Jump to content

Kadınlar


Topal Kırkayak

Önerilen Mesajlar

 

 

New York'ta bir kölenin kızı olarak dünyaya geldi. Annesi ona Isabella adını takmıştı. Sojourner Truth, 13 çocuk dünyaya getirdi, çocuklarının çoğunun köle olarak satıldığına tanık oldu. 1847'de özgürlüğüne kavuştu. 1851'de Akron, Ohio'daki Kadınlar Konvansiyonu'na katıldı ve toplantıda Ain't I a Woman (Ben kadın değil miyim) başlıklı kısa konuşmasını okudu. Bu konuşma, toplantıyı protesto edenlerin bile gözlerinin dolmasına neden oldu. Sojourner Truth, bir feminist ve dünya tarihinin ilk ve en önemli kölelik karşıtlarından biri olarak tarihe geçti.

 

Efendiden kaçış

 

Truth, 1820'lerde henüz genç bir kadınken, kendisini öldüresiye döven ve ailesini çocukları satmak yoluyla parçalayan New York'lu efendisinden kaçtı. 1840'larda köleliğe karşı en önemli protesto gösterilerine katıldı, belagat yeteneği ile insanları meydanlara topladı. Çektiği acıları, tanıklık ettiği olayları anlatırken, dinleyenleri dehşete düşürüyordu.

Onun cesaretle anlattıkları sayesinde, kimi kölelik yanlıları fikirlerini değiştirmeye başladılar. Özellikle siyah kadın ve çocukların çektiklerini dile getiriyordu. O zamana dek, acımasız ve zengin köle sahiplerinin sadistliğe varan davranışları çoğu zaman gizli kalmış, onlara karşı tanıklık yapabilecek çok az siyah çıkmıştı.

 

Kırbaç, direk ve çığlıklar

 

Sojourner Truth, çocuklarının pek çoğunu kaybettikten sonra, kaybedecek pek bir şeyi kalmadığına inanmıştı, bu nedenle mücadeleden hiç kaçınmadı. Kalabalık mitinglerde, çocukluğundan beri yaşadığı bütün baskıları, şiddeti gözünü kırpmadan anlattı. Anlattığına göre çocukken "efendisi" tarafından sık sık nedensiz yere prangalanıyor, blüzü yırtıldıktan sonra bir direğe bağlanıyordu. Adam, onu kırbaçlamaktan adeta zevk alıyor, çığlıkları artana dek vazgeçmiyordu.

Truth, kölelerin çalışma koşullarını da açık açık anlatıyor, bu insanlık dışı durumun derhal sona ermesi gerektiğini açıklıyordu. Küçücük koğuşlarda onlarca siyahın barındığını, sınırsız çalışma saatleri sonucunda kimi insanların açlık ve bitkinlikten öldüğünü, bütün gün çalışan siyahların çoğu zaman hayvanlara verilen küspe tarzı yemeklerle beslendiğini anlatıyordu.

 

Okula gitmeyen konuşmacı

 

Truth başarılı bir konuşmacıydı. Fikirlerini açık ve net ifade edebiliyor, protestocular karşısında başını dik tutmasını beceriyordu. Bu nedenle kısa sürede kölelik karşıtı hareketin önemli isimlerinden biri olmuştu. Hem siyah, hem de kadın olması, onun ırkının ezilmesiyle birlikte kadın olarak yaşadığı sorunları da dile getirmesini sağlamıştı. Hayatı boyunca hiç okula gitmemiş, hiç bir özel eğitim almamış bu kadının ifade gücü herkesi büyülüyordu.

Truth, aslında kendi kendini yetiştirmiş, mümkün olduğu adar bilgiyle iç içe olmayı tercih etmişti. Çevresindeki eğitimli insanlarla uzun sohbetler ediyor, dinsel konularda öğrendiklerini günlük hayattaki bilgileriyle birleştirmeye uğraşıyordu. Truth, hayatı boyunca hep bilinçli seçimler yaptı ve kalabalık meydanların büyüsüne kapılmadan mücadelesini sürdürdü.

 

Kadınlara oy hakkı mücadelesi

 

ABD'deki kadınların oy hakkı mücadelesi başladığında yine ön saflarda Sojourner Truth görüldü. İç Savaş boyunca da aktif olarak çalıştı. 1864 yılında Beyaz Saray'a davet edildi ve Başkan Lincoln tarafından kutlandı. Aynı yıl, Arfo-Amerikalılar'ın yaşam koşullarının düzeltilmesi ile ilgili bir dernekte çalışmaya başladı. 1870 yılında Amerika Kadın Hakları Derneği'ne katıldı ve ölene dek kadınların oy hakkı için mücadele etti.

Sojourner Truth, neyse ki köleliğin kaldırıldığını görecek kadar uzun yaşadı. Ama daha vereceği çok eşitlik mücadelesi olduğunu söylüyordu. Hemcinslerinin özgürleştiğini görmesi için sizce ne kadar daha yaşaması gerekirdi?

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

 

Elizabeth Cady Stanton

 

1815'te doğmuş, 1902'de ölmüştür.

 

seneca falls konvansiyonunu başlatmış ve bu hareketin öncü kadın kuramcısı ve yazarı olmuştur. seneca falls'da "haklar" sorunu konuşulmaktayken stanton "oy hakkı" isteyerek kadınları bile hayrete düşürmüştür.

 

1854 New York Eyaleti Yasama Meclisi’nde yapılan konuşmasında ;" kadınlar sizin yasalarınızın izin verdiği ölçüde yaşamaya ve nefes almaya, yasal koruyucularımızdan yaşam için gerekli şeyleri talep etmeye, suçlarınızın cezasını çekmeye hakkımız olması bizler için yeterli değildir. Birleşik devletlerin vatandaşları olarak tüm haklarımızın tamamen tanınmasını talep ediyoruz. Bizler insanız, yerli özgür doğmuş vatandaşız. Yine de seçme ve seçilme hakkından yoksun bırakılıyoruz.

 

Kişi kendi eşitlerinden kurulmuş bir jüri tarafından yargılanmalıdır. Aristokratlar köylüler için, köle sahibi köleler için, erkek de kadın için adil yasalar yapamaz ve uygulayamaz. Çünkü her bir durumda güçlü olan tartışılamayacak hak ilkelerini kendi dışındakilere uygulamak istemez.

 

İnsanların koyduğu yasalar sevgi bağını sıkılaştıramaz. Evliliği sözleşme olarak görüyorsanız, o zaman diğer sözleşmeleri denetleyen yasaları bunlara da uygulayınız. Yarı insan, yarı kutsal bir kurum haline getirmeyiniz.

 

Bir baba çocuğunu annesinin onayı olmaksızın bir işe verebilir. Velayetini anne üzerinden alabilir. bu yasalarla çocuk babaya tabi bir mal olmaktadır.

 

İnsanların sahip olduğu haklar aynıdır ve eşittir. Bütün haklarımızı istiyoruz. " demiştir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Mükemmel bir konu olmuş, tebrik ederim. Neresinden katılacağımı bilemedim gerçekten. Aslında günümüzden örnekler vermek istiyorum ama başlangıcı en uzak tarihlere çekeyim dedim.

Hypatia

 

http://humanityhealing.omtimes.netdna-cdn.com/wp-content/uploads/2011/01/Hypatia_Humanity-Healing.jpg

 

 

aYunan bilim kadını. Carl Sagan'ın Cosmos'unda bahsi geçmişti ilk olarak. Aslında direk ansiklopedik bilgi vermek yerine şöyle yapayım; Amenabar, Hypatia'yı konu alan "Agora" isimli bir film çekti geçen yıllarda. Direk onun fragmanını atayım daha heyecanlı olsun =)

 

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

George Eliot, Viktorya dönemi İngiltere’sinin erkek ismiyle yazarak büyük bir başarı elde eden ilk feminist kadın yazarlarından biridir. Eliot 1819’da İngiltere, Warwickshire’de Mary Ann (Marian) Evans adıyla bir çiftlik kahyasının kızı olarak dünyaya gelmişti. Babasıyla Coventry kentine taşındığında, aralarında ünlü Amerikan transandantal şairlerinden Ralph W. Emerson’ın da olduğu seçkin ve din, ahlâk ve siyaset konusunda liberal bir aydın çevresiyle tanıştı.

 

Babasının dostu sosyalist ve varlıklı iş adamı Bary’le birlikte Avrupa seyahatlerine çıkan genç yazar, babasının ölümü üzerine Cenevre’de kaldı. Dil eğitimini sürdürürken “zihin açıcı” bulduğu matematik ve fizik derslerine de katıldı. Ağabeyi henüz 24 yaşında genç bir kız olan Marian'ın entelektüeller arasında vakit geçirmek yerine bir an önce evlenmesi gerektiğini düşünse de Dr. Baraban’la tanışan yazar onunla Eski Yunanca çalışmaya başladı.

 

Ünlü feminist yazar Virginia Woolf'un bir “başyapıt” olarak nitelediği Middlemarch adlı romanında, yaşlı profesör Causaubon ve genç Doreathea Brooke arasında gerçekleşen mutsuz evlilik, Eliot'un Baraban’a duyduğu hayranlığın bir yansımasıdır.

Middlemarch ve taşra yaşamından kesitler

1872’de yayımlanan Middlemarch: Taşra Yaşamı Üstüne Bir Çalışma, Tolstoy’un Savaş ve Barış adlı romanıyla kıyaslanır. Hayatın anlamını arayan Dorethea Brooke’un yanılgılarını ve evlilik dışı aşkını konu alan roman, bir taşra kasabasının sosyal ve politik ahlâkına da eleştiriler getirir. Eliot’ın daha sonra yazacağı tüm romanlarında da edebiyatı, müziği ve sanatın her türünü günah sayan Püritenliğin eleştirisi göze çarpar. 1853’te Cambridge’e giderek felsefe ile ilgilenmeye başlayan; tutucu ve patriarkal bir toplumda erkeklerin bile bilmediği konular üstüne düşünen ve yazan Eliot, ünlü şair John Milton’ dan sonra İngiliz edebiyatının en bilge insanı kabul edilir.

Teolojiye olan ilgisi Eliot'u, Latince’den İbranice’ ye kadar 7-8 dil öğrenmeye yönlendirdi; üniversiteye devam edemese de eğitimini kendi başına sürdüren yazar, Spinoza’nın Ethics adlı ünlü eserini Latince’den çevirme çabasına girişti. Ancak, tamamlayamadığı için çeviri yayımlanmadan kaldı. Döneminin kadın yazarlarından farklı olarak eve kapanıp roman yazmak yerine, önce seyahat etmek ve öğrenmek isteyen Eliot, romanlarını 40'ından sonra yazmaya başladı. O zaman kadar da, sadece erkeklerin hakimiyetindeki edebiyat dergilerinde çalışmayı başararak yazarlığı meslek haline getirdi.

1851’de, döneminin saygın düşünce dergilerinden Westminister Review’a yayın yönetmeni yardımcısı olan Eliot, aydınlarla dostluğunu sürdürdü. Güzel sayılmadığı halde karizmatik kişiliğiyle ünlü Amerikalı yazar Henry James’ı bile etkilemişti. Dönemin ünlü aydınlarından pejmürde ama yaratıcı bir kişi oılarak bilinen Henry Lewes ile de bir aşk yaşadı. Evli olan felsefeciyle 30 yıl boyunca evlilik dışı bir ilişki sürdürdü. Kızların eğitimini her zaman savunan bir kadındı. Yaşadığı dönemde feminist sayılmasa da yaşamı ve öncü tavrıyla, aktif feministlerden daima daha radikal ve marjinal bir feminist oldu. Lewes'te yazarlığı için büyük destek görmesine karşın ailesince dışlandı. Lewes’ın 1878’de ölümü üzerine kendisinden 20 yaş küçük ilk otobiyografi yazarı John W. Cross’la evlendi. Mutlu bir evlilik yaşadı ama 1880’de geçirdiği hastalıktan sonra Londra’da öldü ve Lewes’ın yanına gömüldü.

Kraliçenin gözdesi bir biseksüel feminist

Realist ve psikolojik derinliği yüksek romanlarıyla tanınan Eliot, antik Yunan tragedyalarından etkilenmiş ve daha çok toplumsal ahlâk ve siyaset temaları üstüne yazmıştı. İlk büyük eserleri, Ludwig Andreas Feuerbach’ın Hıristiyanlığın Esası (1862) ve David Straus’un İsa’nın Yaşamı (1854) adlı kitapların çevirisidir. Döneminin romantik kadın yazarlarını, Kadın Yazarların Gülünç Romanları adlı makalesinde eleştiren Eliot, Avrupa Gerçekçiliğini destekleyen tavrıyla kendi edebiyatının da yönünü belirlemişti.

Bu makaleden sonra, George Eliot mahlasıyla yazmaya başladı. Bunun nedeni; hem çağdaşı kadın yazarlarla arasına mesafe koymak hem de nikahsız bir birliktelik yaşadığı için edebiyat dünyasında saygınlık kazanmaktı. Mahlasını erkek dilinin ve maskülen kimliğinin ele geçirilişi olarak gören feministlerce Eliot “biseksüel bir feminist” olarak kabul edidi. Yazar kimliğini tersine çevirerek patriarkal düzene ve edebi kanona direnir ve kadın olduğunu saklarken kadınca bir yaşam sürdü.

Bugün eserleri, akademisyen Judith Butler’ın “performans” kavramıyla ele alınan Eliot’un maskülenizmi, toplumsal cinsiyet hiyerarşisinin belirlediği bir toplumda yer bulması için kamusal alanda şekillenen araçsal bir yöntemdir. Özel hayatıyla karşıtlık oluşturan bir kimlikle, edebiyat dünyasında yer edinen Eliot; bireysel olarak feminizme yürekten inansa da, mağdur edilen kadınların yaşadığı Viktoryen İngiltere’de ikili bir kimlik benimsedi. “Biseksüel feminizm” adı altında hem yazarlık hem de toplumsal cinsiyet adına yeni bir kavram bırakır çağdaş eleştirmenlere.

İlk önemli romanı Adam Bede (1859), Kraliçe Viktorya’nın kızı Prenses Louise'in önsözüyle yayınlandı. Roman Marangoz Adam’la nişanlı güzel köylü kızı Hetty Sorrel’in genç toprak sahibi Donnithorne'un tecavüzüne uğrayarak hamile kalması ve bebeğini öldürdükten sonra delirmesini anlatır. Hetty tam asılacağı sırada infaz durdurulur ve uzak bir sömürgeye sürgüne gönderilir.

 

 

Dostoyevski’nin kız kardeşi

Dini ve ahlâki değerleri sorguladığı romanında Eliot, gerçek bir olaydan yola çıkararak Methodist kilisenin itirafçı tavrını benimser ve Kraliçe Viktorya’nın takdirini kazanır. Dostoyevski’ye benzetilen roman karakterleriyle, İngiliz taşra yaşamına gerçekçi bir eleştiri getiren yazar, kraliyet ailesiyle ilişkilerini daima iyi tutmuş ve politik romanlar da yazmıştı.

 

Eliot kendi çocukluğunun geçtiği kasaba yaşamını öyküleştirdiği 1866’da yayımlanan Floss Irmağındaki Değirmen için Marcel Proust’un övgüsünü kazanmıştı. Bu romanda, Hıristiyan dogmatizmi yerine, insanlık dini dediği evrensel bir inancı savunan yazar, iki kardeşin trajedisini anlatır.

1861’de yayımlanan Silas Marner ise, yoksul dokumacı Silas ile varlıklı bir toprak sahibinin oğlunun yaşamını anlatır. Masal ve gerçeğin karıştığı romanda, tarikat kurbanı bir gencin yaşadığı çevreden uzaklaşıp bir kulübede tek başına kumaş dokuyarak zengin olması ve bebekken bulduğu Eppie adlı kızı büyütmesi anlatılır. Bu bakımdan, Brecht’in Kafkas Tebeşir Dairesi’ne benzeyen roman, zengin toprak sahibi gerçek babasının ortaya çıkması üzerine Silas’ tan ayrılması istenen Eppie’nin kendisini büyüten Silas’ı seçmesiyle biter.

Tarihsel bir roman olan ve 1963’te tefrika olarak yayımlanan Romalo, Floransalı Medici ailesinin Fransa’dan kovulmasını anlatır. 1876’da yayımlanan son romanı Daniel Deronda ise, Musevilerin karşılaştıkları anti semitist hakaretlerden dolayı çektikleri acıları anlatan politik bir romandır.

