerin gelişini kaçışan hayvanların anlarında, titreyen ormanın sesinde duydum. Ufak bir sincap ağaçtan yürüyerek gelenleri izliyordu. Bir karga onların gürültüsünden rahatsız olup uzaklaştı. Hiçbiri kaynağa ve onun durgun suyuna yaklaşmıyordu. Kaynağa geldiklerinde, anları serbest bıraktım. Çemberin dışındaki zaman doğal akışına kavuşunca aklımdaki baskı da azaldı. Dişlerimi sıkmaktan çenem ağrımıştı. Zeynep ve Halil gelenleri izliyor, ne yaptıklarını anlamaya, tüm ayrıntıları yakalamaya uğraşıyorlardı. Yedi kişiydiler. Sırtlarında ufak sırt çantaları, ayaklarında yürüyüş ayakkabıları vardı. Yüzlerinde mutlu bir yorgunluk okunuyordu. Üç kadın dört erkektiler. Şakalaşarak kaynağa ilerlediler. Hepsi kırkının üzerindeydi. Adımlarında bir kırılganlık vardı. Saçları dökülmüş, zayıf bir kadın onlara yol gösteriyordu. Hepsi çantalarından mataralarını çıkartıp sırayla kaynaktan su aldılar. Yeşil pantolonlu olan suyun içindeki nilüferlerden birini koparıp yanındaki kadına verdi. Adamın yüzündeki korku, kadın ona gülümseyince kaybolup gitti. Kadın saçlarını eşarpla bağlamıştı, alnındaki ter taneleri güneşle parlıyordu. Ağacın birinin altına oturdular ve konuşup sularını içtiler. Biri cebinden çakı çıkarıp yerdeki dallardan birini alıp yontmaya başladı. Nilüferi alan eşarplı kadınla yeşil pantolonlu adam gruptan uzaklaşıp, kaynağın öteki tarafında baş başa konuşuyorlardı. Saçları dökülmüş olan bir şeyler anlatıyordu. Büyü ne konuştuklarını bize ulaştırmıyordu, konuşmaları çakı ile ağaç yontan adamın elini kesmesiyle bitti. Kaynağın suyunda elini yıkadılar. Dere kanı alıp aşağılara taşıdı. Gruptan ayrılan çift ötekilerin meşgul olduğunu gördükten sonra öpüştü. Gizli, utangaç bir öpücüktü. Yüzlerinde hınzır bir ifade elini kesen adamın yanına geldiler. Tam o anda suyun içinde bir şeyler harekete geçti. Yürüyüşçüler ne olduğunu fark etmemişlerdi. Suyun içinden yükselen sisten kollar onları sardı. Aralarından dolaştı ve hepsini kendine bağladı. Buğudan sicimlerle kaynak onları tutuyordu. Suyun içinde bir şey uyandı. Kaynağın karanlık dibinden çıkıp onlara ulaştı, sihrin bedenlerine akmaya başladığını görebiliyorduk. Son kez kaynağa bakıp gittiler. Onları kaynağa bağlayan sicimler arkalarından süzülüyordu. “Peki onları öldüren ne? Ne olmuş? Buradan gelen bir şey mi bunu yapmış?” Halil heyecanlıydı. Sinirinin sebebini anlıyordum. “Bilmiyorum. O kaynağın içinde ne varsa, onlara bir şey yapmış ama ne ve neden bilmiyorum.” Bilmek istediğime de emin değildim. Halil önce bana sonra Zeynep’e baktı. “Demirci onları öldürenin burada olduğunu söyledi. O yanılmaz. Kaynağın onları nasıl ve neden öldürdüğünü anlamalıyız.” Zeynep büyünün sınırında dışarı bakıyordu. “Nasıl peki?” Halil yanıma gelmişti. Zeynep’in eşofmanına bakarken, onu fark etmemiştim. Eşofmanının arkasında kalçasının üzerinde bir şey yazıyordu. Zeynep aniden dönünce okuyamadım, aceleyle gözlerimi yüzüne çevirdim. “İleri gidebilir miyiz? Öldükleri saatte burada bir şey olup olmadığını görmek istiyorum.” Eliyle kaynağı gösteriyordu. “Mum dayanırsa gidebiliriz. Fazla zamanımız yok. Dikkatimi dağıtmayın.” Mumun sonuna birkaç santimlik bir parça kalmıştı. Çanın sesini toplamaya çalıştım. Havada büyünün sınırlarını çizen yankıya tutundum. Büyüyü bıraktıktan sonra yakalamak zordur. Kendi başına hareket etmek ister, buz