nevermore Oluşturma zamanı: Nisan 12, 2013 Paylaş Oluşturma zamanı: Nisan 12, 2013 EFLATUN' a mürşitlik edişinin üçüncü yılında Sokrat, Areopaj' da ölüme mahkum edilmiş ve baldıran zehiri içmek suretiyle müritlerinin ellerinde öte aleme intikal etmişti. Tarihte, üzerinde bu olay kadar çok laf edilmiş pek az olay vardır. Sebep ve önemi bu olaydaki kadar yanlış anlaşılmış olay sayısı da bir o kadardır. Bugün, Devletin resmi dinine karşı düşmanca davranmış bir Sokrat'ı mahkum etmekle, Areopaj'ın doğru ve uygun olanı yaptığı kabul edilmektedir; çünkü, denilmektedir, Tanrılar'ı inkar etmekle, o, Atina Cumhuriyeti'nin temellerini sarsmıştır. Bu iddianın iki büyük yanılgı içerdiğini aşağıdaki satırlarda dile getirmeye çalışacağız. Eflatun'un eserlerini kapsayan değerli tercümesinde, yani "Sokrat'ın Savunması"nın baş taraflarında Victor Cousinst şu satırları yazma cüretini göstermiştir: "Şunu belirtmek gerekir ki Anitus salık verilebilir bir yurttaştı; Areopaj da haksever ve ılımlı bir mahkemeydi; bir şeye şaşmak gerekirse, o da, Sokrat'ı ithamda o kadar geç kalınmış bulunulması ve bunun daha ezici bir oy çoğunluğuyla yapılmamış olmasıdır." Halk eğitimi bakanlığı da yapmış olan bu filozof (Victar Cousin), eğer söylediklerinde haklı idiyse, o takdirde denebilir ki, sırf yalan, şiddet ve keyfilikten ibaret bir politikayı ululamak için felsefenin olduğu kadar dinin de mahkum edilmesi gerektiğini görememiş ve anlayamamıştır. Zira, eğer felsefe, sosyal hayatın temellerini sarsıyorsa, o takdirde, o, şatafatlı çılgınlıktan farksız bir şey demektir; diğer yandan, eğer din, hakikatin peşinde koşmayı bir yana atıp "yasaklamakla" ayakta durmaya çabalıyorsa, o takdirde, o da, kutsuz zorbalıktan farksız bir şey demektir. Öyleyse Yunan dinine karşı olduğu kadar, Yunan felsefesine karşı da daha dürüst olmaya çalışalım. Modem tarihçilerin ve modem filozofların sürekli olarak gözünden kaçan önemli ve çarpıcı bir husus vardır. Yunan' da filozoflara karşı pek ender uygulanmış olan zulüm, mabetlerden değil, daima siyaset düzen bazılarından kaynaklanmıştır. Hristiyan ezoterizminin ikinci asırda başına gelmiş olan o kıyım olayından itibaren bizim uygarlığımızda örneği çok görülmüş bulunan rahip filozof çatışmasını Helen uygarlığı ne görmüş ne de tanımıştır. Tales, alemin sudan var edildiğini rahatça dile getirmiş; Heraklit, onun ateşten sadır olduğunu ifade etmiş, Anaksagor, güneşin akkor halindeki bir ateş kütlesi olduğunu belirtmiş; Demokrit de her şeyin atomlardan vücut bulduğunu söylemiştir. Bu ifadelerden hiç bir mabet rahatsız olmamış ve endişe duymamıştır. Mabetlerde bunlar zaten fazlasıyla bilinen konulardı. Oralarda ayrıca,Tanrılar'ı inkar eden sözde filozofların, onları milli şuurdan silemeyecekleri; gerçek filozofların onlara tıpkı inisiyeler gibi inandıkları ve de onları, spiritüel hiyerarşinin, yani tabiata nüfuz etmiş haldeki Uluhiyetin, yani Görünen Alemi yönetip yönlendiren Görünmez Alemin yüce kategorilerine ait semboller olarak gördükleri de bilinmekteydi. Görüldüğü üzere, ezoterik doktrin, gerçek felsefe ile gerçek din arasında mutavassıt rolü oynamaktaydı. Bunlar arasındaki gizli uzlaşmanın temeli, Helen uygarlığında, bu temel olguya dayanmaktaydı. Sokrat'ı kim itham etmişti? Bir daha geri dönmemecesine Batı'ya doğru çekip giderek Peloponez savaşlarının müsebbiplerini lanetlemiş olan Elözis rahipleri onun aleyhinde tek bir söz bile