George Eliot’un eşitlikçi politikalara 19.yüzyılda farkında olmadan bir romancı olarak katılımış olması günümüzün, erkek egemen dil üzerine çalışan feministlerini büyüler. Kişiliğinin ve isminin temsil ettiği maskülenlik, bir bulmacanın taşları gibi dönemini ve kendisini yansıtarak Eliot’u bugün de Avrupa romanının en önemli yazarları arasına sokar.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

 

Simone de Beauvoir: Beyniyle yazıp, kalbiyle yaşayan özgür bir kadın | Hasan Saraç

“Etrafımızdaki dünyanın sarsıcı boyutlarına, cehaletimizin yoğunluğuna, bizi bekleyen felâket risklerine ve o muazzam topluluk içindeki bireysel zayıflığımıza rağmen, gerçek şu ki varlığımız kendi sınırlılığı içinde, sonsuza açılan bir sonluluk içinde sürdürme irademizi kullanırsak tamamen özgür oluruz. Ve aslında, gerçek aşkları, gerçek başkaldırıları, gerçek düşleri ve gerçek iradeyi tanımış olan her insan bilir ki, hedeflerinden emin olmak hiç kimsenin iznine, güvencesine muhtaç değildir; O kesinlik duygusu kendi içgüdüsünden kaynaklanır.”

Acaba Jean-Paul Sartre olmasaydı Simone de Beauvoir olabilir miydi? Sanırım hiç kimse bu sorunun cevabını kolay kolay veremez. Peki ya,Simone de Beauvoir olmasaydı Jean-Paul, “Sartre” olabilir miydi?

 

 

Kravatlı beylerin kafelerde croissant, café au lait ve Le Figaro ile kahvaltı ettiği, tuvallerine rengârenk fırça darbeleriyle hayat veren empresyonistlerin Montmartre sokaklarında şaraplarını yudumladığı, zarif şapkalı şık paltolu kadınların göz kamaştırdığı bir kış günü, 9 Ocak 1908’de Paris’te bir kız çocuğu dünyaya gelir. Adını Simone koyarlar. Babası George Bertrand de Beauvoir bir hukukçu, annesi Françoise zengin bir bankerin koyu Katolik bir kızıdır.

Simone, önce bir Katolik okulunda matematik, sonra Sainte-Marie enstitüsünde dil ve edebiyat, ardından da Sorbonne’da felsefe okur. Lisansüstü eğitimini büyük bir başarıyla tamamlayıp Fransa’nın en genç kadın felsefe öğretmeni olmaya hak kazanır. Simone, henüz yirmi bir yaşındayken, ufak tefek, olağanüstü zeki genç bir adamla, Jean-Paul ile tanışır. Daha doğrusu Sorbonne’da kendisi kadar başarılı olan bu çekici genç kızla Jean-Paul görüşmek istemiş, araya tanıdıklar girmiştir. İlk karşılaşmalarının üzerinden birkaç ay bile geçmeden Jean-Paul ve Simone ayrılmaz bir ikili olacaklardır. Yaşam boyu süren bu serüven, tutkunun, cinselliğin, hayatlarına giren başka kadın ve erkeklerle paylaşıldığı girift bir ilişkiye, sarsılmaz bir zihni beraberliğe dönüşerek efsanevi bir nitelik kazanır.

“Bence gerçek cömertlik, her şeyini vermek ama bunun sana hiç maliyeti olmadığı duygusunu yaşamaktır.”

Bir süre okullarda öğretmenlik yapan Beauvoir sonunda Paris’e yerleşip esas tutkusuna; düşünmeye, tartışmaya ve yazmaya odaklanır. İlk eseri L’Invitée – Konuk Kız 1943 yılında yayınlanır. Gerçekte Jean-Paul ve bir başka genç kızla kurdukları aşk üçgeni üzerine kurgulanan bu eser oldukça ilgi toplar. Sartre’ın da basılmadan önce okuduğu bu romanın kahramanı Françoise (Simone) kitabın sonunda öteki kızı öldürür. Bu aslında yazarın Sartre ile arasındaki zihni beraberliğe verdiği önemin dolaylı bir anlatımıdır. Peki, koyu bir Katolik olan annesinin, Simone’a gelişme çağında aşılamaya çalıştığı değerlere tepkisini, biseksüel roman kahramanına onun adını (Françoise) vererek göstermiş olabilir mi?

 

Beauvoir’ın ikinci eseri Pyrrhus et Cinéas – Denemeler (1944) savaştan yorgun düşmüş Fransız halkı tarafından övgüyle karşılanır. Kitapta Epirus kralı Pirus yeni bir savaşa hazırlanırken danışmanı Cinéas sorar:

“Neden?”

“Çünkü,” der kral, “bu savaş beni muzaffer kılacak.”

“Peki,” diye yeniden sorar Cinéas, “sonra ne yapacaksınız?”

“Sonra,” diye cevap verir Pyrrhus, “artık dinleneceğim.”

“Öyleyse neden şimdi dinlenmiyorsunuz kralım?”

Beauvoir’ın varoluşçu anlayışına göre kölelik ve sahiplenme, despotluk ve bağlılık ilişkileri içindeki insanlar, aralarındaki eşitsizliğe rağmen birbirlerinin varlığından beslenmektedirler. Bu konuda bizim yapabileceğimiz bir şey yoktur. Başkaları adına biz hareket edemeyiz, zira herkes kendinden sorumludur. Buna karşın ahlaki değerler açısından başkalarına zarar verecek davranışlardan, seçimlerden kaçınmamız gerekir. Sessiz kalmak, bir başkasının yardımına koşmamak da bir seçimdir. Bir başka deyişle özgürlük kaçınılmazdır. Ve varoluşçular değişik inanç ve amaçlar doğrultusunda hareket etmeye zorlanmamalı, bilinçli ve etkin bir şekilde, arzu ettikleri duruşu sergileyebilmelidirler.

“Gerçek yeteneğinizi göstermek daima, bir anlamda, yeteneğinizin sınırlarını zorlayarak, ötesine gidebilmektir. Cüret etmek, araştırmak, yaratmak; işte ancak öyle bir anda yeni yetenekler ortaya çıkar, keşfedilir ve hayata geçirilir.”

Beauvoir’ın başyapıtlarından biri zihninde oluşturduğu düşünceleri, çelişkileri işte böyle cesurca kaleme aldığı Pour une Morale de L’Ambiguité (Belirsizlik Ahlakı Üzerine) adlı eseridir (1947). Sartre dışında Hegel, Heidegger, Spinoza, Nietzsche ve Kierkegaard’ın düşünceleri üzerine inşa edilmiş bir felsefe gibi algılansa da, Beauvoir çok saygı duyduğu düşünürleri yeri geldiğinde açıkça eleştirmekten de çekinmemiştir bu eserinde. Pour une Morale de L’Ambiguité bir anlamda dört yıl önce yayınlanan Pyrrhus et Cinéas’ın devamı niteliğindedir.

Beauvoir bu eserinde kişilerin özgürlüklerini arayan iç sesleri ile onları bastıran dış dünya koşulları arasındaki belirsizliği ele alıyor. Ona göre insanların varlığı bu iki zıt etkenin sürekli mücadelesi içinde sıkışıp kalmıştır. Bu nedenle önce bu belirsizliğin varlığını kabul etmeliyiz.

Beauvoir insanların içtenlikten uzak, farklı tutumlarla özgürlük ve sorumluluklarından kaçtığını öne sürer. İlk samimiyetsizlik kategorisi, özgün, doğal eğilimlerini tembellik ve bezginlik yoluyla inkâr eden “alt-insan”dır. Bu tehlikeli bir tutumdur, çünkü özgürlüğünü reddederken “alt-insan” acımasız, ahlaksız, şiddet eylemleri için “ciddi insan”ın piyonu haline gelir.

“Ciddi insan” en yaygın kaçışın örneğidir çünkü tüm özgürlüğünü objektif bir dış standarda dayandırmak ister ve onu kayıtsız şartsız, mutlak değerlerin emrine verir. Ciddi yaklaşımın bütünleşmek istediği obje önemli değildir; general için Askeriye, aktris için Şöhret, siyasetçi için Güç olabilir. Önemli olan, benliğin bunların içinde kaybolmasıdır.

Beauvoir’ın düşüncesine göre özgürlükten kaynaklanmayan, özgürlüğü hedef almayan tüm eylemler anlamını yitirmektedir. Bu anlamda ciddi insan, samimiyetsizliğin en temel örneğidir, zira özgürlüğü kucaklamak yerine kendini harici bir idole kaptırıp yitirir. Ciddi yaklaşım, “Dava”nın onu oluşturan insanlardan daha çok vurgulanmasıyla despotluk ve baskıya yol açar.

Bir başka samimiyetsiz tutum da, düş kırıklığı yaratmış ciddiyetin kendini hedef almasıyla ortaya çıkan “nihilist” yaklaşımdır. Sözgelimi, general askerliğin sahte bir idol olduğunu, varoluşuna anlamlı bir gerekçe oluşturmadığını anlayınca nihilizme sığınıp dünyanın herhangi bir anlamdan yoksun olduğunu iddia eder.

Özgürlük kavramı bir kez daha değerini yitirmiştir.

Simone de Beauvoir kadın haklarını felsefi açıdan irdeleyen ilk feminist yazar olma özelliğini 1949 yılında yayınlananLe Deuxiéme Sexe – Kadın, İkinci Seks adlı eserine borçludur. Orijinal haliyle iki cilt olarak basılan eserin ilk bölümü “gerçekler ve efsaneler” üzerine kuruludur. Yazara göre kadınların biyolojik farklılıkları, gebelik ve annelik dönemleri, onlara farklı sorumluluklar yüklese de gerçekte bir dezavantaj olarak değerlendirilmemelidir. Ayrıca cinsiyetlerinden kaynaklanan bu özellikleri, kadınların hak ve özgürlüklerine sınırlamalar getirilmesi ve bireysel farklılıklarının yok sayılması için bir gerekçe teşkil edemez.

İşte bu inançla Beauvoir, ikinci cilde “Kadın doğulmaz, kadın olunur” diyerek başlar. Bu eserin yetersiz ve içeriğini tam olarak yansıtamadan İngilizceye çevrilmiş olması uzun süre değerinin ortaya çıkmasını engellese de sonunda hak yerini bulur, yeniden İngilizceye tercüme edilir ve ölümünden sonra Beauvoir’ın ünü yayılmaya devam eder.

Kendisini feminist olarak sınıflandırmasa da Beauvoir hayatı boyunca özgürlüğünden ödün vermemiş, Jean-Paul ile süren ilişkisi, hayatına başka kadın ve erkeklerin girmesini engellememiştir.

Bu maceraların en çok iz bırakanı bir Amerika seyahati sırasında Chicago’da tanıştığı yazar Nelson Algren ile yaşadığı ilişkidir. İkisi de kırklı yaşlarına girerken Chicago’nun kenar mahallelerinde, sokak barlarında geçirdikleri üç gün Simone’u çok etkiler. Birçok kereler yeniden buluşsalar da Nelson’un Paris’e gelmek istemeyişi, Simone’un Sartre’dan kopmayı göze alamaması bu tutkulu aşkın sonunu getirir ve Nelson tüm ısrarlarına ve yakarışlarına rağmen Simone’u terk eder.

İlk tanıştıklarında Nelson’un yakın arkadaşı fotoğrafçı Arthur Shay, Simone’u banyo yapabilmesi için bir başka eve götürür. Sonrasını ondan dinliyoruz:

“Nelson Algren’in Wabansia meydanındaki mütevazı apartman dairesinde banyo yoktu, sadece bir lavabo vardı… Bir arkadaşımdan evinin anahtarlarını ödünç aldım ve onu [simone de Beauvoir] arabamla oraya götürdüm. Kim bilir neden, banyonun kapısını açık bırakmıştı. Kenarda bekliyordum. Fotoğrafçı olduğum için birkaç kare çekme isteğimi bastıramadım. Simone deklanşörün sesini duyunca bana dönüp gülümsedi ve saçını düzeltmeye devam etti.”

Simone çırılçıplak aynada saçını tararken arkadan çekilmiş bu resim, yazarın yüzüncü doğum gününde haftalık Fransız dergisi Le Nouvel Observateur tarafından yayınlanır. Kadın örgütlerinin basılmasına karşı çıktığı bu resim çekilirken Beauvoir’ın aklından, yüreğinden ne geçiyordu acaba?

 

Katolik Kilisesi savunduğu ve kabul ettirmek istediği düşüncelere karşı çıkan insanlarla daima savaşmıştır. Orta çağlarda bu mücadeleyi o kişileri şeytanlıkla, cadı olmakla suçlayıp halkın gözü önünde yakarak ya da türlü işkencelerle pes ettirerek veriyordu. Daha sonraki yıllarda yöntemlerini değiştirse de mücadelesine devam etmiştir. İşte bu nedenle Vatikan Beauvoir’ın Kadın, İkinci Seks (1949) adlı eserini okunması yasak kitaplar listesine koymuştur. Beauvoir’ın 1953 yılında yayınlanan Mandarins adlı eseri de bu cezadan kurtulamaz ve yasaklanır. Bu eserinde Beauvoir bir yanda Nelson Algren’e olan aşkı ve Sartre’a olan bağımlılığı arasında yaşadığı ikilemleri ele alan bir roman yazmış gibi görünse de öte yandan sıradan insanların II. Dünya Savaşı’nda gösterdiği cesareti ve mukavemeti Nazi’lere karşı ortaya koyamayan solcu entelektüelleri ve onların elitist yaklaşımlarını açığa vurmakta ve bu eserinde onları korkaklıkla itham etmektedir.

Pek çok kitabı otobiyografik özellikler taşıyan yazar Mémoires d’une Jeune Fille Rangée – Bir Genç Kızın Anıları (1958), La Force de l’Age – Yaşlılık (1960), La Force des Choses – Koşulların Gücü (1963) ve Tout Compte Fait – Hesap Tamam(1972) adlı eserlerinde yaşamının farklı dönemlerinde hayata bakışını okurlarla paylaşır.

“Ölüm bizi buluşturamayacak. Böyle işte! Beraberliğimize gelince, tek kelimeyle harikaydı.”

1980 yılında Sartre öldükten sonra Beauvoir’ın da sağlık durumu kötüleşmeye başlar. O da hayat arkadaşı Sartre gibi uzun çalışma saatlerinde uyanık kalabilmek uğruna uyarıcı ilaçlar kullanmış, vücudunu yıpratmıştır. Sartre’ın anısına yazdığı Adieux – Sartre’a Veda (1981) son eseri olur.

Adeta nazire yapar gibi, Sartre’ın ölümünden (15 Nisan 1980) tam altı yıl sonra (14 Nisan 1986) Simone de Beauvoir son nefesini verir. Onu Montparnasse mezarlığında sevgilisinin yanına gömerler.

Parmağında bir diğer aşkının, Nelson Algren’in kendisine hediye ettiği yüzükle…

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

“Ben Ulrike Bağırıyorum!”, (Ulrike Meinhof / 1934 – 1976)

 

68 kuşağının almanya kanadının sosyalist devrimci bayan lideri.Kocasının kendisini aldattıktan sonra çocuklarıyla beraber evden kaçmış ve Andreas Baader’ın çetesi ile birleşip fikirleriyle sivrileşerek RAF’ın Baader-Meinhof çetesine adını vererek liderliğini yapmıştır.. Bir çok banka soygunu ve anarşist eylemlerden tutuklanmış. Son olarak 1972’de tutuklandığında cezaevinde polisler tarafından tam anlamıyla psikolojik işkenceye maruz kalmıştır. Günlerce yemek yememiş ve aşırı zayıflamıştır. Cezaevinde paranoyaklığı artınca Andreas Baader’le arası açılmış ve duruşmalara katılmamıştır.Günlüğünde bugünleri şöyle özetler ; “artık yaptıklarımı savunacak takatim ; düşüncem kalmadı , düşünecek birşeyim kalmadı”ve bir gün cezaevindeki odasının penceresinin demirliğine kendini asarak intihar etmiştir.

