nevermore Oluşturma zamanı: Kasım 23, 2012 Paylaş Oluşturma zamanı: Kasım 23, 2012 ilkel atalarımız yaşam ilkesini (siz buna "yaşam ruhu" diyebilirsiniz) bizim şu anda algıladığımızdan çok daha farklı algılamaktaydı. Bizce değerli şeyler sayılan canlı ve cansız tüm varlıklar, ilkel zihniyet için son derece önemsizdir. Doğadaki tüm nesneler içlerinde bir yaşam ilkesi (ruhu) barındırırlar ve ilkel insan bunlarla iç içe yaşamaktadır. Yabanıllar için dünya genellikle canlıdır; ağaçlar da bu kuralın dışında değildir. Onların da kendi gibi ruhları olduğuna inanır ve onlara buna göre davranırlar. Doğu Afrika’da Wanikalar her ağacın (özellikle de her Hindistancevizi ağacının) bir ruhu olduğunu hayâl eder. Bir Hindistancevizi ağacının yok edilmesine "ana katilliği" gözüyle bakılır; çünkü ana nasıl çocuğuna hayat ve besin verirse o ağaç da insanlara aynı şeyi yapar. . Dyaklar ağaçların ruhu oldugunu düşünür ve yaşlı bir ağacı kesmeye cesaret edemezler. Bazı yerlerde yaşlı bir ağaç kendiliğinden devrildiğinde onu yeniden ayağa kaldırır, üzerine kan sürer ve ağacın ruhunu yatıştırmak için gövdesini bayraklarla donatırlar. Kongo’da halk, ağaçlar susayınca içsinler diye bazı ağaçların dibine kabaklar içinde "kurma şarabı" koyar. Hindistan’da şuruplar ve hurmalar birbirleriyle ya da putlarla -resmen- evlendirilir. Bazı kabileler ise ağaçla özdeşleşmişlerdir. Güney Avusturalya Dieyerie kabilesi biçim değiştirmiş babaları olarak varsaydıkları bazı ağaçları kutsal sayar ve bundan dolayı bu ağaçları kesmezler; oraya yaklaşan yabancıların da kesmesine karşı çıkarlar. Bazı Filipinliler atalarının ruhlarının belli ağaçlarda bulunduğuna inanır ve bu ağaçları korurlar. Eğer bu ağaçlardan birini kesmek zorunda kalırlarsa bunu kendilerine yaptıranın rahip oldugunu söyleyerek kendilerini affettirirler. Ancak sıklıkla görülen yaşam ilkesinin bir hayvanla özdeşleşmesidir. Chontal Kızılderilileri arasında nagual (insanın her şeyinin bağlı olduğu canlı ya da cansız nesne.. Genellikle hayvandır..) şöyle elde edilirdi: Genç Kızılderili nehir kenarında ormanın tenha bir yerine gider ya da bir dağın tepesine çıkar, kendisinden önce atalarının sahip olduğu şeyin kendine bağışlanması için yakarırdı. Bir köpek ya da bir kuş kurban ettikten sonra yere uzanır, uyurdu. O zaman düşünde ya da uykudan uyandıktan sonra bir jaguar, bir puma, bir çakal, bir timsah, bir yılan ya da kuş görünürdü kendisine. Kızılderili bu hayâl hayvana dilinden, kulaklarından ve bedeninin başka taraflarından alınan kanı sunar ve bol tuz ve kakao ürünü almak için dua ederdi. Bunun üzerine hayvan ona şöyle derdi: “Bildirdiğim günlerde ava çıkacaksın; rastladığın ilk hayvan benimdir. İşte o hayvan her zaman senin arkadaşın ya da 'nagual'ın olacaktır. Nagual’ı olmayan insan hiçbir zaman zenginleşemez.." Ancak ilkellerin ruh anlayışı bu kadarla kalmaz. İnsan için elleri, ayakları, kalbi ve başı nasıl kendisi demekse kılları ve salgıladıkları da aynı şekilde kendisi demektir. Bunlar bütünüyle o kişi anlamına gelmektedir. Bu yüzden ilkeller kendilerinden hiçbir parçanın düşman eline geçmemesi için çaba gösterirler. Kendilerine