gibidir, kaçmaya çalışır. Sonunda yakaladığımda bana boyun eğdi. Çemberin dışında zamanı hızlandırdım. Büyünün etkisiyle anlar küçük kıvılcımlar saçarak aklıma saldırıyorlardı. Zeynep sürekli yanımda durdu. Teninin baharatlı kokusu zamanın etkisine karşı koymamı sağlıyordu. Kaynakta hareketlenme olduğunda durdum. “Bir şeyler oluyor. Umarım bu beklediğimiz zamandır, bugün bir daha büyüyü değiştiremem.” Zeynep bana baktı, ses çıkarmadan başını salladı. “Bu da yeterli, teşekkürler.” Elini yüzüme götürdü. Dudağımı sildi, onun elinde kanı gördüğümde dudaklarımı ısırdığımı fark ettim. Ben kendime gelmeye, büyünün etkisinden kurtulmaya çalışırken geldiler. Kaynaktan çıkan sisi takip edip kaynağa dönüyorlardı. İlk gelen kanlar içinde bir çift akciğer oldu. Başta ne olduğunu anlamamıştım. Tek gördüğüm kanlı bir et parçasının kaynağa geldiğiydi. Sonra da öteki parçalar geldiler. Neşterle kesilmiş gibiydiler, buğu sicimi takip edip suya girdiler. Son parça da gelinceye kadar bekledik. Sicimler teker teker kayboldu ve kaynak hiçbir şey olmamış gibi akmaya devam etti. Büyüyü durdurmak aklıma gelmemişti, mumun bitmesiyle çemberin kırılması beni de ikisini şaşırttığı kadar etkilemişti. Zeynep ve Halil’e baktım. Halil yüzünde sert bir ifade kaynağa bakıyordu, Zeynep yere çömelmiş suyun içinde bir şeyleri inceliyordu. Çantamın yanına gidip içindeki matarayı aldım. Yapacak bir şeyim kalmamıştı. Kaynakta ne varsa sihirli olduğu kesindi ama benim karışmam yasaklanmıştı. İstesem de yardım edemezdim, şimdi bile üstatlar meclisinin kurallarını esnetmiştim. Zeynep’in benden bir daha yardım istememesini diledim. Ona hayır diyebilecek gücüm yoktu. Halil’le baş başa verip konuşurlarken onu izledim. Siyah saçları orman boyunca ter ve tozla kirlenmişti. Üzerindeki tişörtün köşesi yırtılmıştı. Atletikti ama kaslı değildi. Halil ise onun tam tersiydi. İriydi, duruşuyla daha da büyük gözüküyordu. Efsanelerden çıkmış savaşçılar gibiydi. Onu saçma olsa da kıskanıyordum. Zeynep tüm dikkatini söylediklerine vermişti, tartışıyorlardı. Şehirden ve kitaplarımın arasından çıkar çıkmaz ilk gördüğüm kadına tutulacak da değildim. Gözlerimi kapatıp ormanı dinledim. Zaten üniformalı kadınlarla olmazdı. Ne kadar tartıştılar bilmiyorum. Halil yanıma geldiğinde uyuyakalmıştım. Gözlerimi açtığımda güneşin battığını gördüm. Zeynep kaynağın kıyısında bir şeyler yapıyordu. Halil’in uzattığı elini tutunup ayağa kalktım. Zeynep giysilerini çıkarıyordu. “Ne oluyor?” Bu gece ay yoktu ama yıldızlar sanki tüm ışıklarını Zeynep’in üzerine toplamışlardı. “Sakinleş bakalım. Senin başladığın işi bitirmeye hazırlanıyoruz.” Halil omuzlarımı tutuyordu. “Tamam sakinim. Ne yapacaksınız ki? Zeynep neden soyunuyor?” Son cümleyi söylerken Zeynep eşofmanını da çıkartıyordu. “Korhan, bölüğün bizi neden gönderdiğini sanıyorsun? Bu işi gerekirse halledebileceğimiz için göreve seçildik. Zeynep kaynağa girecek ve oradaki neyse yok edecek.” Halil omzumdan çekti, Zeynep’e sırtımızı dönmüştük. “Peki nasıl yapacak bu işi?” Çaktırmadan Zeynep’e bakmaya çalıştım. Sırtında ne olduğunu seçemediğim bir dövme vardı. Koca bir ağaca benziyordu, dalları tüm sırtını kaplamıştı. Resim yıldızların ışığında gerçekmiş gibi parlıyordu. Halil sertçe beni sarstı. “Burayla ilgilen, o işini yapacak. Korhan dikkatini bana ver.” Yüzünü buruşturmuştu. Zeynep’in