 

 

http://www.yasamaugrasi.com/wp-content/uploads/a1.jpg

 

Ulrike Meinhof Cezaevinde

 

“Çok güvenli görünüyorsunuz! Fakat sanmayın ki bu böylece devam edecek! Öfke ve nefret büyük geminizin makine dairesinde terden geberenlerle birleşecek, biliyorum. İspanyol, türk, yunan, arap, italyan göçmenler ve avrupa’nın tüm ezilenleri…ve tüm kadınlar, ezildiğinin, aşağılandığının sömürüldüğünün farkında olan tüm kadınlar neden burada olduğumu ve beni neden öldürmek istediğinizi anlayacaklar… Gardiyanlar, yargıçlar, politikacılar, hiç biriniz umurumda değilsiniz. Asla beni delirtemeyeceksiniz! Beni sağlam öldüreceksiniz… mükemmel bir ruh ve mükemmel bir beyinle. Böylece herkes katillerin devleti ve katillerin hükümeti olduğunuzu anlayacak! Herkes sosyal demokrasinin neye benzediğini anlayacak!…şimdiden cesedimi kaçırıp saklamanızı, kapıyı avukatlarıma kapatmanızı görür gibiyim. Ulrike Meinhof kendini astı diyeceksiniz. Kanlı ellerinizle kapıları yüzlerine kapatacak ve fotoğraf çekmeyi soru sormayı yasaklayacaksınız. Yasak diyeceksiniz, cesedi incelemek yasak! soru sormak, düşünmek, tahmin etmek yasak!! yasak!!… ama kendi korkunuzu yasaklayamazsınız! Her katile özgü korkuyu yasaklayamazsınız!Cesedim bir dağ gibi ağır olacak…yüz bin ve yüz bin…yüz binlerce kadın kolu bu kocaman dağı kaldırıp omuzlarına alırken sizin oturduğunuz o sahte tahtı sarsacak müthiş bir kahkaha atacaklar! ..ve hep birlikte bağıracaklar: Ulrike Meinhof’u öldüremeyeceksiniz.”
(Dario Fo,
Ben Ulrike, Bağırıyorum
)

http://www.yasamaugrasi.com/wp-content/uploads/Ulrike_Meinhof_als_junge_Journalistin.jpg

 

Ulrike Meinhof gazeteciyken, 1964

 

Ulrike Marie Meinhof
,
(d. 7 Ekim 1934 – ö. 9 Mayıs 1976). Alman radikal sol kanadı militanı ve gazeteci.Oldenburg’da doğan Meinhof,
Baader-Meinhof Grubu
olarak da bilinen Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun kurucularından biriydi.İlk başlarda nükleer karşıtı hareketin bir üyesiydi ve
konkret
adlı radikal sol gazetenin editörüydü. 1961 yılında bir komünist olan Klaus Rainer Röhl ile evlendi. Bu evlilikten Bettina ve Regine adlı ikizleri oldu.1968 yılında boşanan Meinhof, Berlin’deki daha radikal solcuların arasına karıştı. Sol kanadın kullandığı sıradan mücadele araçlarının etkisizliği nedeniyle hüsrana uğrayan Meinhof, 1970 yılında Andreas Baader’in hapisaneden kaçmasına yardım etti ve daha sonra kimi soygunlarda ve sanayi siteleriyle Amerikan askeri üslerinin bombalanması eylemlerinde rol aldı. Grup Alman basını tarafından hemen “Baader-Meinhof Çetesi” olarak adlandırıldı. Meinhof şehir gerillası kavramı da dahil olmak üzere grubun ürettiği pek çok broşür ve manifesto kaleme aldı. Bunlar sıradan insanın sömürülmesi ve kapitalist sistemi suçlayan yazılardı.1972’de Langenhagen’de yakalandığında “ön duruşmalarda” 8 yıl cezaya çarptırıldı. Kendisine ömür boyu hapis cezası veren duruşmalar sırasında 9 Mayıs 1976’da JVA Stuttgart-Stammheim’daki hücresinde “ölü bulundu”. Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun üyeleri de dahil olmak üzere pek çok insan daima, onun Alman iktidarının temsilcileri tarafından öldürüldüğünü söylediler.2002 yılında, Meinhof’un beyninin ailesinin izni olmadan kafatasından çıkarıldığı ve üzerinde çalışmalar yapıldığı ortaya çıkarıldı. Magdeburg Üniversitesi’nden Bernhard Bogerts 1960larda Meinhof’un beynine yapılan bir ameliyat sonucu terörist yapıldığı gibi bir iddiada bulundu.
(Kaynak : Ulrike Meinhof – Üzgün Olmaktansa Öfkeli Olmayı Yeğlerim, Versus Kitap, Aralık 2008)

 

http://www.yasamaugrasi.com/

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Susan_Brownell_Anthony_-_Age_28_-_Project_Gutenberg_eText_15220.jpg

Susan Brownell Anthony (15 Şubat 1820 - 13 Mart 1906), ABD'de kadınlara oy hakkı tanınması için verilen mücadelenin ilk öncülerinden. 1892-1900 arasında Amerika Kadınlara Oy Hakkı Ulusal Derneği'nin başkanlığını yürütmüş, kadınlara oy hakkı tanıyan, Anayasanın 19. Ek Maddesi'ni (1920) sağlayan ortamın hazırlanmasına katkıda bulunmuştur.

Pamuklu dokuma imalatçısı olan babası Daniel Anthony, köleliğin kaldırılması akımının destekçilerinden olan Quaker idi. Susan Anthony, bağımsızlık havasının egemen olduğu ve ahlaki değerlere bağlı bir evde büyüdü. Üç yaşında okuma-yazma öğrendi. Ailesinin 1826'da Massachusetts'den New York eyaletindeki Battensville'e taşınmasından sonra, önce bir semt okuluna, ardından babasının kurduğu bir okula, en sonunda da Philadelphia yakınlarında bir yatılı okula gitti.

1846-1849 arasında New York eyaletinin kuzey kesimindeki bir kız okulunda öğretmenlik yaptı. Sonra Rochester'daki babaevine yerleşti ilk toplumsal mücadelesinei içkiyle savaş yanlısı olarak başladı. Bu hareket içinde kadınlara tanınan rolün ne kadar sınırlı olduğunu görünce, kendi türündeki ilk örgütlerden bir olan New York Eyaleti İçkiyle Savaş Kadın Derneği'nin kurucuları arasında yer aldı. 1852'den sonra, arkadaşları Elizabeth Cady Stanton ve Amelia Bloomer'ın kadın hakları için açtıkları kampanyalara katıldı. Kadın giyimi üzerindeki kısıtlamaları protesto etmek için bir süre kısa etek altına bol pantolon giyerek dolaştı, 1854'ten sonra kendini kararlı bir biçimde kölecilik karşıtı harekete adadı. 1856'dan İç Savaş'ın başlamasına değin (1861) Amerika Kölelikle Mücadele Derneği'nde görev aldı. 1868-1870 arasında New York'ta Stanton'la birlikte The Revolution adlı liberal eğilimli bir haftalık dergi çıkardı. Kadınlara erkeklerle eşit ücret verilmesi çağrısında bulunarak, New York Çalışan Kadınlar Derneği'nin kuruluşunda görev aldı. Anayasa'nın 14 ve 15. ek maddeleriyle Siyah erkekleri de kapsamına alan medeni ve siyasi hakların kadınlara da tanınmasını talep eden Anthony, 1872'de bir grup kadını Rochester'da sandık başına götürdü. İki hafta sonra tutuklandı ve yargılanmayı beklerken büyük ilgi gören dizi konferanslar verdi. Mart 1873'te yeniden kent seçimlerinde oy kullanmayı denedi. Daha sonra yargılandı ve seçim yasalarını çiğneme suçundan hüküm giydi; ama verilen para cezasını ödemedi. Anthony, bu tarihten sonra, ülkenin her yerinde verdiği konferanslar ve başkanı olduğu kadın dernekleri aracılığıyla, federal anayasanın, kadınlara oy hakkı tanıyacak biçimde değiştirilmesi için çalıştı.

Yakın arkadaşları Stanton ve Matilda Joslyn Gage ile birlikte, The History of Woman Suffrage (1881-1902;4 cilt, Kadınlara Oy Hakkının Tarihi) adlı kitabı derleyerek yayımladı. 1888'de Uluslararası Kadınlar Konseyi'ni, 1904'te ise Uluslararası Kadınlara Oy Hakkı Birliği'ni kurdu. Londra (1899) ve Berlin'de (1904) yapılan toplantılarda, kadın hakları konusundaki öncü katkıları dolaysıyla tüm dünya kadınlarının övgüsünü topladı.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

YANACAKSAM DA KENDİ YÖNTEMİMLE YANARIM : SOPHİE SCHOLL

 

1942 yılının sonuna doğru Münih Üniversitesi öğrencilerinden bazıları, yakalarına, çantalarına, “beyaz gül” takmaya başlarlar. Bu masum imgede savaşın acımasızlığında dahi romantizmi yaşayan Sophie Scholl’ün etkisi büyüktür.

http://dunyalilar.org/wp-content/uploads/2014/04/white-rose1.jpg

‘Beyaz gül’, Almanya’nın Münih Üniversitesi’nde öğrenim gören bir grup öğrencinin Nazi rejimine karşı başlattığı pasif direnişin ismidir. Hans ve Sophie Scholl kardeşlerin önderliğindeki harekete üniversiteden öğrencilerin ve bazı profesörlerin katılımı ile hareket zamanla büyür. Topluluk, hazırladığı Nazi karşıtı bildiriler ve şehrin çeşitli yerlerine yaptıkları graffitiler ile Hitler diktatörlüğüne karşı herkesi uyandırmaya ve harekete geçirmeye çalışmaktadır.

http://dunyalilar.org/wp-content/uploads/2014/04/Sophie-and-hans-scholl.jpg

Ocak 1943’te Stalingrad kuşatması kaybedilmiştir. Almanya tarafında 230.000 asker ve Rusya’da toplam 1.000.000 insan ölmüştür. Bunun üzerine Beyaz Gül hareketi temsilcilerinden “Komitanlar! komitanlar!”başlığını taşıyan el ilanı felsefe hocası prof. Kurt Huber tarafından kaleme alınır ve adreslere gönderilir. Çokça basılan ve elde kalan ilanların üniversite de dağıtma işide Sophie’ye verilir. Kendinden üç yaş büyük ağabeyi Hans’ta, okulda Sophie’ye katılır. Aynı gün içinde “Beyaz gül” imzalı el ilanları Münih Üniversitesi’nin bahçesini kaplar. Havada uçuşan antifaşist bildirileri okulun yüksek pencerelerinin birinden savuran Sophie Scholl ve kardeşi Hans’ı gören okulun NSDAP üyesi hademesi Jakob Schmied derhal gestapoyu arar. Gestapo gençleri bulmakta gecikmez

İşkenceye alınan Sophie ve Hans’ın odaları aranır. Gestapo, Hans Scholl’un odasında örgüte ait tüm bilgilere ve isimlere ulaşır. ‘Beyaz gül’ün kurucusu diğer gençler ve sempatizanları çok kısa bir süre içerisinde tutuklanırlar. Bu arada felsefe öğretmeni Kurt Huber de gestaponun eline düşer. Sorgu dört gün sürer. Sophie ve diğer çocuklar direnir. Sonunda uydurma bir mahkemede “Hitler’ in Şeytanı” diye ün yapmış yargıç Roland Freisler’ in başkanlığında kurulmuş bir nazi mahkemesinde yargılanmaya başlarlar. Freisler ayağa kalkmadan çocuklara suçlarını sıralamaya başlar:“vatana ihanet, düşmanla işbirliği yapmak, askerin moralini bozmak…” sonra savcı ayağa kalkar ve beyaz gül’le ilgili tarihe geçecek bir tahlil yapar: “Reiche’ın savaş sırasında gördüğü en tehlikeli propagandacı vatan ihaneti bu hainlerin yaptıklarıdır.”

Sophie Scholl ve topluluğun kurucularından ağabeyi Hans Scholl ile Christoph Probst 18 Şubat 1943 tarihinde üniversite içerisinde bildiri dağıttıklarının ihbar edilmesi üzerine Gestapo tarafından yakalandılar ve 22 Şubat’ta vatana ihanetten suçlu bulundular. Karardan sadece birkaç saat sonra boyunları vurularak idam edildiklerinde henüz 21 yaşında olan Sophie Scholl’un son sözleri şunlar oldu:

“Haklı bir dava uğruna kendinden vazgeçmeyi göze almış neredeyse hiç kimse yokken, doğruluğun galip gelmesini nasıl bekleyebiliriz ki? Böylesi güzel, güneşli bir gün ve maalesef gitmek zorundayım. Ancak bizlerin gidişiyle binlerce insan uyanacak ve harekete geçecekse varsın öleyim, ne önemi var?”

Dünyalılar - Bağımsız, değer katan, gerçek haber...

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Pina Bausch çok güzel güler…

Pina Bausch’un hatırlattıkları…

q1.jpg

Pina Bausch güldüğü zaman gözlerinin içi güler. Pina Bausch bir çocuk gibi sevinerek, teklifsiz, içten güler; gözlerinden anlaşılır ne kadar mutlu olduğu.

 

Her gösteri sonrası, topluluğun kendine has bir seyirciyi selamlama ritüeli vardır; dansçılar birbirlerine sarılmış olarak sahnenin iki yanından yavaş yavaş çıkarlar, ortada birleşip, selam verirler, sonra öne gelip tekrar eğilirler. İkinci selamdan sonra dansçıların arasında bir yerde, Pina Bausch da gözükür; ayrıcaklıklı olmadan, dansçılarla aynı hizada… Hep birlikte aynı selamlama ritüeli tekrarlanır.

 

Seyircinin çoşkulu alkışları Pina Bausch’u memnun eder; mutlu olduğunu gülümsemesinden, alkışların olağanüstü olduğu durumlarda ise (örneğin Wuppertal’de “Vollmond”un prömiyer akşamında) gülüşünden anlarsınız.

Üç kere ziyaret ettiği İstanbul’daki gösterilerinin ardından, ama özellikle İstanbul için tasarladığı “Nefés”in selamındaki çoşkulu alkışlarda da Pina Bausch’un mutluluğunu yüzünden okumak mümkündü.

 

İstanbul seyircisi, alkıştaki çoşkusu bir yana, Pina Bausch’u belli ki bambaşka bir yerinden, kalbinden vurmuş, etkilemiştir. Yakın tarihli bir televizyon belgeselinde Bausch uzun uzun anlatır: “İstanbul’a ilk defa gitmiştik, “Der Fensterputzer”i sahneliyorduk... Gösterinin bir yerinde dansçılar seyircilere hayatlarında önemli olmuş kişilerin fotoğraflarını gösterip hikayelerini anlatırlar, sonuna doğru ise bütün dansçılar ellerinde fotoğraflarla tekrar sahnenin önüne gelirler. İşte tam bu anda seyircilerden de bazıları cüzdanlarını çıkarıp kendi ailelerinden fotoğrafları dansçılara göstermeye başladılar. Öyle duygulu bir andı ki, insanlar ağladılar, muhteşem müzikle de birleşince olağanüstü bir atmosfer oluştu, tek kelime ile olağanüstüydü…” [1]

 

Pina Bausch’un İstanbul sevgisinde, İstanbul seyircisinde bulduğu bu gönüldaşlığın da büyük etkisi olsa gerek.

Nitekim, 2007 Mayıs’ında Wuppertal’de “Bamboo Blues” öncesinde, o dönemde Tanztheater Wuppertal’in idareciliğini yapan Koza Tamdoğan ile ayaküstü yaptığımız bir sohbette Koza Hanım, Pina Bausch’un 1998 yılından beridir uluslararası duraklarından biri haline getirdiği İstanbul’u çok sevdiğini ve tekrar gelmeyi çok istediğini söylemişti.

Pina Bausch’un kendisi de, bu yılın Ocak ayında Paris’te görüştüğü İstanbul Tiyatro Festivali Sanat Yönetmeni Dikmen Gürün’e, altı senedir topluluğuyla uğrayamadığı İstanbul ayrılığı için “Altı yıl uzun bir süre” demiş. [2]

 

 

Pina Bausch günlük hayat karmaşasının dışındadır…

Pina Bausch’un doğduğu kasaba Solingen’den 20 dakika uzaklıktaki Wuppertal, Almanya’nın sanayi bölgesi Kuzey Ren-Vestfalya’da küçük bir kenttir; coğrafi olarak, Wupper deresinin aktığı vadinin yamaçlarına kurulmuştur. Vadinin tabanındaki dere yatağına, upuzun ve kalın bacaları iki yandaki tepelerin yüksekliğini aşan devasa fabrikalar yerleştirilmiştir. Vadinin yamaçları ise sıra sıra konutlarla kaplıdır. Fabrikalarda çalışmak dışında hiçbir nedenle yolunuzun düşmeyeceği kasvetli bir kenttir Wuppertal. Tek ilginç tarafı 1900 yılında Wupper deresinin üzerine, havada asılı olarak inşa edilmiş ve hala kentin en önemli toplu taşıma aracı olarak kullanılan ünlü Schwebebahn’dır (Asılı Tramvay).

