Topal Kırkayak Oluşturma zamanı: Aralık 22, 2012 Paylaş Oluşturma zamanı: Aralık 22, 2012 Sabah uyandığımda içimi bir korku sardı. Hizmetçim Mavra ayakkabılarımı getirince saati sordum. Onu birkaç dakika geçtiğini söyleyince korkumun sebebi anlaşıldı. Yine daireye geç kalmıştım. Eğer şu pinti muhasebecimizi yakalayıp birkaç kuruş avans koparma ümidim olmasa, bugün daireye gitmeyecektim. Şube müdürümüzün suratını asıp beni nasıl azarlayacağı belliydi. Zaten birkaç gündür dırlanıp duruyordu: "Bıktım senin şu dağınıklığından! Sen adam olmazsın azizim... Dairede aptalca dolaşıp, evrakı birbirine karıştırıyorsun. Tarihleri yanlış atıyorsun, noktadan sonra küçük harfle başlıyorsun. İlkokul çocuğu bile senden güzel yazar." şu bizim müdür kadar kendini beğenmiş adam zor bulunur. Uğursuz, leylek bacaklı, kısa kollu, tip bir herif. Beni kıskandığı kesin... Tatmin olmak için odasına çağırır, bütün kalemlerini açtırır. Haydi müdür ne ise... Ya şu muhasebeci domuzu! Adam sanki basit bir daire muhasebecisi değil de hazine müdürü. Çalımından geçilmez. Bir memurun anası bile ölse, maaşını peşin alamaz. Yalvar yakar, önünde diz çök, çatla, patla; kılı bile kıpırdamaz kâfirin... Karısından dayak yediğini sanki bilmeyen var. Adam, devlet kasasından maaş verirken bile eli titrer; sanki cebinden veriyor... Ben hariç, bizim dairenin bütün memurları torpillidir. Her birinin sırtını dayadığı soylu bir dayısı vardır. Maaşları az, havaları çoktur. Hepsi de kibarlık budalasıdır. "Efendim”den, "lütfen"den geçilmez, etraf pırıl pırıldır. Başkenttekiler bile böyle temizlik görmemişlerdir. Masalarımız maundan, sandalyelerimiz cilâlı ağaçtandır. Amirlerimiz bizimle "siz" diye konuşur. Zaten bu aristokratik hava olmasa, çoktan istifamı basar giderdim. Havı dökülmüş ve eskimeye yüz tutmuş paltomu giyip dışarı çıktım. Sağanak halinde yağmur yağıyor. Şemsiyemi açtım, dükkânların kepenklerini kaldıran küçük esnaflara selâm vere vere ilerledim. Hızlı hızlı temizlik işine giden gündelikçi kadınlardan başka sokakta kimseler yok. İleride birkaç hademeye rastladım. Yol kavşağında, efendi kılıklı bir memura gözüm ilişti. "O da benim gibi daireye geç kalmış..." diye mırıldandım. Sonra birden vaziyeti çaktım: "Yo birader! dedim, seninki daireye gitmek değil. Şu önde giden dişiye yetişmeye çalışıyorsun." Ne namussuz, ne zamparadır şu bizim memur takımı! Subaylardan aşağı kalmazlar. Sokakta gördükleri her süslü kadının peşine düşerler. Böyle düşünerek yürürken, bir mağazanın kapısında duran arabaya gözüm ilişti. Arabayı hemen tanıdım. "Bizim Genel Müdür'ün gündüz burada ne işi var?" diye merak ettim. Arabanın kapısı açıldı; etek hışırtılarının ardından müdürün kızı göründü. Derhal köşeye saklandım. Uşak yerlere kadar eğilerek temenna durdu. Küçük afet, gerdan kırarak sağa sola baktı. Kaş göz oynattı ve değnek yutmuş gibi dim dik yürüyerek mağazanın kapısından girdi. Durduğum yerde bütün yağlarım eridi. Yakası yağ bağlamış eski paltoma sarılıp bekledim. Dengi olmadığımı bile bile bu kıza tutkundum. Kızın küçük finosu, hanımı gibi hava atıp çalım satayım derken hızla açılıp kana kapıdan içeri girmeye fırsat bulamadı; dışarıda kaldı. Buna uşak sebep olmuş gibi, adamcağıza havlayıp kendi diliyle onu bir güzel azarladı. Ben, hanımını tanıdığım kadar bu hoşhoşu da tanırım. Adı "Meci"dir. Paltoma sarınmış, kararsızlık içinde beklerken incecik bir sesin; -Merhaba Meçi! dediğini duydum. Konuşanı görmek için merakla etrafa baktım. Yan yana yürüyen iki bayan gördüm. Biri genç diğeri yaşlıca idi.Yanımdan geçerken aynı ince ses: —Ayıp değil mi, Meçi? dedi. Vay canına! Ne iş bu? Gözlerime inanamıyorum... Bizim Meçi, iki bayanın arkasından giden dişi hoşhoşa yanaşmış kur yapıyor. Duyduğum ses de bu hoşhoşa ait... "Sarhoş muyum neyim?" dedim kendi kendime; ama içki kim ben kim! Meçi cevap veriyor: — Haksızlık etme, Fidel! Bana daha nazik davranmalısın, hav hav... iki gündür hastayım, hav hav... — Ah, özür dilerim, Meçi! Bu duyduğuma çok üzüldüm, hav, hav... İki fino gerçekten insan diliyle mi konuşuyorlardı; yoksa ben mi köpekçiği anlamaya başlamıştım? Vay canına, hav hav! Okuduklarımı hatırlayınca şaşkınlığım geçti. Şu sıralarda, dünyada buna benzer olaylar gerçekleşiyor ki. Yazdıklarına göre İngiltere’de bir balık suyun yüzüne fırlayıp iki kelime bağırmış. Bir gün iki ineğin bir mağazaya girip bir kutu şeker istediklerini okudum. Haydi, bütün bunlar mümkün diyelim... Ya şuna ne dersiniz (Meçi devam ediyor): — Sana mektup da yazmıştım; ama bizim Ponkal tembellik edip getirmemiş galiba... Her şey mümkündür, fakat köpeklerin yazı yazabildiğini hiç duymamıştım. Ağzım bir karış açık kaldı... Yazı yazmayı insanlar bile doğru dürüst beceremezken, hayvanlar bu işi acaba hangi okulda öğrenmişler?.. Ancak soylu kişiler imlaya uygun yazabilir. Gerçi son zamanlarda esnaftan yazı yazanların sayısı bir hayli arttı. Hatta derebeylerimizin kölelerinden bazıları da yazmayı öğrenmiş. Tuh be! Memur takımının itibarı artık ayağa düştü demektir. Şu "Fidel" denen hoşhoş yosmayı takip etmeye karar verdim. Bakalım nerede oturuyor? Bu işin aslı nedir, öğrenmem gerek. şemsiyemi açtım, iki bayanın peşine takıldım. Grohovaya sokağından Meşcanskaya'ya saptılar; oradan Stolyarna'ya döndüler. Sonunda Kukuşkin köprüsünün karşı yamacına geçip büyük bir binanın önünde durdular. Bu evi bilmeyen yoktur. Meşhur "Zeverkov'un Evi". Ev değil, geldi geçti hanı gibi bir yer. Kimler yok ki: Gündelikçi kadınlar, emekli subaylar, taşradan gelmiş on dördüncü dereceden memurlar, dul ihtiyarlar... Balık istifi gibi odalara sıkışmış otururlar. Trampet çalan bir arkadaşım da burada oturur...İki bayan hoşhoşla birlikte beşinci kata çıktılar. "Eh, bu seferlik bu kadarlık ilgi yeter; boş bir zamanımda gelir devamını öğrenirim." Diye düşündüm ve geri döndüm. 