nevermore Oluşturma zamanı: Ekim 27, 2012 Paylaş Oluşturma zamanı: Ekim 27, 2012 "Sultan Osman'ın erkekliğinin pınarının musluk borusu..." "... Erkeğin her bir çeşidine özlem içinde olan saray kadınları, zenci harem ağalarıyla yatıp kalkıyorlardı. İçinde yirmi bin yabancı soylu kadının, bini aşkın zencinin, beş binden fazla Sırp, Arnavut soylu bostancı ve içoğlanın hüküm sürdüğü bu büyük genelev, kendine özgü dünyasında yine de her zamanki gibi pırıl pırıldı. İçki, saz ve söz alemlerinin tek nedeni, cinsel içgüdülerini kamçılamak, elde edilecek zevki sonsuza ulaştırmaktı. Günah ise halk içindi..." Topkapı Sarayındaki yaşamla ilgili A. Kemal Meram'ın bu kısa tanımlaması belli bir döneme, Lâle Devri'ne ait. Bugün cinselliğe bakışımızın, cinselliği yaşayış tarzımızın kökleri araştırıldığında, insan ister istemez Lâle Devri'ne, hatta çok daha gerilere uzanmak zorunda kalıyor... "Geçmişi bilmeden bugünü anlamak ve geleceği düzenlemek mümkün değildir" ilkesinden hareketle, hazırladığımız yazı dizimizde amacımız tarihimizin bir dönemini yargılamak değil, fakat bugünümüzü etkilediği tartışma götürmez bir geçmişi, bölüm bölüm, adım adım inceleyerek günümüze ışık tutmaya çalışmak. Yazı dizimizin bu sayımızdaki ilk bölümünde, içine girdikçe karmaşası fark edilen konular arasında genel bir gezinti yapmayı uygun gördük. Önümüzdeki sayılarda ise, Osmanlılarda cinsel yaşama damgasını vuran kurum, töre ve yaşama biçimlerini teker teker ele alarak anlamaya, araştırmaya çalışacağız. Anadolu, 11. yüzyılın ilk yarısında, Doğudan gelen uzun saçlı, atlı okçuların akınlarıyla tanımıştır Türkleri ilk kez. Daha sonra,1071'de Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan'ın Bizans ordusunubir Ağustos gününde bozguna uğratmasıyla Türkleşmeye başlayan Anadolu,yaklaşık 950 yıldan beri Türk-İslam kültürü içindeyuğrulmuş. Anadolu bütünüyle ele alınacak olursa, Türklerin sokulmaya başladığı dönemde az nüfuslu bir ülkeydi. Ayrıca, Türk öncesi Anadolu kültürünün yeni gelenler üzerinde belirgin bir etkisi olduğu iddiası, baştaClaude Cahenolmak üzere birçok tarih bilimcisi tarafından reddedilmektedir. 13. yüzyılın bitiminde, Bizans İmparatorluğu'nun güneydoğu sınırında küçük bir beylik olarak kendini gösteren ilk Osmanlıların daTürk Oğuzların Kayı boyundanoldukları kesinleşmiştir. Ancak, 1453 baharında Konstantinopolis'i genç yaşta ele geçiren Fatih Sultan Mehmed Han'a kadar Osmanlı hükümdarları sürekli olarak yabancı toplumlardan kız alma alışkanlığında olduklarından ve bu eğilimin 20. yüzyıla kadar devam etmesinden dolayı, Osmanlı İmparatorluğu'nda yönetici sınıfın Türklükle pek bir ilişkisi olmadığı ileri sürülebilir. Bu bakımdan, Osmanlı dönemi Türk toplumunun saraylılarla arasındaki kültürel kopukluğunun cinsel alanda da kendini göstermiş olması doğaldır. Osmanlılardan günümüze cinselliğin gelişimi üzerine bir inceleme yapmanın sanıldığı kadar kolay bir çalışma olmadığını araştırmalarımız boyunca gördüğümüzü de belirtmek isteriz. İmparatorluk devrine ait politik ve sosyal olaylarla ilgili bir çok tarihsel belgenin gün ışığına çıkarılmış ve kültürel etkisi olan sayısız yapıtın incelenmiş olmasına rağmen özellikle cinsellik konusunda geçmişimizi aydınlatacak ayrıntılı bir araştırmaya belirli alanlarda sayısı onu geçmeyen yapıt dışında rastlanmayışı ilginçtir. Öte yandan, toplum sağlığı konusunda ülkemizde uzmanlaşmış bilim adamlarımızın bu konuyla ilgili görüşlerini okuyucularımıza yansıtmak istediğimizde, aldığımız yanıtların ne denli düşündürücü olduğunu yazı serisi içinde izleyebilirsiniz. 2. Osman olarak tarihe geçen Genç Osman öldürüldüğünde, Evliya Çelebi henüz yeniyetme bir çocuk sayılırdı. Yazdığı ünlü "Seyahatname"sinin bir bölümünde bu olayı bütün ayrıntılarıyla anlatmaktan kaçınmamıştır: Yeniçerilerle arası iyi gitmeyen padişah, sonunda bu kuruluşu ortadan kaldırmayı planlar. Ama, saray içinde aynı görüşte olmayanlar çoğunluktadır ve sonuçta bir ayaklanma olur ve1. Mustafa'yı (tarihçiler hem deli hem de kısır olduğunu söylerler) başa geçirirler. Vâlide Sultan'ın uyarısıyla göreve getirilen cebecibaşı ve subaşı kethüdası beraberinde, diğer yüksek rütbeliler bir alay asiyle birlikte2. Osman'ı bir gece yarısıYedikule zindanlarında bütün direnmesine rağmen boğup, kafasını koparırlar. Ancak, daha önce sabık padişahın zorla ırzına geçmeyi de unutmazlar. İşte bu olayı bütün ayrıntısıyla anlatanEvliya Çelebi'ye çok içerleyen ünlü Osmanlı devri tarihçilerinden Necib Asım Bey, orijinal yazmayı 1896'da ilk defa yayımlayan kurul içinde görevliyken, metnin cinsellikle ilgili bölümünü içeren bir sayfayı büyük bir soğukkanlılıkla yırtıp yok etmiş ve ardından da gerekçe olarak şöyle demiştir: "Tarihimiz için bu sayfa kara bir lekedir. Bunu gelecek kuşaklara göstermek doğru olmadığı için yırttım!" Kuşkusuz,2. Osman'ı cezalandırmak için ırzına geçmenin de gerekli olduğuna karar verenler anlık bir öfkeye kapılmışlardı. Nitekim, benzeri bir öfkenin 1970'li yılların başında bir milletvekilinden geldiğini anımsıyoruz. Kompozisyon dersinde Atatürk ile Lenin'i karşılaştırarak, Atatürk'ün daha üstün ve başarılı bir devlet adamı olduğunu kanıtlamak isteyen bir ortaokul öğrencisi, kullandığı üsluptan dolayı yargılandığında, milletvekilinin "Atsınlar içeri o... çocuğunu, orada bir güzel ırzına geçerler da anlar o zaman!" diye hırslanarak duygularını dile getirmesi, kanımızca sadece basit bir rastlantı değildir. Ancak, geçmişte ırza geçme olaylarının hepsinde de anlık bir öfkenin neden olduğunu söyleyemeyiz. Örneğin,Bektaşitarikatından olan 19. yüzyıl ozanımız Edib Harâbî bir nefesinde, oğlanlara olan aşkını dile getirirken, eğer eline birisi