Topal Kırkayak Oluşturma zamanı: Ağustos 16, 2012 Paylaş Oluşturma zamanı: Ağustos 16, 2012 Evcilleşme(me) Üzerine Bir Deneme Deli sesli düşünendir diyebilir miyiz? İktidarlar için öyle olduğu su götürmez. M. Luther, "İsyanın aklı yoktur" derken, köylüleri ve bir anlamda mülksüzleri kasteder. Araçsal akıl, bilgi yoluyla tahakkümünü kategorileştirme üzerinden kurarken, sermaye de kendi tahakkümünü emeği ücretli emek altında sınıfsallaştırarak kurar. Modern dünyada gündelik hayat, sürekli arzularımızdan vazgeçme üzerine kurulmuştur. Arzularımız, sürekli olarak kategorileşmeye tabi kılınır. Modernist düşünceye göre, beden-zihin, akıl-duygu gibi ikilemler uyarınca, duygularımız bizi kontrol ederken bizler de aklımızı kontrol ederiz. Duyguların bireyin içinden geldiği, beynin işleyişi ve kişilik gibi dışarıya kapalı, içsel alanlarda oluştuğu fikri, beraberinde aklı aşkın ve rastlantısal bir duruma indirger ve toplumsal eyleyişlerimizden ayrıştırır. Birey-toplum ikiliği üzerine kurulu olan bu düşünce, "dört başı mamur" rasyonel tekil bireyler varsayımından yola çıkarak toplumsal bir tanımlamaya da ulaşır. Tam ifadesini Rousseau ve Locke'un görüşlerinde bulan bu anlayış, herkesin kendi olma hakkı ve kapasitesi olması gerektiğinden hareketle, tekil bireyler tanımını güçlendirir. Bir yandan ne düşündüğünün farkında olan, seçeneklerini değerlendirebilen ve akıllıca seçimler yapabilen kadir-i mutlak bireyler varsayılırken, diğer yandan öfkesine hakim olamayan, depresyondan kurtulamayan ve sürekli uzman akıllara ihtiyaç duyan aciz bireylerin üretilmesi söz konusudur. Bu düalist bakış açısına göre, her birimiz kendi içimize bakar ve kendi zihinsel durumumuzu belirleriz. Başkaları bizim zihinsel durumlarımızı göremez ya da yaşayamaz. Nitekim her insan, öteki benliklerden ayrı bir benliktir. En fazla, karşılıklı zihinsel durumların davranışlardaki sonuçlarını görebiliriz "Bugün sinirli görünüyorsunuz!" gibi. Bu durumda, bizi ancak uzmanlar anlayabilir. Toplum, bireylerden kurulu bir toplumsal sözleşme etrafında birleşmiş yurttaşlar olarak tanımlanarak bireyler yığınına indirgenir ve tekillikler birbirinden soyutlanır ve ayrıştırılır. Şiddetin bir hak olarak kapitalist devlet aygıtının elinde merkezileşmesiyle birlikte, bireylerin davranışlarında çeşitli yollardan özdenetim kültürünün egemen kılınışını Foucault, Deleuze, Elias vb. araştırmacı ve düşünürler daha önce ele almışlardı. İnsan bilimleri alanına tıp disiplininden ayrışarak yerleşen psikoloji de, söz konusu sürecin ürünlerinden biridir. Modern psikoloji, salt bir disiplin olarak düşünce sistemleri alanında iş gören bir olgu olmanın ötesinde, biyo-iktidar olarak adlandırdığımız öznelerin kuruluşunu, üretim ve yeniden üretimini mümkün kılan bir işleyişin ürünüdür. Dolayısıyla, psikolojinin kurumsal yapılarda (üniversiteler ve hastaneler) tanınıp bunlara uygulama alanı açılmasıyla toplumsal pratiklerde yaygınlık kazanması birbirini besleyen süreçler olmuştur. Pyotr Kropotkin'e göre psikoloji, dini geleneğe bağlı kalarak insanları iyi ve kötü, zeki ve aptal, bencil ve fedakâr diye sınıflandırmayı sürdürür.1 Modern psikoloji, tekrar tekrar iyiliğin kişinin kalıtsal mülkiyeti olarak benliğin içerisinde bulunduğunu, kötülüğünse "bireye dayatılarak ve onun 'hakiki' kendisini çarpıtarak", dışarıdan, kamusal alandan geldiğini varsayar. Dini söylemin "öbür dünya" düşüncesinin yerini, çağdaş psikomatik yaklaşımda bireyin "içinde" keşfedilmeyi bekleyen şeyler alır: "Özünde iyi olan gençler kötü eğitimin, kötü toplumun, kötü ailenin kurbanıdır" vs. Uzman terapistlere göre asıl sorun, kapitalist toplumsal koşullardan ziyade terapi gören bireydedir. Koşullara uyum göstermek için değişmesi gereken bireydir. Bu anlamda, bireylerin sürekli kendi benlikleri üzerinde yoğunlaşmalarını telkin eden psikoloji disiplini "vicdan muhasebesini" kışkırtır.2 Benlikler üzerine yoğunlaşan bu "narsist" kültür, sistematik olarak korku ve mistifikasyon üretir.3 Bireylerin kendine dönük kültürü ise, postmodern günlük yaşamda sisteme uyumlu kılmanın vazgeçilmez öğesidir. Disiplin toplumlarındaki kapatmalar yerine, artık maddi olmayan emeğin baskın olduğu koşullarda birer artı-değer üreticisi olarak kendisi bir kapatma halini alan gündelik hareketlerimizin tümü, "hobilerimiz", iktidarın potansiyel taşıyıcısıdır. Artık tüketirken bile üretimin içindeyiz. İktidarın işleyişi, bizi kendimize kapatmıştır. Barkodlar, kredi kartları, yurttaşlık numaraları, kameralar, banka-öğrenci kimlikleriyle kendimizi tanıtıyoruz. Makineler kimliğimizi tanımazsa, bu ya işten atıldığımız yada okulla ilişiğimizin kesildiği anlamına geliyor. Ne var ki, denetim toplumu kapatmayı değil katılmayı da (hınç ve narsist kültür temelinde) teşvik eder. Dolayısıyla, "duygu" ve "arzularımız" itibariyle kim olduğumuzun bir önemi yoktur; önemli olan tek şey "başarı" kulvarında elde ettiklerimizdir." Başarısızlık korkusu, bizi gittikçe daha da büyüyen meydan okumalara itmekte veya sürekli bir yetersizlik ve aşağı olma duygusu aşılamaktadır. Sürekli bir ruhsal gerginlik ve öfke hissederiz. Bu güçsüzlük, kişiyi sürekli kendine ait olmayan, yani otonom olmayan bir kimliği aramaya iterek sonsuz bir öfkenin kaynağını oluşturur.5 Oysa kapitalizm öncesi toplumlarda, zayıflık utanılacak bir şey değildi. Kişi, toplumda bir başkasının zayıflığını miras alıyordu; zayıflık, kişinin kendi eseri değildi. Ancak kapitalizmle bu tamamen değişir. Piyasa koşullarının istikrarsızlığı içerisinde, insanlar dünyadaki konumlarından kendilerini kişisel olarak sorumlu hissetmeye başlarlar; var olma mücadelesindeki başarı yada başarısızlıklarını kişisel bir güçlülük yada zayıflık sorunu olarak görürler.6 Bütün bunlar (iş stresi, gelecek kaygısı, sınav stresi vb.), dikkati kendi üzerimizde yoğunlaştıran bir dizi günlük telaşa tekabül eder. İktidar, bizi özneleştirerek kendi sorunlarına hapseder. Bir başka deyişle, iktidar "akrebi kendisine öldürterek" kendini kurar.Yaşamlarımızda bir eksiklik, huzursuzluk veya mutsuzluk hissediyorsak, bunun mutlaka kendi kişisel eksikliklerimizden kaynaklandığı telkin edilir. Örneğin, öğrencilere daha okul yıllarının ilk günlerinden itibaren testler, sınavlar yoluyla devamlı başarısızlık korkusu yaşatılır. Bireyler, "esnek çalışma" koşullarına dayalı iş yerlerinde "işsiz kalma", "verimli olma" tedirginliğiyle birlikte yaşar ve "yeterince iyi değilim" düşüncesi bütün topluma hakim olur. Kişi, sadece devletin, sermayenin ve bir bütün olarak iktidar ilişkilerinin ondan istediğini yapar ve asla kendi isteklerini açıklamadığı için, kendini yaralanamaz ve özgür görür. Kendi isteklerini hiçbir zaman eyleme dökmediğinden, otonom oluşu sadece hayalinde mevcuttur.7 Bunu şöyle açabiliriz: Toplumsal koşullar insanların eşit olmasına izin vermiyorsa, bir savunma biçimi olarak "içe çekilme" yada diğer insanlara karşı gösterilen kayıtsızlık