4 Ekim, Bugün çarşamba. Genel müdürün odasında çalışıyorum. Bütün kalemlerini yontmak için erken geldim. Bizim müdür çok okuyan bir soylu; odası kitapla dolu... Merak edip bazılarının adını okudum, hepsi de yüksek ilimlerden bahseden eserler, bizim gibi ayın sonunu zor getiren ufak memur takımının anlayamayacağı dilden kitaplar... Fransızca, Almanca ve İngilizce olanları da var. Vay anasını, şu işe bak! Biz Rusçayı zor okurken, genel müdür hazretleri Fransızca, Almanca, İngilizce kitaplar okuyor... Zaten hazretin yüzüne bakmak yeter; haşmet akıyor!.. Ağzından bir tek boş laf çıkmaz. Evrak getirdiğim zaman bazen lütfedip hatırımı sorar. "Sağlığınıza duacıyız ekselans!" derim. Ne de olsa devlet adamı... Bize benzememesi normal... Ama beni sevdiğini biliyorum. Çünkü ekselansları sadece değer verdiği ve sevdiği memurların hatırını sorar...Etrafa çeki düzen verdikten sonra, sehpanın üzerindeki "Arı Mecmuası"na bir göz attım. Şu Fransız milleti de ne ahmak! Nedir istedikleri? Arıların dilini öğrenip daha çok bal elde etmenin yollarını arıyorlarmış... Vallahi elimde yetki olsa, hepsini meydana toplar sopadan geçiririm... Hah, yazı dediğin böyle olur işte! şu Kursklu derebeyinin makalesi ne güzel. Bir ara saatin on ikiyi vurduğunu duydum. Vakit ne çabuk geçmiş... Bir makale daha okumaya niyetlendiğim sırada kapı vuruldu. Genel müdürün geldiğini zannederek ceketimin düğmelerini ilikledim, esas duruşta bekledim, öyle bir şey oldu ki, hiçbir yazarın bunu anlatmaya gücü yetmez. Gelen müdür değildi; O'ydu! O, yani müdürün kızı... Allahım! Ey azizler! Bana güç verin! Bayılmadan kendimden geçmeden ona cevap verebileyim. Üstündeki beyaz elbise ile tıpkı bir kuğuya benziyordu. Hayır, ne kuğusu! Güneşe, evet güneşe benziyordu. Selam verdi ve gülümsedi. Bana gülümsedi... — Babam yok mu? diye sordu. Eğer gözlerim kamaşıp başım dönmeseydi, diyecektim ki: — Hanımefendi, sevgili prenses... Kulunuz köleniz olayım, azizem... Diyemedim. Tutulması dilimin, bir türlü çözülmedi. Sadece: — Hayır efendim, henüz teşrif etmediler... Diyebildim. O da önce bana sonra raftaki kitaplara bakıp gülümsedi. Bu arada elindeki mendili düşürdü. Fırlayıp yerden mendili aldım. Aksilikler hep beni bulur; az kalsın cilalı parkede kayıp düşecektim.Utançtan kızarmış bir suratla, gülümsemeye çalışarak, mendili takdim ettim. Nasıl anlatsam o mendili bilmem: Beyaz, kar gibi, ince pakistadan... Generallere yakışır, mini mini, miski amber kokan,kenarları işlemmiş, asil bir mendil. Teşekkür etti ve inci gibi dişleriyle gülümsedi. Eteklerini hışırdatarak odadan çıktı. Bir saat sonra ekselansın uşağı geldi: — Eve gidebilirsiniz Aksenti Ivanoviç, dedi; general bir toplantıya gittiler. Şu uşak takımından nefret ederim! Antrede, bir sandalye üzerinde kurulur, ayağa kalkmak şöyle dursun; selam vermeye bile üşenirler. Sanki uşak değil, efendilerinin yaveri. Küstahlıkları hazmedilecek gibi değil. Generalin uşağında da aynı hava. Geçen gün, sandalyeye kurulmuş, bacak bacak üzerine atmış, yerinden kıpırdamaya lüzum bile görmeden elindeki tütün tabakasını uzatmaz mı: — Buyurun bir tane de siz sarın. Bak şu terbiyesize! Ulan küstah, kendini bilmez mankafa! Karşındaki bugüne bugün soylu bir adam, bir devlet memuru.Senin gibi aşağılık bir uşak değil. Portmantodan şapkamı aldım. Tabiî paltomu da kendim "giydim. Herifin aldırış ettiği yok... Doğruca evime gittim. Şiir defterini çıkardım. Sevgilim için şahane bir şiir yazdım. Sevgilimi bir saat göremesem, Bir yıl görmedim sanırım. Sensiz hayatın tadı yok, Sensiz yaşamaktan nefret ederim. Puşkin'den kopya ettiğimi sanıyorsunuz değil mi? Hayır, tamamen öz ilhamın eseridir. Zaten Puşkin olsaydı, ancak bu kadar yazabilirdi... Asil aşka, asil bir şiir yakışır. Akşam paltomu sırtıma geçirip generalin evinin önüne kadar yürüdüm. Kapıda iki saat bekledim. Belki bir yere giderler diye. Fakat umudum boşa çıktı. 6 Kasım Bu sabah şube müdürü ile fena kapıştık. Daireye adımımı atar atmaz, odacı gelip müdürün beni istediğini söyledi. Ben içeri girince, odacıyı gönderdi. — Aksenti Ivanoviç! Nedir bu yaptıkların? — Ne yapmışım, beyefendi? — Aklını başına topla, kırkım geçmiş bir adamsın! Yaptıklarını gören, "îvanoviç kafayı üşütmüş." diyecek. — Ne demek istediğinizi anlayamadım, ekselans? — Demek yaptığın maskaralıkların farkında değilsin! Bu yaştan sonra delikanlı gibi davranmak senin neyine? Kendini ne sanıyorsun? Bir soylu mu, bir general mi, yoksa birinci dereceden daire müdürü mü? Kendine gel! Beş parasız sıradan bir evrak memurusun... Maaşın sırtına yeni bir palto bile alamayacak kadar düşük, zavallı bir adamsın. Generalin kızına kur yapmak senin neyine? Eğer general bunu duyarsa, işini de kaybeder perişan olursun. Bak seni uyarıyorum! Git ve aklını başına topla!.. Herifin beni kıskandığı kesin... Onun da generalin kızında gözü var... Mevki makam sahibi olmakla kendini bir şey sanıyor. Saati altın köstekliymiş, nehir kenarında yazlığı, Şehir merkezinde konağı, atlı arabası, uşakları varmış... Hepsi vız gelir! Ben de yükselebilirim. Henüz kırk iki yaşındayım. Tam çalışma ve yükselme çağı... Biz de sırası gelince albaylığa ve kader "yürü" derse belki de generalliğe yükseliriz... O zaman biz de modaya göre giyinir, kravat bağlar seni cebimizden çıkarırız... Şimdilik gücümüz yetmiyor, elimiz darda. Sırtımdaki şu eski palto ile sevgilimin karşısına çıkmaktan utandığımı sende biliyorsun... Bildiğin için de burnun bir karış havada, kendini dev aynasında görüyorsun... Akşam tiyatroya gittim. "Rus Aptalı Filatka" oynuyordu; çok eğlendim. Ayrıca avukatları tenkit eden ve on dördüncü derecede memurlarla dalga geçen serbest bir vodvil vardı. Sansürün buna nasıl izin verdiğine şaştım. Piyesin yazarı ustaca gazetecilerle, hovarda soylularla, soyluluğa özenen tüccarlarla alay etmiş. Tiyatroyu çok severim. Cebimde birkaç kopek oldu mu, doğruca tiyatroya giderim. Bizim memur takımı arasında para verip de tiyatroya giden adama rastlayamazsınız, ömründe tiyatro sahnesi görmemiş memurlarımız çoktur.Tiyatro bir zevk, bir asalet işidir. Şube müdürü imlâdan anlamadığımı, noktadan sonra küçük harfle başladığımı söylüyor; ama bir gün şahane bir tiyatro eseri yazdığımı görürse bakalım ne diyecek. Bahse girerim, Ģiir yazdığımdan da haberiyoktur... Ne ise... Geçelim bunu... Şiir deyince hemen generalin kızı aklıma geliyor... 