nevermore Oluşturma zamanı: Mart 21, 2013 Paylaş Oluşturma zamanı: Mart 21, 2013 Bir embriyon bölünüp büyüdükçe her yeni hücre, alandan kendine düşeni almakta ve üretmektedir. Böylece hep birlikte hareket ederek orijinalin sadık ve büyütülmüş bir örneğini oluşturmaktadırlar. Döllenmiş bir semender yumurtası alın. Bırakın, küçük bir amfibya'ya benzeyene kadar gelişsin. Sonra: yumurtanın zarını delin ve embriyonu bir tuzlu su eriyiği içine bırakın. Beş dakika içinde bu bütünlenmiş karmaşık organizma birbirinden ayrılmış bir hücre kümesine dönüşecektir. Alkalin bir ortamda birbirinden farklı biçimlere sahip hücreler aralarındaki bağıntıyı yitirir ve geleceği olmayan, birbirinin eşi bireylere dönüşürler. Bu hücrelerde bazılarına sonradan normal faaliyete dönme olanağı sağlandığında:, birbirleriyle bütünleşmek için büyük bir çaba gösterir ve bir küre oluştururlar. Bu birleşmeden sonra kimliklerine biraz olsun kavuşan hücreler, birlikte aynı dokuyu oluşturdukları öteki hücreleri aramaya başlar. Bu birleşmenin ve izleyecek olan gelişmenin başarılı olması, kümeden alınmış olan hücre sayısına bağlıdır. Sayıları yetersiz olduğunda ve bazı türlerin hiç bulunmaması durumunda, kültür yapısal açıdan gelişememekte ve bütün temel alışkanlıklarını yitirerek anonimleşmektedir. Fakat bütün embriyonik bölümlerin yeterli oranda bulunması durumunda, hücreler kendilerine özgü biçimi yeniden oluşturabilecek ve bir semender olarak kollektif kaderlerini gerçekleştirebileceklerdir. Kuramsal olarak her bir hücrede bir yetişkin birey oluşturmak için gerekli genetik bilgiler vardır. Havuç ve tütün bitkileri tek bir hücreden gelişmiştir. Ancak en gelişmiş hayvanlarda, aynı şekilde donatılmış başka; hücre gruplarının sağladığı bir dış etken olmadıkça, bu özellik yetersiz kalmaktadır. Bütün, parçaların toplamından büyüktür ve birlikte bulunmanın sağladığı gerekli ek belki de ele geçirilemeyen ikinci sistemdir. Yale Üniversitesinden Harold Burr, bu görünmeyen örgütleyicinin elektrodinamik bir alan olduğunu ileri sürmüştür . Nasıl etkili olduğunu açıklamak için de mıknatıs benzetmesinden yararlanır: «Bir mıknatısın üstüne yerleştirilmiş karton üzerindeki demir kırıntıları, mıknatısın alanını yansıtan bir biçimi oluşturur. Bu demir kırıntıları atılıp yerlerine yenileri konacak olursa yine aynı şemanın oluştuğunu görürüz.» Buna benzer bir olayın semender ya da insan bedeninde de yer alma olasılığı çok güçlüdür. En karmaşık organizmaların bile öğleri eskimekte ve yerlerini çevreden sağlanan yenileri almaktadır. Denetleyici bir alanın varlığı en eski biyolojik sorunlardan birini çözmesine büyük katkıda bulunacaktır. Sorun, yeni hücrelerin nasıl olup da eskilerinin yapısına; ve görevine aynen uyum sağlayabildiğidir. Bu yaşamı alanı aynı zamanda, nasıl olup da bunca zamandır yaşamı ölümden ayırt etmek için bir yol bulamadığımızı aydınlatmak açısından da yararlı olacaktır. Ne denli zayıf olursa olsun böyle bir alan var olabilir; böylelikle klinik ölümden dönüş olasılığı vardır ve got, ancak bu alan tümüyle kaybolduğunda ortaya çıkar. Burr şunları da söylemiştir: «Kimyasal elementlerin, organizmanın yapısını ve örgütlenmesini sağladığı yolundaki geleneksel modern öğreti, sürekli metabolizma; hareketleri ve kimyasal akımlara karşın, belli bir yapısal sürekliliğin nasıl devam edebildiğini açıklamada yetersiz kalmaktadır. Yaşamın durağanlığını ve sürekliliğini açıklamada yetersiz kalışımız, Burr'ü elektrodinamik alan kuramını oluşturmaya yöneltti. İlk olarak 1935 yılında alanı