üstünde sadece gecenin ışığı olduğunu unutmaya çalıştım. “Evet söyle, dinliyorum. Ne yapacak? Biliyorum büyücü değil, üstünüzde muskalar var onu da biliyorum. Ama kaynakta ne olduğunu bilmiyoruz, ya o tılsımlardan daha güçlü bir şey varsa?” Bunları söylerken Zeynep’e bakmamıştım bile. “Doğru büyücü değil ama onun da benim gibi ufak sürprizleri var.” Halil kolunu omzuma attı, yüzümüzü ağaca dönmüştük. “Zeynep özel bir soydan geliyor. Yüzyıllar önce atalarından biri kayan bir yıldızı takip etmiş. Yıldızın düştüğü yere vardığında dünyalar güzeli bir kadın görmüş. Kadın eski ve ulu bir ağacın kovuğunda onu bekliyormuş. İşte Zeynep onların torunlarının torunlarından biri o yüzden de kaynağa girip orada ne varsa onunla savaşacak.” Hikaye bir yerden tanıdık geliyordu. “Nasıl?” Zeynep şarkı söylemeye başladı. Ona dönüp bakmak istesem de kafamı çevirmedim. “Orası önemli değil. Problem şu, senin yardım etmeni istemiyor, tek başına halledebileceğine inanıyor. Ama bu daha öncekiler gibi değil. Ters bir şey olduğunu hissediyorum.” Ne söyleyeceğini tahmin ediyordum, aklıma onu durduracak bir söz gelmedi. “Senden ona yardım etmeni istiyorum.” Bir çırpıda söylemişti. Benden üstatlar meclisine verdiğim sözü bozmamı istiyordu. Benden büyücülerin en önemli yasalarından birini çiğnememi istiyordu. “Bunu yapmanın benim için ne kadar zor olduğunu biliyorsun değil mi?” Halil’in gözlerinin içine baktım. “Biliyorum. Zaten senden eğer onu oradan çıkartamayacak olursak yardım etmeni istiyorum. Kendi başına halledebilirse kılını bile kıpırdatma.” Gözlerini kaçırmadan konuşuyordu. Zeynep’e baktı, yüzündeki sevgiyi karanlığa rağmen görebiliyordum. “Onunla aranızda ne var?” Bir anda ağzımdan çıkmıştı. Halil’in şaşkın suratını görür görmez bakışlarımı kaçırdım. Güldü. “Zeynep benim için çok önemli bir kadının kız kardeşi. Ona Zeynep’i sağ salim getireceğime söz verdim.” Rahatlamıştım. Bakışlarının ağırlığı kafamı kaldırmama engel oluyordu. “Sen neden yardım edemiyorsun? Senin de ufak sürprizlerin yok mu?” Karar vermeyi geciktirmeye çalışıyordum. “Ben izciyim. Yol bulunmaz yerlerde yol bulurum. Bizim soyumuz binlerce yıldır, yol gösterirler. Sorun av olsa, ya da karşımda dişlerimi geçirebileceğim bir düşman olsa senden yardım istemezdim.” Bir an ışıkta dişleri uzamış gibi gözüktü. “Sadece ben yardım edebilirim öyle mi? Bekleyip daha iyi bir ekiple kaynaktakiyle ilgilenmeniz mümkün değil mi?” Zeynep’in şarkısı tüm açıklığı doldurmuştu. Bir çeşit büyü yapıyordu ama benimkine benzemiyordu. “Bizden başka bölükte bu işle ilgilenebilecek kimse yok. Hem o kaynaktaki şeyin ne yapacağını bilmiyoruz.” Derin bir nefes aldı. “Korhan evet ya da hayır bir cevap ver yeter artık.” Binbaşıya ve beni askere yollayan üstatlara içimden saydırdım. Hayır demenin bir yolunu bulmaya çalışırken, aklıma öldürülen o yürüyüşçüler geldi. Onları koruyacak ya da uyaracak kimse yoktu. Ne yapmış olurlarsa olsunlar böyle bir ölümü hak etmiyorlardı. Gelirken yolda gördüğüm insanları düşündüm, olan bitenden habersizdiler. Karanlıktakilere karşı savunmasızdılar. Zeynep, Halil ve binbaşı onlara yardım etmeye çalışıyordu. “Evet, Zeynep’e yardım edeceğim.” Halil rahatlamıştı. Elimi heyecanla sıktı. Yüzünde koca bir gülümseme vardı. “Büyük bir risk alıyorum. Ona yardım edersem bu aramızda kalmalı. Eğer meclisin