ait bir parçanın kötü bir büyücünün elinde olması muhtelif bir karabüyüye yol açabilecektir. Çoğumuz filmlerden ya da kitaplardan insanın bir saçını, tırnağını ya da başka bir parçasını ele geçiren büyücülerin kara büyülerini hatırlarız. Kendine ait bir parça ya da eşyanın korunumu kişi yaşarken olduğu gibi ölüyken de değerini ve önemini kaybetmemektedir. Ölüyle beraber kişisel eşyalarının da gömülmesi adetinin temeli de budur. Ölen insanla beraber ona ait her şey yok edilmektedir. Zira yapmış olduğu bu nesnelerin içine kendi ruhundan bir parça girmiştir. İlkel insanların nasıl olursa olsun kendilerine ait en ufak bir şeyin bile bir yabancının eline geçmemesi konusunda gösterdiği bu titizliğin nedeni o kişinin ya da düşmanın bu nesnelerden kendisine büyü yapma konusunda yararlanabileceği düşüncesidir. Torres Boğazı'nın doğu adalarında bir erkek geride çocuk bırakmadan öldüğü taktirde dul eşi bütün kişisel eşyalarını onları kıran ve yakan erkek akrabalarına teslim etmektedir. Ucu taşlı sopalar bile paramparça edildikten sonra ateşe atılmaktadır. Evin tek oğlu öldüğü taktirde hem ona hem de babasına ait her şey parçalandıktan sonra aynı şekilde yok edilmektedir. Kimi zaman yakınlar bütün eşyaları evin ortasına yığarak evle birlikte yakmakta sonra da ölünün dostlarından gelip bahçedeki ürünleri yok etmelerini istemektedirler. İgnamlar (bir cins bitki) topraktan sökülüp parçalanmakta, yetişen ne varsa yok edilmektedir. Dul kadınlar kocalarının uzantıları sayıldığından öldürülmeleri gerekmektedir. Fiji adaları ve başka yerlerde dul kadınların bir ya da birkaç tanesi kocaları son nefesini vermeden önce boğularak öldürülmekteydi. Aynı adetin yakın zamana kadar Hindistan’da olduğuna kayıtlarda rastlanmaktadır. İlkel insanların kolektif düşünce yapılarında bireyin yaşamsal ilkesi ya da yaşamı, gölgesinden ayrılamamaktadır. Gözlemciler yerlilerin ifadelerine dayanarak gölgelerinin onların ruhu ya da -birden çok olduklarını kabul ettikleri taktirde- ruhlarından biri olduğunu söylemektedirler. Bir büyücüden korunmanın en iyi yolu evde kapı arkasına içinde bıçak olan bir leğen ya da kova-su bırakmaktır. Kapıyı açan büyücü su içinde kendi bıçaklanmış aksini görünce korkuya kapılarak o evi terk edecektir. İlkelin yaşam ilkesi "dış ruh" olarak başka bir yere saklanabilir. Yaşam kaynağından yoksun birey ise bu arada yaşamını sürdürebilir. Saklı olduğu müddetçe kendini güvende hissetmekte ve en tehlikeli olaylara rahatlıkla karışabilmektedir. Ruh, iki ya da pek çok yerde bulunabilmektedir. Ruhun bedenden ayrılabilirliği ilkesi geçici ya da uzun dönemli olabilir. Geçici ayrılma uyku halidir ve uyku halinde ilkeller ruhun vücudu terk edebileceğine inanır. Uyuyan bir kimseyi uyandırmamak ilkel insanlarda genel bir kuraldır; çünkü ruhu dışarıdadır ve geriye dönmek için zaman bulamayabilir. Bu yüzden insan ruhu olmadan uyandırılacak olursa hastalanır. Uyuyanı uyandırmak mutlak gerekliyse ruhun dönmesi için bu çok yavaş yapılmalıdır. İşin garibi bu inanç biçimi Kuran’a da yansımıştır. Zümer Suresi'nin 42 . ayetinde "Allah (ölen) insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır." denmektedir. Burada açık bir biçimde aynı ruh anlayışına şahit olmaktayız. Uyku halinde ruh beden dışına çıkabilmektedir. Ancak ilkellerde ruhun gezintisi sadece bununla da kalmamaktadır. İlkel ruhunu bedeni dışında saklayabilir ve ruhu emin bir yerde olduğu müddetçe ona bir şey olmaz. İlkel halkın düşüncesine göre ruh herhangi bir ölüme neden olmaksızın geçici olarak bedenin dışına çıkabilirdi. Ruhun bu şekildeki yokluğunun -ortalıkta başı boş dolaşan ruh düşmanlarının eline geçince çeşitli kazalara uğraması ihtimaliyle- oldukça tehlikeli bir durum olduğuna inanılırdı. Buna rağmen ruhu dışarı çıkarma gücünün bir başka yönü daha vardı. Eğer bedende olmadığı sürece ruh, bir kez güvenlik altına alınabilirse ruhun yokluğunu sonsuz süre devam ettirmemesi için herhangi bir neden olmaz. Gerçekten de bir insan sırf kişisel güvenliğini hesap ederek ruhunun bir daha asla bedenine dönmemesini arzu edebilir. İlkel insan, yaşamı "soyut" olarak "devamlı bir duyum olanağı" ya da "iç düzenlemelerin dış ilişkilere ayarlanması" şeklinde kavrayamadığı için onu görülebilir ve elle tutulabilir, bir kutuda ya da kavanozda saklanabilir; yaralanmaya, kırılmaya ya da parça parça edilmeye açık (somut/maddi) bir şey olarak düşünür. Böyle kavranınca yaşamın insanın içinde bulunması o kadar gerekli değildi; bedenin içinde olmayabilir ama yine bir tür duygu yakınlığıyla ya da uzaktan etkiyle kendisini canlandırmayı sürdürebilir. "Hayatım" ya da "ruhum" dediği bu nesne zarar görmeden kaldığı sürece insan sağlıklıdır; eğer o bir zarar görürse bundan acı duyar, yok edilirse ölür. Ama yaşamın -ya da ruhun- insanın içinde kaldığında güvenli bir yerde gizlenmiş olduğu zamandakinden daha büyük bir hasara uğrama olasılığının olduğu durumlar da vardır. Bunun için de bu gibi durumlarda ilkel insan ruhunu bedeninin dışına çıkarır ve onun güvenliği için tehlike geçtikten sonra yeniden bedenine koymak üzere güvenli bir yere koyar ya da kesin güvenli bir yer bulabilirse ruhunu devamlı orada tutmaya razı olabilir. Bunun bir yararı da ruh, onun koyduğu yerde zarara uğramadan kaldığı sürece insanın ölümsüz olmasıdır; yaşamı bedeninin içinde olmadığı için hiçbir şey öldüremez bedenini. Nitekim Kitab_ı Mukaddes’te Samson’un tüm gücünün saçlarında olduğunu ve Delilah’ın onu kandırıp saçlarını kestirince, Samson’un bir zavallı-çelimsiz hale geldiğini okuruz. Yunan mitolojisinde Meleagros 7 günlük olunca kader tanrıçaları annesine görünür ve Meleagros’un ocakta yanan odun yanıp bitince öleceğini haber verir. Bu yüzden annesi odunu ateşten kapar ve bir kutu içinde saklar. Fakat yıllar geçer, dayılarını öldürdüğü için oğluna kızan anası közü ateşte yakar; hemen o anda Meleagros can verir.. Megara Kralı Nisus’un başının tam ortasında mor ya da altın renginde bir tutam saç vardır; yazgısına göre bu saç ne zaman oradan koparılırsa kral ölecektir. Megara, Giritliler tarafından sarıldığında kralın kızı Seylla, Girit Kralı Minos’a aşık olur ve kral babasının başından o saçları koparır. Bu yüzden de kral ölür.. Eski Mısırlıların yazıtlarından itibaren dış ruh kavramı tarihte