düşerse onu hep birlikte ne yapacaklarını divanında belirtmeden geçememiştir. Şöyle diyor ozan: "Bektâşiyiz yâhû etmeyiz inkâr. Şânımız söylenir dillerde her bâr. Bizlere bir mahbûb olursa şikâr, Kırk kişiyle ânı hemân s...riz." İsmet Zeki Eyuboğlu, "Divan Şiirinde Sapık Sevgi" adlı yapıtında, hece vezniyle yazılmış bu şiirin açıklama gerektirmediğini, ozanın söylemek istediğinin besbelli olduğunu ekliyor. Ardından, divan şiirinde "sâkî" ve "mahbûb" gibi kavramların aslında ozanların tutuldukları oğlanları dile getirmek için kullanılan üstü kapalı deyimler olduğunu vurguluyor. Ancak, ünlü psikiyatri profesörümüz Sn. G. Koptagel'e göre divan şiirinde"oğlancılık" diye bir şey yoktur. Cerrahpaşa Hastanesi'nde kendisiyle yaptığımız görüşmenin bir bölümünde, bize divan şiirinin tümüyle sembolik olduğunu ve ozanların ince bir üslupla insan değerlerini nasıl işlediklerinin özüne varılması gerektiğini anımsatması üzerine, aklımıza hemen Nedim'in ünlü bir şarkısı geliyor: "İzn alub cum'a nemâzına deyû mâderden, Bir gün uğrılayalım çerh-i sitem-perverden. Dolaşub iskeleye doğrı nihân yollardan, Gidelim serv-i revânım yürü Sad'âbâde." Günümüz Türkçesine olduğu gibi çevirirsek:"Anne(n)den cuma namazına (gideceğiz) diye izin alıp zalim felekten bir gün çalalım. Issız yollardan iskeleye doğru dolaşıp, yürü uzun boylu sevgilim Sadabad'e gidelim." Kadınlar cuma namazına gitmediklerine göre, Nedim'in annesinden izin alıp cuma namazına götürüyorum diye ıssız yollarda kaybolmaya heveslendiği uzun boylu genç sevgilisi, kimi ya da neyi sembolize ediyordu acaba... Bugün Anadolu'dan gelen minibüs şoförü aracının ön kısmını "caka işleri" yapan bir başka hemşerisine süsletirken, görünür bir yere iliştirdiği "bu kahrolası dünyayı senin için çekiyorum" yazısıyla, sürekli dinlediği arabesk müziğin sarhoş eden "ölürsem kabrime gelme" feryadında özlenen, bir kadın imajıdır kuşkusuz. Ancak, 18. yüzyılda üç yıl saltanat sürmüş olan3. Osmanne musikiden hoşlanırmış ne de kadınlardan.Çağatay Uluçay, "Padişah Kadınları ve Kızları" adlı yapıtında, padişah olduğunda yaşı 55'e ulaşmış olan 3. Osman'ın yaşamının yarım yüzyılını rutubetli, loş harem odalarında tembellikle geçirmiş olduğunu belirtiyor. Padişah olduğu zaman, haremde bulunan ne kadar hânende, sâzende ve rakkâse varsa hepsini kovup atmış. Üstelik, haremde kadınlar ve cariyelerle karşılaşmamak için altına büyük kabaralar çakılmış yüksek takunyalar ve ayakkabılar giyermış. Haremde dolaştığı zaman, kadınlar ve cariyeler sesini duyunca onunla karşılaşmamak için çil yavrusu gibi dağılıp her biri bir tarafa savuşurmuş. İstanbul'da dolaşmaya çıktığı haftanın üç gününde kadınların sokağa çıkmalarını ve evlerinde bile olsa süslenmelerini yasak etmiş. Topkapı Kitaplığı yazmalarından Velâdetname-i Hibetullah Sultan Varak No. 2'de kendisinden şöyle söz edilir: "... mağfur cennet-mekân Sultan Osman hazretlerinin lüle-i serçeşme-i recüliyetleri isale-i selsâl-i tenasül etmede hûşkîde ve âtıl... ve lemyettehizu veleden sırrına vâsıl olmağla zükür ve inastan mahrum olmağla..."(Allah günahlarını affetsin, yeri cennet olsun, saygıdeğer Sultan Osman'ın erkekliğinin pınarının musluk borusu (yani: penisi), üreme suyu akıtmakta kuru ve tembeldi. Böylece çocuksuz ölmekle erkek ve kız çocuktan yoksun kalmıştır.) Bu arada, bazı padişahların da kadınlarını öldürttükleri görülmektedir. Ama, bazı Avrupalı yazarların belirttikleri gibi toptan öldürme olaylarına dair elimizde yeterli kanıtlar yoktur, diyorÇağatay Uluçay.Örneğin3. Muradölünce, ondan hamile kalan yüzlerce cariyenin çuvallara konup bostancıbaşı ile kızlarağası tarafından ağızlarına birer taş bağlanıp Sarayburnu açıklarında sandallardan denize atıldığını iddia ederlermiş. Halbuki bizim kaynaklar yalnız yedi cariyenin çuvallara tıkılıp denize fırlatıldığını yazıyormuş. Yine iddia ederlermiş ki,Sultan İbrahimbir kriz anında (kendisinin ruh hastası olduğunu bütün tarihçiler kabul etmektedir), eğlenmek ve neşesini bulmak için haremdeki bütün kadınların öldürülmesini emretmiş. Kadınları denize atarak boğmuşlar. Halbuki,Sultan İbrahimhiçbir zaman böyle bir işe kalkışmamıştır, deniyor. Tersine, kadınlara çok düşkün bir padişahmış. Sultan İbrahim padişah olduğu zaman 25 yaşındaydı. Çocukken, ağabeyi4. Murad'ın üç kardeşini öldürmesinden sonra sıra kendisinin boğdurulmasına geldiğinde, annesiValide Kösem Sultan'ın girişimiyle canını kurtarmış ve sürekli hapiste yaşamaya mahkûm edilmişti. Bu durum,Sultan İbrahim'in çıldırmasına yol açmıştı. Tahta oturduğu zaman, Osmanlı hanedanındaDeli Mustafa'dan başka erkek çocuk yokmuş. (Mustafa'nın deli olduğunu tarihçiler belirtiyor.) Hanedanı yaşatmak için başta annesiKösem Sultanolmak üzere, devletin ileri gelenleri kendisine güzel cariyeler bulmak için seferber olmuşlar. İbrahim de devlet işlerini annesi ve diğer kadınlara bırakarak kendini, hanedanı yaşatma görevine adamış. Hasekiler ve gözde cariyeler devlet işleriyle meşgul olup4. Murad'ın kurduğu düzeni çorbaya çevirirlerken, İbrahim sekiz yıllık saltanatı boyunca aklına gelen her türlü rezaleti yapmış. Sultan İbrahim cinsel isteklerini alevlendirmek için yatak odasının etrafına aynalar kor ve bunlara bakarak cinsel ilişkide bulunurmuş. Her Cuma günü annesi ya da bir başka saray görevlisi tarafından kendisine genç bir bakire sunulur, İbrahim de bununla birlikte kendisine anlatılan yeni bir ilişki biçimini uygulayarak değişiklik yaparmış. En çok zevk aldığı eğlencelerden biri de bütün kadınlarını soyup onları kısrağa benzetmesiymiş. Kendisini bu durumda bir aygır olarak ilan edip üzerlerine saldırırmış. Osmanlı Haremi'nin içindeki kadınlar, İmparatorluğun her devrinde sayıları yüzlerle anılacak kadar çoktur. Her ne kadar İslamiyet dört kadından fazlasına izin vermemişse de, köleler hakkındaki hükümler sayesinde bir sürü cariyenin alınıp satılmasına kimse ses çıkarmamıştır. ÖzellikleFatih Sultan Mehmed'e kadarki devrede, belirli bir harem düzeninden söz etmek mümkün değildir.