Pina Bausch 35 senedir, sanayi dışında hiç bir şeyin olmadığı bu kentte çalışır, dansçılarıyla birlikte üretir. Dikkati toplamak, yoğunlaşmak, “çalışmak” için ideal bir yerdir Wuppertal. Bir anlamda, çöldeki keşişler gibidir Pina Bausch ve dansçıları; inzivaya çekilip, sadece bildikleri en iyi işi yapan.

 

 

q3.jpg

Pina Bausch hayatın tam da içindedir…

 

Ancak Wuppertal’deki bu münzevi hayat, günlük hayat kargaşasıyla içiçedir. Pina Bausch bir belgeselde “Wuppertal iş-günü-kentidir, tatil-günü-kenti değil” der ve devam eder: “Her gün Lichtburg’a giderken önünden geçtiğim durakta otobüs bekleyen insanların yorgun ve bezgin hallerini gördükçe; insanın nasıl zor bir dünyada yaşadığını bilmesi ve sadece herşeyin çok güzel olduğunu düşünerek yaşamaması gerektiğini, kendim ve yaptığım iş için önemsiyorum…” [1]

 

Eski bir sinema salonundan bozma prova mekânı Lichtburg, Schwebebahn’ın önemli duraklarından biriyle dipdibedir. Pina Bausch’un üst kattaki fuayeden bozma ofisi ile Schwebebahn’ın durağı aynı hizadadır; pencerelerden mütemadiyen gelip geçmekte olan tramvaylar gözükür.

Lichtburg’un altında 80’li yıllarda kafeterya ve barlar, günümüzde ise büyük bir McDonalds şubesi vardır. Eski bir belgeselde dansçıların Lichtburg’un altındaki dönerciden patates kızartması aldıklarını görürüz. [3]

 

Pina Bausch ve dansçılarını “Walzer”in 45 gün süren prova aşamalarında takip eden bu belgeselde sık sık Pina Bausch’un o zamanlar altı-yedi aylık olan oğlu Rolf’ü de seyrederiz; yerde sürünür, dansçılara tepki verir, annesinin onu tek eliyle kavrayış şeklini dansçılar da birbirlerinin üzerinde denerler. Çoğu görüntüde kendisi gözükmese de bebeğin sesi devamlı arkadan gelir; belli ki bütün prova aşamasında bebek de dansçılarla birliktedir.

Daha yakın tarihli başka bir belgeselde ise [4], bu sefer Paris’te Théatre de la Ville sahnesi’nde “Água”nın provaları yapılırken, arkada, boş seyirci koltuklarının yanında pusetinin içinde başka bir bebek durmaktadır; büyük ihtimalle dansçılardan birinindir.

Provalar, gösteriler hayatla içiçe ve hayatın bütün doğallıyla ve beraberinde getirdikleriyle devam etmektedir; Pina Bausch da onları olduğu gibi yapıtlarına taşır…

 

Wuppertal Belediyesi’nin, Pina Bausch vefat ettikten sonra internet sitesinde açtığı taziye defterine [5] yapılan katkılardan biri Pina Bausch hakkında ilginç bir anekdot içerir: Topluluk Berlin Volksbühne’de turnededir. Gösteri sonrasında Pina Bausch ve dansçıları için fuayedeki Kırmızı Salon’da bir büfe hazırlanmıştır. Bir kaç da izleyici vardır salonda; dansçılar dinlenmekte, sohbet edilmektedir. Bir an fark edilir ki Pina Bausch yoktur; o sırada, fuayenin diğer ucundaki Yeşil Salon’da gerçekleşen haftalık olağan tango kursunda yaşlı bir beyle tango yapmaktadır.

 

 

Pina Bausch hüzünlüdür…

Pina Bausch sadece iki yapıtında bizzat dans eder. İlki 1978 tarihli “Café Müller”, diğeri 1995 tarihli “Danzon”dur. Bausch’un bütün yapıtlarına sinmiş ince bir hüzün vardır, ancak bu iki yapıt diğerlerinden daha içli, daha melankoliktir.

 

Danzon”da Pina Bausch gösterinin sonlarına doğru, 8-10 dakikalık bir soloyla sahneye çıkar. Solosuna eşlik eden müzik hasret dolu bir fadodur. Bausch arkasındaki devasa perdeye yansıyan rengarenk balıklarla dolu görüntü denizinin içinde, narin uzun kollarını hareket ettirir. Bausch’un kendi gölgesiyle ikiye katlanan, her türlü fırtınaya göğüs germeye hazır, kuvvetli bir solodur bu.

Yeniden kaybolmadan az önce, kolunu bizlere, seyircilere selam verir gibi bir jestle havaya kaldırır ve hafifçe sallar. Bausch’un bu solosu yalnızlık yayar; bir ayrılık haberi verir gibidir.

 

Café Müller” ise Pina Bausch tiyatrosunun başyapıtıdır. Bir aşk hikayesi anlatır; kalp sızısından, sevdiğini kaybetmekten, ayrılıktan, hasretten ve bekleyişten bahseder. Yapıta, Henry Purcell’in "The Fairy Quenn" ve "Dido and Aeneas" operalarından içkin, hüzünlü aryalar eşlik eder.

 

Altı kişilik kadrosu ve 45 dakikalık süresiyle alçakgönüllü bir yapıt olmasına karşın, Pina Bausch’un sembollerle yüklü, en zor anlaşılan, en kişisel yapıtıdır.

Bausch bir söyleşide, “Café Müller”in yaratılış aşamasının gerek kendisinin gerekse diğer dansçıların hayatlarının çok önemli ve kişisel bir parçası olduğunu, bu döneme ve bu yapıta dair çok özel anılarının bulunduğunu belirtir. [6]

 

Café Müller”in belkemiği Pina Bausch’tur; sahneye ilk o adımını atar; karanlıkta, ince askılı beyaz geceliğiyle gözleri kapalı, kolları sarılacak birini arar gibi öne doğru açılmış ve avuçları dışa dönük olarak sahnenin sağındaki kapıdan girer, etraftaki sandalye ve masalara çarparak ilerler.

Yapıt boyunca, diğer dansçılardan bağımsız, yalnız ve en arkada kalır; Purcell’in “Kraliçenin Yakarışı” olarak da bilinen “O let me weep, for ever weep” aryası eşliğindeki koreografisi klasikleşmiştir.

Yaklaşık 45 dakika sonra, Pina Bausch hala gözleri kapalı ve kolları açık, sandalyelere çarpa çarpa kaybolmuş bir şekilde dolaşırken ışıklar yavaş yavaş kararır, yapıt sonlanır…

 

q4.jpg

Pina Bausch tesadüfleri sever…

 

Yapıtlarının yaratım sürecinde rastlantıları göz ardı etmeyen Pina Bausch, “Café Müller”in ilk halinde kendisi için bir rol düşünmemiştir.

1999 yılında Taormina’da Avrupa Tiyatro Ödülü’nü alırken açıkladığı gibi; Tanztheater Wuppertal’in ilk yıllarından itibaren beraber çalıştığı, yol arkadaşlarından biri olan Malou Airaudo için önceden belirlediği bir müzik eşliğinde bir koreografi hazırlamak istemiş ancak Airaudo hareketleri iyi ezberleyemediği için, prova salonunda onun arkasında durup, onun için hazırladığı hareketleri yaparak Airaudo’nun bunları tekrar etmesini sağlamış, ardından Airaudo eğer o olmazsa kendisinin de dans etmeyeceğini söyleyerek Pina Bausch’u yapıtta yer almaya ikna etmiştir. [7]

 

Başka ilginç bir tesadüf, 1980 yılında “Bandoneon”un genel provası sırasında yaşanır: Pina Bausch, Wuppertal Operası’nda “Bandoneon”un son genel provasını yapmaktadır. Aynı salonda akşam Wagner’in bir operası sahnelenecektir, dolayısıyla Pina Bausch ve dansçılarının belli bir saatte salondan çıkmaları gerekmektedir. Ancak prova geç başlamıştır ve uzamaktadır. Pina Bausch provaya devam etmekte ısrar edince, sahne amiri çözümü en azından dekorları yavaş yavaş kaldırmakta bulur. Görevliler, “Bandoneon”nun bir bar mekânından oluşan dekorunu sökmeye başlarlar. Önce, büyük çerçeveli boksör fotoğrafları taşınır, sandalye ve masalar çekilir, duvarlar parça parça sökülür. En son, dans gösterileri için özel olarak yere serilen uzun şeritler halindeki halılar da kaldırılır. Dansçılar provaya devam ederken, sahne bütünüyle bomboş kalmıştır.

Pina Bausch bu görüntüyü çok beğenir; belki, tam da “Bandoneon”un sahne düzenlemesi için aradığı fikirdir bu. Bausch, yapıtın birinci perdesiyle ikinci perdesinin yerlerini değiştirir; gösteri bar dekorunda başlar, bir saat kadar sürer ve sonra, sahneye sahne görevlileri girip, aynı prova sırasında yaptıkları gibi sakin sakin sahnedeki her şeyi kaldırmaya, dans halılarına kadar her şeyi söküp götürmeye başlarlar. İkinci perde çıplak, boş sahnede oynanır. [8]

Bandoneon” yaklaşık 30 yıldır bu şekilde sahnelenmektedir.

 

q5.jpg

Pina Bausch bir illüzyon ustasıdır…

Pina Bausch illüzyon olsun diye illüzyon yapmaz ama her yapıtında insanı şaşırtan, hayrete düşüren, giderek nefesini kesen sahneler vardır.

 

Birçok yapıtında kullandığı masif ve ağır etkisiyle yerinden oynatılamazmış gibi duran yüksek beyaz duvarların “Água”da sanki tüy kadar hafifmişcesine yavaş yavaş havalanarak arkalarındaki Amazon ormanına geçit vermeleri ne kadar beklenmedikse, aynı masif duvarların “Für die Kinder von gestern, heute und morgen”da birbirlerinin içlerine geçerek sahne boyunca kaymaları o kadar şaşırtıcıdır.

Nefés”te zeminde fark ettirilmeden oluşan küçük göl ne kadar büyülüyse, 12 Haziran 2009’da prömiyer yapan son yapıtında beyaz sahne zemininin parçalara ayrılarak çatlakların oluşması o kadar beklenmediktir.

Dansçılarını, “Palermo Palermo”da sahnenin arkasından seyirci yönüne doğru yıkılan devasa beyaz-tuğla duvarın etrafa saçılmış kırık parçaları üstünde/arasında oynatması ne kadar irkilticiyse, “Arien”de ayak bileklerine kadar suyla doldurulmuş sahnede dans ettirmesi de bir o kadar şaşırtıcıdır.

 

Der Fensterputzer”deki güllerden dağ, “Nelken”deki bütün sahneyi kaplayan sekiz bin karanfil, “Nefés”teki şelale, “Vollmond”daki sağanak yağmur, “O Dido”daki kaya, “Ten Chi”deki balina kuyruğu gibi minimalist ancak büyük boyutlu nefes kesici fikirlerin yanında, kıyafetlerinin bütününü kaplayan küçük ampülleri yakıp söndürerek birbileriyle iletişim kurmaya çalışan kadın ile erkek gibi, mayolarla plaj keyfi yapan erkek ve kadın dansçıların vücudlarını, üzerlerinde gerçek boyutta çıplak kadın çizimleri olan havlularla örtmesi gibi nice sahneler de illüzyon tadı içerirler.

Ve hatta; bir kadın dansçının üzerlerine birer kırmızı nokta boyadığı dizlerinin, oturuş şeklinden dolayı göğüs gibi gözükmesi, veya başka bir kadın dansçının upuzun saçını her tarayışında taraktan beyaz bir tüy dökülmesi gibi ince bir mizah dozu da barındıran nice küçük fikir, seyircileri naif bir hayrete düşürmeye yeterlidir.

 

 

Pina Bausch öncüdür…

 

Pina Bausch ilk defa 1977 yılında, Bela Bartok’un “Herzog Blaubarts Burg” adlı operasından esinlenerek hazırladığı yapıtın oluşması aşamasında “dansçılara soru sorma” yöntemini geliştirmiştir.

 

Dansçılarının verdikleri cevapları deftere not eden Pina Bausch bu yöntemi ilk kullanmaya başladığında dansçılarına da defterler tutturup verdikleri cevapları yazmalarını istermiş, daha sonraları sadece kendisi defter tutmaya devam etmiştir.

 

Bausch provalar esnasında dansçılarına sorular sorar veya konu başlıkları verir. Dansçılar cevap olarak istediklerini yapmakta serbesttirler, hatta cevap vermeme hakları da vardır; ister solo olarak isterlerse ikili üçlü gruplar halinde ya bir dans ile cevap verirler, ya teatral bir sunum yaparlar ya da sadece çıkıp bir cümle söyler, şiir veya şarkı okurlar.

 

Küçük parçalar zamanla birbirlerine bağlanmaya, örgü oluşmaya başlar. İlişkiler kendini gösterir, yönlenmeler belirginleşir. Bazen küçük olan büyür. Bazıları bütünüyle düşer. Bazıları değişir, şeklini dönüştürür. Ya da önceden ayarlanmadığı halde, bir müzik ile eşleşir. Bazıları ise bir dansçıdan diğerine taşınır.

Pina Bausch’un genç dansçılarından Christiana Morganti bir belgeselde tatlı tatlı yakınmaktadır; solosu tamamlanmış, bedeninin bir parçası haline gelmiştir. Eşlik edecek doğru müziği bulmak için Pina Bausch ona solosunu 40 farklı müzikle tekrar tekrar yaptırır. Ne zaman solo ile müzik uyuşur, bu sefer de seçilen müzik, yapıtın genelinde bir önceki veya bir sonraki müzik ile uyuşmaz; soloya yapıtta yeni bir yer aranmaya başlanır; dansçı soloyu defalarca tekrarlar.

Morganti ilk çıktığında bebeği gibi sevdiği, hatta aşık olduğu ve seyircilere göstermek için can attığı solosundan, bir nokta gelir nefret etmeye bile başlar... [4]

 

Uzun yıllardır toplulukta dans eden Ruth Amarante, Pina Bausch ile dansçıları arasındaki ilişkiyi basit bir iş ilişkisi olarak değil, karşılıklı derin bir aşk ilişkisi olarak tanımlar ve ekler: “Her aşk ilişkisi gibi, bu ilişki de uç noktalarda mutlu ettiği gibi, zaman zaman acı da verir”. [1]

 

Bu tarz soru-cevaplı ve önün görülmediği bir çalışmada dansçıların Pina Bausch’a mutlak güvenleri ve teslimiyetleri şarttır ve öyledir de; çünkü kendisinin de dediği gibi, Pina Bausch gerçekte ne aradığını dansçılarına asla söylemez.