9 Kasım Sabah tam vaktinde daireye gittim. Şube müdürümüz beni görmezden geldi. Ben de hiç ses çıkarmadım; aramızda birşey geçmemiş gibi davranıp soyluluğumu gösterdim... Gelen evrakları dosyaya kaydettim. Sıra numarası vermeyi unutmuşum. Ne ise, bunu da yarın yaparım. Saat dörtte işten ayrıldım. Eve giderken Genel Müdür'ün evinin önünden geçtim; ama kimseyi göremedim. Yemekten sonra uzanıp geleceğimi düşündüm. 11 Kasım Bütün gün genel müdürün odasında çalıştım. Ekselans için yirmi üç, kızı için de dört kalem açtım. General, masasında hazır kalem bulunmasından çok hoşlanır. Ah, ne asil ve ne bilgili adamdır şu genel müdürümüz! Fazla konuşmayı sevmez, hep düşünür. Ne düşündüğünü, aklından neler geçirdiğini bilmek isterdim. Şu hükümet adamlarının hayatını çok merak ediyorum. Ne yer, ne içer, ne konuşurlar? Evinin içini, çalışma odasını görmek isterdim. Ah, burada memur olacağıma, generalin evinde uşak olsaydım!.. O zaman sevgilimi her gün görebilir, odasını temizler, eşyalarını düzeltirdim. Ne zevk, ne ihtişam! Aynalar, dolaplar, tuvalet masasının üzerindeki küçük koku şişeleri, pudra ve krem kutuları... Ya o gök mavisi, gül kurusu ipek elbiseleri? Karyolanın üzerine atılmış,etrafa dağıtılmış bir halde ne güzel görünürler... Gökte olmayan cennet orası işte! Karyoladan kalkarken ayağını taburenin üzerine koyusunu, kar gibi beyaz çorabını giyişini bir görebilsem... Aman aman... Bu kadar yeter! Yoksa aklımı yitireceğim... Aklıma birden bire Meçi ile Fidel'in konuşması geldi. "Tam sırası dedim kendi kendime, gidip şu zampara hoşhoşu sıkıştırayım generalin kızı hakkında en sağlam bilgileri ondan alabilirim." Doğruca generalin evine gittim. Meci'yi bulp bir kenara çektim: — Bana bak Meçi! dedim. Ne haltlar karıştırdığını çok iyi biliyorum. Şurada ikimizden başka kimse yok. Ben senin sırrını saklayayım, sen de küçük hanımın hakkında ne biliyorsan anlat; tamam mı? Yemin ederim, anlattıkların aramızda kalacak. Kurnaz it! Beni anlamamış gibi kuyruğunu bacaklarının arasına alıp oturdu. Salak salak yüzüme baktı. — Haydi Meçi, bırak bu numaraları Beni uğraştırma... Yoksa senin için iyi olmaz!.. Bakışları birden değişti. Hırlayıp dişlerini gösterdi; sonra geri dönüp kaçtı. Bahçe kapısından içeri girip gözden kayboldu. Ben zaten köpeklerin ne kurnaz, ne siyasetçi olduklarını öteden beri biliyordum. Hatta insanlardan daha zeki olduklarını söylemek için vakit erken... Bunu dememem lâzım. Göreceğiz, Meçi! Kim daha akıllıymış, sen mi yoksa ben mi? Eve gidip sıkı bir plan yaptım. Yarın Zvarkov'un evine gidip Fidel'i sıkıştıracağım. Meci'nin ona yazdığı mektupları ele geçireceğim. Bu mektuplar elimde olduğu zaman Meçi konuşmaya mecbur kalacak...Yarın çok işim var, erken yatmalıyım. 12 Kasım Gözlerimi açtığım sırada kilisenin saati onbiri vuruyordu. Hizmetçi kadın gelmediği için uyanamamıştım. Anlaşılan muşmula suratlı moruk bugün de gelmeyecek... Önemli değil. Kahvaltı yapmaya niyetim yok; traş da olmayacağım. Şu mektup işini bir an önce halletmem lâzım. Bakkal dükkânlarının önünden geçerken duyduğum ekşi lahana kokusu yetmiyormuş gibi, evlerin açık kapılarından insanın burun direğini kıran ağır yemek kokuları geliyor. Koşar adımlarla oradan uzaklaştım. Ben kaçtıkça, o pis kokular inadına peşimden geliyor. Koştuğum iyi olmuş, Zivarkov'un o koca apartmanına çabucak gelivermiştim. Hızımı kesmeden altıncı kata tırmandım. Zile bastım. Kapıyı çilli, fakat pek de çirkin sayılmayan bir kız açtı. Kızı hemen tanıdım. Geçen gün peşlerinde Fidel olduğu halde ihtiyar kadınla birlikte yürüyen kız... Nefes nefese beni karşısında görünce şaşırdı. Utanmış gibi yaparak sordu: — Kimi istemiştiniz, efendim. Durumundan hemen anladım: "Koca peşindesin sen kızım..." dedim içimden. — Köpeğiniz Fidel'le görüşmek istiyorum. Zavallı... Meğer ne aptal şeymiş... Tam bir gerizekâlı örneği... Bön bön suratıma bakıyor. Neyse ki, adının söylendiğini duyan köpek havlayarak geldi. Böylece kızdan daha akıllı olduğunu gösterimiş oldu. — Fidel, beni tanıdın mı? diye sormama fırsat kalmadan, it dölü üzerime saldırdı. Bu köpek milleti, konuşmanın ve yazmanın yanısıra, insanın düşüncelerini de okuyabiliyor demek!.. O anda, antrenin bir köşesinde, sepetini gördüm, itin aklımdan geçenleri okumasına fırsat vermeden sepete koştum, içini alt üst ettim. Nihayetince bir minderin altına sakladığı bir deste küçük kâğıdı bulup çıkardım. Fidel önce baldırıma yapıştı. Bir tekmeyle onu kendimden uzaklaştırdım. Sevincime diyecek yoktu. Kaltak hoşhoş, mektupları vermek niyetinde olmadığımı anlayınca inler gibi titrek bir sesle havladı. Yaltaklanarak ayaklanma kapandı. —Boşuna kendini yorma kızım! dedim... Bu mektuplar bana lâzım; hem de çok lâzım, işim bitince onları sana geri getireceğim. Söz veriyorum, getireceğim! Haydi, şimdilik hoşça kal! Bir hamlede kendimi dışarı attım. Zavallı çilli kız... Yüzündeki korkuyu görmeliydiniz; galiba beni deli sandı!.. Mektupları paltomun iç cebine yerleştirdikten sonra, en kısa yoldan eve geldim. Bir de ne göreyim: Bizim yaşlı hizmetçi temizliğe başlamış. Bugün temizlik günü değil. Bu işin içinde bir bit yeniği olmalı. Hımm... Fidel! Evet, bu kaltak hoşhoş uzaktan Finli Mavra'nm düşüncelerini yönetiyor mutlaka... Ha, haa, haaa! Demek kendini benden daha akıllı sanıyorsun, Fidel? — Kolay gelsin, Mavra Ana! dedim. Finli kocakarı cevap vermedi. Eve girmekten vazgeçtim. Kıra çıkıp, bir ağacın altında oturacağım... Hayır, ağacın altı olmaz! Bir çimenliğe uzanacağım, Fidel'in mektuplarını baştan sona okuyacağım.Köpekler kendilerini bizden daha akıllı sansınlar bakalım. Meçi ile Fidel'in ilişkisi basit bir aşk ilişkisi değil. Bundan eminim. Kim bilir ne entrikalar çeviriyorlar? Meçi, mutlaka generalin siyasi faaliyetleri hakkında Fidel'e bilgi veriyor. Fidel de hükümetin casusu. Generalden bahsettiğine göre, kızından da bahsediyordur. Aman, aman! Bu konuya dokunmayalım... Burada keselim... Kıra çıkmaktan vazgeçtim. Takip edildiğime dair içimden bir önsezi var. Akşama kadar tilki kaçışı uygulayarak izimi kaybettirdim.Eve döndüğümde hava iyice kararmıştı. Lambanın ışığında mektupları okumam imkânsız. Harfler çok küçük. Mektup tomarını kuşağımın arasına saklayıp yattım. Buradan çalınması çok zor... Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Topal Kırkayak Yanıtlama zamanı: Aralık 22, 2012 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Aralık 22, 2012 13 Kasım Saat ona doğru uyandım. Mavra Ana henüz gelmemiş. Akşama kadar geleceğini sanmıyorum... Fidel, işin farkına vardığımı anlamıştır... Mektupları ele geçirmenin başka bir yolunu bulmadan onları okumalıyım. Kuşağımın arasını yokladım. Mektuplar sağlamda. Sevincime ve heyecanıma diyecek yok. Artık sıra mektupları okumaya geldi. Toman çıkardım. Birinci mektuptan başladım. Yazı gayet düzgün ve okunaklı; ama yine de üzerinde köpeksi bir koku var... Meci'den geliyor. Okuyalım: "Sevgili Fidel, Kızma ama senin şu basit ismine bir türlü alışamadım. Kim vermiş sana o köylü adını? Seninkiler daha soylu bir isim bulamadı mı? Neyse, bu mektup işini iyi düşündük değil mi?" Şu cümlelerin düzgünlüğüne bak! Sanki köpek değil, Edebiyat öğretmeni..."Üniversite mezunuyum" diye övünen şube müdürümüz bile böylesini beceremez. Küçük ama okunaklı bir yazı. Noktalama ve imlâ hatası yok. Okumaya devam edelim: "Duygu ve düşüncelerini başkalarıyla paylaşmayanlar, zevksiz kişilerdir..." Bak hele! Almanca bir eserden aşırmış olmalı bu vecizeyi... Eserin adı şimdi aklıma gelmiyor. "insanlar, köpeklerin gerçek kabiliyetlerinin farkına varsalardı hayat ne sıkıcı olurdu... Onlar varsın ev köpeklerini efendilerini eğlendiren birer şaklaban sansınlar... Böylesi daha iyi; hayatımız bolluk ve refah içinde geçiyor. Küçük hanım benim için deli oluyor. Babası da sık sık okşar beni. Sütümü ve çayımı bol krema ile içiyorum, iyi ki kapı köpeği olarak doğmamışım... şu bizim mankafa "Polkan"ı, koca kemikleri kemirirken görünce acıyorum. O kokmuş, pis kemiklerden ne zevk alır bilmem. Kuş ya da av etinden başkasını yiyemem. Ziyafetlerde, bazı görgüsüz misafirlerin beni çağırıp ellerinde mıncıklayarak topak ettikleri ekmeği uzatmaları yok mu; nefret ediyorum. Fakat "sevimsiz bir köpeğiniz var" demesinler diye zıplayıp ekmeği havada yakalıyorum.Salaklar da zevkten bayılıyorlar..." Tüh sana münasebetsiz köpek! Ne saçma sapan şeylerden bahsediyor? Öbür sayfaya bakayım; belki işe yarar bir şeyler bulurum: "... Bana, evde olan her şeyi anlatmanı istiyorum" dedin ya; işte ben de anlatıyorum..." Tamam! Fidel'in Meci'yi kullandığı kesin!.. Bunu ta baştan anlamıştım zaten: "... Küçük hanım bana değer verdiği için, 'bab' da beni seviyor.'Sofî'nin cici köpeği diye okşuyor..." Alçak hoşhoş! Nihayet sevgilimden bahsetmeye başladı... "... Baba, çok tuhaf bir insadı... Sanki konuşmaktan ziyade susmayı seviyormuş gibi hep susuyor. Yemek ve çay saatleri dışında odasından çıkmaz. Hep okur ve yazar..." Sana babanı soran mı var, ukalâ köpek? Sofi'den bahsetsene!.. "... Bir hafta önce, nedense birdenbire çenesi açıldı. Hep kendi kendine konuştu durdu: "Verecekler mi, vermeyecekler mi?" Kim verecek, ne verecek; belli değil... Bir seferinde bana bile sordu: "Ne dersin Meçi, verecekler mi?" Doğrusu ne demek istediğini anlayamadım. Onu memnun etmek için, ne de olsa evin reisi, "evet" anlamında başımı salladım ve yılışarak "hav! hav!" dedim. Nasıl sevindi, görmeliydin... Bir gün, yani bir hafta sonra, bizim baba..." Koca bir general, hem de umum müdür, nereden senin baban oluyormuş pis köpek? "... Çok sevinmiş olarak eve geldi. Hizmetçileri, aşçıları iştimaya dizdi: — Bu akşam çok kıymetli misafirlerim var, elinizden gelen en iyi hizmeti göstermenizi istiyorum! diye söze başladı ve bir sürü görgü kurallarından ve resmî formalitelerden bahsetti..." Tamam! işte en önemli konuya geldik. Dedim ya, bu köpeklerin siyasetle uğraştıkları kesin... Bakalım bizim "Köstebek Meçi" sevgilisine ne haberler uçurmuş: "... Akşama kadar bir sürü üniformalı, apoletli, kılıçlı adam eve geldi. Hepsi de, bilmediğim bir başarısından dolayı babayı kutluyorlardı. Sofrada babamız sevincinden kabına sığmıyordu. Etrafındakilere fıkralar anlatıyor, şakalar yapıyor, herkesi güldürüyordu. Misafirler gittikten sonra beni kucağına aldı. Boynunda asılı duran haçlı bir madalyayı göstererek: —Bu nedir, biliyor musun Meçi? diye sordu. Burnumu, madalyayı taşıyan geniş kurdeleye değdirdi; özel bir kokusu yoktu..."Hımm... Bak sen kerataya! Bu fino oldukça zeki... "Baba'da mevki hırsı var" demek istiyor."