nevermore Oluşturma zamanı: Ocak 13, 2013 Paylaş Oluşturma zamanı: Ocak 13, 2013 İsa'nın halk arasındaki hayatı İnciller tarafından gözler önüne yeterince serilmiştir. Bu mesellerde, bu öykülerde bir hayli farklılık, çelişki ve yakıştırma mevcuttur. Bazı sırları perdeleyen veya abartan efsanelere İnciller' de yer yer rastlamak mümkündür; ama bütün bunlar bir' araya getirildiğinde, ortaya öyle bir düşünce ve aksiyon bütünlüğü çıkmakta ve gözler önüne öyle kudretli ve öyle orijinal bir kişilik serilmektedir ki, insan kendini birden ve elinde olmadan realite ile yüz yüze gelmiş bulmaktadır. Çocukça bir sadelik veya sembolik bir güzellik içinde bu abartmalardan da fazlasını zaten dile getiren bu taklit edilemez nitelikli meseller tekrar canlandırılamaz elbette. Ama bu gün için önemli olan husus, İsa'nın rolünü, geleneksel bilgiler ve batini hakikatler vasıtasıyla aydınlığa kavuşturmak ve onun iki yönlü öğretisinin müteal (transcendant) anlamını ve seviyesini ortaya koymaktır. Ölü Deniz sahillerinden, vatanı olan Galile'ye Meleküt'un İncili'ni anlatmak için gelmiş olan bu ünlü Esseni, ne türden bir mesaj getirmekteydi? Dünyanın çehresini neyle değiştirecekti? Peygamberlerin öğretisi onda açıklığa kavuşuyordu. Varlığında meknuz bulunan yeteneklerinin tebellür etmesiyle daha da güçlenmiş olan İsa, Galile'ye, göklerin melekütunu insanlarla paylaşmak için gelmişti; onlarla, meditasyonları, mücadeleleri, bitmez tükenmez ıstırapları ve sınırsız sevinçleri arasında iktisap ettiği şu göklerin melekütunu paylaşacaktı. Musa'nın getirdiği din tarafından öte alemin önüne gerilmiş olan perdeyi yırtıp atmak için gelmişti oraya. İnsanlara şunu söyleyecekti: "İnanınız, seviniz ve davranınız; faaliyetlerinizde daima umut içinde bulununuz. Bu dünyanın ötesinde bir ruhlar alemi vardır, daha mükemmel bir hayat vardır. Orayı biliyor ve tanıyorum, çünkü oradan geldim ve sizi de oraya götüreceğim. Ama sadece oranın özlemini duymak yetmez. Oraya ulaşabilmek için, orayı, daha buradayken önce benliğinizde, sonra da beşeriyet aleminde tahakkuk ettirmeniz gerekir. Ama nasıl? Aşkla ve fiili merhametle tabii." O, Mesih olduğundan söz etmeyip sinagoglarda sadece yasa ve peygamberler konusunda tartışmaktaydı. Vaazlarını Genesaret Gölü'nün kıyısındaki balıkçı kayıklarının içinde verdiği gibi, Kefernahum, Beytsayda' ve Korazim dolaylarında çok miktarda mevcut bulunan yeşil vahalarda da vermekteydi. El tatbiki, nazar ve buyurma vasıtasıyla olduğu gibi şöyle bir görünmek suretiyle de hastalara şifa ve dertlilere deva saçmaktaydı. Peşine büyük insan yığınları takılmıştı; şakirtlerinin sayısı her gün biraz daha artmaktaydı. Onları halkın arasından seçmekteydi; çoğu balıkçı ve tahsildardı. Zira ona dürüst ve bakir, ateşli ve inançlı tabiatta insan lazımdı: karşı konulmaz türden bir eğilimle hep bu türden insanlara çengel atmaktaydı. Seçimlerinde ona hep, aksiyon adamlarına ve özellikle de din inisiyatörlerine has olan o rüyet, o mükaşefe yeteneği rehberlik etmekteydi. Bir ruhun içini okumak için bir bakması yetmekteydi. Delile, ispata ihtiyacı yoktu; onun içindir ki "Düş peşime" dediğinde derhal peşine düşülmekteydi. Çekingenleri, müteredditleri bir işaretle kendine cezbedi vermekteydi; bunu yaparken onlara şöyle hitap etmekteydi: "Ey bütün yorgunlar ve yükleri ağır olanlar, bana gelin, ve size ben rahat veririm. Boyunduruğumu takının, ve benden öğrenin; zira ben halim ve alçak gönüllüyüm; ve canlarınıza rahat bulursunuz. Çünkü boyunduruğum kolay ve yüküm hafiftir." (Matta,1l/28-30). Kendisine şaşkınlık ve mahcubiyet içinde biat eden kimselerin en gizli düşüncelerini bile okuyabilmekteydi. Bazen, inançsızlığın içindeki dürüstlüğü de takdir etmekteydi. Nitekim "Nasira' dan iyi bir şey çıkar mı?" diyen Natanael'i dinlerken İsa şöyle demişti: "İşte, kendisinde hile olmayan gerçek bir İsraili" (Yuhanna, 1/46-47) El verdiği şakirtlerinden, O, ne yemin istemekteydi, ne de ikrar-ı iman; kendisini sevmelerinden ve kendisine inanmalarından başka bir şey istediği yoktu. Mal mülk ortaklığı esasını getirmişti, ama mutlak bir kural olarak değil, sadece kardeşler arası bir prensip olarak. Böylece İsa, yerküre üzerinde tesis etmeyi arzuladığı göklerin meleketunu kendi küçük grubunun içinde tesis etmişti bile. Dağdaki vaaz bize, İsa'nın halka dönük öğretisinin bir özetiyle birlikte, henüz çekirdek halinde bulunan bu melekütun bir imajını da sunmaktadır. Üstat, dağın tepesinde yere oturmuştu; çevresini de müstakbel inisiyeler sarmıştı; daha aşağılarda yer almış olan aceleci halk ise, onun ağzından dökülen sözleri doymak bilmezcesine adeta yutmaktaydılar. Yeni vaaz neden söz etmekteydi acaba? Oruçtan mı? Çileden mi? Yoksa tövbe ve istiğfardan mı? Hiç de değil; o şöyle demekteydi: "Ne mutlu size, fakirler; çünkü Allah'ın melekütu sizindir. Ne mutlu size, şimdi aç olanlar; çünkü tok olacaksınız. Ne mutlu size, şimdi ağlayanlar; çünkü