İstanbul'a yerleşildikten sonra, Saray ile birlikte Harem de dikkati çekmektedir. Haremin içinde bir ordu gibi çoğunluğu oluşturanlar daima cariyelerdi. Bunlar padişahın kölesi sayılırlar ve mal olarak değerlendirilirlerdi. İlk zamanlarda, cariyeler savaşlarda elde edilen ganimet arasında saraya getirildi. İmparatorluğun genişleme devrinde çok esir alındığı için, bunların güzelleri hareme seçilir, diğerleri satılırdı. Bu arada, Çerkez, Gürcü ve Rus kölelere öncelik tanınırdı. Kafkasyalı kızlar,Osmanlı Beyliği'nin kuruluşundan beri padişahlar tarafından beğenilir olmuştu. Duraklama ve gerileme devrinde savaş ganimetleri yetersiz olmaya başlayınca, cariye bulmakta da güçlük çekilir oldu. Cariyeler ayrıca devlet adamlarının padişaha armağanları arasında da gelirdi. Diğer yandan, Gümrük Emini tarafından satın alınan seçme köleler de bir başka kaynaktı. Esir pazarları hakkında, 15. yüzyılda yaşamış Osmanlı tarihçisiÂşık Paşazâde'nin anlattıkları ilginçtir:Bursa'da veEdirne'de çok büyük Esirhaneler ve esir pazarları varmış. Her savaştan sonra, sefer dönüşü Osmanlı orduları en güzel kızları ve kadınları toplayıp buraya getirir, satarlarmış. Yazarın da katılmış olduğu2. Murad'ın Macar seferinde o kadar çokMacar kızıesir alınmış ki, en güzeli bile 300 akçeden fazla etmez olmuş.2. Murad'ın Belgrad seferinde ise, esir alınan kızların değeri daha da düşmüş ve bir cariye bir çizmeyle değiştirilir olmuş. 2. Murad, Âşık Paşazâde'ye de dokuz cariye vermiş. Paşa bunları 200-300 akçeye zor satabilmiş. İstanbul'daki en işlek esir pazarıKapalıçarşı'nın hemen dışında,Nur-u Osmaniye'denÇemberlitaş'a giden yol üstündeki tek katlı, ortası avlulu bir hanmış. Fakat, Kapalıçarşı içinde de insan alım satımı yapılırmış. Yabancı yazarların anlattıklarını uydurma saymaya çalışsak bile, tarihçi ve şair Latîfî'nin "Risale-i Evsâf-ı İstanbul" adlı yapıtında, 16. yüzyılda Bedesten'de görmüş olduğu esir satışını nasıl anlattığını belirtmeden geçemeyiz: "Sıfat-ı Bezzezistân-ı Dilsitânda, Yusuf ruhsar ve Azra'izâr gılman ve hûran, her biri nazir-i hûrî-ü-perî nihal âzâdeleri mânend-i serv-âzad iken, iktizâ-i takdirden kul olup, hüsn-ü bahâ ile mezad olunurlar ve ol semen 'izâr ve dür-i seminler, vakt-i semende ol hüsn-ü bahâ ile kıymet ve bahâ bulurlar." "Bedesten denilen o güzelim yerde, güzel yüzlü tüysüz delikanlılarla el değmemiş güzel kızların herbiri serbestçe büyüyen servi fidanı gibi güzeller iken, yazgıları gereği kul olup iyi değerle satışa çıkarlar, tüm yasemin yanaklı ve değerli inciye benzeyenler iyi para verildiğinde de satılırlar" diye olayı ballandırarak aktardıktan sonra parasızlığından yakınıp o güzel oğlanlarla kızlardan alamadığını belirtir. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Ekim 27, 2012 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Ekim 27, 2012 Esir pazarlarından alınıp kullanıldıktan sonra yeniden satılan güzel cariyelerin bu sürekli el değiştirişi bir tür fuhuş anlamını taşımaktadır. Esir pazarından güzel seçmek, ancak belirli bir gelir düzeyinde olanlar için mümkündür. Olanakları daha kısıtlı erkekler için de "çamaşırcı" kadınların bu boşluğu doldurduğunu görürüz. 16. yüzyılda çıkarılan bir fermanda, "bekâr çamaşırı yıkayan avratların dükkânlarına gelen kimi leventleri uygunsuz kadınlarla buluşturdukları bilindiğinden, bekâr çamaşırı yıkamaları kesinlikle yasaklanmıştır", deniyor. 3. Murad zamanında esir ticaretinin fuhşa hizmet eden kurumlaşma biçimini aldığını söyler Refik Ahmed Sevengil. Erkek müşteriler için bu pazarlardan günümüz deyimiyle "sermaye" toplamaya alışmış bazı kadınlar, seçip beğendikleri birkaç güzel kızı satın alıp uygun yerlerde tuttukları evlerde gelenlere pazarlarlarmış. Bu tür kadınlardan biri, 2. Abdülhamid devrinde İstanbul'un en ünlü genelevini işleten Bahrî adındaki yosmadır. O devirde genelevlere"koltuk"denilirmiş. Eski İstanbul'da gizli fuhşun önüne geçmek için"mahalle namusu"denilen bir kavramdan yararlanılmaktaydı. Mahalle içinde kuşku duyulan evler, başta mahalle imamı ve subaşı olmak üzere, halk tarafından toplanan bir kalabalığın baskınına uğrardı. Önce kapıda avaz avaza bağıran halk, sonunda içeri zorla girip zinâ halinde olanları yaka paça dışarı atarmış. Bunlar hakkında verilen ceza da genellikle İstanbul dışına sürülmek olmuştur. Ölüm cezası ancak "Müslüman bir kadınla gayri müslim bir adam" arasındaki zinâ durumunda uygulanmaktaydı. Benzeri bir olay, 17. yüzyılda Aksaray'daMurat Paşa Camiibitişiğindeki bir evde olmuştur. Yeniçeri emeklilerindenHasan Ağa'nınGülnûşadındaki karısı, kocasının yokluğundan yararlanıp, ipekçilikle uğraşan orta yaşlı bir Yahudi ile sevişmeye başlamış. Üç-beş derken, mahallenin tepesi atınca, bir gün ansızın baskın yapmışlar ve Yahudiyle emeklinin karısını zinâ halinde yakalamışlar. Her ikisini de ayrı ayrı eşeklere ters olarak bindiripRumeli Kazaskeri Ahmet Efendi'ye götürmüşler. Baskını yapan halk hep bir ağızdan "bu günahkârları kılıç kında iken yakaladık" diye yemin edince, Kazasker Yahudinin öldürülmesine ve kadının da "recm"edilmesine karar vermiş. Kara Mustafa Paşa da devrin hükümdarına durumu bildirince, 1. Mahmud "bunu ben de göreyim" demiş ve herkesin önünde, bir Cuma günü öğle namazından önce kadını Atmeydanı'na getirip recmetmişler, yani taşa tutup öldürmüşler. Fuhuşla ilgili olarak, 2. Selim devrinde kadınlar için şöyle bir ferman çıkarılmıştır: "Yolsuzluk eden kadınlar cezalandırılacaktır. Mahallelerde edepsizlik eden kadınlar çıkarılacaktır. Yolsuz kadınlarla (metinde - hapis olunan fahişeler - diye geçiyor) evlenmek isteyenler, nikahtan sonra İstanbul'u terk edecekler ve dışarıya gideceklerdir. Eğer gitmezlerse, aldıkları kadınla birlikte hapsolunacaklardır." Tarihte sarhoşluğuyla ün yapmış olan2. Selim, bu fermanı saltanatının ilk yılında yazdırmıştır. 