... şimdilik veda etmek zorundayım şekerim... Küçük hanım Sofi beni çağırıyor..." Allah belânı versin, alçak köpek! Tam mektup biterken Sofi'den bahsediyor... ikinci mektuba da bir göz atalım: "Sevgili Fidel, Bugün Pazar olduğu için herkes uykuda... Sabah erkenden kalktım ki, kimse görmeden sana mektup yazabileyim. Dün Sofi çok telâşlıydı. Giyinirken huysuzlandı durdu..." Hele şükür, nasılsa Sofi'den bahsetmeyi aklına getirebildi; çenesi düşük hoşhoş! "... Küçük hanımım baloları çok sever; telâşı da bu yüzdendi, insanlar neden giyinir bir türlü anlamıyorum... Bizim gibi elbisesiz gezseler ne var; daha zahmetsiz, daha rahat... Balolardan da bir şey anlamıyorum. Bir sürü kalabalık, bir sürü gürültü. Sofi çoğu zaman bu balolardan sabahın beşinde döner. Başının ağrıdığından, yorulduğundan yakınır. Salak kız! Madem yoruluyorsun, baş ağrısı yapıyor; sen de gitme..." Hop, hop! Salak senin anandır! Terbiyesiz hayvan! "... Bitkin, süzgün halinden balonun iyi geçmediğini anlarım. Ben şahsen genç bir kız olsaydım, böyle balolara gitmezdim. Bir tavuk budu biraz salça, yanında da pilav olunca... Hayat bu işte! Havuç, şalgam, enginar... Nefret ederim." Ne yapıyor bu sersem hoşhoş? Saçmalamaya başladı! Eh, ne de olsa, köpek... Bir dakika! Meçi gibi zeki bir yaratık böyle birdenbire saçma cümleler yazmaz... şifre! Evet, bu cümleler şifreli...Hımm... Ne ise, geçelim...Hele şu mektuba bir göz atalım. Uzunca bir şey. Tarih de yok... "Bahar yaklaşıyor. Kanım kaynıyor. Kalbim, bir şeyler bekliyormuşum gibi, hızlı hızlı atıyor. Pencereye gidip dışarıyı gözlüyorum. Belki yoldan geçersin de seni görürüm diye.. Ne yalan söyleyeyim, burada bana kur yapan çok köpek var... Hiç birine yüz vermiyorum. Bilsen, bazıları ne ucube şeyler. Bakıyorsun bir sokak köpeği; pisliği üzerinden akıyor. Fakat o bunun farkında değil. Kasıla kasıla yürüyor. Ben de görmezden gelip başka tarafa bakıyorum. Bir de çirkin bir buldog var sokağımızda. Öyle hantal ve iri bir şey ki; arka ayaklan üzerine dikilse boyu bizim babaya yetişir. Hoş, o bunu beceremeyecek kadar aptaldır... Dili dışarıda, kulakları aşağı sarkmış, patlak gözlerini pencereme dikmiş öyle bekler... Sabaha kadar beklese bile yine havasını alır. Hepsine karşı ilgisiz kaldığımı söylemem... Meselâ komşumuzun şirin bir köpeği var; adı Tnezor. Ne asil bir isim değil mi? Yüzü de o kadar güzel ki..." Tüh, palavracı kaltak! Böyle ıvır zıvır şeylerle mektubu dolduracak ne var? Bana ne peşinde dolaşan köpeklerden! Bana insandan bahset. Manevî gıda verecek, ruhumu besleyecek insanca şeylerden bahsetsene! Bu sayfayı geçiyorum. Öbür sayfaya bakıyorum. Sofi ismini okuduğum yerde duruyorum: "... Sofi masanın önünde nakış işliyordu; ben de pencereden dışarı bakıyordum. Birden uşak içeri girdi: — Bay Teplov geldiler efendim! dedi. Sofi'nin sevincini görmeliydin Fidel... — içeri al! Beyefendiyi beklediğimi söyle! dedi heyecanlı bir sesle: Beni kucakladı ve alnımdan öptü. Beni öptü, düşünebiliyor musun? Kulağıma eğildi: — Gelenin kim olduğunu biliyor musun Meçi? diye sordu ve ekledi: Bay Kamer Yunker Teplov... Esmer, kara gözlü, erkek güzeli bir prens..." Allah canını alsın emi! İftiracı köpek! Sofi, yani benim sevgilim... O melek ruh kız, bir başka erkeğe gönül verecek öyle mi? Dur bakalım, daha ne iftiralar yumurtlayacak: "... Sonra beni yere koydu; üstüne başına çeki düzen verdi. Aynanın karşısına geçip saçını düzeltti. Az sonra içeriye siyah saçlı, uzun favorili, genç bir saray muhafızı girdi. Adet yerini bulsun diye ona hafifçe hırladım. "Aman Allahım! Erkek güzeli bu mu?" dedim içimden... Aplak suratlı, yassı burunlu, patlak gözlü, çirkin mi çirkin bir subay. Sofi bu adamın nesini beğeniyor anlamıyorum? Benim Trezor bundan daha yakışıklı..." Olamaz! Bir general kızı, bir prenses böyle çirkin bir adamı sevemez! Bu işte bir terslik var... Hınzır hoşhoş, yine şifreli yazıyor galiba... "...Ben bir şeyin farkında değilmişim gibi davranarak pencereden dışarısını seyrediyordum; fakat kulağım onlardaydı.Ah ne saçma, ne incir çekirdeğini doldurmayan sözler ediyorlardı! Boçarov adında biri dans ederken gömleğinin kalkık yakası ile leyleğe benziyormuş... Dans ettiği kadın da figürleri karıştırıyormuş. Bayan Lidine, gözleri yeşil olduğu halde, mavi olduğunu iddia ediyormuş. Bir sürü, bahsetmeye değmez saçmalıklar.Kendi kendime diyorum ki, bu Teplov mu, Tepelov mu her ne karın ağrısı ise Sofi'nin ilgisini çektiğine göre; babasının odasında çalışan salak memur bile çekebilir..." Kim bu memur? Acaba kimden söz ediyor? "... Ah şekerim... Generalin oda memurunu görsen, öyle komik adam ki... Soyadı da kendisi gibi tuhaf. Babanın kalemlerini yontmaktan zevk alıyor salak... İmlâsı düzgün olmadığı için, ekselansları onu çoğu zaman ayak işlerinde kullanıyor. Odacı gibi bir şey anlayacağın. Zaten eski paltosuyla, pençesi delik ayakkabısıyla, taranmamış fırça gibi saçlarıyla onu gören odacı sanır..." îtin dölüne bak hele! Eh, ben de senin ipliğini pazara çıkarmazsam; bana da!.."... Sofi bu adamı görünce gülmeden edemiyor. O fakir de, kızın kendisine kur yaptığını sanıyor. Sevincinden ağzı kulaklarına varıyor. Sofi'yi görebilmek için gizlice gelip evin çevresinde dolanıyor. Yağmur altında saatlerce bekliyor. Sokak köpekleri gibi sırılsıklam oluyor..." Köpek senin babandır, it oğlu it! Bu da şube müdürü gibi beni çekemiyor!.. Zaten her şey şube müdürünün başının altından çıkıyor. Meçi ile işbirliği yaptığına kalıbımı basarım. Evet, o da casus köpekler şebekesine çalışıyor. Bir mektup daha var. Belki bütün sırrı bu mektup çözecek: "şekerim Fidel, Uzun zamandır seninle mektuplaşamıyoruz. Evimizde bir koşturmacadır gidiyor..." Nereden senin evin oluyormuş kancık köpek? Altı tarafı yemek artıkları ile beslenen adi bir ev köpeğisin!.. "... Kemer Yunker artık her gün eve geliyor. General de bu ziyaretlere göz yumuyor. Hizmetçinin söylediğine bakılırsa, yakında evimizde düğün var..." şeytanın dölü, mendebur köpek! Artık gerisini okuyamayacağım. General ha! Saray muhafızı ha! Dünya nimetleri hep onlar için!..Bizim gibi fakir takımından biri elini bir nimete uzattı mı, daha eli değmeden bir Kamer Yunker veya ciğeri beş para etmez soylu bir moruk kapıverir... Allah hepsinin belâsını versin! Benim paradan ve rütbeden başka neyim eksik, ha! Benim iki gözüm var da generalin dört gözü mü var? Ah, şu anda general olmayı ne çok isterdim! Sofi ile evlenmek için değil; sırf şube müdürünün önümde nasıl eğildiğini, ufak memurların karşımda nasıl elpençe divan durduğunu görmek için... O zaman Kamer Yunker gibileri, ben yanlarından geçerken, esas duruş vaziyeti almak zorunda kalırdı. Ben de suratına tükürür geçerdim itin! Hepsi yerin dibine batsın! Mendebur köpeğin mektupları canımı sıkmaya başladı, işte, hepsini de yırtıp çöp kutusuna atıyorum! 