şöyle tanımlıyordu: Bir bölümü atomik fizyo-kimyasal öğeleri tarafından belirlenmiştir ve bir bölümü de bu öğelerin davranışını ve yönelmesini belirler». Bundan kırk yıl kadar sonraki ölümüne dek, Burr bu tanımı değiştirmek için bir neden görmedi; ancak enzimlerin davranışı konusunda henüz yeni yayımlanan, araştırmayı görebilmiş olsaydı gerek kendi kuramı, gerekse geleneksel öğreti açısından çok daha mutlu olurdu, sanırım. Enzimler, (canlı maddede kendisi değişmeksizin yapıların düzenlenmesini sağlayan örgütleyici) Burr'ün kuramı için çok büyük önem taşımaktadır. Bunun nedeni de katalizör olmalarıdır. Bir enzim molekülü, bir saniye içinde elli bin mayalanabilir madde molekülünü reaksiyon sonucu değiştirebilir ve kendisine hiçbir şey olmaksızın aynı işi sürdürebilir. Enzim moleküllerinin pek az başka molekülde görülen son derece karmaşık ve özel bir yapısı vardır. Karmaşık olduğundan kuşku duyulmayan rollerini araştırırken karşılaşılan sorunlardan biri, böylesine değişken olmayan katı yapıların nasıl olup da değişken çevre koşullarına uyum sağlayabildiğinin anlaşılamamasıydı. Bu durum Burr'ü de kuşkulandırıyordu; ne var ki artık bu güçlük giderilmiştir: Daniel Koshland, değişken olmayan enzim molekülünün, kauçuk bir eldivenin farklı biçimdeki ellere uyum sağlayışı gibi, bir dizi kimyasal yapıya uyum sağladığım göstermiştir. Protein molekülünün daha da karmaşık bir yapıya sahip olması nedeniyle bu bulgu, süreci büyük ölçüde yalınlaştırmaktadır. İki reaktör birbirinin alanına girdiğinde, yapılarının karşıt elektrik akımı taşıyan kutuplarınca çekilerek bir araya gelirler; bu sırada uygun elektrik akımı dağılımıyla, enzim kilidi maya maddesinin anahtarının uyabileceği biçime girer. Bu anda, yaşamın örgütlenmesinin bu en önemli noktasında, aynı kalıbı sürdürecek kadar katı, ancak canlı sistemin gelgitlerine de uyum sağlayabilecek derecede esnek bir denetleme alanının etkisi apaçık ortadadır. Burr bunu elektrodinamik olarak adlandırmakta haklıydı. Çok küçük organizmalardaki elektrik akımını bile ölçebilecek derecede duyarlı bir aygıt geliştirir geliştirmez, Burr bu alanların evrensel olup olmadığını ve herhangi bilinen bir şemayı izleyip izlemediğini açığa çıkarmak için bir araştırma programı düzenledi. Bu araştırmaya başlandığından bu yana geçen kırk yıl içinde, Burr ve yardımcıları, gerek insanda gerekse incelenen tüm hayvan ve bitkilerde, canlıdan biraz uzaktayken bile ölçülebilen ve bu bedendeki değişimleri yansıtan, belki de denetleyen bir elektriksel alanın varlığını kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kanıtlamışlardır. İlk deneklerden biri semenderdi. Gerek suda gerekse karada yaşayabilen bu hayvanların yetişkinlerinin bedenlerinde uzunlamasına yer alan iki kutuplu tam bir elektrik olanının bulunduğu görülmüştür. Genç bir semenderle bir embriyonun da aynı kutuplaşmayı gösterdiği ve bunun suyun içinde belirli bir uzaklıktayken bile ölçülebildiğinin anlaşılması çok şaşırtıcı olmamıştır. Burr, alanın gelişmesini izlemek için embriyonları da incelemiş ve alanın döllenmemiş Yumurtada bile bulunduğunu hayret içinde görmüştür. Bu, gerçekten de hiç beklenmeyen bir sürprizdir. Dişi semender tarafından yeni yumurtlanmış jelatin kürelerinde bile iki kutupluluk görülmekteydi. Burr, voltajın belirgin bir biçimde düştüğü noktayı boyadı ve yumurtanın döllenip gelişmeye başlamasından sonra, semenderin başının bu noktanın tam karşıt noktasında yer aldığını gördü. Başka bir deyişle, embriyon hücreleri, daha birey hayat bulmadan