semptomları baş gösterir. Çalışma koşullarında (dış dünyada) mahkum olsak bile, iç dünyamızda istediğimiz gibi davranabiliriz anlayışı yaygınlık kazanır. Bunun beraberinde getirdiği sonuçlar ise şöyledir: Kişi, benliğini, girdiği toplumsal ilişkilerin keşfini engellediği büyük bir hoşnutsuzluk ambarı gibi algılar ve tatmin duygusunu sürekli olarak kendi içinde arar. Bu pratiği ortaçağ geçmişinin ağırlığı (keşiş kültürü) olarak yorumlayan Sennett, dünyevi bir toplumda bu tür sığınak beklentilerinin daha da arttığına dikkat çeker. Dünyadaki gücün pisliğinden kaçıp sığınak ararsak, kendimizi daha çok bulacağımızı düşünürüz.8 Ne var ki, kendi psişik çatışmalarıyla yoğun olarak ilgilenmek de insanları "depresyondan" kurtarmamakta, aksine onun içine daha derinlemesine sokmaktadır. Dieter Duhm ise, konuya ilişkin şunları söyler: "Burjuva psikolojisi insan ruhunu, kendi başına ve kapalı bir bütünlük olarak telkin eder; insan varlığını psişik süreçlerin akışına indirger. Bunun anlamı pratikte şudur: Rahatsız olan birey, bilincinde tekrar tekrar kendi ruhsal hayatına, özel bireyselliğine ve acılarına doğru geriletilir. Çevresi karşısında içine kapanır, durmadan seyrederek kendiyle çatışma içinde ezilir.'" Diğer yandan, ıstırap, hafifletilmesi ve giderilmesi gereken normal dışı bir şey olarak görülür.10 Bu uğraşta başarısız olan kişiler için, uzman psikologlar eşliğinde dertlerinin teşhisi ve çare reçeteleri bulunmaya çalışılır ve bireyler böylece bir anlamda rehabilite edilir. Böylece, isyana başvurulmadan ve sorunların toplumsal köklerine değinilmeden, parçalanmış bireyin bütünlük arayışına yol gösterilir ve bir başka sağaltıma kadar bireyler teskin edilir. Toplum, giderek mahremiyet alanının içerisine hapsedilir ve toplumsal-politik sorunlar psikolojik kategorilere dönüştürülür. Bu bağlamda, sorunların kaynağını kişinin kendinde aramasına odaklanmış olan psikoloji biliminin yayılıp popülerleşmesine ve neredeyse dev bir sektör oluşturmasına tanık oluruz. Ne var ki, bu uzmanlar, yabancılaşmanın kendisine dokunmadan, onun öznel ağrıları üzerinde çalışır ve aşırı korkuları tasfiye yoluyla egoyu güçlendirir.11 Oysa kendinin ne hissettiğiyle bu derece bir meşguliyet, kendi duygularımızın da yanlış tarif edilmesini beraberinde getirir. Örneğin, iş yerindeki amirlere sürekli kızgınlık hissediyorsak, bu "gergin oluşumuza" bağlanır ve kişinin gerçek hisleri sürekli bastırılır. Terapi, bu bağlamda duygulanımsal emeğin rehabilite ve yeniden üretim alanıdır ve bir anlamda kapitalizmin yeni dinidir. Denetim toplumlarında, kâr potansiyelini yoğunlaştırmak ;için duygular esir alınır.12 Dolayısıyla kapitalist sistemin yeniden üretimi, otonom olanın genişlemesinin engellenmesiyle garanti altına alınır. Otonominin gelişememesi,anlamlı ve tatmin edici bir hayat ihtimalini de azaltır. Oysa kendi içine dönen, bireyler, sadece daha anlamlı ve tatmin edici bir yaşamdan kopmazlar, bir anlamda toplumdan da koparlar. Kapitalist sisteme hiçbir şekilde tehdit oluşturmazlar; çünkü ilgileri, onları anlamsızlığa yönelten güçlere değil, kendilerine odaklanmıştır.13 Bireyler, bu davranışın uzantısı olarak dış dünyanın saldırısına karşı iktidarı uzakta tutmaya çalışırken, "özel yaşamlarına" fazla karışmaması koşuluyla devlet ve sermayeyi gitgide daha çok tanımaya, ona daha geniş bir etkinlik alanı vermeye istekli hale gelir. Bu o kadar baskın bir eğilimdir ki, bugünkü "politik atmosfere" bile