42 yaşında tahta çıkıp, 60'ında hamamda sarhoş bir halde cariye kovalarken ayağı kayıp kafasını çarparak ölen bu padişah, gençliğindeManisa'da rastladığı birYahudi kızınatutularak saltanatında da bütün devlet idaresini bu Nurbanû Sultan adını verdiği kadına bırakmıştır. Osmanlı tarihçileri, Nurbanû Sultan zamanında devlet işlerine bir sürü Yahudinin karıştığını söylerler. 2. Selim'in fahişeleri İstanbul'dan uzaklaştırmak istemesine rağmen,Nurbanû'dan olma oğlu 3. Murad, saraydaki kadınlarla yetinmeyecek kadar cinselliğe düşkün bir padişahmış. Arasıra, hekimbaşının yaptığı özel kuvvet macunlarını atıştırıp sokağa çıkar ve sokakta bulduğu gözüne hoş gelen bir kızı ya da evli kadını koynuna alırmış.Çağatay Uluçay'a göre, 3. Murad öldüğünde haremindeki yüzlerce cariyeyi saraydan çıkarıp satmışlar, kadınefendileri de uygun birisini bulup evlendirmişler. Yüz kadar çocuğunun içindeki kızların da birilerine verilmiş olması gerekir. Evlilik konusunda padişahların bazı tutumları ilginçtir. Özellikle Kösem Sultan zamanında çocuk yaşta evlendirilen sultanlardan Gevher Sultan 3,Beyhan Sultan2,Ayşe Sultan 7,Fatma Sultan5 yaşında nikâhlanmıştır. Bu örnekleri daha uzatmak mümkün. Üstelik bu çocuklar devrin önde gelen ve azılı paşalarıyla evlendirilmişlerdir. 17. yüzyılda başlayan bu garip durum, 2. Mahmud zamanına kadar sürdürülmüştür. 1. Ahmed'in kızı Fatma Sultan ise ilk defa 13 yaşında evlenmiş ve bunu onbir evlilikle devam ettirerek sultanlar tarihinde bir rekor kırmıştır.Melek Ahmet Paşaile olan evliliği ise pek ilginçtir. Kayıtlara bakılırsa bu paşa onuncu kocasıdır ve önceleri aşırı şişmanlığından dolayı "malak" olan lakabı sonra rütbesinin artmasıyla birlikte "melek" olmuştur. Evlendiklerinde Fatma Sultan ellilerindeymiş. İkisi de yaşlı olduğundan devamlı kavga ederlermiş, Fatma Sultan Paşa'ya sürekli "bunak çenesiz" diye bağırırmış. Son kocasıKozbekçi Yusuf Paşaile evlendiğinde 62 yaşındaymış. Harem yaşamının en çok sözü edilen tiplerinden biri de"hadım"lardır.Çağatay Uluçay, "Harem" adlı yapıtında üç tür hadım olduğunu söyler: "Hayaları ve erkeklik organı kesilenler, yalnız erkeklik organı kesilenler, yalnız hayaları çıkarılanlar." Ancak, hadımların cinsel ilişkide bulunmalarına pek bir engel olmuyormuş bu durumları. 2. Ahmed padişah olur olmaz, bu ilişkiye bir son vermek için "haremağaları"nın akşamdan sonra hareme girmelerini yasaklamış. Bu duruma canı sıkılan cariyelerle haremağaları da kendi aralarında sözbirliği edip bir yol bulmuşlar: Akşam olunca cariyeler "Koca gördük!" diye bağıracaklar, bunu duyan haremağaları da bahçeye koşup sevdikleri cariyelerle buluşacaklarmış. Yine bir akşam, cariyeler "Koca gördük" yaygarasını basmışlar, haremağaları da yalın kılıç bahçeye koşmuşlar. O sırada bir bostancıyı ağaç üstünde bulup sille tokat aşağı almışlar ve Darüssaade ağasının yanına götürerek, cariyeleri her zaman rahatsız eden bostancının bu olduğunu söylemişler. Bunun üzerine bostancılarla haremağaları birbirlerine girince,2. Ahmedaraya girip bostancıyı öldürterek olayı kapatmış. Topkapı Sarayı arşivinde bulunan yazmaların birinde şöyle bir yakınmadan söz edilmektedir: "Ben de şehadet ederim ki bu kara kâfirlerin (zenci haremağaları) hıyanetleri o derecedir ki, herbiri birer ikişer cariyeye âşık olurlar ve her ne kazanırlarsa onlara sarf ediyorlar, fırsat buldukça da görüşüp sevişiyorlar. Eğer denirse ki bunlar hadım edilmiştir, bunlarda şehvet yoktur, kadınla muhabbet edemezler; bu melunlar güzel oğlanlara da âşık olup kendilerine yakın ederler ve bu kafirlerin o derece şehvetleri vardır ki, murdar vücutları hep şehvet olmuştur. Herbiri ikişer üçer cariye alıp odalarına saklarlar ve birbirinden son derece kıskanırlar, cariyelerime bakmışsın diye birbirleriyle kavga ederler." Kadınlar arası cinsel ilişkilerde de en yaygın yerlerden birisi kuşkusuz hamamlardır. Kadınlar toplu olarak hamama gider ve birbirlerini yıkarlarmış. Ancak, hamamdaki bu içli dışlılık sonucu, kadınlar arasında birbirini başka gözle görenler çıkarmış. Birbirlerini yıkayıp masaj yaparlarken, sıcağın ve çıplaklığın azdırdığı şehvet duygularıyla ortaya çıkan istekler sonundasevicilik ilişkileridoğarmış. Bu tür kadınlar, gözden uzak olmak amacıyla kendi mahalleleri dışındaki hamamlara giderek, güzel bir kızı bulduklarında ona yaklaşmanın yollarını ararlar ve sonunda isteklerini uygun bir durumda ortaya koyarlarmış. Lezbiyen ilişkilerde önemli bir yeri olan"çengi"lerin, zengin hanımefendilerin haremdeki durgunluklarına çeşni kattıkları ve cilveli edalarıyla soyunurlarken çoğunun kucağında sevişmeyle sanatlarını ortaya koydukları bilinmektedir. Çengi denilen bu kadın oyuncular gibi,"Köçek"adını alan erkek oyuncular da kadın elbisesi giyip kırıtarak dans ederlerken seyircileri çılgına çevirirlermiş. Hamamlar konusunda erkeklerin de kadınlar kadar eşcinsel eğilimli olduklarını görüyoruz. Evliya Çelebi Bursa kaplıcalarını anlatırken, "saldırgan suratlı, nalın giymiş natırlar ve bunların sevgilisi olan tellaklar vardır... Sonbahar zamanı âşıklar daha çok olup, hele Aralık ayı sonunda kaplıcaları çıralarla aydınlatarak herkes sevgilisiyle havuza girer, kimi tavus kimi de kevser taklası