önce varolan bir elektrik alanı tarafından belirlenen bir yapıya göre gelişmektedir. Döllenmemiş bir yumurta hiçbir biçimde farklılaşmamış tek bir hücreden oluşmaktadır ve kendisini oluşturan hayvanın öteki hücrelerinden tek farkı, alışılagelmiş kromozom sayısının yarısına sahip, olmasıdır. Bütün öteki hücreler gibi bu da bol miktarda yaşamsal önemi taşıyan enzim ve proteinden yapılmıştır. Enzimlerin alan oluşturan elektriksel bir yapısı olduğunu bildiğimize göre, yumurta alanının ya enzimler yada hücrede bulunan proteinler üzerindeki etkileri tarafından oluşturulduğunu söyleyebiliriz. Alan nasıl oluşursa oluşsun, eğer bütün yaşam boyunca; gelişme sürecini denetleyen örgütleyiciyse, yalnızca dişi tarafından oluşturulduğu açıkça ortadadır.' Genetik yapımızın materyalinin yarısını annemizden yarısını da babamızdan alırız; ancak, bu bilgileri taşıma emri yalnızca annemizden gelmekte gibidir. Bir embriyon bölünüp büyüdükçe her yeni hücre, alandan kendine düşeni almakta ve üretmektedir. Böylece hep birlikte hareket ederek orijinalin sadık ve büyütülmüş bir örneğini oluşturmaktadırlar. Bu, yalıtılmış embriyon hücrelerinin neden kendi başlarına tam bir birey oluşturamadığını da açıklamaktadır; yine de tek hücreden oluşabilen tütün bitkisinin yarattığı sorun hâlâ çözülmemiş durumdadır. Cinsel olmayan, bitkisel üreme biçimine sahip bütün organizmaların bunu gerçekleştirebildiği ve hücrelerden her birinin, ilk tek hücrelide görüldüğü gibi, kendine özgü alanlara sahip olduğu sanılmaktadır. Bütün bunlar, kısmi yaşam belirtilerini tam olanlardan ayırabilecek kadar duyarlı bir aygıt geliştirilene dek birer düşünce olarak kalmaktan öteye gidemeyecektir. Kromozom verilerini değerlendirmekte yaşam alanlarının katkısı tek yönlü değildir. Burr deneylerinin birinde, çeşitli safkan ve melez mısır tanelerini incelemiş ve aralarında çok büyük farkların olduğunu görmüştür. Melez bir mısırla onu üretenler arasındaki farklılık tek bir genin değişik oluşuna dayandığı halde, bu, voltajda da farklılıklar oluşturmaya yetmiştir. Buna dayanan Burr, aralarındaki farklar daha belirginleşmeden iki tür mısır arasında ayırım yapabiliyordu. (Daha sonraları Burr ve arkadaşları yaşam alanında, bu alanları oluşturan organizmaların değişmesi sonucu ortaya çıkabilecek değişiklikleri araştırmaya başladılar . Alandan hareket ederek sağlığın düzelmekte olduğunu ya da bir hastalığın başlayacağını tahmin edebiliyorlardı. Ayrıca ovülasyon zamanını saptayabiliyor, psişik travmaların derinliğini ölçebiliyorlardı. Ancak yaşam alanını, hayatın ne zaman son bulduğunu belirlemek için kullanmayı denememiş olmaları gerçekten şaşırtıcıdır. Bir deniz polipi olan Obenia geniculata'yı incelerken, Burr yaşamın ilk üçte birinde voltajın arttığını, üçte ikisinde durağan bir noktaya vardığını ve son bölümünde de düşmeye başladığını saptamıştır. Alanın ölümle birlikte kaybolduğunu bu sonuç içermektedir; ancak yazık ki ne insan ne de bir başka hayvan üzerinde klinik ölüm sırasında olana ilişkin ölçümlerin yapılması denenmemiştir. Bununla birlikte yaşam alanı ve öbür fiziğin konusu olan alanlar üzerine bildiklerimiz, alanın kaynağından ayrılabilmesi olasılığına yeterince ışık tutmaktadır. Yeryüzünün de manyetik bir alana sahip olduğunu ve bu alanın güneş, ay ve başka kozmik olayların etkisiyle değiştiğini bilmekteyiz. İngiliz fizikçisi Michael Faraday, manyetik alandaki değişikliklere bir elektrik alanının eşlik ettiğini keşfetmişti. İskoçyalı meslekdaşı James Maxwell bunun tersinin de geçerli olduğunu