3Aralık Hayır olmaz! Bu evlilik âdil değil! Sofi gibi bir melek, Kamer Yunker gibi bir şeytanın koynuna giremez! Yalan bu! şube müdürünün uydurduğu,köstebek Meci'nin de Fidel'e uçurduğu bir balon bu!.. Hem şu Kamer Yunker de kim oluyormuş? Çar hazretlerinin kapı kulu, kılıçlı bir köpek!.. Saray muhafızı oldu diye, kral olmadı ya! Benden üstün neyi var merak ediyorum? Düşündükçe aklım karışıyor... Hem neden ben yedinci dereceden bir memurum? Belki daha yüksek bir adamım da bundan haberim yok... Bir kont, bir general veya bir kralım da... Kendi kendimi tanımıyorum... Tarihte buna benzer örnekler çok... Belki gerçek adım Aksenti îvanoviç değil de daha soylu bir isimdir... Gerçek makamım ve gerçek ismim ortaya çıksa; sırtımda general üniforması, omzumda pırıl pırıl sırmalı apoletler, göğsümde çapraz kılıç madalyası ile bizim yosmaya görünsem ne yapar acaba? Babası olacak umum müdürümüz ne hallere girer, kim bilir? Ah, ne makam düşkünü, ne hırslı adamdır o! Mason...Evet, yüzde yüz mason bizim general!.. Az konuşması, çok okuması, tokalaşırken sadece iki parmağını uzatması... Zaten çoktandır ondan şüpheleniyordum... 5 Aralık Bugün bir gazete aldım. Okuyorum, ama aklım hep meçhul kimliğimde... Sıradan bir insan, hele yedinci dereceden bir memur olmadığım kesin!., Öyleyse ben neyim ve kimim? Birden gözüm dış haberler sayfasına takıldı. İspanya'da siyasi durum pek karışıkmış. Taht devrilmiş, devlet ileri gelenleri idareyi kime vereceklerine karar verememişler. Her yerde isyan hareketleri başlamış, bu iş bana çok garip göründü... Taht nasıl devrilmiş? Yaşlı bir senatörü tahta oturtmak isteyenler varmış... Kral kayıpmış... Bu mümkün değil! Taht kralın hakkıdır. Yaşlı bir senatörün önünde kim eğilir? Kral nasıl kaybolur? Taht kralsız, devlet başsız olur mu? Kral vardır! Arasınlar, bulsunlar!.. Fransa, İngiltere veya Almanya... Ne bileyim, bir yerlere gitmiştir... 8 Aralık Daireye gitmeye hazırlanıyordum. Aklım yine şu ispanya işine takıldı. Gitmekten vazgeçtim. Nasıl sıradan bir senatörü kral koltuğuna oturturlardı? Her şeyden önce bir şeref meselesi bu... Sonra, Avrupa da tanımaz bu senatörü! Başta Fransa itiraz eder. İngiltere ise bahane arıyor.. ispanya'ya ait bir iş neden beni böyle derinden etkiliyor? Elim hiç bir işe varmıyor... Yemekte çok dalgın olduğumu Mavra Ana da fark etmiş. Bir ara iki tabağı birden yere fırlatmışım... ikisi de kırılmış tabii. Yemek yemekten vazgeçip dolaşmaya çıktım. Akşama kadar düşünmek için sakin bir yer aradım. Geziden dönünce yattım. Yattığım yerden ispanya meselesini çözmeye çalıştım. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Topal Kırkayak Yanıtlama zamanı: Aralık 22, 2012 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Aralık 22, 2012 2000 Yılının 43 Nisan'ı Bugün bayram var! ispanya kralına kavuşuyor!.. Kral bulundu! Bunu ancak bugün öğrendim: Kral benim! Her şey apaçık... Kendimi buldum, gerçek kimliğime kavuştum... Bir taraftan da şu yedinci dereceden memurluk işinin nereden çıktığını anlamaya çalışıyordum. Ne saçma şey! Benim gibi taht ve saltanat sahibi bir hanedan mensubunu kim memur diye kaydettirmiş? Hımm... Bu mutlaka şube müdürünün işidir!.. Bizim Mason generalle anlaşıp... Hımm... iyi ki tımarhaneye tıkmamışlar. Bu adamlardan her şey umulur.. Artık her şey gün gibi aşikâr! Eskiden bir sis perdesinin arkasından seyrediyordum dünyayı. Bunun sebebi de beynimizi kafatasımızın içinde zannetmemiz!.. Kafatasına hapsolmuş bir beyin nasıl düşünebilir? Hâlbuki beyin dediğimiz şey elle tutulmaz gözle görünmez bir esintidir. Hazar denizi taraflarından gelen bu ilahi esinti, düşüncelerimizi doğurur. Kimliğimi önce bende çok emeği olan Mavra Ana'ya açıkladım. Zavallı ihtiyar karşısında ispanya kralını görünce korkudan neredeyse altına edecekti... Haksiz da değildi hani... Cahil kadın, bu güne kadar kral görmemiş ki!.. Derhal hizmetçimi yatıştırdım. Şefkatli bir sesle ve alçak gönüllülükle korkmamasını; bazı günler ayakkabımı iyi fırçalamadığı için kendisine kin tutmadığımı, gelmediği günler için kızmadığımı anlattım. Korkusunun sebebini de anladım: ispanya krallarının hepsinin tıpa tıp ikinci Filip'e benzediğini sanıyor. Kara cahil ne yapsın? Mavra ile böyle yüksek meseleleri tartışacak değilim tabii... Onu rahatlatmak için ispanya krallarının ikinci Filip'le hiçbir akrabalıkları olmadığını, benimse soyumda hiçbir kara papazın bulunmadığını söyledim. Artık daireye gitmeme lüzum kalmadı. Canı cehenneme dairenin! Beni bir daha orada zor görürsünüz dostlarım... şube müdürü evrakları dosyalatacak başka bir enayi bulsun! General de odacıya kalemlerini açtırsın! Yağma yok, kral uyandı!.. Ekim'le Mart'ın 86'sı, gündüzle gecenin arası Bugün dairenin odacısı geldi. Üç haftadır daireye uğramadığımı söyledi. Gelmem için yazılı bir tebligat imzalattı. Laf olsun diye imzaladım.Hafta hesabının yanlış olduğunu odacıya söylecek değilim ya... Gerçek güneş hesabına göre bir ayda sekiz hafta olduğu halde, Yahudiler hahamların yıkanma gününe uydurup dört hafta yapmışlar... Sırf eğlence olsun diye kalkıp daireye gittim. şube müdürü, önünde düğme ilikleyip özür dileyeceğimi sandı. Selâm bile vermedim; ona ne kızgın nede fazla yumuşak bir bakış fırlattıktan sonra geçip yerime oturdum. Başta şube müdürü olmak üzere, bütün memur takımı alık alık bana bakıyorlar... içimden "şu anda karşınızda ispanya Kralı bulunduğunu bilseydiniz, kim bilir nasıl telâşlanırdınız?.." diye düşündüm, önüme dosyalamam için bir tomar evrak koydular. Bakmadım bile. Biraz sonra dairede bir telaş başladı. Umum müdür geliyormuş... Zavallı insancıklar! ispanya Kralı geliyor; ama bilmedikleri için kılları