kulağına giderse başım belaya girer.” “Merak etme, benden laf çıkmaz.” Elimi sıkmaya devam ediyordu. Zeynep’in şarkısı bittiğinde elimi bırakıp onun yanına gitti. Uyuşan parmaklarımı esnetirken Zeynep’e baktım. Dövmesi gecenin tüm ışığını üzerine topluyordu, yıldız ışığında uzun bacaklı bir tanrıça gibi gözüküyordu. Bana baktı, yüzündeki ifadeyi göremiyordum. Yanlarına gittim. Zeynep hayvan sesleri ile rüzgar uğultusu arası bir ses çıkardı ve suya atladı. Kaynağın içinde bir anda kayboldu. Suyun üstünde dalga bile oluşmamıştı. Onu beklemeye başladık. Halil korkuyla suya bakıyordu. Kaynağın dibinde bir yerlerde küçük bir ışık vardı. Etrafında karanlık bir bulut peydahlandı. Karaltıyla ışık birbirlerinin etrafında dönmeye başladılar. Işık karaltıya yaklaşıyor, buluttan uzantılar ona doğru gelince de kaçıyordu. Suyun yüzeyinde gökteki yıldızların yansımaları arasında onları izliyorduk. Eski çağlardan kalma bir dans gibiydi, hipnotize edici bir etkisi vardı. Bir an karanlık bulut yön değiştirdi ve ışığın etrafını sardı. Şimdi karanlığın içindeydi. İşler kötü gidiyordu, suyun üzerindeki yıldız yansımaları birer birer kayboluyordu. Aceleyle çantamın yanına koştum. Böyle bir savaş için yanımda gerekli malzemeleri getirmemiştim. Hazırlıksız büyü yapabilirdim ama yeterince güçlü olup olmadığıma emin değildim. Giysilerimi aceleyle çıkardım. Kaynaktaki ne peri ne de cindi, yanımdakiler işe yaramazdı. Derin bir nefes aldım. Yıldızların suyun yüzeyinden teker teker kaybolduğunu görmesem de biliyordum. Kaynaktaki her ne ise Zeynep’le savaşırken ormana sihir yayılıyordu. Onun büyüsünü içime çektim. Pantolonumu çıkarıp atarken ormanın büyüsü arasından bu yabancıyı ayırdım. Soyunmuştum, kaynağın üzerinde bir düzine kadar yıldızın yansıması vardı. Su gittikçe kararıyordu. Tüm gücümü ormandaki yabancı sihre yönlendirdim. Sihir benden kaçmaya çalıştıkça ona saldırdım. Kim olduğunu anlamak için onu sihrine hakim olmam gerekliydi. Sihir irademden kaçmaya çalışıyor bir yandan da bana saldırıyordu. Çok güçlü değildi ama yorgundum, onunla başa çıkmak için tüm gücümü harcarsam suyun içindekine halim kalmayacaktı. Açığını yakaladığımda sadece birkaç saniye geçmişti. Sonunda kaynaktakinin ne olduğunu öğrenmiştim. Ormana yayılan sihirde her şey belliydi. Halil bana çıldırmışım gibi bakarken gülüyordum. “Ne olduğunu biliyorum. O bir uyur, sadece bir uyur.” Yaşlı tanrılardan birinin yuvasına geldiğimizden korkmuştum. Kadimlerden birinin uyanmasından çekiniyordum. Oysa sadece bir uyurdu bunları yapan. Böyle davranmaması gerekiyordu. Halil çığlık attı. “Korhan gidiyor, ölüyor.” Boynunda sallanan muskayı gösteriyordu. Kan kırmızısı olmuştu. “Acele etmeliyiz bir şey yap.” Yanıma malzemelerim yoktu, ne yapacağımı bilmiyordum. Benim yerimde bir usta büyücü ne yapardı onu düşünmeye çalıştım. Korkuyordum. Uyurlar böyle davranmazdı, onların kimseye zarar verdiklerini duymamıştım. Halil elinde muska bana bakıyordu. Tek yolu vardı. “Bıçağın var mı?” Halil cevap vermeden belinden bir sustalı çıkardı. Ormanın sessizliğini sustalının açılma sesi bozdu. Aceleyle bıçağı aldım. “Bu muska seninle Zeynep arasında bağ kuruyor değil mi?” “Evet” “Nasıl olduğunu bilmiyorsundur herhalde” “Hayır bilmiyorum.” “Tamam o zaman, başka da şansımız yok gibi.” Bıçakla avucumun içini kestim, bıçak keskindi tek