güleceksiniz." (Luka, 6/20-21). Ardından da gitgide yükselen bir sıra halinde şu dört erdemi gözler önüne sermişti: Alçak gönüllülüğün, diğer insanlar için elem duymanın, gönül zenginliğinin ve adalet aşkının harika gücünü anlatmıştı onlara. Daha sonra ise merhamet, kalp temizliği, iyilik uğruna mücadele ve adalet uğruna şahadet gibi aktif ve zafer sunucu erdemleri sıralamıştı. "Ne mutlu kalbi temiz olanlara; zira onlar Tanrı'yı göreceklerdir." Altından mamul bir çanın sesini andıran bu söz, üstadın başı üzerinde yıldızlarla donanmaya başlamış olan göğün, dinleyenlerin nazarında, adeta aralanmasına vesile olmuştu. Orada mütevazı erdemleri görmeye başlamışlardı; ama bu erdemler onlara, istiğfar giysilerine sarılı kadidi çıkmış kadınlar halinde değil, fakat parıltılarıyla zambakların ihtişamını ve Süleyman'ın şanını gölgede bırakan ve bu halleriyle adeta mutluluğun ta kendisi haline dönüşmüş bulunan ışıl ışıl bakireler halinde görünmekteydi. Ellerindeki hurma dallarının rüzgarı, susamış gönüllere, semavi melekütun rayihalarını saçmaktaydı. İşin harika yanı, bu melekütun, göğün derinliklerinde değil, fakat orada hazır bulunanların iç alemlerinde açılmış olmasıydı. Birbirlerine şaşkın şaşkın bakışmaktaydılar; bu fakir insancıklar bir anda nasıl da zengin oluvermişlerdi! Gönül avcısı onları nasıl etkilemişti. Her birinin gönlünden adeta birer pınar fikşın vermişti. Onun halka yönelik öğretisi şu sözde yatmaktadır: "Göklerin melekütu sizin içinizdedir!" Bu görülmedik işitilmedik mutluluğa erişmenin zaruri vasıtalarını gözler önüne serdiği için, insanlar, onun kendilerinden istediği kötülük arzusunu yok etme, hakaretleri hoş görme ve düşmanı sevme gibi olağanüstü şeyleri duyunca artık şaşırmamaktaydılar. Onun gönlünden dışarı taşan ve kendilerini içine alıp sürükleyen aşk ırmağı ne kadar coşkun bir ırmaktı! Onun olduğu yerde her şey kolaylaşi veriyor gibiydi. Bu öğreti muazzam bir yenilik getirmekte ve şaşılası bir cüret sergilemekteydi: Galileli peygamber ruhun deruni hayatını zahiri pratiklerden, görünmeyen alemi görünen alemden ve göklerin melekütunu dünya nimetlerinden üstün tutmaktaydı. Tanrı ile Mamonw arasında bir seçim yapmayı emretmekteydi. Son olarak doktrinini özetlemek üzere de şöyle demekteydi: "İnsanları, kendinizi sevdiğiniz gibi seviniz ve semavı Babanız nasıl mükemmelse, siz de öyle mükemmel olunuz." Böylece maneviyatın ve ilmin enginliğini, halka özgü bir görünüm altında sunmuş olmaktaydı. Zira inisiyasyonun yüceemri, ruhun mükemmelliğinde ilahi mükemmelliği yeniden meydana getirmekti ve ilmin sırrı da, gitgide yücelen mekanlarda (cercle) özel'i evrensele ve sonluyu sonsuza bağlayan benzerlikler ve uygunluklar zincirinde yatmaktaydı. İsa'nın halka açık ve salt moral nitelikli öğretisi gerçi böyleydi ama o, bu öğretinin yanı sıra, şakirtlerine bir başka öğreti daha sunmuştu; bu kardeşler arası öğreti, bu gizli öğreti, halka açık öğretiyi açıklayan ve ona paralel bir konum arz eden bu öğreti, yani Esseniler'e özgü batıni gelenek ile kendi şahsi tecrübelerinden kaynaklanmış olan bu öğreti; şakirtlerinin gözleri önüne diğer öğretinin derununu sermekteydi, yani spiritüel hakikatlerin özünü dile getirmekteydi. Bu tradisyon, ikinci asırdan itibaren Kilise tarafından şiddet yoluyla hasıraltı edildiği için, ilahiyatçıların çoğu, İsa'nın bazen iki, bazen de üç katlı anlam taşıyan sözlerinin seviyesini ve gerçek menzilini bilememektedirler; onun için de, ancak ilk anlamlarıyla veya zahiri anlamlarıyla oyalanıp durmaktadırlar. Hint'teki. Mısır' daki ve Yunan' daki Sırlar doktrininde derinleşmiş kimseler için ise, İsa'nın öğretisi, sadece onun basit sözlerine değil, fakat ayrıca hayatının tüm eylemlerine de bir canlılık kazandırmaktadır. Diğer üç özet metinde de dikkati çeken bu husus. özellikle Yuhanna İncili'nde apaçık bir durumdadır. Doktrinin esasına taallük eden aşağıdaki satırları birlikte okuyalım: İsa,Yeruşalim'den geçmektedir.Vaazlarını henüz mabette vermeye başlamamıştır, fakat hastalara şifa taşıtmakta ve öğretisini dostlarının meskenlerinde sunmaktadır. Iyi tohumun düşeceği arazinin aşkla işlenmesi gerekmektedir. Kültürlü bir Ferisi olan Nikodimos'f yeni bir peygamberden söz edildiğini işitmiştir. Merak içindedir, ama şöhretini tehlikeye sokmak istememektedir; onun için Galileli'yle, çevresinin göremeyeceği bir şekilde gizlice görüşmek istemektedir. İsa, onun bu önerisini kabul etmiştir. Nikodimos bir gece vakti gizlice İsa'nın evine gitmiştir. Aralarında şöyle bir konuşma cereyan etmiştir: "Rabbi, senin Tanrı tarafından gelmiş bir muallim olduğunu biliyoruz; zira Tanrı kendisi ile olmadıkça, kimse senin yaptığın alametleri yapamaz." İsa cevap verip ona dedi: "Doğrusu ve doğrusu sana derim: Bir kimse yeniden doğmadıkça, Tanrı'nın melekütunu göremez." Nikodimos ona dedi ki: "Bir adam ihtiyarken, nasıl doğabilir? Anası rahmine ikinci defa girip doğabilir mi?" İsa cevap verdi: "Doğrusu ve doğrusu sana derim: Bir kimse 'sudan ve Ruh'tan doğmadıkça', Tanrı'nın melekütuna giremez." (Yuhanna, 3/2-5) İsa, Mısır Sırları'nın konusu durumundaki kadim doktrini, böyle bir sembolik görünüm altında özetlemiştir. Sudan ve Ruh'tan Tekrardoğuş, yani su ve ateş ile vaftiz oluş, inisiyasyonun ilk derecesini, yani insanın iç gelişiminin, spiritüel gelişiminin iki etabını ifade etmektedir. Burada su, zihin yoluyla algılanan hakikati. yani soyut ve genel anlamda algılanan hakikati temsil etmektedir. Su, astral bedeni arındırmakta ve onun spiritüel tohumunu filizlendirip geliştirmektedir. Ruh'tan tekrardoğuş veya semavi ateşle vaftiz oluş, bu hakikatin, irade vasıtasıyla, kan ve hayat haline dönüştürülmesi, yani özümsenmesi anlamına gelmektedir. Bu da, ruhun madde üzerindeki tam zaferi demektir, yani ruhanileşmiş astral bedenin, uslu bir alet haline dönüşmüş olan fizik beden üzerindeki egemenliği demektir; bu egemenlik onun uyuyan yeteneklerini uyandırmakta, astral beden vasıtasıyla ruh varlığının, bir diğer astral beden üzerindeki vasıtasız etkisini mümkün kılmakta ve hakikati sezgisel yoldan görme kanalını açmaktadır. Bu hal, İsa tarafından Tanrı'nın melekütu diye adlandırılmış olan semavi halin aynısıdır. Su ile vaftiz oluş, yani entelektüel inisiyasyon, demek ki, tekrardoğuşun bir başlangıcıdır; ruh vasıtasıyla vaftiz oluş ise tam bir tekrardoğuş anlamını taşımaktadır, yani önce astral bedenin, zeki! ve irade ateşiyle değişime uğraması ve ardından da fizik beden unsurlarının, belli bir oranda başkalaşması anlamını taşımaktadır; kısaca ifade etmek gerekirse, köklü bir yenilenme anlamını taşımaktadır. Böylece de insan olağanüstü yeteneklere nail olmaktadır. Nikodimos ile İsa arasında cereyan etmiş olan bu yüksek seviyeli mülakatın dünyasal anlamı budur işte. Burada, insanın teşekkülatına ilişkin ezoterik doktrin söz konusu edilmektedir. Bu doktrine göre insan üç öğeden müteşekkildir. Fizik beden, astral beden ve ruh. Onun ölümsüz ve bölünmez bölümünü ruh teşkil etmektedir; helak olabilir ve bölünebilir bölümü ise fizik bedendir. Her ikisini birbirine bağlayan ve aralarında mutavassıtlık eden bölümü de astral bedendir. Canlı organizma olarak astral bedenin ayrıca, fizik bedene benzeyen ve ona can veren, hareket ve bütünlük kazandıran esiri ve akışkansal bir alt bölümü de vardır. İnsanın, ruhun telkinlerine veya fizik bedenin tahriklerine kulak verip itaat edişiyle orantılı olarak bu seyyalevi beden ya esirileşmekte ya da kabalaşmaktadır, veya başka bir deyişle, ya bütünleşmekte ya da ayrışmaktadır. çoğu insanda, fizik ölümün ardından bir ikinci ölüm olayı daha cereyan etmektedir; bu ölüm, o insanın, kendi astral bedenindeki kirlerden temizleniş sürecidir; bu türden insanlar bazen onun ağır ağır ayrışması sürecine de maruz kalabilmektedirler; köklü bir değişime uğramış, yani spiritüel bedenini (astral) daha bu dünyadayken geliştirmiş olan bir insana gelince, o, cennetini içinde taşıyan bir insan haline gelmiştir bile ve bu haliyle ipince mekanlara kuş gibi uçup gitmektedir. Kadim ezoterizmde su, alabildiğine şekilden şekile geçebilen seyyalevi (fluidique) maddeyi, ateş ise, bir ve tek ruhu simgelemektedir. Sudan ve ruhtan tekrar doğmak ifadesiyle. İsa, spiritüel beden ile onun seyyalevi zarfının bu iki aşamalı değişimini kastetmiştir, yani ölümünden sonra insanı bekleyen ve onu, anlı şanlı ruhlar ile an varlıkların melekütuna dahil eden o görkemli değişimi kastetmiştir. Zira "Bedenden doğan bedendir (yani kayda tabi ve ölümlüdür), ruhtan doğan ruhtur (yani özgür ve ölümsüzdür). Sana: Yeniden doğmalısınız, dediğime şaşma. Yel istediği yerde eser, onun sesini işitirsin, fakat nereden gelip nereye gittiğini bilmezsin; Ruhtan doğan her adam böyledir." (Yuhanna, 3/6-8) Yeruşalim gecelerine özgü sessizliğin içinde İsa, Nikodimos' a bunları söylemişti. Aralarında yer alan bir idare lambası, bu iki muhatabın çehresi ile orada yer almakta olan sıra sıra sütunları zar zor aydınlatmaktaydı. Ama bu loş ortamda Galileli üstadın gözlerinden, etrafa, esrarengiz parıltılar fışkırmaktaydı. Bazen sakin bir ifade taşıyan, bazen de çakmak çakmak parlayan bu gözleri görüp de ruhu inanmayacak bir insan tasavvur edilebilir mi acaba? Ferisi doktor, kendi kitabi ilminin yıkılıp gitmekte olduğunu, ama buna karşılık, önüne, yeni bir alemin serilmekte bulunduğunu fark etmekteydi. Uzun kızıl saçları omuzlarına dökülmüş olan peygamberin gözündeki o ışını görmüş, varlığından intişar eden o kudretli ısıyı hissetmiş ve onun tarafından şiddetle cezbedilmeye başlamıştı. Onun şakaklarının ve alnının çevresinde, manyetik bir haleyi andırır üç adet küçük beyaz alevin bir görünüp bir kaybolduğunu fark etmişti. Tam o anda da, kalbinin üzerinden Ruh yelinin yalayıp geçtiğini hissetmişti. Heyecan içindeki Nikodimos, koyu karanlık gecenin sessizliğinde çıt çıkarmadan aceleyle evine dönmüştü. O günden sonra yine Ferisiler'in arasında yaşamaya devam etmişti, ama kalbinde o sırrı sürekli muhafaza etmiş ve İsa'ya daima sadık kalmıştı. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Ocak 13, 2013 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Ocak 13, 2013 Bu öğretinin bir diğer temel noktasını daha zikredelim. Bilindiği üzere, materyalist doktrinde, astral beden, bedendeki güçlerden kaynaklanan geçici ve rastlantısal bir sonuç, bir bileşke olarak mütalaa edilmektedir; olağan spiritüalist doktrine göre de, idrak ve izah edilebilir bir bağıntısı olmayan soyut bir şeydir; ezoterik doktrinde ise, fizik beden, ardı arkası kesilmez bir faaliyet sonucunda astral beden tarafından hasıl edilmiş, şekillendirilmiş bir üründür; gözle görülen şu fizik evren nasıl Ruhun eseriyse, aynı şekilde, fizik beden de, ruh varlığının eseridir; ruh varlığı, bu işi, astral bedenine benzeyen bir organizma vasıtasıyla, yani can (esiri beden) vasıtasıyla gerçekleştirmektedir. İsa bu doktrini Nikodimos'a, tahakkuk ettirdiği mucizelerin açıklaması olarak ifşa etmişse, işte bu yüzden etmiştir. Bu doktrin, gerçekten de, İsa tarafından olduğu gibi, el almış birkaç şakirt ve birkaç mübarek insan tarafından da tatbik edilmiş olan tedavi tıbbına anahtarlık etmiştir. Olağan tıp, fizik bedenin hastalıklarını, yine fizik beden üzerine etki uygulamak suretiyle tedavi etmeyle çalışmaktadır. El almış mürit veya mübarek insan ise, spiritüel ve seyyalevi gücün odağı olduğu için, etkisini doğrudan hastanın astral bedeninin üzerine uygulamaktadır; etki, böylece, hastanın fizik bedenine, yine hastanın astral bedeni vasıtasıyla iletilmiş olmaktadır. Bu etkileme yöntemi tüm manyetik şifa olayları için de geçerlidir. İsa, bu uygulamaları sırasında, her insanda meknuz bulunan güçleri kullanmaktaydı, ama yüksek dozlarda ve de kudretli ve yoğun projeksiyonlar halinde. Kendinde mevcut bulunan o şifa gücünü, Yazıcılar'a ve Ferisiler' e, bağışlayıcılığının veya ruh şifacılığının bir delili olmak üzere vermişti; bağışlayıcılık zaten onun temel hedefiydi. Fizik şifa, böylece, moral şifanın hazırlayıcısı konumunu kazanmış olmaktaydı ve ona, insanın tüm öğelerine birden"Kalk ve yürü!" deme imkanını sunmaktaydı. Günümüz bilimi, kadim çağlarda ve Orta çağ' da "posesyon" diye adlandırılmış olan fenomeni basit bir asabi bozukluk olarak açıklamaya kalkışmaktadır. Şüphesiz eksik bir açıklamadır bu. Astral bedenin sırları konusunda daha ileriye gitmeye çalışan psikologlar, orada, şuurun ikileşmesiyle yani gizilgüç halindeki bölümünün baskınıyla (irruption), yüz yüze gelmektedirler. Bu sorun, bazen biri, bazen de diğeri.üzerine tesir icra eden ve faaliyet ve etkisi farklı uyurgezerlik halleri sırasında dikkati çeken insan şuurunun farklı planlarına ait bir sorunla ilgilidir. Diğer yandan, duyular ötesi alemle de ilgilidir. Öyle de olsa, böyle de olsa, şurası muhakkaktır ki, İsa, allak bullak olmuş ve zaafa düşmüş bedenlerdeki dengeyi ihya edebilecek ve astral bedenleri asıl şuurlarına kavuşturabilecek güce sahip bir insandı. Plotin'in?' dediği gibi, "Gerçek maji, zıddı olan kin ile birlikteki sevgidir. Sihirbazlar, vasıta olarak aşk iksiri ile büyüyü kullanıp aşk ve kinle tesir icra etmektedirler." İsa'nın majisi, en yüksek şuur seviyesine ve en üstün kudrete ulaşmış haldeki bir aşktan kaynaklanmaktaydı. Onun gizli öğretisine çok sayıda şakirt iştirak etmişti. Ama yeni kurulmuş olan dini devam ettirmek ve yaymak için aktif mübarek unsurlardan oluşma bir grup gerekliydi; ama bu unsurlar, diğerlerinin karşısında inşa etmeyi tasarladığı o spiritüel mabedin temel direklerini oluşturabilecek türden unsurlar olmalıydı. Havarilik müessesesi işte bu ihtiyaçtan doğmuştu. Fakat bu unsurları Essenller'in arasından seçmemişti, çünkü onun güçlü,dirençli ve bakir tabiatlara ihtiyacı vardı ve getirdiği dini halkın gönlüne yerleştirmek arzusundaydı. Havarilerin çekirdeğini iki grup oluşturmaktaydı: Bir yandan Yunus'un oğulları Simun-Petrus ve Andreas kardeşler; diğer yandan da Zebedi'nin oğulları Yuhanna ve Yakub kardeşler; bunların dördü de profesyonel balıkçıydı ve Mili vakti yerinde ailelere mensuptular. Mesaisinin başlangıcında, İsa, bunların avlanma alanlarının bulunduğu Genesaret Gölü'nün kıyısında yer alan Kefernahum kentinde yaşamakta ve bu kişilerin evlerinde kalmaktaydı. Bu ailelerin üyelerine dinini kabul ettirmişti bile. Böylece Petrus ve Yuhanna, iki temel unsur olarak, tüm diğer havarilerin fevkinde bir konum kazanmışlardı. Petrus, çabucak umutlanan, çabucak da umutsuzluğa kapılıveren, tez kanar ve sınırlı bir kafa yapısına sahip bulunan dürüst ve sade bir tipti, ama eylem adamı olduğu için, enerjik karakteri ve sağlam inancı sayesinde diğerlerini yönlendirmede başarılı olabilmekteydi. İçine kapanık bir karakter ile birlikte engin bir iç varlığa da sahip bulunan Yuhanna ise, içi fokur fokur coşkuyla dolu bir tipti; bu yüzden İsa, onu, "yıldırımın