kıpırdamıyor! Umum müdür geliyor diye ayaklan birbirine dolaşıyor. Herkes masasının üzerini, çekmecelerini temizleyip düzenliyor. Ben de bıyık altından gülüp onları seyrediyorum. Nihayet Umum Müdürü kapıdan giriyor. şube Müdürü koşup onu karşılıyor; önünde eğilip temenna duruyor.Memurların hepsi düğmelerini iliklemiş, ayakta duruyor. Niçin kalkacakmışım? Ben ki, ispanya Kralıyım ve bir devleti temsil ediyorum... Onlar bunu bilmeseler de, sıradan bir Rus generalin önünde eğilip şerefimi iki paralık edemem!.. Umum müdürmüş! Ne müdürü, mantar o mantar! şişenin ağzına konulan bir mantar. Ayağa kalkmadığım hemen fark edildi tabii... şube müdürünün yüzünü görmeliydiniz.. Renkten renge giriyor. Biraz sonra kalem kâtibi imzalamam için önüme bir kâğıt uzattı. Okumadım bile... Adam, filan masa memuru falanca yazacağımı sanıyor. "O eski günlerin imzası oğlum..." dedim içimden. En başa, Umum Müdürü'nün üzerine, şahane bir yazı ile "Sekizinci Ferdinand" kondurdum. Kâtip imzayı okuyunca bizim Mavra gibi şaşkına döndü. Az sonra, etrafımı saran memurların saygı sessizliği görülecek şeydi. Çok duygulandım. Hafif bir el işareti ile: — Biz eski arkadaşız, dedim; fazla bağlılık gösterileri istemem. Yerimden kalktım. Vakur adımlarla koridora çıktım. Doğruca Umum Müdürü'nün evine gittim. General evde olmadığı için uşak içeri almak istemedi. Ona öyle bir şey söyledim ki, herif olduğu yerde dondu kaldı... Ben de içeri girdim, Sofı'nin odasına yürüdüm. Kapı açıktı, aynanın karşısında oturuyordu. Beni görünce şaşırdı; yerinden fırladı. Ona doğrudan İspanyol Kralı olduğumu söylemedim. Bir soyluya, bir hanedan mensubuna, kısacası bir krala yakışır üslupla dedim ki: — Sevgili bayan! Hayalinizde, hatta rüyanızda bile görmediğiniz bir mutluluk sizi bekliyor!.. Düşmanlarınızın bütün oyunlarına rağmen yakında birleşecek ve ömür boyu birbirimizden ayrılmayacağız... Ah, ne hain yaratıklar şu kadınlar! Kadının gerçek yüzünü ve kalbini bağladığını ancak şimdi keşfedebiliyorum... Kadın şeytana aşıktır ve kalbini şeytana satmıştır!.. Bunu ilk keşfeden benim galiba! Evet, şaka etmiyorum: Biyologların, fizikçilerin kadın hakkında yazdıklarının hepsi saçma; o sadece şeytanı sever. Peter Locası'nda oturup dürbününü ayarlayan şu fettan dişinin, göğsü nişanlarla dolu şişko generale mi baktığını sanıyorsunuz? Siz öyle sanmaya devam edin bakalım... Hayır o,generalin arksında durup sırıtan şeytana bakıyor!.. İblis, birazdan şişkonun frakının içine girecek, kadına parmağıyla işaretler yapacak ve onu avlayacak.. Ya şu "yurtsever" geçinen, yüksek rütbeli, kravatlı, smokinli şarlatanlara ne demeli? Onların gerçekten size hizmet etmek için mi bu makamlara geldiğini sanıyorsunuz? Vah size! Onlar, nabza göre şerbet vermeyi çok iyi bilirler... Para için değil babasını, dinini bile satar bu sözde yurtseverler. Hırs bürümüştür gözlerini. Hırs tohumuda küçük illerinin altında, küçücük bir kesenin içinde, minik bir kurttur. Haydi bu kurdu kimin ürettiğini de söyleyeyim: Gorohova sokağında oturan bir berberi Evet, bir berber... Adını da biliyorum, ama şimdi aklıma gelmiyor. Bir ebe ile beraber çalışıyorlarmış. Asıl maksatları bütün dünyaya islâmiyet'i yaymak. şu anda bile Fransa'da halkın büyük bir kısmı islam dinini kabul etmiş... Tarih önemli değil; gün de öyle... Kimliğimi her önümü gelene açıklamıyorum. Kralsam, kral gibi davranmalıyım. Nevski caddesinde gezintiye çıktığım bir sırada "Çar hazretleri geliyor!" dediler. Caddenin iki yanında dizilen halk, şapkalarını çıkarıp kralımızın arabasını selamladı. Ben de şapkamı çıkardım; ama ispanya kralı olduğumu sezdirmedim... Çarla muhatap olmama önce saray tarafından törenle tahta oturmam gerekir, iyi ama beni nasıl tanıyacaklar? İspanyol millî kıyafeti giymeliyi m; yoksa beni bulamazlar. Terziye ısmarlasam burun kıvırır; adam ispanya kralı olduğumu ne bilsin. Hepsi eşek bunların! Kafam bu günlerde iyi çalışıyor. Hazar Denizi'nden esintiler bol... Hemen aklıma geldi: Resmî günlerde giydiğim bir redingotum vardı. Onu bozup harmaniye yaptıracağım. Fakat namussuz terzi para ister bunun için. Kendim dikmeye karar verdim. Odama girdim; redingotu sandıktan çıkardım. Kimse görmesin diye de kapıyı arkadan sürgüledim. Redingotun dikişlerini sökmeden, makasla şurasını burasını kesip harmaniye ye benzettim. Seneyi hatırlamıyorum, ay belli değil, günü de şeytan almış götürmüş...Bu işte bir terslik var, ama ne ise... Konu bu değil... Harmaniyemi giydiğim zaman, odaya giren Mavra Ana şaşırdı ve çığlığı bastı. Önemli değil onunla uğraşacak zaman değil. Saraydan beni almaya gelecek heyeti bekliyorum. Maiyetim olmadan nasıl giderim? Birden kafam çalıştı: "Hükümet binasının önünden geçeyim de beni görsünler." dedim. Görsünler ki, İspanya heyetine "Kralınız burada!" diye haber versinler. Ayın On yedisi Saray heyetinin gecikmesi beni düşündürmeye başladı. Böyle önemli bir meselede onları geciktiren sebep ne olabilir? Yoksa Fransa mı engel çıkarıyor? Evet, evet... Bu olsa olsa Fransa'nın işidir. Derhal giyinip milletlerarası postaya gittim, ispanya'dan bir heyetin gelip gelmediğini sordum. Müdür, geri zekâlının biri! Hiçbir şeyden haberi yok. "ispanya'dan heyet filan gelmedi; heyet de kim?" dedi ve ekledi: "ispanya'ya mektup gönderecekseniz, parasını verirsiniz, biz de pullar göndeririz." Senin de, mektubun da canı cehenneme sersem herif! Adama bak, mektup yazacakmışım! Mektubu ancak saray kâtipleri yazar; krallar değil!. Madrid, 30 Şubat İşte nihayet ispanya'dayım. Öyle ani oldu ki, hâlâ kendime gelemedim. Bu sabah ispanya heyeti geldi; derhal beni yakalayıp arabaya bindirdiler. Acele edişlerine şaşırmadım. Anlaşılan krallarım tekrar kaybetmek istemiyorlar. Yalnız anlayamadığım şey, arabanın çok hızlı gitmesi. Yarım saat geçmeden ispanya sınırına vardık. Enteresan bir memleket şu ispanya! Saray başı traşlı adamlarla