atıp suya dalarlar, her gün eğlence düzenlerler." demektedir. Ozanlar da hamam anılarını şiirlerinde ölümsüzleştirmişlerdir. Örneğin,Haşmet Divanı'ndaki şu beyit ilginçtir: "Sen kaplucanın zevkine bak, var mı nazîre, Götgâh temaşasına gel sen havzu kebîre." Benzeri özellikte bazı erkeklere Yeniçeri Ocağı'nda da rastlamak mümkündür. Devşirme kanunu kaldırıldıktan sonra, yeniçeri adayları arasında"Civelek"adı verilen bir tür için genellikle kız gibi genç ve güzel olanlar seçilirmiş. M. Zeki Pakalın "Osmanlı Tarih Deyimleri" adlı yapıtında bu oğlanlar için şöyle diyor: "Civelekler nadiren sokağa çıkarlardı. Genç ve güzel oldukları için münasebetsiz bazı adamların tecavüzüne uğramamaları için yüzlerini bir saçak peçe ile örterlerdi. Ancak, gözleri peçenin arasından pırıl pırıl parladığından, belki de bu hal daha çok dikkati çekerdi." Anadolu'da çok daha değişik bir olayda, eskiden beri gelen gölge oyunumuz Karagöz'de, cinsellik kavramının rahatlıkla işlenmiş olması ilgi çekicidir. Yerli kaynakların bu konuda susmuş olduğunu belirten Metin And, "Gölge Oyunu" adlı yapıtında, Türkiye'ye eskiden gelmiş birçok yabancının gördükleri Karagöz oyunlarında açık-saçık sahnelerin yer aldığını anlattıklarını belirtiyor. Kadınların ve çocukların da izlediği bu oyunlarda, yeri geldiğinde sertleşmiş penisiyle Karagöz'ün perdede görünmesini yadırgayan bir yabancı, oraya iki kız çocuğuyla gelmiş yaşlı bir Türk'e, böyle utanmasız sahneleri niye çocuklara seyrettirdiğini sorunca şu yanıtı almış:"Öğrensinler, ergeç bunları tanıyacaklar, onları bilgisizlik içinde bırakmaktansa öğretmek daha iyidir." 13. yüzyılda Konya'da yaşayan ünlü İslam şairi Mevlâna Celaleddin tarafından yazılmış olan "Mesnevi"nin Türk kültürü üzerindeki etkisi tartışılmayacak kadar büyüktür. Bu ünlü yapıtın 5. cildindeki bir öyküyle insan nefsinin şehvetle nasıl azgınlaşarak kendisini ölüme sürüklediğini belirtirken verdiği örnek ilginçtir. Eşekle ilişkide bulunan halayık ve bunu gören ev sahibi kadının aynı şeyi yapayım derken bir hata yüzünden ölmesini anlatan öykünün içindeki "açık-saçık" tanımlamalar, günümüz toplumunda bazılarına göre "müstehcen" niteliği taşıyacak kadar "açık" bulunmaktadır. Ancak, yedi yüzyıldan beri okunan bu yapıtın pornografik bir amaçla yazılmadığı aşikârdır. İşte böyle; yakın geçmişimize şöyle bir uzandığında insan ne ilginç şeylerle karşılaşıyor. Bizim amacımız, yazımızın başında da belirttiğimiz gibi yargılamak değil, bugünün cinsel sorunlarına bakarken ayağımızı sağlam temellere bastırabilecek tek tek yapı taşlarını okurlarımıza sunmak. Bu ay aralarında şöylesine gezindiğimiz taşları, gelecek sayılarımızda tarihimizin bellibaşlı kesitlerinde aramaya devam edeceğiz. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Sphynxinator Yanıtlama zamanı: Ekim 28, 2012 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ekim 28, 2012 İyiymiş valla. Şimdi günah oldu çıktı hepsi. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
serpentine Yanıtlama zamanı: Ekim 28, 2012 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ekim 28, 2012 Günah ise halk içindi. Tüm bunları saklayanlar, belgeleri yırtanlar elbette ki haklıydı. Cinselliğin sınırı yok. Kimse bunları öğrenmek ve öğretmek istemez. Mükemmel Müslüman Osmanlı imajını korumayı görev bildiler. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Sphynxinator Yanıtlama zamanı: Ekim 28, 2012 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ekim 28, 2012 Kötü bir şey yok ki işte yine güzel bir Osmanlı imajı var olabilir. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
NiSh Yanıtlama zamanı: Ekim 28, 2012 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ekim 28, 2012 İnsanlar geçmişten bugüne kafalarında bir sınır koymuşlar almışlar başlarını gidiyorlar. Kendi kafanda sınırlarınla yaşadur madem, başkalarına karışma sen. Yeter. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Ekim 28, 2012 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Ekim 28, 2012 "Nice âfet-i devrân ve yürek dağlayan kızlar..." Geçen ay başladığımız yazı dizimizin ilk bölümünde, konuya kuşbakışı bir giriş yapmış ve daha sonraki sayılarda, Osmanlılarda cinsel yaşama biçimlerini tek tek ele alıp incelemeye çalışacağımızı belirtmiştik. İşte şimdi, dizimizin bu ikinci bölümünde"Harem"in gizemli dünyasına doğru hayli uzun bir yolculuğa başlıyoruz. Yolculuğumuzun "Harem"le ilgili bölümü gelecek ay da devam edecek. 600 yıllık imparatorluğu ile Osmanlı toplumunu yakından tanımaya çalışan batılıları her dönem cezbetmiş olanOsmanlı Haremi, geçmişi ile bağlarını yeniden kurmaya çalışan günümüz Türkiyesi insanının da "gerçek yönleriyle" ilgisini çekmeye başladı. Harem, en güzel kızlar arasından seçilerek saraya getirilen binlerce cariyenin bir arada bulunduğu mekâna verilen isimdi. Aralarından bazıları, şanslarını ya da olanaklarını doğru kullanarak padişaha çocuk doğurup Hanım Sultan olmuş, ya da dünyaya getirdikleri şehzade tahta çıktığındaValide Sultanolarak zaman zaman devlet yönetimini ellerine geçirmişlerdi. Ancak, bir zamanlarTopkapı Sarayı cariyeler koğuşu kapısının iç tarafına asılmış olan Arapça bir kitabe, cariyelerin kaderinin her zaman iç açıcı olmadığına işaret eder: "Ey kapıları açan Tanrı, bize de kapıları aç!..." Batılıların aklına "Osmanlılar" denince hemen "Harem" gelir. Çünkü eskiden beri batılı yazarlar "Harem" konusunda olmadık öyküler yaratmışlardır. Bunların bir bölümünün tümüyle uydurma olduğu biliyoruz artık. Ama içlerinde öyle ilginç olanları vardır ki, Saray Arşivi'nde yapılan araştırmalar bunların doğruluğunu kanıtlayan belgeleri ortaya koydukça, Osmanlıların gerçekten bir "Harem" yaratmış olduklarını anlıyoruz. Osmanlı Sarayı hakkında çok sayıda araştırma türünden yapıt yayınlanmışsa da, Haremle ilgili ayrıntılı bir bilgi edinmek çok zordur. Çünkü haremle ilgili konular, esas olarakOsmanlı Hanedanı'nın özel yaşamına aittir. Günümüzde aile içinde cinsel yaşamın ne denli gizlendiği göz önünde tutulursa, eskiden Sultanların da benzeri bir tutum içinde olmaları son derece doğal karşılanabilir. Ama, eski saray tarihçilerinin notlarından padişahların fermanlarına, şehzadelerin anılarından sultanların mektuplarına kadar tüm belgeler incelendiğinde, aralara sıkışıp kalmış gerçek olayların ışığında Harem'in o loş ve cinsellik kokan odalarının nasıl aydınlandığını görünce, bu ilginç yaşam biçimini sizlere de tanıtmayı görev bildik. Harem, girilmesi yasak yer anlamına gelir. Genellikle, ev reisinin kadınları, cariyeleri ve çocuklarıyla yaşadığı yer demektir. Osmanlı sarayındaki haremin reisi de tahtta oturan padişah hazretleriydi. "Türkiye İktisat Tarihi" adlı yapıtında Niyazi Berkes padişahları şöyle tanıtıyor: "... Ne meslekleri vardı, ne de aileleri. Anaları meçhul kişilerdi. Bunların doğuş ve yükseliş döneminde şehzadelikleri sırasında önemli bölgelerin bir çeşit valiliğini yaptıkları halde, sonraları tahta geçinceye kadar ahıra konmuş besili atlar gibi, ya da kafese konmuş kuşlar gibi dünyadan ayrı bir hayat yaşarlar, sadece hizmetlerine verilmiş kuvvetlerle, ulema ile, dalkavuklarla ve bugünkü deyimiyle metresleriyle temas ederlerdi." İçine girilmesi yasaklanan bu yerin tek efendisi olan padişah da her erkek gibi kadınlarla ilişki kurmuştur. Ama, tümüyle tek bir erkeğin cinsel yaşamına mutluluk katmak için en az 400-500 kadının özenle seçilerek kapatıldığı yer eğer bir "yasak şehir" durumuna gelip bütün dünya ile ilgisini keserse, içerde olan biten hakkında herkesde doğal olarak bir merak uyanır. TarihçiB. Miller'in "Beyond the Sublime Porte" adlı Harem ile ilgili eserinde, bu merakın padişah tarafından pek iyi karşılanmadığını görüyoruz: Eskiden, İstanbul'daki Venedik Elçiliğinde çevirmen olarak çalışanSignor Grellot adında biri de merakını yenemeyip Beyoğlu'ndaki evinin çatısına bir teleskop yerleştirmiş. Fırsat buldukça teleskopun başına geçer ve heyecan içinde Harem dairesini gözetlermiş. Fakat, hükümet memurları durumun farkına varmışlar ve bir gün Signor Grellot yine teleskopunun başına tünemiş Harem'i seyrederken, adamı suç aletiyle birlikte yakalamışlar. Padişah da hemen idam edilmesini emretmiş bu meraklının. Özellikle batılıların harem yaşamına ilgi duymasının nedeni, doğu ülkelerine giden gezginlerin anlattıkları şaşırtıcı öykülerdir. Harem yalnız Osmanlı İmparatorluğu'nda görülen bir saray düzeni değildir. Hindistan'da"Perde" veya "Zenane", İran'da "Enderun", Arabistan'da "Harem" adı altında aynı düzenin var olduğunu biliyoruz. Osmanlı saraylarına da İran ve Bizans haremi örnek alınmıştır. Bizde haremin asıl adı"Darüssaade", yani "mutluluk evi"dir. Ancak, "Harem" deyimi daha yaygın olarak kullanılmıştır. Harem yaşamının gizli ve kapaklı kalması, öncelikle saray kadınlarının dış dünya ile ilişki kurmama kuralına bağlıdır. Padişahlar, kendileri için seçilmiş bu kadınları kimseye göstermezlerdi. 2. Mahmud zamanına kadar çarşaf ve ferace de takmadıklarından, toplu olarak saray dışına çıkma özgürlükleri bile yoktu. Kadınların yabancı erkeklerden gizlenmesine bir örnek olarak, Fuad Carım "Kanuni Devrinde İstanbul" adlı eserinde, hastalanan bir sultanın hekimle karşılaşmasını şöyle anlatır: Kanuni'nin kızı Mihrimah Sultan hastalanınca, esir bir İspanyol doktoru tedavi için getirmişler. Doktor, sultanın nabzını yoklamak için kocasıRüstem Paşa'yı güç bela ikna edebilmiş. Mihrimah Sultan'ın yatak odasına girmişler. Doktor yatağın kenarına geldiğinde, çarşaf yığınının arasından çıkmış bir koldan başka bir şey görememiş. Doktor nabzı ölçüp diğer kolu da tutmak isteyince, Rüstem Paşa'nın sabrı taşmış ve sinirlenip doktoru yakasından tuttuğu gibi kapı dışarı atmış. Harem kadınlarının kapalılığı, Osmanlı İmparatorluğu'nun son devirlerinde bile geçerliydi. 1. Dünya Savaşı'nın sonunda, İstanbul'da Bulgar Kralı Boris ve eşi onuruna verilen ziyafette, Sultan Mehmed Reşad'a da bir kadının eşlik etmesi gerektiği hatırlatılmış. Sultan Reşad önce karşı koymuş, ama içinde bulunduğu 20. yüzyılın gereklerine uymak zorunda olduğunu anlayınca, başkadını olanKâmures Kadın'ı yanına almış. Son derece şişman olan bu hanım da ziyafet boyunca hiç konuşmadan oturup devamlı yemek yemiş. Topkapı Sarayı'nın yapımına kadar geçen devrede, aynı gizlilik önceBursa'daki Saray'da, daha sonra da Edirne ve Tunca'daki saraylarda geçerliydi. Fatih Sultan Mehmed İstanbul'u alınca, önce bugünkü üniversitenin merkez binasının bulunduğu yere bir saray yaptırdı. Sonra da Topkapı Sarayı inşa edildi. * Edirne'dekiCihannüma Kasrı'nın en gözde kişisi,Yıldırım Bayezid'in başkadını olanOlivera Despina'dır. PadişahKosova Meydan Savaşı'nı kazanınca, Sırp Kralı 1. Lazar'ın kızı Despina ile evlenmiş. Osmanlı tarihçileri bu kadının başvezir Çandarlı Ali Paşa ile birlikte, padişahı içkiye ve kızlı oğlanlı zevk âlemlerine alıştırdığını söylerler. A. K. Meram, "Padişah Anaları" adlı yapıtındaBayezid'in haremini şöyle anlatır: "... Bütün bu yabancı kanlı Hıristiyan kız ve oğlanlar Yıldırım'ın 'zevk ve sefa' karargâhı durumuna getirdiği sarayını dolduran kız ve oğlan cariyelerinin küçük bir bölümüydü. Çağın Osmanlı anlatımı ve diliyle, 'daha nice afet-i devran ve yürek dağlayan kız ve oğlanlar' vardı sarayda..." Yıldırım Bayezid, Ankara Meydan Savaşı'ndaTimur'a yenilince,Despinaiki kızıyla birlikte esir alınmış. Timur, Kütahya'da