ve mitolojide bolca yerini almaktadır. Dogma zinciriyle bağlı olmayan yabanıl, yaşamın olgularını gerekli görüdüğü sayıda ruh varsayımıyla açıklamakta özgürdür. Dolayısıyla Caribler, insanın başında bir ruh, kalbinde başka bir ruh, atardamarının attığı yerde de başka ruhlar bulunduğunu varsayardı. Bazı Hidatsa Kızılderilileri önce kol ve bacakların ölür gibi göründüğü yavaş yavaş ölüm olgularını insanın 4 ruhu olduğu, bunların bedeni hep birden değil birbiri ardına terk ettiği, bedensel çözülmenin 4 ruh ya da bedenden ayrıldıktan sonra başladığı varsayımıyla açıklarlar. Laoslular bedenin ellerde, ayaklarda, ağızda, gözlerde, vb. oturan 30 ruhun evi olduğunu varsayarlar. Kişinin ruhu ya da ona gücünü sağlayan yaşam ilkesi bazen düşmanlarının işine de yaramaktadır. Güney Amerikalı Zaparo Kızılderilileri birçok durumda zorunluluk olmadıkça tapir ve peccary (domuza benzer bir hayvan) gibi ağır etleri yemez de kuş, maymun, geyik, balık gibi hayvanlarla yetinir. Bu ağır etlerin, kendilerini tıpkı etini yedikleri hayvanlar gibi kabalaştırdığını, çevikliklerini engellediğini ve kendilerini av için uygunsuz bir duruma getirdiğini söylerler. Namaqualar kendilerini bir tavşan gibi zayıf yürekli yapacağını düşündükleri için tavşan eti yemekten sakınırlar. Fakat onların cesaretlerini ve güçlerini alabilmek için aslan eti yerler, aslan ya da leopar kanı içerler. Avusturalyalı Kamilroiler cesareti kazanmak için cesur bir insanın kalbini ve ciğerini yer. Filipin Adaları'ndan İtaloneler öldürdükleri düşmanların cesaretlerini kazanmak için kanlarını içer, başlarının arkasından ve barsaklarından bir kısmını çiğ çiğ yerler. Filipinlerden bir başka kabile olan Efugaolar aynı nedenle düşmanlarının beynini emerler. Batı Afrikalı Kimbundalar arasında yeni bir kral tahta çıktığında kral ve soylular etini yesin ve böylece onun gücünü ve cesaretini kazansın diye cesur bir savaş esiri öldürülür. Görüleceği üzere ilkel atalarımızın bizim şu anda tanımladığımızdan çok farklı bir ruh kavramı vardır. Bugünkü anlayışımıza ya da kabullerimize göre bu kavrama ruh adını veremeyiz bile. O da tüm doğa gibi canlı bir nesnedir. Nerede ve ne şekilde olacağı tamamen ilkel düşünceye bağlıdır ve asla bir kutsallık halesiyle çevrili değildir; ilahi bir tarafı yoktur; o sadece öyledir. Zaten ilkel düşünce için bunun neden böyle olduğunu izah etmek için de bir neden yoktur. İlkeller genellikle cansız doğa süreçlerini, nasıl görüngülerin içinde ya da gerisinde çalışan canlı varlıklarca meydana getirildiklerini varsayarak açıklıyorsa, yaşamın kendi görüngülerini de öyle açıklar. Eğer bir hayvan yaşıyor ve hareket ediyorsa onun düşüncesine göre bu ancak onu hareket ettiren küçük bir hayvan olduğu içindir. Eğer bir insan yaşıyor ve hareket ediyorsa bu ancak onun içinde onu hareket ettiren küçük bir insan olduğu içindir. Hayvanın içindeki hayvan, insanın içindeki insan; işte ruh budur. Ve bir hayvan ya da insanın eylemi nasıl bir ruhun varlığı ile açıklanıyorsa uyku ve ölüm dinlenmesi de onun yokluğuyla açıklanır. Uyku ya da kendinden geçme ruhun geçici, ölümse devamlı yokluğudur. Huronlar ruhun bir başı ve vücudu, kolları ve bacakları olduğuna inanırlardı. Kısacası insanın kendisinin tam bir küçük modeliydi ruh. O halde şayet günümüzdeki dinsel anlayışlarla karşılaştırmak gerekiyorsa eğer ilkel bir dinin belirtileri arasında şunları sayabiliriz: 1- Dini törenleri yapmak üzere özel bir sınıf ayrılmamıştır; diğer bir deyişle rahipler yoktur. Törenler duruma göre herhangi bir kimse tarafından yapılabilir. Din ve inanç biçimleri tüm topluma aittir. 