ve iki alanın karşılıklı etkileşmesinin uzun mesafeler aşabilecek elektromanyetik dalgalara yol açtığını göstermişti. Burr, canlı organizmaların bir elektriksel alana sahip olduğunu kanıtladığına ve bizim bunun gerek iç, gerekse dış etkenlere tepki olarak değiştiğini bildiğimize göre, insanların da uzak mesafeleri aşabilecek alan etkileri oluşturabileceklerini kabul etmemek için hiçbir neden yoktur. Saskatchewan Üniversitesinde, altı metre uzaktan bir alan oluşturan kişinin duygularının değişmesinin, bu alanda meydana getirdiği değişiklikleri ölçebilecek derecede duyarlı bir detektör geliştirilmiştir. Canlı organizmaların yaydığı akımların hepsi elektromanyetik değildir; yine de aynı temel yasalara uydukları sanılmaktadır ve bunlar mekân içinde bedenin, alanından ayrılabilmesini engelleyebilecek nitelikte değildir. Elde ettiğimiz bilgilerin çoğu bize ışın ve televizyonla radyo tarafından kullanılan daha yüksek frekansların elektromanyetik dalgaları aracılığıyla ulaşmaktadır; ancak, bütün iletişimler bu denli edilgin olmaktan uzaktır. Afrika'nın çamurlu ırmaklarında yaşayan mormirid balıkları, çevreleri konusunda bilgi edinmek için bedenlerini çevreleyen bir elektrik alanı oluştururlar. Bu çevrede bir hareketinoluşturduğu farklılaşmayı, balık, derisindeki elektrik yükünün değişmesiyle algılar. Mormirid'in küçücük gözleri ve fil hortumuna benzer bir uzantıdan oluşan duyu organları bedenin dışına doğru uzanabilir; böylece bu garip görünüşlü balık, sistemini her kullanışında beden dışı bir yaşantıyı denemiş olmaktadır. Herhalde bunu gerçekleştirebilen tek yaratık değildir! Kraliyet Hava Kuvvetlerine bağlı bir askeri doktor, bir kasaba havaalanından kalkış yaparken aracının düşmesi sonucu pilot, kabininden fırlayarak sırtüstü yere düşmüş ve bu durumda baygın olarak bulunmuştu. Uçağın kazaya uğradığı yerden hava kuvvetlerine ait hiçbir bina gözükmüyordu; ancak doktor, bütün kurtarma operasyonunu izlemiş gibiydi. Altmış metre yükseklikten düşen uçağa ve onun yanı başında yatan bedenine baktığını anımsamaktaydı. Komutanın ve yaralanmamış olan pilotun, bedenine doğru koştuğunu görmüş, neden ilgilerini çektiğini düşünmüş ve rahat bırakılmak istediğini hissetmişti. Cankurtaranın garajdan çıkışını, şoförün arabadan indiğini, bir marş koluyla motörü çalıştırdıktan sonra koşarak yerine döndüğünü, hareket ettiğini ve bir doktoru almak üzere durduğunu, doktorun arkaya yerleştiğini, daha sonra bir hastane çadırında durarak bir şeyler aldığını ve aracın düşen uçağa doğru hareket ettiğini görmüştü. Hâlâ kendine gelememiş olduğu halde, havaalanından uzaklaştığını, Cornwall yakınlarındaki bir kasabaya gittiğini ve büyük bir hızla Atlantik üzerinde uçtuğunu hissetmişti. Yolculuk, ağzına dökülen nisadır ruhunun etkisi sonucu kendine gelmesiyle son bulmuştur. Daha sonra yürütülen soruşturmada vermiş olduğu bütün ayrıntıların doğru olduğu görülmüştür. Sözünü etmiş olduğumuz doktor, böylesi bir yaşantıya sahip tek kişi değildir (192, 52). William Wordsworth, Emily Bronte, Gere-XLiot-George-Meredith, Lord Tennyson, Arnold Bennett, D. H. Lawrence, Virginia Woolf, Bernard! Berenson, John Buchan, Arthur Koestler ve Ernest Hemingway de, çoğu özyaşam öykülerinde yer alan benzer durumlardan söz etmişlerdir. Celia Green'in Oxford öğrencileri üzerinde yaptığı bir inceleme, öğrencilerin yüzde otuz dördünün, yaşamlarının bir döneminde dışardaki bir noktadan kendi bedenlerini seyrettikleri izlenimini edindiklerini göstermiştir. Binlerce beden - dışı yaşam olayının arasından, uçan doktorunkini seçmemin nedeni, kişinin normal koşullar altında ya da bir başkasının gözüyle görmesinin mümkün olmadığı bir çevrenin böylesine çok doğrulanabilir ayrıntısını içermesidir. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Mart 21, 2013 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Mart 21, 2013 Cornwall'in üzerinden yüzlerce mil uçmak, nicelik yönünden çamurlu bir suda 60 santim uzana bilmekten çok farklıdır; ancak mekanizmanın temeli benzer nitelikte olabilir. Çevremizi daha iyi tanıyabilmek için yaşam alanlarımızı kullandığımız giderek gerçekiik kazanmaktadır. Herhalde çevremizdeki kişilerin karakter ve niyetlerine ilişkin bilgilerin çoğunu bu kanaldan sağlamaktayız. Daha uzak mesafelere uzanabilmenin, ancak tehlikeli olabileceğini düşündüğümüz durumlarda ortaya çıktığı sanılmaktadır. Kendiliğinden olan 'beden - dışı yaşamların büyük çoğunluğunun kaza ya da hastalık durumlarında, anestezi ya da uyuşturucu maddelerin etkisi altındayken, - uyku ya da sarhoşluk durumlarında ortaya çıktığı görülmektedir. İstemli olarak kendi dışına uzanabilen kişilere ilişkim birkaç vaka, ya ipnoz altında ya da yoga ve meditasyon sırasında uygulanan gevşemeyle birlikte görülmektedir. Birçok vaka analizi, kökenleri farklı olmakla birlikte ortak noktalarının çok olduğunu göstermektedir. Deneklerin çoğu yeni yerleşme noktasının nerede bulunduğunu tam olarak söyleyebilmiştir. Bu genellikle bedenden daha yüksekte ve kapalı bir yerde bulunulduğunda, tavana yakın bir köşe olmaktadır. Bedenlerinden ayrılmış olan pek çok kişi kendi bedenlerini seyredebilmekte ve bu türden ilk yaşantılarında neler olup bittiğini ancak bu şekilde kavrayabilmektedirler. 'Beden - dışında bulunmaya verilen tepki, kaygıdan, şaşılacak derecede uzak bir rahatlık duygusu ve geri dönmeye karşı isteksizlik biçiminde olmaktadır. Kendilerini bedenlerinden sıyrılmış bulan bazı kişiler, tıpkı düş gördüğünü sezen ve düşüne yön verebilen lüsid düş görme durumundaki kişiler gibi, bu durumdan arkadaşlarını ziyaret etmek, bilgi toplamak ve yolculuk yapmak için yararlanmışlardır. Beden-dışı yaşantılarda dünyanın beş duyuyla algıladığımızdan çok daha farklı bir biçimde görülmesi akta yakındır; ancak bu tür yaşantılara sahip kişilerin bunları gündelik hayattakilerden ayırt etmekte güçlük çekmesi gerçekten şaşırtıcıdır. Belki de elektrik sinyallerini görebileceğimiz biçime dönüştüren radar gibi, beyin de gelen bütün bilgileri alıştığımız biçimlere dönüştürme yeteneğine sahiptir. Aslında normal olarak gözlerimizle gördüklerimizin büyük bir bölümü de hayal gücü tarafından oluşturulmaktadır; çünkü insan gözünün bir optik araç olarak kalitesi son derecede düşüktür. Retinaya yansıyan imgenin bulanıklığı ve kenarlardaki bozukluğu beyin tarafından düzeltilmektedir. İnsburg Üniversitesinde bir grup öğrenci, haftalar boyunca içinde hiç düz çizginin bulunmadığı bir dünya görüntüsü veren prizmotik camlı iri gözlükler takmaya zorlanmıştır. Başlangıçta son derece rahatsız edici olan bu duruma beyin birkaç gün içinde uyarlanmış, o durumdaki kişinin çevresinde hiç bulunmayan düz çizgileri zihinsel imgede oluşturmuştur. Burun delikleriyle gözleri arasında gömük farlara benzeyen bir çukurluğa sahip çıngıraklı yılan türleri zifiri karanlıkta avlarını bulabilirler. Bu çukurların her biri, bir farenin bedeninden yayılan kızıl ötesi ışınlarına tepkide bulunan bin beş yüz ısı saptayıcı hücre barındırmaktadır. Bunlar farenin boyunu, biçimini ve yerini yansıtmakta, böylece yılan avını