bu kadını bir sâki gibi kullanarak Bayezid'i herkesin gözü önünde küçük düşürmüş. Osmanlı padişahları da bu olaydan sonra nikâhla kadın almaktan vazgeçmişler. Fatih Sultan Mehmed İstanbul'u aldıktan sonra, yıkılanBizans İmparatorluğu'nun saray geleneklerinden çoğu Osmanlılarca benimsendi. Fatih'in yaptırdığı, bugünkü Üniversite'nin bulunduğu yerdeki Saray, 3.Murad'ın kadınlarınıTopkapı Sarayı'na taşımasına kadar bir yüzyıl kullanılmıştır. Bu tarihten sonra, "Eski Saray" adıyla anılan Fatih'in ilk yaptırdığı saray, cariyelerin ve kadınların sürgün edilip hapis yaşamı sürdürdüğü bir yer olarak kalmıştır. Eski Saray'daki harem bölümü 3. Murad'ın çok düşkün olduğu kadınlarına dar geldiğinden, padişah bu cariyeler ordusuna daha geniş bir yer bulmak için,Mimar Sinan'a Topkapı Sarayı'nın Harem bölümünü yaptırmıştır. Kocalarının ve oğullarının saltanat sürdüğü yıllarda yaşamın zevkini çıkaran kadınlar, padişahın ölümü veya tahttan indirilmesiyle bütün ayrıcalıklarından yoksun kalarak harem dairesinden çıkarılırdı. Bunların çoğu "Eski Saray"a gönderilerek, ölünceye kadar orada hapis hayatı yaşarlardı. Bu yüzden, Eski Saray'a "Gözyaşı Sarayı" denmiştir. Topkapı Sarayı'nın "Enderûn" denilen bölümü içindeki dörtyüze yakın odalı "Harem dairesi"nin ortasında hükümdarın yatak odası bulunur.Çağatay Uluçay'a göre, "Hükümdarlar bu yatak odalarında Harem halkı ile cinsel ilişkilerini uygularlardı." Ancak, geçmişe baktığımızda, padişahların bu tür ilişkilerini daha çok saray hamamında çıplak cariyeleri kovalayarak sürdürdüklerini görüyoruz. Hünkârın yatak odasının yanında da Valide Sultan'ın odası bulunur, bunların çevresinde cariyelerin, kadınefendilerin ve şehzadelerin daireleri yer alırdı. Oldukça büyük bir ailesi bulunan padişahın bu "Mutluluk Evi"nde gece oldu mu, karanlık koridorlarda pıtır pıtır koşuşturan cariyelerin kendilerini coşkuyla bekleyen birisinin odasına dalmasıyla harem yaşamı kapalı kapılar ardında devam ederdi. Bu odaların çevresinde de haremağalarının yaşadıkları yerler vardı. Haremağaları, içerdeki "mutluluğun" engellenmemesi için devamlı olarak nöbet tutarlardı. Gece vakti haremağalarının haremde dolaşmaları yasaktı. Çünkü, hadım edilmiş olsalar bile, yine de erkek sayılırlardı. İçerdeki yüzlerce cariye ile bunların ilişki kurmalarına gecenin karanlığında her birinin peşine bir hafiye takarak engel olunamayacağı için, haremağaları akşam olunca kapı dışarı edilirlerdi. İç kısmın düzeni de geceleri "haznedar ustalar" tarafından sağlanırdı. Harem'in gece yaşamı, 2. Süleyman zamanında değişik bir görünüm kazanmıştı. Bu padişah 49 yaşında tahta geçtiğinde hastalıklı olduğundan kadınlarla ilişkide bulunamazmış. Son devirlerinde büsbütün yatalak olup bedeni de şiştiğinden haremini tümüyle unutmuş, Edirne'deki saraya gitmiş. Cariyeler, zaten çocuk yapamaz durumdaki bu padişahın bir de başka saraya gittiğini öğrenince, haremağalarıyla olan ilişkilerini büsbütün hızlandırmışlar. Ama, 2. Ahmed padişah olunca bu rezalete bir son vermek için haremağalarının akşamdan sonra hareme girmelerini kesinlikle yasaklamış. Bunun üzerine düzenlenen kurnazlığı Silahtar Tarihi'nin 2. bölümünden okuyalım: "Padişah hazretlerinin bu fermanı hem haremağalarını hem de onlarla cinsel ilişki kurmaya alışkın cariyeleri çok üzdü. Bir süre geceleri yalnız kalmanın sıkıntısına katlandılar. Ama, azgınlıkları artınca kendi aralarında bir sözbirliği yapıp anlaştılar. Akşam vakti hava kararınca cariyeler ortaya çıkıp "koca gördük!" diye bağırıştılar, sanki gerçekten hareme bir erkek girmişcesine ortalığı ayağa kaldırdılar. Bunu fırsat bilen haremağaları da yalınkılıç bekledikleri harem kapısından içeriye doluştular. Hasbahçede cariyelerle buluştular, o telaş içinde sevdikleriyle karanlık bir yere çekildiler, rezilliklerine devam ettiler..." Cariyeler, harem içinde efendilerinin her türlü isteklerini yerine getirmekle yükümlü kölelerdi.İslam Hukuku'na göre Padişah istediği kadar köle alabilir, onları dilediğince kullanabilir, istemediğini satabilir veya birine verebilirdi. Cinsel ilişkide kullanılan cariyeye "odalık" denirdi. Cariyeler, ilk zamanlarda savaş ganimeti olarak alınırdı. Genişleme zamanında ise, devamlı olarak ele geçirilen ülkelerden toparlanıp getirilen küçük kızlar ve kadınlar sayıca çok olduğundan, padişahlar bunların güzellerini harem için saklamışlar, geriye kalanları da satmışlar ya da paşalara armağan olarak vermişlerdi. Bu arada, Çerkez, Gürcü ve Rus kızları harem için seçilenlerin başında gelirdi. Kanuni Sultan Süleyman'ın ünlüHürrem Sultan'ı da bir akın sırasında esir alınmış bir Rus papazının kızıydı.Miller'e göre, Makbul İbrahim Paşa bu kızı esirler arasından seçip padişaha yaranmak için huzura çıkarmıştı. Kanuni, bu Rus papazının kızını daha ilk gördüğü günün gecesi yatağına almış. Asıl adı Roxelana olan bu cilveli hatun, o sırada 14-17 yaşındaydı ve Kanuni de kendisinden on yaş büyüktü. Fakat, Hürrem aynı zamanda kurnaz bir kadındı. Daha ilk gününden hamile kaldı ve çocuğu doğurduktan sonra Kanuni'den özgürlüğünü istedi. Kanuni istediğini yerine getirince de, özgür bir kadın olarak şeriat yasalarına göre bir erkeğin koynuna girmesi günah olacağından, padişahın isteklerini yerine getirmez oldu. Zavallı padişah, deli gibi sevdiği Rus kızını başkasına kaptırmak istemiyordu. Hürrem de, "ya beni nikâhlarsın ya da avucunu yalarsın"dercesine Kanuni'yi sıkıştırıyordu... Sonunda, bilindiği gibi her ikisi de dileğine kavuştu... Aslında, padişahlar 2. Bayezid'den sonra Türk kızlarıyla evlenmekten vazgeçip yabancı uyruklu cariyelerle ilişki kurdukları için nikâh yapmaktan kaçınmışlardı. Ancak, Hürrem bu geleneği hiçe saydıran