sirayet etmiştir.14 Kapitalist sistem, toplumsal otonominin genişlemesini engelleyerek, emeği tahakkümü altına alarak, kendi yeniden üretimini mümkün kılar. Bu anlamda iş, hem tek tek bireylerin hem de bir bütün olarak toplumun kendini gerçekleştirme olanaklarının manipülasyonundan başka bir şey değildir. Kapitalist sistem, feodal sistemden farklı olarak kurucu tekilliklere karşı bireylere "sınırlı otonomluklar" bahşeder. Bu anlamda, ücretli emek ve beraberinde tetiklediği mülkiyet duygusu ve öznenin kuruculuğu yanılsamasıyla kazanılan her "otonom olma" hissi, sisteme bağımlılığı daha da artırır. Modernitenin kendine dönük bireyi, bu yüzden Narkisos mitiyle özdeştir ve bu anlamda, ağacın sadece heybetli gövdesini görmeye eğilimlidir. Narkisos, suda bir tek kendi aksini görmekle kendi ölümünü de hazırlayan, yaşayan bir ölüye benzer. Narkisos kendine gülemez. O, hınç kültürünün son meyvesidir. Narkisos, şimdiyi mutlaklaştırarak kinizm üretir ve "günü yakalamak" tek amaç haline gelir. Buna karşı, ağacın derindeki köklerinden oluşan öznelliklerimiz, kendisini gerçekliğe daha çok açarak yaratıcı potansiyellerimizi mümkün kılabilir. Öznellik, verili şablonların, yasalara bağlanmış devrim umutlarının ötesinde, devrimci coşku ve umudun deneyimlere açıldığı eşiktir. Kısacası, bizim direnme gücümüz, conatus'umuz, salt kinizmin yadsınması veya her türlü "cennet vaadinin" olumlanması olamaz; zira bunlar, nesnelciliğin iki farklı yüzüdür. Bu noktada otonomi, kendisini bir gelecek ütopyasına veya belirli bir momente bağlamak yerine, kendisini şimdinin içinde kurar. Saint-Simon, üreticinin ve tüketicinin yüz yüze gelmesinin sınıf düşmanlığını ortadan kaldıracağı, küçük ölçekli üretimin kapitalizmin yabancılaşmasını kıracağı ve böylece daha samimi ilişkilerin kurulacağı mahrem bir cemaat nosyonu geliştirmişti. Öte yandan, Lenin bu anlayışı şiddetle kınamış ve Taylorist modeli tercih etmişti.15 EZLN ve MST örnekleri, bu iki eğilimin de eleştirisidir. Bu iki deneyimde de, otonom topluluklar, özerk eğitim ve sağlık denemeleriyle kendilerini gerçekleştirirken kapitalizmle mücadeleyi de ertelemezler. Bunlar, kapalı devre, yerel ilişkileri hemen her fırsatta kırmaya ve küresel ağlar geliştirmeye önem verir. Hakları için temsilcilere riayet etmezler. Mevcut egemen kültürle mücadele ederek, gelecek toplumun nüvelerini oluştururlar.16 Otonomi, tekillikleri yok sayan, narsist kültürün uzantısı geçmişe ait mahrem cemaat kimliklerin özleminden ziyade, geleceği şimdiden kuran, kapitalist sistemi karşısına alırken her türlü aşkın mücadele ve topluluk tanımını reddeden otonom deneyimleri genişletmektir. Bu bağlamda, Deleuze'ün yaşam ve deneyimi es geçen eğilimleri eleştiren sözleri anlamlıdır: "Zamanlarını, gelecek ve geçmiş tarihi, terimlerle düşünürler, oluşu bilemezler. Devrim için bile, devrimci olmak yerine "devrimin geleceğine' kafa yorarlar."17 Dolayısıyla otonomi, verili bir cemaatin varlığını koruma veya başkalarını olumsuzlama üzerinden kolektif bir narsizm üretmeye karşı olmalıdır; o ancak mülkiyet, hiyerarşi ve emek-beden üzerinde her türlü tahakkümü değiştirmeye yönelik mücadele verdiği ölçüde var olur. Mülkiyet, kimlik üzerinden sınırlı bir özerklik bahşeden sermayeye karşı, emeğin kendini değerli kılışını mümkün kılan öznelliklerimizde ısrar ederken, Foucault'nun da ısrarla vurguladığı gibi, "özgürleşme süreçlerine göndermelerden ziyade özgürleşme pratiklerinde ısrar etmeliyiz."18 Bu, aynı zamanda önceden öngörülemeyecek muazzam bir yaratıcılık potansiyeli barındıran geleceğin mücadele ve deneyimle şekilleneceği anlamına gelmektedir. Bu yüzden, "irade arzunun bir başka adıdır."19 Kaynakça 1 Pyotr Kropotkin, Anarşi, çev. Işık Ergüden, Kaos Yayınları, s. 13. 