2- Dini törenlerin yapılacağı herhangi bir yer ayrılmamıştır; diğer bir deyişle tapınaklar yoktur. Törenler duruma göre herhangi bir yerde yapılabilir. Bu törenler doğa ile iç içe ve bütünleşmiş olarak yapılır. 3- Tanrılar değil ruhlar bilinir. a) Ruhlar tanrılardan farklı olarak işlevlerinde doğanın belli bölümleriyle sınırlandırılmamıştır. Adları geneldir, özel değil. Sıfatları geneldir, bireysel değil. Diğer bir deyişle her sınıftan sonsuz sayıda ruh vardır ve bir sınıfın bireyleri hep birbirine benzer; kesin belirlenmiş kişilikleri yoktur. Kökenlerine, yaşamlarına, serüvenlerine ve karakterlerine değgin herkesin kabul ettiği söylenceler yoktur. b) Öte yandan tanrılar ruhlardan farklı olarak işlevlerinde doğanın belirli bölümleriyle son derece sınırlıdır. Tümünün kendi özel ülkeleri olarak üzerinde egemenlik sürdükleri tek tek ayrı bölümleri vardır; fakat katı bir biçimde onunla sınırlı değildirler. İyilik ve kötülük güçlerini doğanın ve yaşamın bir çok alanında gösterebilirler. Aynı zamanda Ceres, Bakkhos, Prosperina gibi bireysel ya da özel adlar taşırlar; bireysel karakter ve tarihleri geçerli söylenceler ve sanat temsilleriyle saptanmıştır. 4- Ayinler yatıştırıcı olmaktan çok büyüseldir. Diğer bir deyişle istenen amaçlara dua, kurban ve övgü yoluyla kutsal varlıkların lutfunu kazanarak değil doğanın gidişini -ayinle ayinden elde edilmesi amaçlanan etki arasındaki fiziksel yakınlık ya da benzerlik yoluyla doğrudan- etkilediğine inanılan törenler yoluyla ulaşılır. Doğayı etkileyebilmek ve onu değiştirebilmek mümkündür ve insanın elindedir. İnsan ise aynı doğanın sahip olduğu güçlerde olduğu gibi kendi içinde bulunan gücü kullanarak bu edimi gerçekleştirebilir. Bunun için büyüye başvurur. Tanrı aşamasında ise insan tanrılar karşısında güçsüzdür ve değişiklik ancak ona yalvararak ve onun inayetini kazanarak tanrının bir lutfu olarak gerçekleşebilir. Bu anlattıklarımızdan şu sonucu çıkarmak son derece mantıklıdır. İnsanlık başlangıçta hayvandan insana geçişte herhangi bir kutsal ya da soyutla karşı karşıya değildi. Doğadan kopuk değil onun bir parçası idi. Dolayısıyla "doğaüstü" diye bir kavramı henüz tanımıyordu. Her şey gözlenebilir ve anlaşılabilirdi. Onun yaşamında soyut kavramlara yer yoktu. Henüz "tanrı" ya da "yaratıcı" diye bir kavrama da yabancıydı. Ayrıca farkında olabildiğinin dışında da bir yaşam tarzı ve düşüncesi yoktu. Tanrı gibi, dogaüstü gibi , kutsal gibi kavramlar onun lûgatına daha sonra girdi. Ne bir tanrı inancı vardı ne de bir tek tanrı inancı. Ne ölüm korkusu vardı ne de öldükten sonra ceza ya da mükâfat. Alıntıdır Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.