oğlu" diye adlandırmaktaydı. Yuhanna, diğerleri tarafından fark bile edilmemiş olan, fakat üstat tarafindan tam anlamıyla teşhis edilmiş bulunan güçlü bir önseziye, kıvrak bir muhakemeye ve kendisi üzerinde sürekli bir konsantrasyona sahip bir insandı; genellikle düşünceli ve elemli bir görünüm arz etmesine rağmen bazen birden etrafına dehşet parıltıları saçmaya ve ağzından ateşin apokaliptik ilhamları dökülmeye başlayıvermekteydi. Sessiz ve kendi iç dünyasına dalmayı seven bir insan olarak İsa'nın düşüncesini en iyi anlayacak kişi o olacaktı elbette. Ezoterizm konusunda tüm havarilerin fevkinde yer almış olan Yuhanna'nın, Aşk ve İlahi Zeka Incili'ni en güzel şekilde gözler önüne serişi bu sebebe dayanmaktadır işte. İsa'nın kelamına inanmış, yaptıklarına güvenmiş, yüce zekasına ram olmuş ve manyetik ışınlarına bulanmış durumdaki havariler onun peşinden ayrılmaz olmuşlar ve onunla birlikte kasaba kasaba dolaşmaya başlamışlardı. Halka açık vaazlar ile yalnız kardeşlere mahsus gizli ifşaatlar birbirini izlemekteydi. Onlara düşüncesini yavaş yavaş, derece derece açmaktaydı. Ama kendi kişiliği, rolü ve istikbali konusunda yine de ketumiyetini muhafaza etmekteydi. Onlara, göklerin melekutunun yakın olduğundan ve Mesih'in de yakında ortaya çıkacağından söz etmişti. Havariler arasında bir fısıltı başlamıştı bile: Mesih muhakkak odur! Ancak, büyük bir ağırbaşlılık içinde, o, kendini "İnsanoğlu" diye adlandırmaktaydı; bu, gizli anlamı havarilerce henüz anlaşılamamış bir ifadeydi; ama "ıstırap çeken insanlığa lütfedilmiş bir elçi" anlamına geliyor gibi bir şeydi de. Zira ayrıca şu ifadeyi de ilave etmekteydi: "Kurtların bile ini var, ama İnsanoğlunun, başını koyacak yeri yok." Havariler, Mesih kavramını hala daha Yahudi inançlarının tasvir ettiği anlamda ele almakta ve çocuksu bir sevinçle göklerin melekutunu politik bir yönetim tarzı gibi, İsa'yı da, bakanlarıyla birlikte tahta kurulmuş bir kral gibi tahayyül ve tasavvur etmekteydiler. Böyle bir halet içinde bulunan havarilerine şu hakikatleri ifşa etmenin ne yaman bir iş olduğunu varın siz düşünün; ilk iş olarak onların bu konudaki tahayyül ve tasavvurlarını tepeden tırnağa değiştirmiş ve onlara gerçek Mesih ile spiritüel krallığı ifşa etmişti. Ardından da: Onlara, Baba diye adlandırdığı şu yüce hakikati ve Ruh diye adlandırdığı şu yüce gücü, yani tüm astral bedenleri görünmeyen alem ile ilintili kılan şu esrarengiz gücü açıklamış; sözüyle, yaşayışıyla ve ölümüyle onlara gerçek bir Tanrı oğlu olduğunu göstermiş; onlara, tüm insanların kardeş oldukları ve arzuladıkları takdirde dinine katılabilecekleri inancını benimsetmiş; ve insanların yanından ancak, onların umutları önüne semanın tüm enginliklerini serdikten sonra ayrılmalarını tembih etmişti. Bunlara inanacaklar mıydı, yoksa inanmayacaklar mıydı? Kendisiyle havarileri arasında oynanacak olan dramın ortaya koyacağı sorun buydu işte. Bu dramlardan. yürek yakacak kadar müthiş olanı onun iç aleminin derinliklerinde cereyan etmişti. Bundan ileriki satırlarda söz edeceğiz. O saatte, İsa'nın şuurundaki trajik düşünceyi bir sevinç dalgası kaplanmıştı. Teberiye Gölü üzerinde henüz fırtına kopmamıştı. Her tarafta İncil'in Galile' deki ilkbaharı hüküm sürmekteydi; uzaklarda Tanrı'nın melekütu, tan parıltısı misali ışıldamaya başlamıştı; inisiyenin, spiritüel ailesiyle mistik nikahı cereyan etmek teydi. Ailesi onu, meseldeki zevci izleyen sağdıçlar korteji misali izlemekte ve daima onunla birlikte seyahat etmekteydi. İnanç dolu insan yığınları, sevgili üstadın, gök mavisi gölün kumlu sahillerinde bıraktığı ayak izlerinin üzerinde yarış edercesine yürümekteydi. Onun ailesi, Kefernahum'un serin sahillerinden hareket etmiş, portakal ağaçlarıyla kaplı Beytsayda Tepeleri'ne ve etrafı hunnalıklarla çevrili Genesaret Gölü'nün yer aldığı Korazin dağlık yöresine doğru yürümekteydi. İsa'yı izleyen bu kortejde kadınların ayrı bir yeri vardı. Her yerde onun çevresini şakirtlerinin anaları veya bacıları ile ürkek bakireler veya tövbekar günah ehli kadınlar sarmaktaydı. Saygılı, sadık ve sevdalı olan bu kadınlar, o ezeli elem ve umut rayihalarını, onun ayakları dibine, aşktan mamul bir halı gibi sermekteydiler. Onlara, kendisinin Mesih olduğunu söylemesine gerek bile yoktu. Bunu anlamak için ona bir bakmak yeterliydi. Ondan intişar eden ve varlığının derinliklerindeki o dile getirilmemiş ilahi ıstırabın notasına karışmış halde bulunan o tuhaf mutluluk, onun, Tanrıoğlu olduğuna inanmalarına kafi gelmekteydi. İsa, nefsinin haykırışlarını pek erken bastırmış ve boğmuştu; duyularının gücünü daha Esseniler'in yanında kaldığı sıralarda alt etmişti. Astral bedenlere özgü olan imparatorluğu ancak bu yolla fethedebilmiş ve şu ilahi nitelikli affetme gücünü, yani meleklerin, tadına varamadıkları şu emsalsiz gücü yine ancak bu yolla iktisap edebilmişti. Kendini onun ayakları dibine atmış olan o saçları darmadağın günahkar