söylememişlerdi. Delf Mabedi'ne gelince; o ise, onun hakkında, başka hiç bir kimseye nasip olmayacak kadar güzel ifade vermişti. Sokrat hakkında Apollon'un ne dediği konusunda kendisine başvurulmuş olan Piti'nin ağzından şu sözler dökülmüştü: "Onun kadar özgür, onun kadar dürüst ve onun kadar sağduyulu bir başka insan daha yoktur." Sokrat'ı ithama zorlanmış olan her iki elebaşı da, görüldüğü gibi, onun, gençliğin ahlakını bozduğu ve Tanrılar'a inanmadığı fikrini bahane olarak kullanmıştır. Sanık, bu ikinci ithama ilişkin olarak yargıçlara muzaffer bir eda ile şöyle seslenmişti: "Kendisiyle samimi ilişkiler içinde bulunduğum koruyucu ruhuma yani hami varIığıma inandığıma göre, bu, evrenin yüce ruhları olan Tanrılar'a haydi haydi inandığımın delili değil de nedir!" Öyleyse bu bilge insana karşı duyulmuş olan bu kin de ne demek oluyor? O, adaletsizliğe karşı savaşmış, ikiyüzlülüğün maskesini düşürmüş ve bir sürü temelsiz iddianın sahteliğini, yapmacıklığını ortaya koymuştu. İnsanlar, her türlü kusuru ve her türlü tanrıtanımazlığı affederler, ama maskelerini düşürüp asıl çehrelerini ortaya çıkaran bir kimseyi asla. İşte onun içindir ki, Areopa' da koltuk işgal etmekte olan gerçek tanrıtanımazlar, dürüst ve masum bir insanı, bizzat kendilerinin işlemekte oldukları suçla itham etmişlerdi. Eflatun tarafından kaleme alınmış olan o hayranlık uyandırıcı savunmasında, Sokrat, bu husus, mükemmel bir sadelikle şöyle açıklamıştı: "Bana karşı kinlerini ve düşmanlıklarını dile getirmiş olan Atinalı iddia sahiplerinin arasında aklı başında ve iffetli birini bulma çabam ürün vermedi; bütün olan bitenlerin, kara çalmadan ibaret şeyler olduğu böylece ortaya çıkmış bulunmaktadır; zira beni yorumlamaya kalkışmış olanlar, cahili bulunduklarını ortaya koyduğum konulara ilişkin her şeyi bildiğimi düşünmektedirIer ... Danışıklı bir plana göre ve insanları kandırabilecek güçteki belagat ile kampanya yürütmüş olan bir Sürü faal entrikacı, uzun süredir, kulaklarınızı, en kaIIeşçe dedikodularla doldurmakta ve bu kara çalma faaliyetlerini bıkmadan usanmadan devam ettirmekteydiler. Bugün karşıma bunlardan MeIitus, Anitus ve Likon çıkarılmış durumdadır. Melitus, şairIerin; Anitus, politikacıların ve sanatçıların; Likon da hatiplerin temsilcileridirler." Tanınmamış bir trajik şair ile kötü niyetli ve fanatik bir para babası ve de yüzsüz ve arsız bir demagog el ele verip, insanların en iyisini ölüme mahkum ettirmeyi başarabilmişlerdi. Ama bu ölüm onu ölümsüz kılmıştı. Yargıçlara, göğsünü gere gere şunları söylemişti: "Beni itham edenlerin her birinden daha fazla Tanrı'ya inanıyorum. Ayrılış vaktimiz geldi çattı, ben ölüm yoluna, siz hayat yoluna. Bu konuda size düşen pay mı, yoksa bana düşen pay mı daha değerli? Orasını ancak Tanrı bilir." Gerçek dinin ve onun milli sembollerinin temelini sarsmak şöyle dursun, aksine Sokrat, onların temelini berkitmek için elinden geleni yapmıştı. Eğer yapmak istediği anlaşılsaydı ve kıymeti bilinseydi, o, vatanının en yüce desteği olurdu. İsa gibi, o da, cellatlarını affederek ölmüş ve tüm insanlığa şehit bilge örneğini sunmuştur. Zira o, bireysel inisiyasyonun ve halka yönelik bilimin kesin şekilde tahta çıkışının simgesidir. Sokrat'ın hakikat uğrunda ölürkenki ve son anında müritlerine ruhun ölümsüzlüğünü anlatırkenki mutlu ve duru ifadeli çehresi Eflatun'un gönlüne, manzaraların en güzeli ve sırların en mübareği