dolu. Bunların İspanyol soyluları ile şanlı askerleri olduğunu hemen anladım, ispanya’da saçları kökünden kazıtmak bir soyluluk geleneğidir. Başvezir'in hareketleri pek hoşuma gitmedi. Beni, kolumdan yakaladığı gibi bir odaya kapattı. Karşıma geçip bağırdı: — Demek sen Kral Sekizinci Ferdinand'sın ha! Ben de Dokuzuncu Ferdinand'ım ve buranın kralıyım! Yaptıklarının bir deneme olduğunu bildiğim için: — Beni denemeye kalkma! dedim; sen de biliyorsun ki kayıp kralınız benim... Sözlerimi daha yeni bitirmiştim ki, başvezir, suratıma ardı ardına iki sopa indirdi. Canım çok acıdığı halde ses çıkarmadım. Yüksek rütbe verilecek şövalyelere böyle davranıldığım hatırladım. Demek, ispanya hâlâ bu geleneğini sürdürüyor...Yalnız başıma kalınca devlet işleriyle meşgul olmaya başladım. Önce sınır meselesini çözmem gerekiyor... Bazı cahiller hâlâ aynı topraklar üzerinde bulunan Çin'le ispanya'yı ayrı memleketler zannediyor. Tahta çıkar çıkmaz önce maiyetime bu gerçeği söyleyeceğim. Diyeceğim ki,"ispanya yazın üzerine Çin yazısı çıkaracaktır!" Bütün dünyayı ilgilendiren, çok önemli bir mesele daha var. Yarın sabah saat yedide, Ay, dünyamıza bindirecek. Bundan kimsenin haberi yok. Ünlü ingiliz fizikçisi Wellington da bu hususa işaret etmişti; ama tarih bildiremediği için herkes ona gülüp geçmişti. Ay'ın zayıf yapısını düşündükçe, sonucu daha çok merak ediyorum. Sanırım Ay'ın Hamburg'da yapıldığını da bilmiyorlar... Yapan da cahil, kimyadan anlamayan, topal bir fıçıcı. Onun içindir ki, ayda yaşanmaz... Toprağında bitki yetişmez. Havası da çok boğucu. Fıçıcı, Ay'ı yaparken yağlı halatla bağladığı için ziftler bulaşmış... Bazı yerlerinin karanlık görünmesinin sebebi bu... Ay hakkında bir gerçeği daha belirtmeliyim: Bu lekeli tepsi, insanların sandığı kadar uzak değildir. Ayağa kalktığımız zaman burunlarımız değecek kadar yakındır. Burunlarımızı göremeyişimizin sebebi budur. Öyle ise, Ay'ın yeryüzüne bindirmesi sırasında ilk ezilen burunlarımız olacaktır. Ayakkabılarımı giyerek toplantı salonuna gittim. Polis kuvvetlerine ve orduya Ay'ı korumaları için emir verecektim. Toplantı salonunda yine başı traşlı bir sürü soylu insanla karşılaştım. — Ey bu memleketin soylu ve şerefli insanları! dedim, Ay tehlikededir. Yarın sabah dünyamıza bindirecek. Dünya kuvvetli, Ay zayıftır. Zayıfı koruyalım, Ay'ı kurtaralım!.. İspanyol soyluları, Rus soylularına benzemiyor... Hepsi de zeki, anlayışlı, fedakâr kimseler. Emrimi yerine getirmek için derhal öne atıldılar. Kimi duvara tırmanmaya, kimi kapıyı zorlamaya başladı. Tam o sırada başvezir göründü. Herkes kaçıştı. Kral olduğum için ortada tek ben kaldım... Zalim adam, sırtıma sopayı indire indire beni odama soktu, ispanya'nın millî gelenekleri de pek şiddetli doğrusu!... Şubat'tan sonra gelen senenin Ocak ayı "ispanya'nın nasıl bir memleket olduğunu hâlâ anlamış değilim." dersem inanın bana... Burası kadar millî gelenekleri katı bir memleket duymadım, insan kralına böyle mi davranır? Hiç ama hiç bir şey anlamıyorum. Bugün papaz olmak istemediğimi söylediğim halde bağırta bağırta saçlarımı kazıdılar... Hele traştan sonra başıma damla damla soğuk su akıttıkları zaman ne hale geldiğimi anlatamam. Böyle şövalye geleneği hiç duymamıştım. Ne geleneği, düpe düz işkence bu! çıldıracak gibi oldum; beni zor tuttular. Benden önce gelen krallara çok kızdım: Neden böyle vahşi bir geleneği kaldırmamışlar! Tahta çıktığım ilk gün, bu ahmakça ve zalimce geleneği yasaklayacağım. Yoksa bu kralın değil de engizisyonun işi mi? öyle ise, baş vezir de kilisenin adamı! iyi ama, baş vezir de olsa, bir krala ne cesaretle işkence yapabilir? Mutlaka bu işte Fransa'nın parmağı var. Bizim eski şube müdürü de Fransa hesabına çalışan bir casus olmalı... Beni yok etmeyi kafasına koymuş bir kere... İngiltere’yi de unutmamalı! İngiliz büyük siyasetçi, fettan bir entrikacıdır... Her taşın altından çıkar. Boşuna dememişler: "İngiliz enfiye çekince, Fransız hapşırır." diye. Ayın Yirmi beşi Zalim engizisyoncu bugün yine geldi. Ayak seslerini duyunca sandalyenin altına saklandım. Beni göremeyince seslendi: — Popriçev, neredesin? Ses çıkarmadım. Tekrar bağırdı: — Aksenti Ivanoviç! Yedinci dereceden memur, soylu kişi! Cevap alamayınca, bu defa: — ispanya Kralı Sekizinci Ferdinand! Diye bağırdı. Cevap verecek oldum; ama hemen vazgeçtim: "Yağma yok!" dedim içimden,"yine başıma soğuk su damlatırsın..." Sonunda yakayı ele verdik tabii. Canavar engizisyoncu elindeki sopa ile kafama vurmaya hazırlanırken horoz taktiği uyguladım. Her horozun bir ispanya'sı vardır ve kuyruklarının altında saklarlar... Ellerimle kafamı saklayıp ispanya'mı herife döndürdüm... Adam sopayı havada sallayarak tehditler savurdu. Bir gün kafamı kırıp elime vereceğini söyledi. Anlaşıldı, bunlar kafasız bir kral istiyorlar!.. Engizisyoncu hışımla odamdan çıkarken homurdanmaya devam ediyordu. Aldırmadım tabii. Onun bir ingiliz maşası olduğundan şüphem kalmadı. 349 yılının 34 şubatı Allah'ım artık dayanacak gücüm kalmadı! Bittim, tükendim!.. Neden dinlemiyorlar? Bakıyorlar, ama görmüyorlar. Kulakları var ama duymuyorlar... Benden ne istiyorlar? Onlara ne zararım dokundu ki, işkence ediyorlar? Başımla ne alıp veremedikleri var? Vücudum ateşler içinde yanıyor! Dünya gözlerimin önünde topaç gibi dönüyor... Ben zavallı bir adamım... Onlara verecek hiçbir şeyim yok... "Krallıktan vazgeçtim, yalvarırım beni bırakın da gideyim!" diyorum; gülüp geçiyorlar! Yok mu beni bu canavarların elinden kurtaracak bir kahraman? Hani, ispanya'nın o şerefli şövalyeleri nerede? Bir çobanı korumak için krala kafa tutan o cesur yiğitlerden biri sürsün atını, kılıcı elinde dalsın içeri, alsın beni, uçursun bu cehennem diyarından! Uzağa, çok uzağa, hiçbir şeyi göremeyeceğim, duyamayacağım insansız bir dünyaya götürsün beni!.. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.