kadın için şöyle demişti: "O, affa uğrayacaktır, çünkü çok sevmiştir." İnsanlığa kurtuluş yolunu gösteren yüce bir sözdür bu; hoş görüp affeden, kurtulacaktır. Pavlus ve Kilise Babaları, kadına, erkeğin hizmetkarı rolünü yakıştırmışlardır; bu üstadın görüşünü yanlış yorumlayıp saptırdıkları anlamını taşımaktadır; aksine İsa, kadını esaretten kurtarmış ve ona saygınlığını iade etmiştir. Kadın, Yedik çağlarda da ululanmıştı; fakat Buda ona güvenememişti: İsa ise, ona, aşk ve kehanet misyonunu teslim etmiş ve bu yolla onu, sürünmekten kurtarıp ayağa kaldırmıştı. İnisiye kadın, Beşer Alemi'ndeki Astral Bedeni, Canı, yani Musa'nın tabiriyle Aişa'yı, ya da Sezgi Kudretini ve de Sevme ve Görücülük Yeteneğini temsil etmekteydi. İsa sayesinde, Tevrat deyimiyle yedi cinden kurtulmuş olan o içi fırtınalı Mecdelli Meryemü", bir anda, şakirtlerinin en ateşlisi haline gelivermişti. Yuhanna'nın belirttiğine göre, tekrar dirilip kabrinin üzerinde tezahür etmiş olan ilahi mürşidi, yani spiritüel İsa'yı ilk gören kişi, bu kadın olmuştu. Aşk ve inanç dolu kadını ısrarla İsa'nın en yüce hayranı olarak, yani gönül inisiyesi olarak kabul etmiş olan efsane, bunu iddia ederken hiç de yanılmamıştır. Zira onun hayat öyküsü, kadının, saygınlığına kavuşmasının öyküsüdür; İsa'nın istediği kadın haline inkılap edişinin öyküsüdür. İsa, misyonundan ileri gelme yorgunluklarını, Beytanya çiftliğinde. Marta ile Mecdelli'nin arasında gidermeye bayılmaktaydı;büyük eprövlerinin planlarını da yine orada hazırlamaktaydı, En gönül okşayıcı tesellilerini orada etrafa saçmakta ve şakirtlerine henüz açamadığı ilahi sırlar, dudaklarından, pek hoş mülakatlar halinde yine orada dökülmekteydi. Altın rengindeki grubun, zeytin dalları arasında. soluklaşmaya başladığı ve zeytin yapraklarının, alaca karanlık içinde yavaş yavaş kaybolmaya yüz tuttuğu saatlerde İsa'yı bir düşüncedir almaktaydı. O ışıl ışıl çehresine sanki bir tül atılmaktaydı. Kafasını, misyonunun zorlukları, havarilerin yarım yamalak imanları ve dünyada hüküm sürmekte olan düşman güçler kurcalayıp durmaktaydı. Mabet, Yeruşalim ve de tüm cinayetleri ve nankörlükleriyle birlikte beşeriyet, canlı birer dağ gibi adeta üzerine gelmekteydi. Göğe doğru uzanmış olan kolları acaba bu dağları un ufak etmeye yetecek miydi? Yoksa kendisi mi altta kalacak ve ezilip gidecekti? İşte o anlarda dudaklarından, kendisini bekleyen korkunç bir epröve, pek yakın bir akıbete ilişkin belli belirsiz sözler dökülmekteydi. Sesinin, bu sözleri söylerkenki tonu, kadınları can evinden vurmaktaydı; onun için de ona bu konuda herhangi bir şey soramamaktaydılar. İsa'nın o hiç bir zaman kaybolmayan sükunetine rağmen, onlar yine de onun ruhunu söze dile gelmez bir elem kefeninin sarıp sarmaladığını anlamaktaydılar: bu, onu dünya nimetlerinden koparır türden bir kefendi. Peygamberi bekleyen mukadderi sezinlemekte ve onun kesin kararını adeta seyretmekteydiler. Yeruşalim taraflarından yükselen o koyu bulut1arın hikmeti neydi acaba? Yahudiye'nin, morarmış kadavralarını andıran o pörsük tepeleri üzerinde esen rüzgarlar misali esip yüreklerini kavuran o ölüm kokulu sıcak rüzgar da neyin nesiydi acaba? Bir akşam ... İsa'nın gözlerinde, esrarengiz bir yıldızı andırır görünümde bir damla gözyaşı belirmişti. Bunun üzerine kadınlar tepeden tırnağa ürpermişler ve Beytanya'nın ıssızlıklarında onlar da gözyaşı dökmeye başlamışlardı. Onlar, onun için o da insanlık için gözyaşı dökmekteydi. rında küçük topluluklar oluşturmuşlar; oralarda yetiştirdikleri hurma, tahıl, biraz da sebze ve meyve ile geçinip gitmekteydiler. Çoğunluğun durumu böyleydi. Ama bir de deve çobanları vardı ki sormayın! Bunların çoğunluk üzerindeki etkileri ve baskıları muazzamdı. Toprağa bağlanarak yaşamaya çalışan insancıklar bunların karşısında her zaman için boyunları bükük durumdaydılar ve onların koyduğu vergiyi, yani haracı vermekten başka çareleri yoktu; zira deve denen o modern savaş aracı onlardaydı. Deve yetiştiricisi topluluklar, böylece, toprağa bağlı toplulukların hem koruyucusu, hem de sömürücüsü durumuna gelmişlerdi. Başka bir geçim yolu da ticaretti. Tabii bu iş yine deveci toplulukların tekelindeydi. O hörgüçlü çöl gemileri, Hint'ten ve Uzak Doğu'dan Mezopotamya'ya gelen malları teslim alıp Güney Arabistan'a taşımaktaydılar. Göçebeler ile toprağa yerleşikler arasındaki bu alışverişler sayesinde göçebeler hurma ve sebze, yerleşikler de deve sütü yüzü görebilmekteydiler. Bu ticarı ilişkiler zamanla, bir arpa boyu da olsa, bir gelişime zemin hazırlayabilmişti. Mal teşhir etmek üzere vahalarda panayırlar kurma ihtiyacı hissedilmişti: bu da, köyümsü veya kasabamsı toplulukların vücut bulmasına imkan vermişti. Böylece toplulukların o eski homojen hali kayboluvermişti; artık köylerde tacirler, zanaatkarlar ve çiftçiler bir arada yaşamaya başlamıştı. Derken başlarına, avanesiyle birlikte bir deveci reis de kurulunca bu köyler birden klan