Sorular, bir konuya çok dikkatlice yaklaşmak için vardır. Bu bütünüyle çok açık ve tabii ki çok itinalı bir çalışma şeklidir. Çünkü ben her zaman tam olarak ne aradığımı bilirim, ama duygularımla bilirim, aklımla değil. Bu yüzden insan hiçbir zaman dosdoğru da soramaz. Bu fazla kaba olur ve cevaplar da fazla bildik. Ne aradığımı bilirim ama anlatamam. Kelimeleri kendi haline bırakmayı ve büyük sabırla ortaya çıkartmayı tercih ederim. En güzel şeyler çoğunlukla en saklı olanlardır. Bunları almak, beslemek ve yavaşça büyümelerini sağlamak gerekir. Bunun için de karşılıklı güvene ihtiyaç vardır. Çünkü her zaman engel oluşturan eşikler vardır aşılması gereken. Bu yüzden, kendilerini kolayca dışarı vurmayan, belli bir ürkekliği ve belli bir mahcubiyeti olan dansçılarla çalışmayı tercih ederim. Çalışırken belli bir sınıra gelindiğinde bu mahcubiyetin ve tereddütün olması müthiş önemlidir. Kendilerini pazarlayan insanların bu çalışmada yeri yoktur. Mahcubiyet şunu garantiler; örneğin birisi çok küçük bir şey gösterdiğinde, bu çok ona mahsus, nadir bir şeydir ve bunu böyle de görmek gerekir. Zorluk işte tam da burada yatar: birisini -lafın gelişi- öyle bir baştan çıkarmak gerekir ki, o bu küçük gizli şeyini bulabilsin.” [9]

 

Pina Bausch, sorularına dansçıların verdikleri cevaplar konusunda da konuşmaz, arada sırada çok komik bir cevapsa gülümseyebilir ama bu, o cevabı sevdiği veya onayladığı anlamına gelmez. Bausch, bütün bu soru-cevapları kendi kafasındaki kurguya göre tekrar biraraya getirerek yapıtını oluştururken, onların sadece %5’ini kullandığını belirtir. [1] Zaten, istisnasız dansçılarının hepsinin belirttiği gibi, bütün bu süreç sonunda ortaya çıkan yapıtta, her ne kadar prova sırasında verdikleri cevaplardan izler bulsalar da o cevaplar bambaşka bir bağlama oturtulmuş, anlamları değişmiş veya pekiştirilmiştir. [1]

Hiçbir dansçı “kullanıldığını” düşünmemektedir, çünkü hepsi, “bir Pina Bausch yapıtı”nı benzersiz kılan sırrın bu çalışma tarzında gizli olduğunu bilmektedirler.

 

Dansçılara soru sorarak çalışma yöntemi günümüzde Alain Platel, Jan Lauwers gibi birçok koreograf tarafından da kullanılmaktadır. Ancak Pina Bausch’un çalışma tarzının diğer koreograflardan ayrılan başka önemli bir tarafı daha vardır. Bausch yapıtlarının oluşma ve sunum aşamalarını “work-in-progress” anlayışıyla ele alır; “Eğer bazılarının yaptığı gibi prömiyer tarihini çok ciddiye alıp, herşeyiyle bitmiş bir yapıt ortaya koymaya yeltenseydim, asla bu işi yapamazdım; çünkü ilk aşamalarında keyifli olsa da iş ciddiye binince çok zorlayıcı ve yıpratıcı bir süreç bu. Öyle zamanlar olur ki son genel provada bütün yapıtı yeniden kurgulayabilirim, bazı şeyleri çıkarabilir, yeni şeyler ekleyebilirim…” [1]

 

 

Pina Bausch topluma ayna tutar…

 

Şimdilerde her yeni yapıtının çoşkuyla karşılandığı Wuppertal’e Pina Bausch, 70’li yılların ortalarında, seyirci tarafından sevilen yerleşik klasik bale topluluğunun yerine, tabir yerindeyse bir gecede getirilir.

İlk yıllarda Pina Bausch’un gösterileri tepkiyle karşılanır; yüzüne tükürülür, saçları çekilir, gösteriler yuhalanır. Bausch, o yıllarda kesinlikle seyirciyi provoke etme amacı gütmediğinin altını çizer. [1] Bu şiddetli tepkilerin asıl nedeni, Bausch yapıtlarının topluma ayna tutuyor olmalarıdır.

 

Pina Bausch’un 70’li yılların sonları ile 80’li yılların başlarında verdiği ürünlere izleyiciyi sarsan, karamsar bir bakış hakimdir. Stravinski’nin, ilkel kurban ritüellerini betimlediği yabansı ve gerilimli müziğinin uyarlaması “Le Sacre du Printemps”, Brecht/Weill ikilisinin çeşitli oyunlarından derlenerek oluşturulan “Die sieben Todsünden”, Shakespeare’in “Macbeth” oyununun uyarlaması “Er nimmt sie an der Hand und führt sie in das Schloss, die anderen folgen”, Bela Bartok’un operasından uyarlanan “Blaubart. Beim Anhören einer Tonbandaufnahme von Béla Bartoks Oper “Herzog Blaubarts Burg””, “Kontakthof”, “Keuschheitslegende”, “Arien” ve “Walzer” bu döneme aittir.

Bausch’un yapıtları, 70’li ve 80’li yıllarda, günlük (şefkatli veya acı dolu, samimi veya riyakâr, acı veya mutlu, kırıcı veya verimli) ilişkilerin doğasını açığa çıkarmaya çalışırken, 90’ların ortasından itibaren daha çok her bir dansçısının yaratıcı potansiyelini teşvik eden ve seyircileri yaşadığımız dünyaya daha güvenerek bakmaya cesaretlendiren aydınlık, neşeli, sıcak ve çoşkulu bir atmosfere bürünürler [9]; bir anlamda, “daha kolay yenilir yutulur” olurlar. Hatta bu değişimden dolayı, temalarını hafifletiyor diye, Pina Bausch çoğu kez eleştirilmiştir de.

 

Ancak; Pina Bausch’un tek bir büyük yapıtı vardır aslında. İster karamsar, kasvetli ve ironik olsun ister aydınlık ve neşeli, bütün yapıtları bu büyük toplamı oluşturan parçalardır yalnızca.

Pina Bausch’un bu tek büyük yapıtının konusu ise insandır. Bausch, çağımız insanının sevgisizliğine, iletişimsizliğine ve yabancılaşmaına dair eleştirel portresini çizer; tereddütleri, hayalkırıklıkları, korkuları, çocukluk anıları, istekleri, beklentileri, özlemleriyle… tutkusu, acizliği, iktidarsızlığı, şefkat ihtiyacıyla… kaybettikleri, hayalleri ve rüyalarıyla… özgürlük hissiyle, takdir görme ihtiyacıyla, yakınlık ve güven isteğiyle… haşinliği, yılgınlığı ve kibriyle… sessizlikleri, mahrumiyetleri ve kırılganlıklarıyla kadın ve erkeğin portresidir Pina Bausch’un konusu.

 

Bausch kadına erkekten daha fazla eğilir; kadının doğasını, cinselliğini, erkek ile olan ilişkisini, bastırılmışlığını, çocukluğunu arayışını, özlemini, hiçbir zaman tatmin olamayışını, cilvesini, arzularını, kaprislerini, masumiyetini, korkularını, çaresizliğini, kapana kısılmışlığını sahne sahne önümüzden geçerir...

 

Pina Bausch, yapıtlarıyla bizi başka bir dünyaya götürür: kendi dünyasına. Onun penceresinden bakarız tekrar kendimize, etrafımıza ve ilişkilerimize…

Pina Bausch bizlere bizi anlatır. Yapıtları ister Macbeth’ten uyarlansın ister bir erken dönem Gluck operası olsun, ister dünyanın çeşitli kentlerinden ilham alsın, isterse de bol yağışlı Wuppertal’de yaratılmış olsun, sahnede anlatılanlar bizlere dairdir; dünyanın neresinde oturursak oturalım, hepimizin az çok, üç aşağı beş yukarı aynı duyguları, aynı üzüntüleri, aynı sevinçleri, aynı iktidar kavgalarını, aynı arzu ve kıskançlıkları, aynı acizlikleri yaşadığımızı, hissettiğimizi anlatır Pina Bausch.

 

Bütün önemli sanatçılar gibi, tek bir dünyası vardır Bausch’un. Ve bütün yapıtları, o tek bir dünyanın çeşitli yansımalarıdır.

Bazılarımızın, Bausch’un her seferinde kendini tekrar ettiğini zannetmesi de bu yüzdendir; aslında tekrara düşmüyordur Pina Bausch; derdi tektir ve o derdin binbir türlü yüzü vardır anlatılacak. Pina Bausch yıllar boyu önümüze bunları serer sabırla, bıkmadan…

 

 

Pina Bausch çok güzel bakar…

q2.jpg

Pina Bausch hakkında yapılmış çeşitli tarihlerdeki belgesellerin istinasız hepsinden tanıdığım bir görüntü; Pina Bausch prova salonunda bir masanın arkasında oturmuş, pür dikkat dansçılarını seyrediyor; bir elinde sigara, diğeriyle de bir deftere durmaksızın notlar alıyor.

 

Pina Bausch çok dikkatli, belli ki mükemmelliyetçi, zor bir insan, ama kesinlikle otoriter, kırıcı, despot veya agresif değil. Ve Pina Bausch’un en önemli özelliklerinden biri, dansçılarını seyrederken onlara çok güzel bakması; anlamlı, düşünceli, içten ve derin bir bakış bu. Zaten o bakış değil mi, Pina Bausch’un yapıtlarını “bir Pina Bausch yapıtı” yapan.

 

Topluluğun istisnasız her gösterisinde, salonun arka sıralarında seyircilerin arasında bir koltukta oturup bütün yapıtı izleyen bir bakış Pina Bausch’unki.

Yapıt boyunca yanındaki asistanlarına fısıldayarak notlar aldıran, ertesi gün bu kritikleri dansçılarıyla tekrar gözden geçiren bir bakış.

 

Bir taraftan da, öyle alçakgönüllü bir bakış ki, her bir seyircisini, kendi öznel bakışını edinmesi için özgür bırakan.

Pina Bausch 1998’de İstanbul Tiyatro Festivali’ne ilk defa geldiğinde, AKM Oda Tiyatrosu’nda seyircilerle bir söyleşi yapmıştı. Siyahlar içinde, uzun saçlı, ince, narin, boynu hafif bükük bir kadın çıkmıştı sahneye; inanılmaz nazik, sanki çekingen, had safhada mütevazi bir kadın. Bir kaç soru sorulmuştu bir akşam önce seyrettiğimiz "Der Fensterputzer " ile ilgili; hiç unutmuyorum, "Ben ne anlatmak istediysem dün akşam sahnede seyrettiniz, söyleyecek başka sözüm yok, esas önemli olan sizlerin yorumlarınız" gibi bir cevap vermişti.

Sadece seyircilerine karşı değil, turnelere gittikleri kentlerde gösteri sonrasında sanatçıların, dansçıların ve entellektüellerin katıldığı toplantılarda bile Pina Bausch’un, akla gelebilecek her konudan konuştuğu halde yapıtları hakkında konuşmadığı bilinir.

 

Yapıtlarını kendi bakışıyla mükemmelleştirmeye çalışan Pina Bausch, yapıtları hakkında konuşmaya gelince, onları seyreden bakışları daha çok önemsiyordu.

Pina Bausch artık hayatta olmasa da, o ve yapıtları, onları seyreden seyircilerinin bakışlarında yaşamaya, soluk almaya devam edecek…

 

[1] Pina Bausch, yön: Anne Linsel, WDR, 2006.

[2] "Özel bir insan: Pina Bausch", Dikmen Gürün, Cumhuriyet Gazetesi, 10 şubat 2009.

[3] Was tun Pina Bausch und ihre Tänzer in Wuppertal?, yön: Klaus Wildenhahn, NDR/WDR, 1982.

[4] Coffee with Pina, yön: Lee Yanor, Wieseltier Productions, 2005.

[5] http://www.wuppertal.de/

[6] Dominique Mercy tanzt Pina Bausch, yön: Regis Obadia & Lisa Wiergazova, ARTE F, 2003.

[7] Pina Bausch, Guy Delahaye, Edition Braus, 2007.

[8] Pina Bausch “Tanz gegen die Angst”, Jochen Schmidt, List, 2002.

[9] Pina Bausch oder Die Kunst über Nelken zu tanzen, Leonetta Bentivoglio & Francesco Carbone, Suhrkamp, 2007.

 

[bu yazı TEB OYUN dergisinin 2 numaralı Yaz-2009 sayısında yayınlanmıştır.]

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

KADIN MÜCADELESİNİN ÖNCÜLERİNDEN NEZİHE MUHİDDİN

 

 

Hayatını kadın hakları mücadelesine adamış, fakat fikirleriyle otoriter devletten farklı bir yol çizmeye çalıştığı için ömrünü bir akıl hastanesinde unutulmuş şekilde tamamlayan Nezihe Muhiddin’in hikâyesi…

http://dunyalilar.org/wp-content/uploads/2016/03/nezihe_muhiddin1.jpg

 

“İyi bir hatip, karizmatik bir kişilik, esaslı bir feminist” olarak tanınan Nezihe Muhiddin, Osmanlı feminizminin öncü kişiliklerinden biri olarak, Batı’nın etkinliklerini, yayınlarını izlediği Şair Nigar, Fatma Aliye ve Halide Edib’in de içinde yer aldığı büyük kadınlar kuşağının son üyesi idi.

 

Muhiddin, 1889’da İstanbul Kandilli’de doğdu. Eğitimini evde aldığı derslerle tamamladı; Arapça, Farsça, Almanca ve Fransızca öğrendi. Yirmi yaşına geldiğinde meslek hayatına başladı. İttihat ve Terakki Kız Sanayi Mektebi’ne müdür tayin edildi. Burada jimnastik, lisan, piyano, biçki-dikiş derslerinin öğretmenliğini üstlendi. Daha sonra Selçuk Hatun Sultanisi, Kız Hayat Mektebi ve İzmir Hilal Sultanisi müdürlüklerinde bulundu. Savaş zamanı okulunu dikimevine dönüştürdü, İlk Tedavi Hastanesi’nde öğrencileriyle birlikte hastabakıcılık yaptı. 1929’da Gazi Osmanpaşa Erkek Orta Mektebi’ne atandı ve buradan emekli oldu. İki kez evlendi: Muhlis Ethem ve Memduh Tepedelenligil, ancak hiçbir zaman kendi soyadını kullanmaktan vazgeçmedi.

 

Okul dışında, kadın hakları için yürüttüğü faaliyetlere ara vermeden devam etti. Sabah ve İkdam gazetelerinde ilmi yazılar, Peyam-ı Sabah’ta edebi yazılar kaleme aldı. İlk romanı (Şebab-ı Tebah) 1911 yılında basıldı ve bunun dışında üç yüz kadar öykü, sahnelenmiş piyesler, operetler ve filme alınmış senaryolar kaleme aldı.

Çalışan, üreten, rasyonel eğitim görmüş, meslek sahibi ve siyasal ve toplumsal hayata tam olarak katılan kadın, Nezihe Muhiddin’in idealindeki kadın kimliğini oluşturmaktaydı. Nezihe Muhiddin’in yaşamı boyunca benimsediği ve “kendi mefkûrem” diye adlandırdığı kadınlık mefkûresi, bugünün terimleriyle konuştuğumuzda kadınların kurtuluşu inancı, yani feminizmdi. Muhiddin’in düşüncesinde kadınlığın kurtuluşu öncelikle kadınların insan addedilmesi, sivil yaşama katılabilmeleri, toplumun üyeleri olarak kamu alanında yer almaları, toplumsal konumlarının yükselmesi; erkeklerde eşit düzeyde yurttaş ve toplumsal rolleri üstlenebilen, rasyonel, akıl yürüten modern insanlar haline gelmeleri isteği ve inancı demekti.

 

http://dunyalilar.org/wp-content/uploads/2016/03/nezihe_muhiddin.jpg

 

Muhiddin, Cumhuriyet’i “kadın hakları için uygun bir zemin” olarak gördüğünden daha Cumhuriyet ilan edilmeden, 15 Haziran 1923’te, kadınlara oy hakkı ve siyasal haklar talebiyle “Kadınlar Halk Fırkası”nı (KHF) kurdu. Parti programında kadınların milletvekili, hatta asker olması bile yer alıyordu. Partinin açılmasına izin alabilmek için vilayete başvuruda bulunuldu, fırkanın kurulması için hükümetten beklenilen yanıt, tam sekiz ay sonra geldi.

KHF’nin programındaki bazı maddeler nedeniyle, “kadınların oy kullanma hakkı yoktu” ve partinin kurulmasına izin verilmedi, üstelik KHF bölücülükle suçlandı. Bunun üzerine Muhiddin, talepleri daraltarak Türk Kadınlar Birliği’ni (TKB) kurdu ve mücadelesini bu derneğin çatısı altında sürdürdü. TKB’ye ilgi duyanlar olsa da, rejimin sözcüleri kadın hakları mücadelesiyle alay etmeye çalıştı.

 

“…Kahvehane köşelerinde miskinane esrar çeken birine verilen bu hak, tahsili mükemmel bir kadından esirgenebilir mi?” diyerek Türk kadınına seçim hakkı verilmesinin gayet doğal olduğunu vurguluyordu.