hiç kaçırmamaktadır' . Genellikle yalnızca gözlerinin yardımıyla avlanan ve avının görüntüsüne alışık olan yılan, belki de geceleri avlanırken ısıya duyarlı sisteminin verilerini görsel verilere dönüştürebilmededir. Beden - dışı - yaşantı raporlarında çoğunlukla yer olan, fakat normal görsel dünyamızda bulunmayanı bir şey vardır: 'Esnek bir ip', 'gümüş bir kordon', 'bir ışık burgusu', 'ışıktan bir kurdele', 'dumandan bir ip' olarak tanımlanan bu yapı ister Florida' da, ister Letonya'da yaşasın bütün doktor, muslukçu, müzisyen, çiftçi ve balıkçılar tarafından aynı terimlerle betimlenmektedir. Beden-dışı yaşantı olaylarını derleyen Güney Afrikalı bir psikiyatri uzmanı, Basuto'da İngilizce okuma yazması olmayan, astral projeksiyon( kavramını hiç işitmemiş olan Basuto'luların kendisine gümüş ipten söz ettiğini belirtmektedir. Bu tür raporlarda kültürel yapıtların rol oynamadığı sanılmaktadır. İpin bağlı olduğunu belirten bazı raporlarda, bunun somatik sistemin alın bölümüyle beden dışı varlığın boyun ya da omzu arasında yer alan bir göbek bağı biçiminde olduğu söylenmektedir. Mistik geleneğe göre, bu ipin sağlam kalması gerekmektedir. Koptuğu an, iki sistem bir daha birleşememecesine ayrılacak ve beden ölecektir. Bu ışık kordonunun pineal bölgede yer alması son derecede ilginç ve iki sistem orasında bir bağın bulunduğu görüşü de rahatlatıcıdır. Bedenden kopmuş yapıyı fiziksel terilmlerle tanımlayabilmek için bu durum iyi bir başlangıç noktası sağlamaktadır. Bildiğim kadarıyla, canlı bir bedenin hayaletini laboratuvarda incelemek için ilk çaba, yüzyılımızın başında Fransız Hector Durville'in çalışmasıyla ortaya konmuştur. Astral (cisimsiz, ruhani) bedenini istemli olarak yansıtabileceğini öne süren bir kimse, bu olayın fiziksel kanıtlarını göstermeye ikna edilmiştir. Deneyler sırasında bu kişi, odanın öteki ucundaki masadan bir vuruş sesi gelmesini, fotoğraf filmlerinin buğulanmasını ve kalsiyum sülfid ekranlarının daha çok parıldamasını sağlamıştır. Psikokinezlsin de yol açabileceği bu olaylar, o yüzden ilginçliğini yitirmemekle beraber kişiliğin bedende yer alan temelinden ayrılabileceği konusunda da yeterli delil sağlayamamaktadır. Bununla birlikte maddeyi uzaktan «görünüşte yalnızca zihin güçleriyle etkiledikleri kanıtlanmış birkaç kişinin yarattığı psiko-kinetlk olaylara da beden - dışında bulunmanın yol açabileceği düşünülebilir. Bu iki durumdan hangisinin daha akla yakın olduğuna karar vermek gerçekten güçtür. Her iki olay da araştırılabilir niteliktedir. Günümüzde isteğimiz üzerine hünerlerini gösterebileceği bilinen birçok psikokinetik yaşamaktadır; İsrailli bir genç olan Uri Geller bu olayları günde birkaç kez yaratmaktadır ve tanıdığım -medyumlardan en az ikisi, kendilerini istemli olarak bedenleri dışına yansıtabildiklerini öne sürmektedir. Bu kişilerin çalışmaları sırasında kızıl ve mor ötesi ışınların, flüoresan maddelerin ve yüksek voltajlı enerji akımlarının bedenleri çevresindeki alanda herhangi bir tür faaliyet kaydedip etmediklerini araştırmak, sanırım çok ilginç olacaktır. Bunların yeteneklerini, normal elektromanyetik bilgilere dayanarak açıklama olanağı belki yoktur; ancak Burr'ün o zamana dek bilinmeyen ve son derecede alışılagelmiş elektriksel nitelikleri olan yaşam alanını ortaya çıkarışı, bana belki de aynı derecede basit çözümlere dayanan olaylara gerektiği gibi yaklaşmadığımızı düşündürüyor. Kendilerini istemli olarak beden dışına yansıtabildiklerini söyleyenler, bunun ne şekilde yapılması gerektiğini de