ender kadınlardandı. Sarhoşluğu ve çıkardığı rezaletlerle ün yapmış 2. Selim'in annesi olan Hürrem Sultan, kölelikten gelip "Valide Sultan"lığa yükseldikten sonra, başvezir yaptırdığı arkadaşı ve damadı Rüstem Paşa ile birlikte türlü entrikalar çevirmiş ve çok sayıda devlet adamını öldürtmüştü. * Haremdeki kadınlar arasında hiyerarşik bir düzen vardı. Saraya cariye olarak giren bir kız, padişahın yatağından geçtikten sonra "Odalık" olurdu. Daha sonra, eğer çocuk doğurursa "İkbal" ve "Kadın Efendi"derecelerine yükselirdi. İlk erkek çocuğu doğuran da "Başkadın" seçilirdi. Kanuni'nin Başkadını daMahidevran adında enine boyuna, güzelce bir kadındı. Ancak, Hürrem saraya girdikten ve Kanuni'yi kendisine âşık ettikten sonra, Mahidevran Kadın kıskançlıktan bitkin bir duruma gelmişti. Mahidevran Kadın, yine bir günKadınlar Dairesi'nden geçerken içerdeHürrem Sultan'ı, yatağına uzanmış şuh kahkahalar içinde gördü. Mahidevran Kadın, bu duruma dayanamayıp kendini kaybedercesine Hürrem'in odasına bir hışımla daldı ve üstüne atıldığı gibi onu dövmeye, etlerini çimdiklemeye ve yüzünü tırmalamaya başladı. Cariyeler çığlıkları işitip odaya gelene kadar, Hürrem Sultan Mahidevran Kadından unutamayacağı bir dayak yemişti. Üstü başı yırtılan, saçları tutam tutam koparılan Hürrem'in eli yüzü kan içinde kalmıştı. Durumu Kanuni'ye bildirdiler, o da sevgilisini yanına çağırttı. Hürrem: "Huzurlarına çıkacak yüzüm yok. Ne yapacak benim gibi perişanı... Saçlarım yoluk, yüzüm gözüm tırmık içinde. Nazarlarını rencide etmeyeyim!" diyerek nazlandı. Kanuni, Hürrem'in yanına geldi ve halini görünce Mahidevran Kadına söylemedik söz bırakmadı. Ardından da başkadını Mahidevran'ı saraydan sürdürdü. Cariyelerin harem için satın alındığı devirlerde, Gümrük Emini bu işe bakardı. Alınan kölelerle ilgili bir makbuzda özellikleri şöyle belirtilmiştir: "Çerkez duhter (kız), tahminen 8 yaşında", "Abaza bakire, tahminen 10 yaşında", "Tahminen 5 yaşında Çerkez bakire", "Çerkez kadın 1", "Seyyibe (dul kadın) Çerkez, tahminen 15-16 yaşında", "Orta boylu Arap cariye", vb. Bu arada zenci kızlar da genellikleKahire'den gelmekteydi. Cariyeler üç sınıfa ayrılırdı: 1- Her türlü hizmeti görenler. 2- Satılmak için alınanlar. 3- Odalıklar. Bunların içinde en gözde olanları odalıklardı. Genellikle 5-7 yaşlarında saraya girerlerdi. Büyüdükçe güzelleri ayrılır ve içlerinde zeki olanlara ud veya kanun çalması öğretilirdi. Görgü kurallarıyla birlikte, bir erkeğin ilgisini çekmek için gerekli bütün naz ve işve usulleri en ince ayrıntısına kadar bunlara öğretilirdi. Hareme alınan cariyeler, önce ebeler ve "hastalar ustası" tarafından muayene edilirdi. Hastalıklılar hemen geri yollanırdı. Bu arada şunu da belirtmek yerinde olur ki, padişahlar hareme alınan her cariye ile cinsel ilişki kurmamışlardır. Cariyeler de zaman zaman suç işlerlerdi. Padişahın yatağına gelmemek gibi büyük suçlar ölümle, küçük bir ayna çalmak gibi önemsizleri de bodrum katındaki hiçbir hava deliği olmayan küçük izbe odalara atılmakla cezalandırılırdı. Bazılarının da bilinmeyen suçlardan dolayı taşraya sürüldüklerini görüyoruz. Ancak, bu sürülenlerin ne yaptıkları padişah fermanlarıyla gizli tutularak açığa vurulmamıştır. Sarayın bodrum katındaki ışık almaz küflü odalarda, duvarlara yazılmış suskun feryatlar hâlâ oldukları yerde cariyelerin iniltisini heceleyip dururlar: [h=3]"İki yek guruşluk[/h]Ayna kayboldu. Bunda oturanı hırsız tuttu Bu asrın âdemleri." Cariyelere verilen adlar da ilginçtir: Her biri davranış ve görünümüne göre adlandırılırdı. Bu adlar genellikle Farsçadır: Hoşnevâ (güzel sesli), Handerûy (güler yüzlü), Lâligül (gül dudaklı), Ebrûnigâr (kalem kaşlı),Şevkiyâr (coşkulu sevgili) gibi. Bu adlar herkes tarafından kolaylıkla bilinsin diye, ilk zamanlarda bir kâğıda yazılıp cariyenin göğsüne iliştirilirdi. Cariyelerin sayısı her devirde değişik olmuştur. 1. Mahmud devrindeki ilk listede bunların 456 tane olduğu yazılıdır. Abdülmecid devrinde 688 tane olduğunu görüyoruz. Abdülaziz zamanında 809 olmuştur. 3.Murad devrinde 500, Avcı Mehmed devrinde 700'den fazla, ama Fatih ve Kanuni devirlerinde ise 300'ü geçmediği belirtilmektedir. Bazı kaynaklar 3. Murad devrinde cariye sayısının 1100-1200 dolayında olduğunu göstermektedir. * Cariyelerin cinsel yaşamlarında şehzadeler de önemli bir yer tutardı. Fakat, şehzadelerin çocuk yapmaları yasak olduğu için, hamile kalan cariyeler türlü usullerle düşük yapmaya zorlanırdı. 5. Murad, şehzadeliğinde kendisine sunulan ilk cariyeden şöyle söz eder: "13-14 yaşlarındaydım. Bir gün marangozlukta meşgul oluyordum. Birdenbire bulunduğum odanın yanından bir kadın fistanının feşafeşini işittim. Ellerim durdu, kalbim daha çok çarpmaya başladı. Sonra, genç ve güzel bir Çerkez kızı gülerek içeriye girdi. Anlatılmaz bir utangaçlık ve şaşkınlık içindeydim. Benim utanmam üzerine kız gülerek elimdeki aleti aldı ve dedi ki, 'Efendim, bu işi bırakınız da beş on dakikalık şu fırsattan faydalanınız. Bu dakikada bizi hiç kimse dinleyemez. Ağanızın da bilgisi vardır!..." Eskiden, gerdeğe girecek delikanlılarla genç kızlara yaşlılar tarafından cinsel ilişki biçimleri öğretilirdi. 2. Mustafa, kendisine Rifat Kadın olayında aracılık eden başvezirine yazdığı bir hattı hümayunda şöyle der: "Benim vezirim, bizim Rifat Kadınla konuşacak ve kadınlık öğretecek kadın hangisiyse, onu iyice uyar ki şöyle desin: Öbürlerine bakma, (hünkarın) yanından ayrılma, onun isteğini yap. Bu senin kocandır, ona sokul ve ayrılma. Gece gündüz avratçasına gereği gibi yap. Söylerken de yumuşak davranmasın. Bilirler, biz gösteriş yapmayız." Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.