Nezihe Muhiddin, Temmuz 1925’de Kadın Yolu dergisini çıkarmaya başladı. Ilk yazısı kadınlara siyasi haklar tanınması üzerine olan dergide, kadın hakları savunucusu genç erkek yazarlar da yazıyordu. TKB, Cumhuriyet Halk Fırkası’na üye olmak için 1926 yılında başvuruda bulundu. Kendisine verilen yanıt “kadınların hayır işleri ile uğraşmasının daha doğru olacağı” yolundaydı. Ama Nezihe Muhiddin kararlıydı. Nitekim 1927 yılında Denizli, Aydın, Afyon ve Diyarbakır’da şubeler açtı. Dahası, Cumhuriyet Halk Fırkası listelerinden seçimlere katılmak için kampanya başlattı.

 

“Biz, seçim hakkımızı elde etmeye dayalı idealimizden vazgeçmiş değiliz. Zira bundan vazgeçersek derneğimizin hiçbir varoluş nedeni kalmaz. Davamızın zaferi için ölünceye kadar çalışacağız. Bizim yaşamımız buna yetmezse hiç olmazsa bizden sonra gelenler için ortalığı temizlemiş oluruz.”

 

Dernek, kadınların seçme, seçilme hakkının olmadığı ilk seçimlerde inadına Nezihe Muhiddin’i ve Halide Edip Adıvar’ı aday gösterdi. (Halide Edip Adıvar hiç bir zaman TKB’ne üye olmamıştı, ayrıca sonradan yaptığı açıklamada da adaylığından haberdar olmadığını söyledi) Bu teklif de kabul edilmedi. Birlik bunun üzerine seçime erkek aday ile katılma kararı aldı. Ancak kendini “feminist erkek” diye tanıtan ve seçimler için bıyıklarını bile kestiren Kenan Bey alaylara tahammül edemeyince adaysız kaldılar.

 

http://dunyalilar.org/wp-content/uploads/2016/03/nezihe_muhiddin2.jpg

 

Bu arada, Türkiye Kadınlar Birliği’nin üye sayısı 1 000’e yaklaşıp, 4 ilde şube açılınca, hükümet, TKB’yi kapatma kararı aldı. Nezihe Muhiddin, 1927’de usulsüz bir kongre ile TKB’den dışlandı ve zimmetine para geçirmekle suçlandı. Yunus Nadi, gazetesinde olayı “Oh! Çok şükür kurtulduk” şeklinde değerlendirecekti. TKB bundan sonra bir daha geri dönmemek üzere siyasi hattını değiştirecek, kadın hakları politikalarından uzaklaşacak, 1935’te “kendini feshedene” kadar hayır işlerine ve İstanbul’un çevre köylerindeki köylü kadınların eğitimine ağırlık verecekti. Sonraki yıllarda varlığını tam da rejimin istediği gibi bir yardım derneği olarak devam ettirdi ve hiç bir zaman “aşırı” isteklerde bulunmadı.

 

http://dunyalilar.org/wp-content/uploads/2016/03/fft64_mf1232392.jpeg

 

İstanbul’da 1935 yılındaki Uluslararası Feminist Kongre’ye ev sahipliği yapan TKB, kongre sonrasında, “Cumhuriyet kadınlara bütün hakları vermiştir, kadınların artık örgütlenmesine gerek kalmamıştır” gerekçesiyle kapatıldı. Kadınların 1908’den beri ısrarla talep ettiği siyasi haklar, kadınlara ancak 1934’te tanınmıştı.1935 seçimlerinde de Nezihe Muhiddin bağımsız milletvekili adayı oldu; ancak kazanamadı.

Bundan sonra Nezihe Muhiddin’den hiçbir gazete ve dergi bahsetmez oldu. Muhiddin küsüp köşesine çekildi, kendini edebiyata verdi. Bu dönemde 20 roman, 300 öykü yazdı. 1958’de lstanbul’da bir akıl hastanesinde yapayalnız vefat etti. Cenazesine TKB’li arkadaşlarından hiç kimse katılmadı.

 

Detaylı okuma için: www.obarsiv.com/pdf/YaprakZihnioglu_NB.pdf

 

Hazırlayan: Sibel Çağlar

 

Kadın Mücadelesinin Öncülerinden Nezihe Muhiddin - Dünyalılar - Bağımsız, değer katan, gerçek haber…

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

İspanya iç savaşının 'sembol' milisi Marina Ginesta

 

 

 

http://2.bp.blogspot.com/-jP6inH5cVaA/Ustdj4ECA-I/AAAAAAAAhWA/-nJFZ42_0Ds/s1600/marina-ginesta2.jpg

 

İspanya İç Savaşında 1936 yılında, 17 yaşındayken Barselona´da milis giysisiyle çekindiği fotoğrafla ikonlaşan Marina Ginesta, 94 yaşında hayata veda etti.

 

Ginesta savaştan sonra, temelli yaşamak üzere Avrupa´ya dönmeden önce, ilkin yaralı olarak gittiği Fransa´ya sonra da Dominik Cumhuriyeti´ne sığınmıştı. Oğlu Manuel Perianez´in bildirdiğine göre Ginesta, ömrünün 40 yılını geçirdiğini Paris’te bir hastanede hayata gözlerini yumdu.

 

Ginesta, 29 Ocak 1919 tarihinde Fransa'nın Tulus kentinde doğmuş ancak ailesi 1930 yılında Barselona´ya taşınmıştı. Barselona´da cumhuriyet yönetimi boyunca (1934-1936) çok genç yaşta Katalonya Birleşik Sosyalist Partisinde aktif olarak çalışmıştı.

 

İspanya´da İç Savaş başladıktan kısa bir süre sonra Barselona´da bir otelin çatısında, üzerinde milis giysisi omzunda tüfek ile çekilen fotoğrafı, gazeteci ve tercüman olarak görev yaptığı savaşta bir sembole dönüṣmüştü.

 

http://halkin-birligi.blogspot.com.tr/2014/01/ispanya-ic-savasnn-sembol-milisi-hayatn.html

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

s-42c8fa463c0d1d2189688685d6274ad9e21be401.webp

Petra Herrera, (d. ? - ö. ?) Meksika Devrimi sırasında savaşan ve Soldaderas olarak bilinen kadın askeri birliğine mensup kadın devrimci.

Meksika Devrimi devam ederken, sadece kadın askerlerin oluşturduğu Soldaderas adlı askeri örgüt, devrimin başarıya ulaşması için erkekler ile birlikte savaşmıştır. Örgütün en bilinen isimlerinden biri olan Petra Herrera cinsiyeti gizlemek zorunda kalmış ve “Pedro Herrera” adıyla askeri eylemlerde bulunmuştur. Köprüleri havaya uçurmak suretiyle askeri başarılar gösteren Herrera, diğer askerlere liderlik göstermiş, fakat cinsiyetini ancak belli bir süre sonra açıklayabilmiştir. 30 Mayıs 1914'te İkinci Torreón Savaşı olarak anılan muharebeye, liderlik ettiği yaklaşık 400 kadın ile katılmış ve bu savaştaki başarısıyla adından söz ettirmiştir.

Ancak devrim liderlerinden Pancho Villa, savaş galibiyetinde bir kadının isminin geçmesini istememiş ve Herrera’yı "generalliğe" terfi olmasına izin vermemiştir. Herrera, buna tepki olarak Villa’nın ordusuna olan desteğini çekmiş, sadece kadınlardan oluşan kendi askeri birliğini kurmuştur.

 

Wiki

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Constance Markievicz

 

 

s-3992387b559901ec9ecea93cb1d6dad9ce864438.webp

Constance Markievicz (asıl adı Gore-Booth), Sinn Féin ve Fianna Fáil bünyesinde politik faaliyetlerde bulunmuş, devrimci-milliyetçi görüşe sahip bir süfrajet, aynı zamanda bir sosyalist ve İrlanda asıllı bir İngiliz kontesiydi. Liderlerinden biri olduğu 1916’daki Paskalya Ayaklanması dâhil, İrlanda’nın bağımsızlığı için yürütülen birçok mücadelenin içinde yer aldı. Bu ayaklanmada, geri çekilip teslim olmak zorunda kalmadan önce İngiliz bir tetikçiyi yaralamıştır. Ayaklanma sonrasında hücre cezasına çarptırılan yetmiş kişi arasında tek kadın oydu. Ölüm cezası aldı ancak kadın olduğu için affedildi. İlginçtir, iddia makamı “Ben zavallı bir kadınım, bir kadını vuramazsınız” diye yalvardığını ileri sürmüştür; ancak gerçekteki ifadesi, mahkeme tutanaklarında da kaydedildiği gibi, “Sizler beni vuracak kadar dürüst olabilseydiniz keşke” şeklindedir. Constance, dünyada devlet bakanı olarak görev yapan ilk kadınlardan biri olup (İrlanda Cumhuriyeti Çalışma Bakanlığı, 1919–1922) aynı zamanda İngiliz Avam Kamarası’na seçilen ilk kadındır (Aralık 1918) –hatta Constance bu makamı, Sinn Féin örgütünün sandık karşıtı politikaları uyarınca reddetmiştir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Paris Komünü’nde bir anarşist feminist: Nathalie Lemel

 

Nathalie Lemel 1871’de Paris Komünü’ne katılmış militan bir anarşist ve bir feministir. Komünün dağılmasından sonra “Komünün Kızıl Bakiresi” olarak anılan Louise Michel ile birlikte Fransız sömürgesi olan Yeni Kaledonya’ya sürülmüştür.

 

Nathalie Lemel 26 Ağustos 1827 tarihinde Brest’te dünyaya geldi. 12 yaşına kadar öğrenim gördükten sonra kitap ciltçisi olarak hayatını sürdürmeye başladı. 1845 yılında kendisi gibi ciltçi olan Jerome Lemel ile evlendi ve üç çocukları oldu. 1849 yılında yeni bir kitapçı açmak için Quimper’e geldiler. Ancak kitapçıyı 1861 yılına kadar sürdürebildiler. Jerome’nin içkiye aşırı düşkünlüğü yüzünden iflas ettikleri zaman Nathalie eşini terk etti ve üç çocuğunu da alarak Paris’te iş bulabilmek için yola koyuldu.

 

Paris’te ciltçi ve perakendeci olarak çalıştığı sıralarda sosyalist hareket ile tanıştı. 1864 yılında Uluslararası Emekçiler Birliği (bilinen adıyla Birinci Enternasyonal) Londra’da Avrupa’da çalkalanmakta olan sosyal iklimin ortasında kuruldu. Ağustos 1864 yılında çok büyük bir çatışmanın ortasında Paris’teki ciltçiler greve gitmişlerdi. Aralarında Paris Komünü ile anılan sendikalist Eugene Varlin de vardı. 1865 yılında Nathalie Lemel Birinci Enternasyonal’e katıldı. Yeni bir grev başlatıldığında, Lemel grev komitesine girmiş ve o dönem bir kadın için çok nadir görülebilecek bir konuma, sendika delegeliğine seçilmişti. Mücadele içindeki erkeklerde olmayan bir bilinç ile Lemel açıkça kadın ve erkeklerin eşit ücreti için savaşıyordu. Bu o dönem için çok büyük bir talepti. Buna ek olarak İkinci Fransız İmparatorluğu döneminde de İmparatorluk’un radikal bir karşıtı oldu.

 

Paris Komünü isyanı 18 mart 1871’de başladı. Bugünden sonra Lemel birçok konuşma yaptığı kadın oluşumlarında son derece aktif bir rol aldı. Bu konuşmaların etkisiyle Elisabeth Dmitrieff ile Union des femmes (Kadın sendikası/birliği) adındaki feminist oluşumu kurdu. Büyük çabalar sonucunda Union des femes 1800 üyeye kadar ulaştı. Lemel’in verdiği feminist mücadele Paris komünü öncesinde ve sonrasında kadınların bir özne olarak ele alınmasını sosyalist hareket içerisinde pekiştirdi. Lemel’in en büyük başarısı kadın emeğinin sosyalist mücadele içerisinde görünür kılmak oldu.

 

11 Nisan’da Merkez Komite’ye üye olarak seçildi. Kanlı haftaya (Semaine sanglente) kadar Paris şehri komün tarafından yönetildi. Mayıs 21’de Versailles Taburu şehre girdi ve son karşılaşma 28 Mayıs’ta gerçekleşti. Bu süre zarfında Lemel hem barikatlarda mücadele ediyor hem de yaralılarla ilgileniyordu.

 

Komün’ün yenilmesinden sonra Savaş Konsey’i komünarları Yeni Kaledonya’ya sürdü. Konsey kadınların ve erkeklerin ayrı olarak sürülmesi kararını alınca Lemel ve Louise Michel buna karşı koymaya çalıştı ancak en nihayetinde kadınlar erkeklerden 5 gün sonra Yeni Kaledonya’ya vardılar.

 

Üç yıllık sürgün ve hapis hayatından sonra dönemin cumhurbaşkanı Félix Faure tarafından ilan edilen genel af ile Paris’e dönüş yapan Nathalie Lemel; L’Intransigeant gazetesinde çalışmaya başladı. Tüm yaşananlara rağmen 1921 yılında hayata gözlerini yumana kadar hem işçilerin hem de kadınların hakları için mücadele etti.

 

 

Tüm yaygın kanının aksine anarşist düşünceler daima işçiler arasında büyük bir çoşku ile yayılmış ve gelişme imkanı bulmuştur. Marx Enternasyonal’de kendi teorik hegomonyasını kurmadan önce anarşist ve anarşizme yakın sosyalist fikirlerin enternasyonal içerisinde çok güçlü bir ses olduğu tarihisel bir gerçektir. Nathalie Lemel’in hayatı Marks ve onun otoriter fikirlerinin takipçisi olanlar tarafından unutturulmak istenilen anarşizm ve işçi hareketinin birinci enternasyonal ile güç kazanmış kayıp halkasıdır. Dönemin Avrupası’ndaki işçi hareketi içerisinde anarşizm ve anti otoriter eğilimli sosyalist fikirlerin varlığı bugün Ortodoks Marksistler tarafından hala görmezden gelinmektedir. Kuşkusuz Paris komünü ismini dahi bilmediğimiz Nathalie Lemel gibi militan anarşist kadınları ortaya çıkardı.

 

Bugün Nathalie Lemellerin, Louise Michellerin 1871’de Avrupa’nın ortasına bir dinamit gibi patlayan haykırışları efendisiz ve erkek egemenliğinden arınmış dünya hayali olarak hala sürmekte.

 

“Halkımız için ölmemiz gereken o son ana geldik! Kuşkuya ve zayıflığa asla yer yok! Tüm kadınlar silah başına! Tüm kadınlar mücadeleye!” - Nathalie Lemel

 

Kaynaklar:

Nathalie Lemel

Women in the Paris Commune

 

İkincil Kaynak: Meriç Aytekin

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Clara Zetkin

 

Clara Zetkin 1857'de doğdu. Fransız burjuva devriminin etkisiyle serbest burjuva eğitim alarak büyüdü ve ilk gençlik çağından itibaren sosyalizm düşüncesine sempati duymaya başladı. Leipzig'de burjuva kadın hakları savunucularının yönettiği bir öğretmen okuluna devam etti. Onun önerisiyle 8 Mart "Emekçi Kadınların Mücadele Günü" olarak kabul edildi. Zetkin, 1933 yılında hayata gözlerini yumdu.

Clara Zetkin, okul yıllarında sosyal demokratların toplantılarını izliyordu. Bu dönem, ülkesini siyasi nedenlerle terk etmek zorunda kalan Rus göçmeni, Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) üyesi Ossip Zetkin'le tanıştı.

 

Clara Zetkin, 1878'de, sosyalistlerin ağır takibata uğradığı "sosyalistler yasası" döneminde Almanya'yı terk ederek önce Paris'e, daha sonra 1882'de Zürih'e gitti. Zetkin, Rus göçmen gruplarıyla ilişki halindeydi, SPD'nin illegal parti aygıtında çalışıyor ve illegal parti basınının dağıtımını yönetiyordu.

 

Clara Zetkin, Zürih'de 6 ay kaldıktan sonra, Paris'e Ossip Zetkin'in yanına gitti. Orada büyük yoksulluk içinde yaşıyorlardı. Zetkin, Almanca kursları vererek ve çeviri yaparak geçimlerini sağlamaya çalışıyordu. Evrakları eksik olduğundan ve Clara'nın Alman vatandaşlığını kaybetmemesi için resmen evli değillerdi, ancak o Zetkin soyadını kullanıyordu.