harekette kırmızı bir çizgi olmuştu elimde. Bıçaktaki kanı muskaya sıçrattım. “Ne olursa olsun, o muskayı tenine dokundurma.” Halil başını salladı, muskayı ipinden tutuyordu. Elimi sıkıp avucumdaki kanı topladım. Kaynağın başındaydık. Ormanın büyüsünü içime çektim, suda iki yıldız yansıması kalmıştı. Sıçradım, suya girmeden önce avucumdaki kanı kaynağın etrafına saçtım. Damlalar büyümün etkisiyle suyun üzerinde bir ağ oluşturdular. Soğuk suya girdiğimde uyuru ve Zeynep’i hissettim. Su dışarıdan gözüktüğünden daha derinlere gidiyordu. Uyurun sihrinin içindeydim. Yuvasının üzerine kurduğum ağı kullanıp zihnine saldırdım. Zeynep’i yutmaya çalışıyordu, beni fark etmedi. Büyümü bir ok gibi aklının katmanları arasına yolladım. O daha ne olduğunu anlayamadan, uyurun zihnindeydim. İçinde yaşadığı kaynak gibi bir zihni vardı. Karanlık ve boştu. Tek bir amacı vardı, suyundan içenleri iyileştirmek peşindeydi. Binlerce yıl önce yaşlı ağaçların gölgesi altında bu pınara nasıl geldiğini izledim. Pınarın etrafında kurulan tapınakları, yıkımları izledim. Uyur zamanın geçtiğini fark etmiyor, sadece suyundan içip onu içeri davet edenleri iyileştirmekle ilgileniyordu. Pınarın suyu toprağın içlerinden gelip uyurla birleşmişti. Zeynep’i de iyileştirmeye çalışıyordu. Ancak ötekilerde olduğu gibi bir şey ters gidiyordu. Ne olduğunu bilmiyordu. Problemi düşünebilecek bir varlık değildi. Tek bildiği hastalığı ayırması gerektiğiydi. Zeynep’in azaldığını seziyordum. Acele etmezsem tamamen yok olabilirdi. Uyurun neden böyle davrandığını anlamaya çalıştım. İyileştirmeyi nasıl kaybetmişti? Bilmiyordu, aklı çok basitti. Yaptığının iyileştirmeye çalıştıklarına zarar verdiğinin bile farkında değildi. Zeynep’in ışığı sönüyordu. Suyun içinde zihnini hissetmek için kendimi zorlamam gerekiyordu. Ona ulaşmaya çalışırken suda bir şey fark ettim. Yabancı bir şey kaynak suyuna karışmıştı. Zehri takip ettim. Yer altı akıntısına bir şey karışıyordu. Ne olduğunu ararken bir duvarlarla karşılaştım. Uyur duvarın ardındakinin ne olduğunu bilmiyordu. Duvarda bir çatlak vardı, ardına zihnimle uzandığımda variller gördüm. Çatlak bir varilden akan zehir, beton duvarı eritmiş, kaynağın suyuna karışmıştı. Uyurun zihnine yerleştim, suyla ve onunla bir olmuştum. Onun gücünü kullanarak zehri sudan ayırdım. Zordu ne istediğimi bilmiyordu ama itaat ediyordu. Zeynep’i bırakmıştı. İçindeki zehri topladım ve çatlaktan geri gönderdim. Varillerden akanla bozulmuş beton uyurun saldırısına dayanmadı. Önce çatlaklar oluştu sonra da betondan parçalar düşmeye başladı. Duvar yıkılırken uyurla beraberdim. Uzakta bir yerlerde yüzeyde bir patlama olduğunu duydum. Toprakta yayılan titreşimleri dinledik. Sarsıntılar dindiğinde uyura artık zehir sızmıyordu. Karanlık zehrin gidişiyle aydınlandı. Kendi gözlerimle de Zeynep’i görebiliyordum. Suyun içinde gözleri açık hareketsiz duruyordu. Yanına yüzdüm, uyurun onu iyileştirme çabalarını engelliyordum. Bileğindeki muska kırmızı bir ışık yayıyordu. Elini tuttum, kanımı takip edip Halil’in boynundaki muskaya ulaştım. Muskanın gösterdiği yolu takip edip yüzeye çıktım. Halil’i Zeynep’in halini fark ettiğinde suratı bembeyaz oldu. Zeynep’in gözleri açıktı. Nefesini duymuyordum. Suyun dışına çıkacak zamanı yoktu. Üstatlar meclisinin bir yasağına daha karşı çıkıp büyümle ona ulaştım. Suyun