olarak nakşedilmişti. Bu, onun ilk inisiyasyonu olmuştu. Daha sonraları fiziği, metafiziği ve diğer bilimleri de etüt etmişti; ama her zaman Sokrat'ın müridi olarak kalmıştı. O, canlı anısını bizlere, kendi öz düşünce hazinelerini mürşidinin lisanı vasıtasıyla dile getirerek ulaştırmıştır. Şu tevazu çiçeği, onu ideal bir mürit haline getirmişti, tıpkı vecd ateşinin, onu filozofların şairi haline getirişi gibi. Okulunu ancak elli yaşlarındayken kurmuştur ve seksen yaşında ölmüştür demenin bir anlamı yoktur; zira biz onu zihnimizde hep gencecik haliyle canlandırmaktayız. Zira ebedi gençlik, ancak, düşüncelerinin derinliklerinde ilahi bir arılık bulunan ruhların harcıdır. Eflatun, hayatının büyük itici gücünü (impulsion, defi), yani aktif ve eril prensibini ve de adalete ve hakikate karşı olan imanını Sokrat'tan sağlamıştı. Fikirlerinin ilim ve cevherini ise Sırlar inisiyasyonundan temin etmişti. Onun dehası, aynı anda hem şiirsel ve hem de diyalektik özellik arz eden yeni formdan kaynaklanmaktadır. Bu inisiyasyonu, o sadece, Elözis'te elde etmemişti, Onu, kadim dünyanın, içine nüfuz edilebilir özellikteki her türlü kaynağında aramıştı. Sokrat'ın ölümünden sonra seyahate çıkmış; Küçük Asya' da birçok filozofun derslerini izlemişti. Oradan Mısır'a geçip oralı rahiplerle irtibat kurmuş ve İsis inisiyasyonuna kabul edilmişti. Fisagor gibi, üstün dereceye ulaşamamıştı, yani adept olmayı ve dünyalıların lisanında doğaüstü diye nitelendirilen güçler yardımıyla ilahi hakikati fiilen ve vasıtasız olarak görmeyi mümkün kılan dereceye ulaşamamıştı. Entelektüel berraklığı ile zekanın ruh ve beden üzerindeki hakimiyetini birleştirip bağdaştırma imkanını sunan üçüncü derecede kalmıştı. Ardından Güney İtalya'ya intikal edip Fisagorcular'la görüşmüştü, çünkü Fisagor'un, Grek bilgelerinin en yücesi olduğunu pek iyi bilmekteydi. Böylece Fisagor' a ait ezoterik tradisyonu kaynağından öğrenmişti; sisteminin temel görüşlerini ve çatısını Fisagor'a borçludur. Atina'ya döndüğünde ise, Akademi diye anılmakta olan şu ünlü okulunu tesis etmişti. Sokrat'ın eserini devam ettirebilmek için hakikatin yayılması gerekmekteydi. Ama, Fisagorcuların üç kat perde altında gizledikleri konuları halka alenen öğretememekteydi. Bir taraftan ettiği yemin ve ihtiyat kaygısı, diğer taraftan da bizatihi gayesi, elini kolunu bağlamaktaydı. Diyaloglar' da dile getirilmiş olan şey ezoterik doktrinin ta kendisidir, ama üstü örtülü, yumuşatılmış, uzun uzun düşünmeyi gerektirir bir diyalektiği yabancı bir bagaj misali yüklenmiş ve de efsane, mit ve meseller kılığına sokulmuş bir görünüm arz etmektedir. Bu doktrin, bu eserde artık, Fisagor'un ona sunduğu ve bizim de tekrar inşa etmeye çabalamış olduğumuz o görkemli bütünlüğüyle, yani tüm bölümleri birbirlerine analitik fragmanlar vasıtasıyla sağlam bir şekilde bağlanmış ve şaşmaz değişmez bir temel üzerine oturtulmuş bir yapı halinde görünmemektedir. Sokrat gibi, Eflatun da, Atinalı gençlerle, kibar takımıyla, lafazan hatiplerle ve sofistlerle aynı zeminde yer tutup onlara karşı onların silahlarıyla mücadele etmişti. Ama dehasına hiç bir zaman leke kondurmamıştı; diyalektik ağını her an bir kartal gibi yırtmayı bilmiş ve anavatanı mesabesindeki yüce hakikatlere doğru cüretle kanat açmayı başarmıştı. Bu diyaloglarda nükteli ve eşi benzeri görülmedik bir çekicilik mevcuttur: Bunlarda, Delf' e ve Elözis' e özgü coşkunun yanı sıra