 

1883 ve 1885'de iki oğlu, Maksim ve Kostya dünyaya geldi. Yaşam koşulları daha da kötüleşmişti. Kostya'nın doğumunun ikinci ayında bir sabah bütün eşyalarına el konularak evden atıldılar. Fransa'daki göçmenlik yıllarında sosyal yaşama ve Fransız işçi hareketine katılıyorlardı. Clara çok iyi Fransızca konuşuyor, ayrıca İngilizce ve İtalyanca öğreniyordu. Ve tüm mücadelelere aktif bir biçimde katılıyordu. Bu dönemde K. Marx'ın kızı Laura Lafargue ve Küba asıllı Fransız sosyalist Paul Lafargue ile yakın dostlukları vardı. Clara ve Laura, biri Almanya'da diğeri İngiltere'de büyümüş iki komünist kadın, enternasyonalist bir ruhla Fransız işçi semtlerinde ajitasyon çalışması yürütüyordu.

 

Clara'nın özel ilgi ve angajmanı siyasete yöneldiği ilk günlerden itibaren emekçi kadınların konumlarıyla ilgili oldu. Bu dönem Bebel'in ünlü kitabı "Kadın ve Sosyalizm" büyük ilgi görüyor ve emekçi kadınlara yönelik toplantılar yapılıyordu. Clara bu toplantıları kaçırmıyor ancak dinleyicilik rolüyle yetiniyordu, çünkü topluluk önünde konuşmaktan çok çekiniyordu. Clara'nın emekçi kadınların konumuyla ilgili söyleyecek sözünün çok olduğunu bilen eşi ve çalışma arkadaşları onu cesaretlendirmeye çalışıyorlardı. Clara, konuşmacı olarak katıldığı Leipzig'deki ilk toplantıda, heyecandan ne söyleyeceğini şaşırmıştı. Bu toplantıda, kitle önündeki ilk konuşmasında bir yerde takılıp kaldığını ve sözünün devamını getiremediğini anlatıyordu:

 

"Masayla birlikte havaya uçacakmışım hissine kapıldım. Yoldaşlar, şefkatle bana fark etmez diyor, konuşmama devam etmem için beni yüreklendirmeye çalışıyorlardı. Sonunda kendimi toparladım ve konuşmamı sonuna kadar götürdüm." (Luise Dornemann, Clara Zetkin, Yaşamı ve Mücadelesi, sayfa 69, Almanca)

 

Zetkin'in çocukları küçük yaştan itibaren yoldaşları yanında büyüyordu. Çocuklarla yakından ilgilenenlerden biri, yaşlı bir komün savaşçısıydı. 1886'da Clara Zetkin'in kocası ağır bir hastalığa yakalandı ve iki yıl felçli bir yaşam sürdürdü. Bu yıllarda Zetkin, hem para kazanmak ve hem de kocasına ve çocuklarına bakmak zorundaydı. Kocasının adını kullanarak yazarlığa başladı. Bu dönem yazar kadın pek yoktu. Kadınlara siyasi toplantılar, siyasi çalışma ve parti çalışması genelde yasaktı. 1889'da Ossip Zetkin öldü. Bu esnada Clara 32, çocukları 6 ile 4 yaşlarındaydı.

 

1889'da II. Enternasyonal'in Kuruluş Kongre'sine katıldı. Burada tercüme görevlerini üstlendi. Ayrıca kadın sorununa ilişkin programatik nitelikte bir konuşma yaptı. Krupskaya, bu konuşmanın Rus delegeler üzerinde çok etkili olduğunu ve Bolşeviklerin kadın çalışmasında dürtücü bir rol oynadığını yazıyor.

 

1889'un sonunda Clara Zetkin, iş nedeniyle İsviçre'ye gitti. Ancak burada sadece 6 ay kaldı, çünkü aldığı para geçimine yetmiyordu. Böylece Almanya'ya ailesinin yanına döndü. Bu arada verem hastalığına yakalandı ve 1 yıl çocuklarıyla birlikte bir sanatoryumda kaldı.

 

Bir kadın için iş bulmak, o günkü dönemde oldukça zordu, hatta sosyal demokrat partide dahi. Clara Zetkin iş bulmak için bıkmadan çaba gösterdi. Sonunda Dietz Verlag adlı yayınevi ona çeviri işi verdi ve daha sonra da, 1891'de SPD'nin kadın gazetesi "Gleichheit"ı (Eşitlik) çıkarma imkanı tanındı. 14 günlük gazete olarak çıkan "Gleichheit" yayın hayatını tam 25 yıl sürdürdü. Başlangıçta Clara Zetkin, gazeteyi tek başına çıkarıyordu. Sekreterlik, redaktörlük, yazarlık, gazetenin mizanpajı... her şey ondan soruluyordu.

 

Anneleriyle birlikte oradan oraya taşınan çocuklar epey zorluk çekiyorlardı. Almanca, Fransızca, İngilizce ve Rusça karışımı bir dil konuşuyorlardı. Özellikle Fransız düşmanlığının yoğun olduğu Almanya'da okulda diğer öğrenciler tarafından itilip-kakılıyorlardı. Annelerinin "kızıl" olarak tanınması da bunda rol oynuyordu. Annelerinin davalarına sahip çıkıyor, kendilerini devrimci olarak görüyorlardı. Clara Zetkin, Almanya'da proleter kadın hareketinin öncülüğünü yapıyordu. 1897'de Parti Denetim Kurulu'na seçildi. Parti çalışmasına aktif olarak katılıyor, grevleri ziyaret ediyor ve toplantılar düzenliyordu. Yılda 300 toplantı düzenlediği oluyordu. Clara çocuklarını bazen yanında götürüyor, bazen de tanıdıklarına bırakıyordu.Clara Zetkin, 1900 yılında SPD'nin ilk kadın konferansının yapılmasına öncülük etti. Bu konferansta kadın çalışmasında ağırlığın proleter kadınlara ve işletmelere kaydırılması düşüncesi ön plana çıktı.

 

Clara Zetkin ile kendisinden 16 yaş küçük Rosa Luxemburg'un dostluğu 1898 yılındaki Stuttgart Parti Kongresi'ndeki tanışmayla başlar. Bu kongrede Bernstein revizyonizmine karşı mücadele belirleyici olmuştur. Rosa, teorik-siyasi alanda yetenekli, önder nitelikte biriydi. Bu iki kadın önder Hannover'deki parti kongresinde oportünist-revizyonistlerin saldırılarının hedefi olmuşlardı. 1903'te Crimmschauer Weber fabrikasındaki grevin sosyal demokratlar tarafından satılması üzerine Zetkin "Gleichheit" sayfaları üzerinden ateş püskürdü. Bernstein revizyonizmine karşı mücadelede Clara Zetkin bir dizi eski dostunu kaybetti. Bernstein ve Emma Ihrer vb. karşı kampta, revizyonist kampta saf tutmuşlardı.

 

Clara Zetkin, 1897'de kendisinden yaşça oldukça küçük sosyal demokrat bir ressamla ikinci evliliğini yaptı. 1918'de ikinci evliliği bozuldu. 1905 yılında Rusya'daki devrimi ilk selamlayanlardan biri Clara Zetkin'di. İlk eşi Ossip Zetkin dönemindeki ilişkilerle başlayan Rusya'ya yakınlığı hayatı boyunca sürdü.

 

Clara Zetkin, 1905-1907 yıllarında ağır bir hastalığa yakalandı. Buna rağmen, 1907 yılında Uluslararası Kadınlar Konferansı'na katıldı ve konferansı yönetti. 1910'da II. Enternasyonal döneminde, Danimarka'nın başkenti Kopenhag'da toplanan Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı'nda, Clara Zetkin'in önerisiyle 8 Mart "Emekçi Kadınların Mücadele Günü" olarak kabul edildi.

 

1914'de I. Emperyalist Dünya Savaşı başladı. Savaş karşıtı tutumuyla Clara Zetkin polisçe sürekli izledi, evi basıldı, çeşitli baskılara maruz kaldı. Temmuz 1915'de tutuklandı ve Ekim'e kadar hapis yattı. 58 yaşındaki Clara Zetkin'in sağlık durumu iyi değildi. Clara Zetkin tanınmış bir kişi olduğundan, sağ sosyal demokratlar da serbest bırakılması için baskı yaptılar. Sonuçta kefaletle serbest kaldı. Bu dönemde Almanya Sosyal Demokrat Partisi derin bir ayrılık yaşıyordu. Sol sosyal demokratlar (Liebknecht, Luxemburg, Mehring) Spartaküs grubunu kurmuşlardı. Zetkin, hastalık nedeniyle grubun kuruluş kongresine katılamadı. Spartaküs grubu öncelikle Berlin'de etkindi. Zetkin ise bu dönem Stutgart'ta yalnızdı. Partinin bölünmesi onu oldukça sarsmıştı. Bu arada her iki oğlu askere alınmıştı.

 

Clara Zetkin, 1915'de Bern'de yapılan Uluslararası Kadınlar Konferansı'nda sosyal demokrasiyle kesin ayrılığı savunan Bolşeviklerin tersine uzlaşmacı bir tavır takındı. Bunun üzerine İnes Armand ve Lenin tarafından eleştirildi.

 

1917'de Almanya Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi (USDP) kuruldu. Zetkin, başlangıçta USDP'ye girip girmeme konusunda tereddüt etti. O, Enternasyonal grubundaydı. 29 Haziran'da "Gleichheit" (Eşitlik) dergisinden ayrıldı ve "Leipzig Halk Gazetesi"nin kadın sayfalarını üstlendi. Ekim 1917'de Rusya'da devrim patlak verdiğinde hiç tereddütsüz devrimi selamladı. Bolşevik devrimin tarihsel rolünü ve önemini kavramıştı.

 

1918'de Almanya Komünist Partisi (KPD) kuruldu. Zetkin'e USDP saflarında kalması salık verilmişti, ancak Zetkin 1919 Mart'ndaki Parti Kongresi'nde USDP'den ayrıldı.

 

1919 yılında, KPD'nin önderleri Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht hunharca katledildi. Ossip Zetkin'den sonra Rosa ve Karl'ın ölümleri, Clara Zetkin için çok ağır bir darbe oldu. 1919 yazında bütün gücünü toplayarak KPD'nin inşa çalışmasına girdi. "Komünist Kadın" dergisini çıkardı.

 

Zetkin sürekli ölüm tehdidi altındaydı. O dönemdeki koşuşturmasını şu satırlar dile getiriyordu:

 

"Cuma günü yeniden parlamento ve akşam Esslingen'de KP(D)'nin büyük bir toplantısına katıldım. Salt bunlar için toplam 5 saatlik yol yürüdüm. Cumartesi yeniden parlamentoya ve değişiklik olarak akşam bir konferansa katıldım. Bu konferansta buradaki işçilerin de kafasını karıştıran Steinerci 'üçlülük' teorisiyle (Clara Zetkin Antroposofiyi kastediyor - yazarın notu-) boğuşmak zorunda kaldım." (Luise Dornemann , Clara Zetkin, Yaşamı ve Mücadelesi, Sayfa 361)

 

1919 yılında Clara Zetkin oldukça hastaydı ve bu nedenle planlananın tersine Berlin'e gidemedi. Ama biraz iyileştiğinde, derhal seyahate başladı. Bu arada merkezi yayın organında çalışmakta ve kadın gazetesi çıkarmaktaydı. Dahası, legal parlamenter mücadelenin de içindeydi ve Baden-Württenberg eyalet meclisinin üyesiydi.

 

Ulusal meclis seçimlerine katılıp katılınmayacağı KPD'de de başından beri tartışmalıydı. Clara, parti kongresinin aldığı seçimlere katılmayı reddetme kararına son derece kızdı. O, parlamentoyu, kitlelere ulaşmanın bir aracı olarak kabul ediyor ve "kitlelere konuşabilmek için gerektiğinde pislik yığınının üstüne çıkarım" (age, sayfa 367) diyerek görüşünü savunuyordu.

 

Clara Zetkin, 1920'de Reichstag'a seçildi. Paul Levi ile birlikte mecliste KPD'yi temsil ediyordu. 1920'de birinci Rusya gezisini gerçekleştirdi, Lenin ve Krupskaya ile görüştü. Aralık 1920'de düzenlenen KPD'nin kadınlar konferansında Rusya gezisi hakkında rapor verdi. Clara Zetkin'in "Kadınlar arasında komünist çalışmanın yönergeleri"ni kaleme alması bu döneme rastlar.

 

Clara Zetkin, Mart eylemlerinin değerlendirilmesi, Komünist Enternasyonal'in orta yolcu Serrati'ye karşı uzlaşmaz tavrını onaylamaması noktalarında ortaya çıkan görüş ayrılıkları nedeniyle 1921 Şubatında KPD'nin Merkez Komitesi'nden istifa eder. Bu dönem KPD'nin 300 bin üyesi vardır. Bu günlerde Prusya'da seçimler yapılır ve KPD 1 milyon oy kazanır.

 

Clara Zetkin, istifasından sonra mücadelesinde oldukça yalnız kaldı, kendisiyle birlikte istifa eden diğer dört yoldaşı farklı bir çizgide ilerledi. Levi tam bir oportünist oldu.

 

Clara Zetkin, 1921'de Komünist Enternasyonal'in 3. Dünya Kongresi'ne katılır. Lenin, istifasından dolayı onu şiddetli bir şekilde eleştirir. Görüş ayrılıklarının odaklandığı nokta Bolşevik Partilerin örgütsel inşası ve demokratik merkeziyetçilik sorunlarıdır.

 

1921 Ekim'inde Clara Zetkin İtalyan Sosyalist Partisi'nin kongresine katılmak üzere gizlice İtalya'ya geçti. Bu kongrede sekter kanada karşı 3. Enternasyonal'in çizgisinin savunuculuğunu yaptı. Sınırı illegal olarak geçtiği bu gezi oldukça tehlikeli ve yorucuydu. Clara Zetkin, ilerlemiş yaşına rağmen bütün zorluklara göğüs geriyordu. Gece yarısı tarlalardan ve bataklıklardan geçmek, tel örgüleri ve hendekleri aşmak zorundaydı:

 

"Islak çoraplarıma ve çizmelerime rağmen, sınırı aştıktan sonra bir Alman treninde yer almak oldukça iyi bir histi. Bana genç insanların dahi bu sınır geçişlerinden sonra 3 gün yataklık olduğunu anlattılar, ben küçük bir üşütmeyle atlattım ve maceradan 24 saat sonra 4000 işçinin karşısına konuşmacı olarak çıktım." (age, sayfa 456)

 

Clara Zetkin kadın ve çocuk sorunlarıyla ilgilendi. Kadın yoldaşlarının problemlerini dinledi, işçi kadınların yaşam koşullarını yakından izledi. O, Komünist Enternasyonal Kadın Sekretaryası'nda Batı Avrupa sorumlusu olarak yer aldı. "Rusya Açlık Çekiyor" yardım kampanyasının yöneticiliğini yaptı. Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu'nda faşizm tehlikesi vb. önemli sorunlarda çalışmalarda bulundu, konuşmalar yaptı. Birleşik Cephe konusundaki üç uluslararası toplantıda Komünist Enternasyonal'in temsilciliğini yaptı.

 

1923 yılında Clara Zetkin'in sağlık durumu giderek kötüleşti. Kalp rahatsızlığı, nefes darlığı çekiyordu. Ayrıca son Rusya gezisinde ayakları donmuş ve kalıcı rahatsızlık bırakmıştı. 20 Temmuz'da Komünist Enternasyonal kongresinde faşizme karşı konuşmasını oturarak yapmak zorunda kalmıştı. Artık ne yürüyebiliyor, ne de ayakta durabiliyordu. 1925'e kadar hasta yatağında kaldı. Bu arada KPD yasaklanmıştı (1923). Rusya'da tedavi gören Clara Zetkin bir taraftan da boş durmuyor ve burjuvazinin kışkırtmalarına karşı, Bolşeviklerin Kafkaslarda terör uyguladıkları yalanlarını yaymalarına karşı bir kitap yazıyordu.