2 Medya aracılığıyla aralıksız teşvik edilen vicdan ve itiraf merkezli televizyon programları, ortaçağ engizisyonunun işleyişini hatırlatır. Engizisyon, kolay ve kestirme bir yoldan suçlu veya kurbanını cezalandır-mazdı. İtiraf mekanizmasıyla pişmanlık, hem hukuksal hem de psikolojik açıdan yayılır ve izleyenlere biat etmeleri, ibret almaları hatırlatılırdı. Engizisyon, bugünkü modern yöntemleri andıran biçimde telkin edici, tuzaklı soruların ve kasıtlı yanlış anlamaların, kendine en güvenen kişiyi bile kuşkuya düşürdüğü, psikotekniğe dayalı örnek sorgulamalar tasarlamıştı. 3 Bunun en uç biçimi anti-depresif ilaçlar, sükunet odaları yoluyla bireylere uygulanan fiziksel ve psikolojik korku, kaygı, baskılardır. Bakınız, Don VVeitz, "Notes on Psychiatric Fascism", www.antipsychiatry.org. 4 Arno Gruen, Kendine İhanet, çev. Ülkü Hastürk, Çitlembik Yayınları, s.84. 5 A.g.e, s. 65. 6 Richard Sennett, Otorite, çev. Kamil Durand, Ayrıntı Yayınları, s. 53. 7 Oysa, iktidar oluşumuza içkindir. İktidarın üretkenliği, kuruculuğu hesaplanabilir izleklerden meydana gelir. Bu yüzden, bizler asla evcilleşmeyen kedilere benzeriz. 8 Richard Sennett, Gözün Vicdanı, çev. C.Kurultay, S. Sertabiboğlu, Ayrıntı Yayınları 9 Dieter Duhm, Kapitalizmde Korku, çev. Sargut Sörçün, Ayraç Yayınevi, s. 220. 10 Deborah Lupton, Duygusal Yaşantı, çev. Mustafa Cemal, Ayrıntı Yayınları, s. 155. 11 Dieter Duhm, Kapitalizmde Korku, s. 227. 12 Brian Massumi, Interview with Brian Massumi,www.theport.tv/wp/pdf/pdfl.pdf]. 13 Conrad Lodziak, Kapitalizm ve Kültür, çev. Berna Kurt, Çitlembik Yayınları, s. 57. 14 Özerklik ve özgürlük tartışmasının bireyci politik eğilimlerinin eleştirisi için bkz. Murray Bookchin, Toplumsal Anarşizm mi, Yaşam Tarzı Anarşizm mi, çev. Deniz Aytaş, Kaos Yayınları. 15 "Eski ütopik sosyalistler, sosyalizmin yeni tip insanlarla kurulabileceğini hayal ediyorlardı; önce iyi, saf ve çok iyi eğitilmiş insanlar yetiştirilecek, sonra da bunlar sosyalizmi kuracaklardı. Biz buna her zaman gülüp geçtik... Biz kapitalizm altında büyümüş, kapitalizm tarafından yoksun bırakılmış ve bozulmaya uğramış ama kapitalizmle mücadelenin çelikleştirdikleriyle sosyalizmi kurmak istiyoruz... Kültür meyvelerinden son derece az tatmış proletaryanın ve burjuva uzmanlarının yardımıyla sosyalist toplumu kurabiliriz." V. İ. Lenin, Sovyet Hükümetinin Başarıları ve Zorluklan, [http://www.marxists.org/archive/lenin/works/19-19/mar/x01.htm]. 16 MST sözcülerinden Stedile şöyle diyor: "Kanunda konulan haklar, halk zaferleri için hiç mi hiç garanti değildir... Toplumsal bir sorun, sadece toplumsal mücadeleyle çözümlenebilir; bu, bir sınıfın bir başka sınıfa karşı mücadelesinin parçasıdır." [Aktaran Marta Harnecker, MST: Topraksız İnsanlar Toplumsal Bir Hareket Kuruyor, Otonom Yayıncılık tarafından yayıma hazırlanıyor], 17 Gilles Deleuze, Diyaloglar, çev. Ali Akay, Bağlam Yayınları, s. 60. 18 Michel Foucault, Özne ve İktidar, çev. I. Ergüden, 0. Akınhay, Ayrıntı Yayınları 19 Susan Sontag, Amerika'da, çev. Püren Özgören, Everest Yayınları, s. 330. Otonom Dergisi sayı:13 Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.