içinde koltuk altından kavrayıp onu ve kendimi suyun üzerinde tutmaya çalıştım. Kolları arkasına düşmüş, suyun üzerinde hareketsiz duruyordu. Teni buz gibiydi. Büyü bedenimden ona ulaştığında uyurun yaptığı zararı görebildim. Zeynep’in hastalığın bulmak için ona ulaşmaya çalışmış, direnç görünce de saldırmıştı. Zeynep uyurun amacını bilmediğinden saldırısına direnebilmek için nefesinden vermişti. İçinde yaşamın sadece kırıntıları kalmıştı. Yorgundum, işe yarayacağına da emin değildim ama şansımı denedim. Uyurla olan bağlantım kopmamıştı, onun zehrin sakladığı iyileştirme gücünü toplayıp kendime aldım. Bedenimi uyurun isteğine bir araç gibi kullanmasına izin verdim. Toplanan sihir benden geçip Zeynep’e aktı. Uyur ne yaptığımı fark edince bana karşı koymadı, öğrenmek istiyor gibiydi. Kollarımda Zeynep ısınmaya başlamıştı. Başını omzuma koyup uyurun işini yapmasını beklerken, yüzünün su üstünde kalmasını sağladım. İyileştiren sihir içimden geçerken bana da bir şeyler bırakıyordu. Onun enerjisi ile canlanıyor, kendime geliyordum. Halil tüm bunlar olurken konuşuyor, bağırıyordu ama anlamıyordum. Cevap bile vermemiştim. Zeynep’e benden akan sihre konsantre olmak dışında bir şey yapmaya korkuyordum. İşe yaradığını Zeynep kollarını boynuma doladığında anladım. Uyur beni bırakıp, kaynağın derinlerindeki yuvasına döndü. Zeynep öksürüp yuttuğu suyu çıkardı. Uyurun gitmesiyle kaynağın dipsiz boşluğu kapanmıştı, yere basabiliyordum. Halil gülüyordu, gökyüzünde binlerce yıldız bizi ışıklarıyla kaplamışlardı. Zeynep bana baktı, yüzündeki ifade bir garipti. “Beni kurtardın.” Sesi cılız çıkmıştı. Başımı salladım, konuşabileceğime emin değildim. “Uyurdan gelen sihirde senden de parçalar vardı. Sanki senin kokun sinmişti.” Beni kucakladı, kollarını sıkıca bana dolamıştı. “Aklıma gelen ilk şey oydu, senin ölmene izin veremezdim.” Göğüslerinin sıcaklığı ikimizin de çıplak olduğunu hatırlamamı sağladı. “Senin içine baktım sanki” Kollarını bırakmadan uzaklaşmıştı, nefesini yüzümde hissediyordum. “ve gördüğüm hoşuma gitti.” Ben daha ne olduğunu anlamaya çalışırken öpüştük. Tadı uzak diyarlardan gelen baharatları hatırlatıyordu. Yorumlarınızı bekliyorum umarım beğenirsiniz:thumbsup: Okumayanlar İçin 1.si http://www.gnoxis.com/forum/lanet-t7542.html Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
SCARRED Yanıtlama zamanı: Mayıs 31, 2007 Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 31, 2007 Yazan Gökçe Mehmet Ay. Yazarın öyküleri zifir.com'da yayınlanıyor. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
YUH Yanıtlama zamanı: Mayıs 31, 2007 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 31, 2007 neden bunu yazdığını anlayamadım açıkçası madem biliyosun yerini sen paylaşsaydın bu nasıl bir yorumdur ayrıca altta verdiğim linke tıklarsan birinci hikayede bu zeten belirtilmişti Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
roanfin Yanıtlama zamanı: Ekim 14, 2008 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ekim 14, 2008 güzel paylaşım, akıcı zevk içinde okudum. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Benjamin Yanıtlama zamanı: Ekim 14, 2008 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ekim 14, 2008 paylaşım için tşk ederim eline saglık biraz uzun ama güzel paylaşım... Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.