 

Clara Zetkin, 1925 yılında yeniden Almanya'ya döndü ve Reichstag'da (Alman Parlamentosu) konuşmalar yaptı. Berlin'de Kasım ayında Wilhelm Pieck ile birlikte bir protesto mitingine katıldı. Almanya seyahatine çıkarak işçi merkezlerinde toplantılar düzenledi ve bu toplantılarda Rusya izlenimlerini anlattı. 1925 sonunda yeniden Moskova'ya döndü. Enternasyonal görevler onu bekliyordu. Komünist Enternasyonal Başkanlığı'nın ve Yürütme Kurulu'nun üyesiydi. 1925'den itibaren Enternasyonal Kızıl Yardım'ın başkanlığını üstlendi. O, 1927 yılında Almanya'ya yeniden döndü. Hastaydı, gözleri giderek daha az görüyordu, ancak mücadele azmi hiç eksilmemişti. Berlin'deki karşılama töreni tam bir kitlesel gösteriye dönüştü. Ekim 1928'de Sovyetler Birliği'ne geri döndü ve Doğu Kadınları Konferansı'na katıldı.

 

1930 yılında bir sanatoryumda yattı. Burada dahi mümkün olduğunca disiplinli bir çalışma programı uyguluyordu:

 

"Sabah saat 5'te yatağında oturarak yazıyordu -büyük harflerle, zorlanarak yazıyordu. Sonra giydiriliyor ve kahvaltıya oturuyordu. Kahvaltıda kendisine günlük basının en önemli makalelerinin, KPD'nin, Reichstag'ın ve Komünist Enternasyonal'in belgelerinin okunmasını istiyor yada raporları dinliyordu. Yemekten sonra doktorların tavsiyesine harfiyen uyarak yarım saat parkta geziyordu. Öğleden sonra mektuplarını yazıyor, bilimsel siyasi çalışmasını yürütüyordu. Hastalığı onu çok bunaltıyordu, arkadaşlarına sık sık bundan yakınıyordu." (age, sayfa 531)

 

Tüm bu hastalıklarına rağmen, Clara Zetkin, 1929-31 yılları arasında belirli aralıklarla Almanya'ya gitti. Faşizme karşı mücadele ve Birleşik Cephe günün konuları olarak onu da yakından ilgilendiriyordu. 1932 yılında Reichstag'ın en yaşlı üyesi olarak yaptığı açılış konuşmasını yaptı. Konuşmasında faşizmi teşhir etti. Kelimenin tam anlamıyla son nefesine kadar çalıştı. O'nun son çalışması "Lenin'in Kadınlara Vasiyeti" adlı yazısı oldu. Clara Zetkin, 20 Haziran 1933'de, 76 yaşında öldü.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Ada Lovelace

http://www.kimkimdir.gen.tr/foto/6394.jpg

 

10 Aralık 1815 yılında Londra'da doğdu. Şair baba ve matematiğe düşkün anneden olan Ada Lovelace (Augusta Ada Byron ), 13 yaşındayken uçan bir makine tasarlayıp, hesapladı. 17 yaşında matematik ve teknoloji üzerine çalışmaya koyuldu. 1840 yılında Augustus De Morgan'dan matematik dersleri almaya başladı.

 

İngiltere'de 1832 yılına kadar kadınların bilimsel tartışmalara katılmalarına izin verilmediği ve akademik yayın yapmalarının uygunsuz görüldüğü bir dönemde, kadın olduğunun belli olmaması amacı ile isminin baş harfleri olan "A.A.B."yi kullanarak, bilgisayar sistemleri üzerine bilimsel bir dergide ilk akademik yayını yapan öncü kadın Ada, 1835 yılında Lord Lovelace ile evlendi ve bu evlilikten 3 çocuğu oldu.Mekanik bir bilgisayar tasarlayan İngiliz Charles Babbage'ın makinesi üzerine yazılmış bir Fransızca makaleyi tercüme ederek İngiliz mühendise gönderdi. Bundan etkilenen Babbage, Lovelace Kontesi Ada'dan söz konusu makaleye kendi notlarını da eklemesini istedi. Ada, çevirdiği makalenin üç katı uzunluğuna erişen kendi orijinal notlarını Babbage'a gönderdi ve aralarında yoğun bir iletişim başladı. Leydi Lovelace'a göre bu tür bir makine uygun şekilde programlanırsa karmaşık müzik eserleri bestelemek, grafik üretmek ve karmaşık matematiksel problemleri çözmek için kullanılabilirdi. Ada Lovelace, Babbage'a gönderdiği mektuplarda söz konusu makinenin belli ve sonlu sayıda adımdan oluşan bir plan kullanarak ne şekilde Bernoulli sayılarını hesaplayabileceğini tarif ediyordu. Bu plan, bilgisayar tarihinde somut bir makineye uygulanabilecek olan ilk "bilgisayar programı" olarak kabul edilmektedir. 1979 yılında, ABD Savunma Bakanlığı tarafından geliştirilen meşhur programlama dillerinden birine de onun onurununa "ADA" ismi verildi.

 

Bilinen ilk bilgisayar programcılarından olan, müzikle, atlarla ve hesap makineleri ile ilgilenen Ada Augusta Byron, 27 Kasım 1852'de 37 yaşında Marylebone'de kanserden hayata gözlerini yumdu.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Yoshioka Yayoi

 

Yoshioka Yayoi, 1871 yılında Japonya’nın Kakegawa şehrinde, fizikçi bir baba ve ev kadını bir annenin kızı olarak dünyaya gelir. Kadınların eğitim görmesinin pek de hoş görülmediği dönemin Japonya’sında Saisei-Gakusha adlı tıp fakültesine giderek oradan doktorluk diplomasını alır. Kadın olduğu için kariyerinde ilerlemesini engelleyen olaylarla karşılaşan Yoshioka Yayoi, daha çok kadının tıp eğitimi alabilmesi için Tokyo Kadınlar Tıp Okulu’nu kurmaya girişir. 1912 yılına kadar tıp eğitimi alan kadınların ulusal ölçekte yapılan uzmanlık sınavlarına girmesine izin verilmediği Japonya’da, Yayoi ve Yayoi gibi sufraje hareketine dahil 1. Dalga Japon feministlerinin çabası ile kadınlar sınavlara girmeye hak kazanır. Bu kazanımdan sonra, 1930 yılında 1000 kadar kadının Yoshioka Yayoi’nin okuluna gittiği kayıtlara geçmiştir. Yine aynı dönemde, okullarda cinsellik eğitimi verilmesi için mücadele eden Yayoi, bu mücadelenin meyvelerini 1938 yılında almaya başlar. Yoshioka Yayoi, 22 Mayıs 1959’da hayata gözlerini yumar.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

HYPATIA (370-415)

825190320151627402-s.jpg

Bir matematikçi, astronom ve filozof olan Hypatia, dönemin ünlü matematikçisi Theon'un kızıydı. İskenderiye Kütüphanesi'nde felsefe, matematik ve astronomi üzerine dersler vermiştir. Hypatia doğayı; mantık, matematik ve deney ile açıklamaya çalıştı. Hypatia Atina'da eğitimini aldıktan sonra 400 yılına doğru İskenderiye'ye döner ve İskenderiye Kütüphanesi'ndeki Platon Okulu'nda dersler vermeye başlar. Hypatia bu okulda, içerisinde Hristiyanlık, Paganizm ve Musevilik gibi birçok inanca sahip öğrencisine Platon ve Aristo'nun öğretilerini kazandırdı. Bu öğrencileri arasında ileride İskenderiye valisi olacak olan Orestes ve Ptolemais'in piskoposu olacak olan Synesius da vardı. Hypatia'yı ölene kadar savunmuş olan İskenderiye Valisi Orestes ile Hypatia'yı "dinsizlik" ve "şeytanlık" ile suçlayan İskenderiye piskoposu Cyril arasındaki kavga şehir çapında bir provokasyona dönüşür ve olaylar Hypatia'nın 415'de taşlanarak öldürülmesine kadar varır.

SOPHIE GERMAIN (1776 – 1831)

468190320151627413-s.jpg

Babası zengin bir ipek tüccarıdır. Toplumda liberal reformların konuşulup planlandığı bir ailenin kızı olarak 1776 yılında doğar. Daha 13 yaşındayken Arşimet'in ölüm hikayesini okuduktan sonra matematikçi olmaya karar verir. Kendi kendine Latince ve Yunanca öğrenir. Ailesinin muhalefetine rağmen, anne ve babası uyduktan sonra Newton ve Euler'i okur. Felsefeye merak sarar. Bu kadar inatçı bir çocukla baş edemeyen babası sonunda Sophie'yi hayatı boyunca desteklemeye karar verir.

 

Matematikteki zekasını ilk kez meşhur matematikçi Lagrange keşfeder. Lagrange için hazırladığı bir ödevi kadın olduğundan önem verilmeyeceği kaygısıyla ‘‘M. LeBlanc'' diye sahte bir isimle verir. Lagrange bu dehanın Sophie Germain olduğunu daha sonra öğrenir. Sophie'nin matematik alanında en büyük destekçilerinden biri Lagrange olur.

Sophie Germain'in matematikteki meşhur Fermat Teoremi'nin çözümüne yaptığı katkılar bilinen en iyi yönüdür. Yaptığı katkıların önemi kendinden ancak 100 yıl sonra Kummer tarafından bir adım ileri götürülebildiği düşünülürse daha iyi anlaşılır.

Bir çok deha gibi, Sophie Germain de çok genç yaşta öldü. Rakam teorisi üzerine çalışmalarını sürdürürken 55 yaşında kanserden öldü. Ölüm sertifikasındaki mesleği bölümüne matematikçi değil, rantiye yazdılar.

SOFYA KOVALEVSKAYA (1850 – 1891)

625190320151627415-s.jpg

 

Rus aristokrasisinin önemli bir ailesine mensup olan Kovalevskaia 1850 yılında doğmuş. Entelektüel bir ortamda İngiliz dadılar tarafından yetiştirilmiş. Küçük yaşlarda matematikle tanışmış. Babası, Sofya'nın yatak odasının duvarlarını, matematik formülleri ile dolu káğıtlarla süslemiş. Küçük Sofya bütün bu formülleri küçük yaşta öğrenmiş.

Komşularından ödünç aldığı kitaplar sayesinde hiçbir eğitimi olmadan trigonometriyi ikinci kez keşfeder. Kovalevskaya on yedi yaşında ailesiyle beraber St. Petersburg'a taşınır. Babasının muhalefetine rağmen düzenli olarak matematik dersleri almaya başlar. Kadın olduğu için o dönemin Rusya'sında üniversiteye gidemez.

Üniversiteye gidebilmek için Almanya'ya taşınmak üzere olan genç bir bilim adamıyla evlenir. Genç bilimci Vladimir Kovalevski'dir. İkisi de Heidelberg Universitesi'nde kendi ilgi alanlarında çalışmaya başlarlar. Kovalevskaya 1874 yılında Göttingen Üniversitesi'nden matematik doktorası alır. Dünyada ilk kez bir kadın, matematik alanında doktora almıştır. Bu dönemde artık yalnızca iyi bir matematikçi değil, Kovalevskaya Avrupa'da kadın haklarının da yılmaz savunucusudur.

Bir yandan matematik dergilerinde yazıları yayınlanırken, diğer yandan edebi eserler de kaleme almaktadır. Fyodor Dostoyevski, Anton Çehov ve George Elliot gibi kişilerle yakın temas içindedir.

İlk önce Rusya'dan çıkabilmek için evlendiği eşine artık áşık olmuştur. Bir de kızları olmuştur. Daha kızları beş yaşındayken Kovalevskaya'nın eşi, başından geçen talihsiz olaylar nedeniyle intihar eder. Artık, genç Sofya çocuklu bir duldur.

 

Matematikteki başarıları Kovalevskaya'nın Stockholm Üniversitesi'nde hayat boyu profesör olmasını sağlar. Bu da dünyada bir kadın için bir başka ilktir. Bir matematik dergisinin editörü olur. Dünyada ilk kez bir kadın bu göreve getirilmektedir.

 

Hermite ve Çebişev gibi matematikçilerle ilişki içindedir. Rus matematikçilerle Batı dünyasının matematikçileri arasında köprü görevi yapar. İktisat alanında da önemli uygulama alanı bulan ‘‘sabit nokta teoremi’’ (fixed point theorem) üzerine önemli katkılar yapar. Bu katkıları dolayısıyla Fransız Bilim Akademisi Ödülü'nü alır.

 

Basit bir soğuk algınlığı gibi başlayan bir hastalık nedeniyle Kovalevskaya kırk bir yaşında, 1891 yılında ölür.

EMMY NOETHER (1882 – 1935)

819190320151627426-s.jpg

Zamanının ünlü Alman matematikçisi Max Noether'in kızıdır. Yahudi bir aileden gelmiştir. Ailesi oldukça varlıklıdır. Dört çocuğun en büyüğüdür. Okulda Almanca, İngilizce, Fransızca ve aritmetik derslerine ağırlık verdi. Özel piyano dersleri aldı. Dans etmeyi öğrendi. Amacı lisan öğretmeni olmaktı. Annesi onu ev hanımı olacak umuduyla yemek yapmasını, bulaşık yıkamasını öğreterek büyüttü. Halbuki, o 20. yüzyılın en büyük cebircilerinden biri olacaktı.

On sekiz yaşında Almanca ve Fransızca'da öğretmenlik lisansı aldı. Bavyera'da kız liselerinde lisan öğretmenliği yapmaya hak kazandı. Ama, hiç öğretmenlik yapmadı. Emmy zor olanı seçti. Üniversite'de matematik okumaya karar verdi. O dönemin Almanya'sında kızlar ancak resmi olmayan bir biçimde üniversitede okuyabiliyorlardı. Her ders için profesörlerden ayrı izin alınması gerekiyordu. Babasının üniversitede profesör olması nedeniyle gerekli izinleri almak zor olmadı. Erlangen Üniversitesi'nde matematik dersleri aldı. İki yıl sonra Göttingen Üniversitesi'ne gitti. Hilbert, Klein ve Minkowski gibi ünlü matematikçilerden dersler aldı.

Kendi adıyla bir teorem ispat etti. Daha sonra, Noether Teoremi, Einstein'ın Rölativite Teori'sine de yardım eden unsurlardan biri oldu. Einstein'dan övgüler aldı. Modern Cebir'in oluşmasında çok önemli katkıları oldu.

Matematik dünyası her fırsatta Emmy'nin matematikteki yeni açılımlarını öğrenme çabasındaydı. Çeşitli ülkelerin yıllık matematik kongrelerinde konferanslar vermeye davet ediliyordu. Her defasında matematiğin farklı bir alanında küçümsenmeyecek katkılarını sergiliyordu. Sonunda, 1932 yılında matematik bilgisinin geliştirilmesine yaptığı katkıları dolayısıyla Artin ile birlikte Alfred Ackermann-Teubner ödülüne layık görüldü.

Hitler'in iktidara gelmesiyle birlikte, Yahudi olduğu için Göttingen Üniversitesi'nden 1933 yılında kovuldu. Arkadaşı Anna Johnson Pell Wheeler'ın daveti üzerine Amerika'ya gitti ve Bryn Mawr College'da misafir öğretim üyesi olarak çalışmaya başladı. Princeton Üniversitesi'nin ünlü Institute for Advanced Study'de dersler verdi. Çok genç yaşta, elli üç yaşında Bryn Mawr'da öldü.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

HYPATIA (370-415)

825190320151627402-s.jpg

Bir matematikçi, astronom ve filozof olan Hypatia, dönemin ünlü matematikçisi Theon'un kızıydı. İskenderiye Kütüphanesi'nde felsefe, matematik ve astronomi üzerine dersler vermiştir. Hypatia doğayı; mantık, matematik ve deney ile açıklamaya çalıştı. Hypatia Atina'da eğitimini aldıktan sonra 400 yılına doğru İskenderiye'ye döner ve İskenderiye Kütüphanesi'ndeki Platon Okulu'nda dersler vermeye başlar. Hypatia bu okulda, içerisinde Hristiyanlık, Paganizm ve Musevilik gibi birçok inanca sahip öğrencisine Platon ve Aristo'nun öğretilerini kazandırdı. Bu öğrencileri arasında ileride İskenderiye valisi olacak olan Orestes ve Ptolemais'in piskoposu olacak olan Synesius da vardı. Hypatia'yı ölene kadar savunmuş olan İskenderiye Valisi Orestes ile Hypatia'yı "dinsizlik" ve "şeytanlık" ile suçlayan İskenderiye piskoposu Cyril arasındaki kavga şehir çapında bir provokasyona dönüşür ve olaylar Hypatia'nın 415'de taşlanarak öldürülmesine kadar varır.

 

Bu bilim ve felsefe kadınının hayatını merak edenler varsa Agora filmini izleyebilirler. Hüzünlenecek, rahatsız olacak ve bugünümüzle de bağı kurabileceksiniz.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...