tanımlamaktadırlar. Her şeyden önce ısının yüksek, en azından yirmi derece elması ve havanın temiz, kuru olması gerekmektedir. İyi hava koşuluyla dağ tepeleri en uygun yeri sağlamaktadır. Elektriksel fırtınaların sonuçları etkilediği belirtilmekte ve bir uygulayıcı, eli bir su çanağına batırmanın 'kendini demirlemeye' yardım ettiğini söylemektedir. Bu koşullar ancak olayın kendinin de elektrik ya da elektromanyetik olduğu baştan kabul edildiğinde anlam kazanmaktadır. Kendini yansıtacak kişinin bedeninin de hazırlanması büyük önem taşımaktadır. Kimisi az yemek yenmesi, kimiyse perhiz yapılması gerektiğini söylemekte, ancak hepsi de yüksek proteinli yiyeceklerin son derecede engelleyici olduğunda ve denemenin yapılacağı gün yalnızca sebze ve meyva yenmesi gerektiğinde uzlaşmaktadır. Sebzelere dayanan beslenmenin fizyolojik asidite yarattığını, buna karşı ciğerlerdeki karbon dioksit basıncını yükselttiğini ve beyine giden oksijen miktarını azalttığını biliyoruz. Bu tür değişiklikler çok yüksek yerlerde oluşur ki bu da dağ tepelerinin yeğlenmesine yol açmıştır. Salık verilen solunum egzersizleri de benzer etkiler yaratmaktadır. Bu konuyla ilgilenen herkes, soluk aldıktan sonra soluğu tutmanın yardımcı olduğunda birleşir. Yazar Emmanuel Swedenborg, «Soluğu tutmak ruhla cinsel ilişkide bulunmaya benzer,» diye yazmıştır. Bütün bildiğimiz bunun zehirlenmeye benzediğidir; soluğumuzu tutmayı sür. dürdüğümüzde beyindeki oksijen miktarı daha da azalacaktır. Sanki bütün bu uygulamaların altında yatan bilinçaltı niyet, ruhu korkutup bir süre için beden dışına çıkmasını sağlayacak ya da iki sistem arasındaki bağlantıyı zayıflatacak bir kriz oluşturmak içindir. Hepsinin uzlaştığı bir başka: nokta dal kol ve bacakları çapraz tutmanın zararlı olduğudur. Bu inanç öylesine yaygındır ki, bu konuda bir araştırma yapılması yararlı olacaktır sanırım. Medyumların bütün uygulamalarında yer alan bu davranış hemen bütün dünyada görülen, iyi şansı, koruma ya da; bir anlaşmayı, bir yemini bozmak için kişisel hak kullanılırken yapılan iki parmağı çaprazlama biçiminde uygulanır. Bunun çok daha eskilere gittiğini sanıyorum. Taş devri ortalarına doğru insan zihninde bir değişim olduğu ve ölülerini gömmeye başladığı zaman ölüler mezarlara belli konumlarda yerleştirilmişlerdir. Hıristiyanlıktan binlerce yıl önce ölüler mezarlarına kolları çaprazlanmış olarak konulmuşlardır. Tören sırasında çaprazlanan ister kol, ister bacak olsun, amaç bir şeyin korunması, içerde tutulmasıdır. Beden dilinde, bir tehlike karşısında olduğu gibi kalmak isteğini ifade eden davranış, kolların göğüs çevresine sarılmasını ya da kolların dizler çevresinde sarılmasına içerir. Rodin'in 'Düşünen Adam'ı, çenesini dayadığı elin dirseğini dizinin üstüne koyarak kusursuz bir daire oluşturmaktadır. Her zaman da bir devre oluşturulmaktadır zaten ve buna büyük önem verilmektedir. İsterseniz kollarınız havada ve bacaklarınız ayrıkken zor bir soruna çözüm, aramayı deneyin. Bir devrenin oluşturulması için anlamlı fiziksel nedenler vardır. Elektronlar enerji yüklü bir bedenden toprağa doğrusal (lineer) bir bağlantıyla akar; çünkü dengenin korunma 'eğilimi vardır ve herhangi potansiyel bir değişim fırsat bulursa kaybolacaktır. Ancak devre kapalıysa ve akım bir daire çevresinde yer alıyorsa değişken farklılıklar korunabilir. Bütün canlı organizmalar dengesiz olarak yüklenmiş bedenlerdir. Burr, yaşam alanının gücünü ancak bir daire oluşturarak ölçebileceğini görmüştü. Farklı yerlerden bedene bağlanan iki duyarlı