kimliğine bürünüvermişti. Daha sonra ise, aralarındaki akrabalık ilişkileri yüzünden, bu klanlar arasında sempati bağları da oluşunca kabileler vücut bulmuştu. Bu sosyal yapılaşma. o acımasız tabiatla kurulması imkansız olan barışı hiç değilse insanlar arasında kurmayı hedeflemekteydi. Ama yenenle yakılana ne dayanırdı? Tabiat pek cimriydi ve hızla artan nüfusu besleyememekteydi. Aç kurdun ağıl sahibiyle dostluğu kaç gün sürebilirdi ki! Onun için kendiliğinden bir yasa zuhur edivermişti; bir çöl yasasıydı bu; adam öldürmemek şartıyla baskın yapıp mal gasp etme mübah hale gelmişti bile. Ve daha sonra Arap tarihini hep bu yasanın uygulamaları doldurmuştu. Ama ne yasa! Çal çalabildiğin kadar, yeter ki adam öldürme. Yoksa aldığın cana karşı bir can vermekle mükellefsin. Alınmış bir canın hesabını sorup öç almayan bir kimse şerefsizliklerin en büyüğüyle damgalanmaktaydı. Kana kan, cana can ... yoktu başka çaresi! Üzeri dikenlerle kaplı bir fidanın üzerindeki o harika mis kokulu günerin manzarası insanda nasıl acayip bir duygu uyandırırsa, aynı şekilde, bu haşin karakterli çöl çocuklarının şiire yatkınlıkları da insanda aynı duyguyu uyandırmaktadır. Gerçi bilgeler ile belagat sahiplerini de pek takdir etmekteydiler, ama şair denince akan sular durmaktaydı. Onlara göre şair, ilahi bir varlığın konuşturduğu bir insandı; onun için o, saygı duyulduğu kadar korkulacak bir insandı da. Evet, Arap buydu işte: Bünyesinde zorbalıkla şairliği bağdaştırabilen bir çelişki anıtı. O zamanki Araplar'a göre dağ taş her taraf cin diye niteledikleri ruhlarla doluydu. Bazı ağaçlarla bazı taşlar bu ruhlar ile ilahi varlıkların makamlarıydı. Her kabile bu varlıklardan birine bağlanmaktaydı. Ama bunların bazıları Arap Yarımadası'nın her yanında tanınmaktaydı. En büyüğü El-ilah adını taşımakta. ve Evrenin yaratıcısı olarak nitelendirilmekteydi. Hicaz' da "El-İlahın Kızları" diye anılan tanrıçalar gözdeydi. Bunlardan EI-Lat, Venüs ile veya Atena ile; "Pek kudretli" anlamına gelen Uzza da yine Venüs ile özdeşleştirilmekteydi; üçüncüsü de, yani kader tanrıçası olanı da Menat idi. Mekke' de ise büyük tanrı olarak Hübel hüküm sürmekteydi. Bu tanrı ve tanrıçalara armağanlar ve kurbanlar sunulmakta; mabetlerde tertiplenen törenler sırasında da çocuklar sünnet edilmekteydi. Ayinler, mabutların çevresinde durmadan dönme tarzında gerçekleştirilmekteydi. Gerçi böyle ünlü mabutları vardı, ama bunlar Arabın üzerinde, şahsi şeref duygusunun uyandırdığı tesiri uyandıramamaktaydı. Şeref, dinden de önde gelen bir şeydi. Arap, "erkek adam" olmak zorundaydı. Kanaatkar, sadık, cömert ve misafirperver olmak zorundaydı. Onun ahlak yasası buydu. Böyle hareket ederse şerefli insan olmaktaydı. Bu hasletler de, insandan sadır olup yine insana dönen hasletlerdi; mabudun bunlarla bir ilgisi yoktu. Görüldüğü gibi Arap, iyi ahlakı öğütleyecek bir öğretiyi pekala benimseyebilecek bir tipti; yeter ki karnı doysundu ve küpüne de birkaç kuruş koysundu! Kökleşmiş sosyal kurumlardan da, sanattan da, felsefeden de, şiir dışında edebiyattan da yoksun bir beşer kesiti ... boş bir çanak. .. usta bir elin, içine dilediğini doldurabileceği bir çanak ... Yukarıda da belirttiğimiz gibi Arap çelişkili bir insandı. Onun için, pek benimsediği çöl yasasını sık sık çiğnemiş olmasına pek şaşmamak gerekir. Bu yasa çiğneme olgusunda ön planı işgal etmiş olan sebep daima açlık ve sefaletti. Uygarlık seviyesindeki düşüklük de yine bu sebepten kaynaklanmaktaydı. Yukarıdan beri çize geldiğimiz sefalet tablosu, şüphesiz tüm Araplar'ı kapsamamaktaydı. Zira yarımadanın güneyinde, tabiatı çok cömert öyle bir yöre vardı ki oraya "Mutlu Araplar Diyarı" denmekteydi. Nasıl denmesindi? Doğusundaki Pers Denizi'yle bahsindeki Kızıldeniz'in can bahşedici havası oralara kadar nüfuz edip her tarafın palmiyelerle, sebzeliklerle ve meyveliklerle kaplanmasına yol açmaktaydı. Orada her türlü baharat yetişmekte, her türlü bitki yeşermekte ve yeşil alanlarda sürüler otlamaktaydı. O insanların çoğu ticaretle uğraşmakta ve büyük gelirler sağlamaktaydı. Sıra sıra limanlarıyla, ırmaklarıyla ve kaplıcalarıyla bu diyar gerçekten yaşanmaya özenilecek bir diyardı. Bu yöre, tam anlamıyla şehir uygarlığına ulaşmış bir yöreydi. Saba, Ma'in, Kataban, Hadramud ve Avsan isimli devletleri bile kurmuşlardı; hem de krallı, meclisli devletler. Uygarlığa paralel olarak bu yörede din de gelişmişti. Rahipler, halk arasında mümtaz bir yer işgal etmekteydi; mübah davranışlar listesine aykırı hareket edenler bu rahiplere para cezası ödemekle kalmayıp ayrıca, itirafnamelerini tunç tabletlere yazdırıp mabedin herkesçe görülebilecek bir yerine asmaktaydılar. Ölüler, toprağa, kişisel eşyalarıyla birlikte gömülmekte ve mezarlarına onların onurlarına yaraşır taşlar ve heykeller dikilmekteydi. Bu insanlar, Kuzeyli Samiler'de bir tannça olan Astarte'yi, yani İştar'ı erilleştirip Aztar adıyla kabullenmiş ve onu