elektrot, bedenle aygıt arasında bir devrenin oluşmasını sağlayacak biçimde yerleştirilmişti. Yaşam kendi enerji gücünü kendi yaratır, bir bölümünü de doğal olarak yitirir. Ancak özel gereksinme durumlarında devreler oluşturarak yüksek potansiyel farklılıkları sağlayabilir. Aynı zamanda bu devreleri yok ederek son derecede düşük potansiyeller de elde edebilir. Belki de ancak bu şekilde farklılaştırılmış elektriksel koşullar altında ikinci sistem birincisinden ayrılabilmektedir, topraklama noktası olarak bir su kabı kullanılmasının salık verilmesi bu düşünceleri destekler niteliktedir. Zihinsel yönden hazırlanma yöntemleri, transandantal ıneditasyonda kullanılanlara: benzemektedir. Bir merdivene tırmanmak, buharla birlikte yükselmek, bir girdap tarafından emilmek, bir kum saatindan içeri süzülmek, kendini ters-yüz çevirmek imgelerinin de buna yardımcı olduğu söylenmektedir. Bu konudaki en açık bilgiler başarılı bir işadamı olan Amerikalı Robert Monroe tarafından veriliyor. Monroe bundan on beş yıl kadar önce' beden - dışı yaşantılar sağlamış ve bugün bunları denetleyebilir ve istemli olarak bedeninden ayrılabilir duruma gelmiştir. Elimizin erişemeyeceği bir nesneye zihnen uzanarak işe başlamamızı salık vermektedir (Monroe. «Hiçbir şey hissetmeden böylece uzanmaya devam edin, sonra elinizi biraz uzatın. Kolunuzu gerercesine elinize materyel bir nesne değene kadar uzanmaya devam edin. Eliniz bir şeye değdiğinde onu, dokunma duyunuzun aracılığıyla iyice inceleyin. Daha sonra tanıyabileceğiniz çatlakları, çıkıntıları, alışılmamış özellikleri aklınızda tutun.» Gittikçe daha uzaktaki bir nesneye yöneltilen bu tür alıştırmaların., sonunda, bütün ikinci sistemin hareketsiz bedenden uzakta bulunan bir noktaya, aktarılmasıyla son bulacağı söylenmektedir. California Üniversitesinden Charles Tart, Robert Monrce üzerinde fizyolojik bir araştırma yapmıştır. Bu işlem, istemli olarak bedeninden ayrılabileceğini ileri süren kişiler üzerinde yapılmış birkaç araştırmadan biridir. Monroe'nun ansefalograf kayıtları düş görmediğini, tam anlamıyla uyanık da olmadığını, bedensel bir kısmi felç durumundayken ağır alfa dalgaları yaydığını göstermiştir. Bu raporu okurken, sovyet araştırmacılarının iki kişi arasında telepatik ilişkinin kurulabilmesi için her ikisinin de aynı anda alfa ritmi sağlaması gerektiğini belirten raporlarını anımsadım. Beden dışına yansıma olayı pek çok telepati olayına açıklık kazandıracaktır. Tart, beyin dalgaları biraz farklı olan ve Monroe kadar kolay yansıyamayan, ancak bir deney sırasında, bitişik odada; kendi görüş düzeyinin üstündeki bir rafa konmuş, gelişigüzel beş hanelik bir sayıyı okumayı başarmış bir kadın denekle çalışmalarını sürdürmektedir. Bunu telepati mi, klervuayans mı yoksa beden-dışı yaşantı olarak mı sınıflamak gerektiği konusundaki kararsızlık ,aynı. fenomenlerin birbirleriyle yakın ilişki içinde olduğunun kanıtıdır. Yansımayı sağlamak için önerilen yöntem herkesin deneyebileceği kadar açıktır: Ben de bir süre salık verilen yöntemleri izledim ve çok hoş gevşeme durumlarına vardım. Ancak gerçek bir bedenden ayrılma yaşantısına ulaşamadım. Buysa hiçbir şey ifade etmez. ( Ölüm Yanılgısı - Lyall Watson ) Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Northice Yanıtlama zamanı: Mart 21, 2013 Paylaş Yanıtlama zamanı: Mart 21, 2013 Valla küçücük telefondan şu yazıyı bir çırpıda nasıl okuğumu düşünüyorumda, belki düşünmesem daha iyi yine güzel bir yazı yine never Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.