Venüs ile özdeşleştirmişlerdi. Saba ülkesinde Almako'ya, Ma'in ülkesinde aşk tanrısı Vad'a, Katabarı'da kayın peder demek olan Am'a veHadramud' da da ay tanrısı Sin' e tapmaktaydılar. Ayrıca Şems diye adlandırdıkları bir güneş tanrıçaları da mevcuttu. Bir yanda zar zor geçinen bir çoğunluk, diğer yanda ise mutlu bir azınlık! Beşeriyetin kaderi bu olmamışmıdır hep? Ama bu çelişki Arap diyarında çok daha belirgin bir haldeydi. Bizzat bireyi de çelişkiliydi, ülkesi de. Arabistan böylesine renkli bir diyardı işte. ( Bütün bu çelişkiler ) bir pota içinde eritip bağdaştırarak yeni bir sosyal yapı vücuda getirecek ve daha sonra da gözlerini uzaklara dikerek dünyayı fethe yönelecek bir lider lazımdı ona. Sosyal terazi, bir kefesi çok aşağıda, diğer kefesi ise çok yukarıda olacak şekilde durmaya devam edemezdi elbette. Yukarıda da belirtiğimiz gibi tüm Arap topraklarında kervanlar vızır vızır faaliyet halindeydiler. Bu vesileyle, yabancı kültürlere mensup insanlar kaç kez ta güneye kadar inmişlerdi. Yabancılarla ilişki yalnız onların ziyaretleriyle sağlanmamış, ayrıca Araplar da yaban ellerine göçmüşlerdi; Mezopotamya'ya ve Mısır'a göçenleri olduğu gibi Yunan'a göçenleri bile olmuştu. Demek ki Arap Yarımadası, öyle sanıldığı gibi, dünyadan kesinlikle tecrit edilmiş bir ıssızlıklar ülkesi değildi. Güney Arabistan' da Atina rumuzlu para basıldığı bile kesin bir tarihi gerçektir. Yazımızın başında Sözünü ettiğimiz iki dev, yani Bizans ve Pers imparatorlukları, elleri altında bulundurdukları toprakların güvenliğini sağlamada hep Araplar' dan oluşma birliklere bel bağlamaktaydılar. Bu maksatla, tanınmış Arap ailelerine kral ünvanı bile verdikleri olmuştu. İşte size yabancılarla ilişkinin bir başka türü daha. Ve bu ilişkiler meyvesini vermekte gecikmemiş; bir takım kuzeyli ve güneyli Arap Hristiyanlaşmış .. Pers Körfezi civarındakilerden Zerdüşt dinini kabul edenler bile olmuştu. Hicaz yöresindeki büyük ailelerden bazıları da Yahudiliği kabullenmişlerdi. Böylece Arap Yarımadası'nda bir din cümbüşü hüküm sürer olmuştu. Güney Arabistan'ın zenginlikleri yabancı gözlerin dikkatini çekmekte gecikmemişti. Önce Habeşler, ardından da Persler gelip bu toprakları fethetmişlerdi. Böylece, Güney'in korkusu yüzünden o güne kadar eli kolu bağlı kalmış olan Bedeviler’e gün doğmuştu. Ülkenin batısında hala daha önemini korumakta olan kara ticaret yolu üzerinde artık diledikleri gibi tasarruf ta bulunabileceklerdi. Aracılık ve kılavuzluk hizmetlerini daha rahat yürütebilecekler ve büyük devletlerle pazarlığa bile oturabileceklerdi. Ve sonuç gerçekten de öyle olmuştu. Böylece bir kısım Bedeviler birden büyük servetlere gark olmuşlardı. O ana kadar kan bağına büyük önem vermekte olan bu insanlar, parayı görünce birden cimrileşivermiş, burunları büyümüş ve kandaşlarına yukarıdan bakmaya başlamışlardı. Bu sonradan görmeler, bu yeni türediler her gün biraz daha güçlenmiş ve artık çekilmez hale gelmişlerdi. Güçlerinin karşısında çöl yasası bile pes etmişti. Ezilenler, ne yapacaklarını bilemez duruma düşmüşlerdi. Onları kurtaracak tek şey, güzel ahlaki öğretecek bir din olabilirdi, ama Arabın "benim dinim" diye benimseyebileceği milli bir din. Bu azgınlıkları zapturap altına alacak ve ezenleri tehdit edecek bir dini, şan ve şerefe son derece düşkün olan bu insanların şiddetle arzulamaları şaşılacak bir şey değildi tabii. Gerçi Hristiyanlık ve Yahudilik gibi insanların selametini sağlayacak dinler yok değildi, fakat bunlar yabancı kökenli dinlerdi; başkalarının dinleriydi. Arabın kendi öz dini değildi ki. Onları kabul ettiğinde o ulusların kulluğunu da kabul etmiş olmayacak mıydı? Haşin çöl çocuğunun gururu buna izin vermezdi elbette. Onun için o cicili bicili mabutlarıyla idare etmek zorundaydı. ( Edouard Schure ) Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Takesikitano Yanıtlama zamanı: Ocak 13, 2013 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ocak 13, 2013 Teşekkürler sayın nevermore.Konuyu okuyunca biriktirdiğim sorulardan bir tanesi kendini belirtti yerli-yersiz.Sümerlilerin varlığını,geride bıraktıkları kil tabletlerden öğrendik.Bilimsel olarak.Tabi ki bu kadim topluluk ezoterik ve alternatif tarihi kayıtlarda varlığını korumuştur.Yazılarınızda sıkça geçen ''gelenek''(tradisyon) kelimesini göz önüne alırsak ne demek istediğimi anlamışsınızdır.Konu başlığı da bağlayıcı olarak,insan ister-istemez soruyor;Tarihteki peygamberleri bizler;mevcut dinin hassas sınırları dahilinde öğrendik.Örnek Hz.Muhammed,Hz.İsa vb.Peki bu sınırların dışında elimizde mevcut bilimsel kaynak var mı?Bu önemli kişilere ve yaşantılarına objektif olarak bakan başka kaynak bulunuyor mu?Yoksa neden? Belki biraz zor çetrefilli sorular ama tahminimce elinizde bulunduğunu sandığım geniş arşivde belki cevapları vardır.Tekrar teşekkür ederim detaylı (ve uzuuun) yazılarınız için.. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.