harika bir berraklığın,' Attika zarafetinin, koca Sokrat' a özgü muzipliğin, zarif ve hafif alayların da tadına varılmaktadır. Eflatun' da, ezoterik doktrinin çeşitli bölümlerini bulup ortaya çıkarmak da kolaydır, bunları hangi kaynaktan temin ettiğini keşfetmek de. Fedr' de gözler önüne serilmiş olan, eşyanın aslına ilişkin örnek fikirler doktrini, Fisagor'un Kutsal Sayılar doktrininden kaynaklanmış bir doktrindir. Timeos da, ezoterik kozmogoninin çok muğlak ve karışık bir açıklamasını içermektedir. Ruha, göçlerine ve tekamülüne ilişkin doktrine gelince, bunlar Eflatun'un tüm eserine nüfuz etmiş durumdadır, fakat en belirgin şekilde Banke'de (Banquet), Fedon'da ve Er'in Efsanesi'nin son tarafında yer almaktadır. Bunlarda Psişe'yi, bir tülün altına gizlenmiş halde bulmaktayız, ama o, mükemmel haliyle ve o ilahi zarafetiyle tülün altında bile ışıldamaktadır; ne kadar güzel ve ne kadar duygulandırıcıdır! Kitabımızın bir önceki bölümünde (Fisagor bölümü) Kozmosun anahtarı ile Kozmosun yukarıdan aşağıya doğru olan yapısına ilişkin sırrın, beşeri ve ilahi üç katlılık halinde, yani mikrokozmos ve makrokozmos halinde ifade edilmekte olan üç alem prensibinde yattığını belirtmiştik. Fisagor, bu doktrini, Kutsal Tetrat (Dörtlülük) sembolüyle şahane bir şekilde formüle edip özetlemişti. Bu ezeli-ebedi ve hayattar Kelam doktrini, majinin büyük sırrını, kaynağını, inisiyenin ışıl ışıl mabedini ve onun, eşya okyanusunun üzerindeki o yanına ulaşılamaz nitelikli kalesini teşkil etmekteydi. Eflatun, halka açık öğretisinde bu sırrı ifşa edememekteydi, ayrıca etmek de istememekteydi. Ağzını dilini bağlayan ilk sebep, etmiş olduğu sırlar yeminiydi. İkinci sebep de, kimsenin anlayamayacağı endişesiydi: halk alemlerin ve dünyaların yaratılışını içeren bu teogonik sırn, değerini bilemeyip, pekala kötüye kullanabilirdi. Ahlak bozuşmasının, siyası ihtiras ve azgınlıkların karşısına dikilebilmek için başka şey gerekliydi. Yüce inisiyasyonla birlikte, öte alemin kapısı, yani ışıl ışıl bir halde zaten ancak kahinlere ve sayılan bir elin parmaklan kadar az olan gerçek inisiyelere açık olan kapı kısa zaman sonra kapanacaktı. Eflatun, üç alem doktrininin yerine, organize inisiyasyon yokluğunda tam iki bin yıl boyunca yüce hedefe açık üç yol konumunu muhafaza etmiş olan üç kavramı ikame etmişti. Bu üç kavram (concept) aynı anda hem beşeri ve hem de ilahi alemle ilişkiliydi; bu kavramlar, soyut bir tarzda olsa bile, bu iki alemi birbirine bağlayabilme avantajına sahiptiler. Eflatun'un, halka indirgeyici ve yaratıcı dehası işte bu noktada belirginleşmektedir. Gerçek, Güzel ve İyiyi aynı hat üzerine dizmek suretiyle, o,dünyayı ışık seline gark etmişti. Bunları birbirleriyle açıklayarak, bunların, aynı odaktan fışkıran üç ışın olduğunu ve birbirleriyle birleşerek bu odağın ta kendisini, yani Tanrı'yı oluşturduklarını göstermişti. İyiyi, yani Doğruyu izleyen ruh arınmakta ve böylece Hakikati anlama yolunda hazırlık yapmış olmaktadır. Gelişiminin ilk ve kaçınılmaz şartı budur. Güzel fikrini izlemek ve genişletmek suretiyle, ruh, entelektüel Güzele, yani eşyanın anası, formların can bahşedicisi ve Tanrı'nın cevher ve organı mesabesindeki şu ancak anlamakla kavranabilir nitelik arz eden ışığa kavuşmaktadır. Alemin ruhuna daldığı takdirde ise, insan ruhu, kanatlarının çıktığını hissetmektedir. Gerçek fikrini izlediğinde ise arı Öz' e, yani arı Ruh'ta mündemiç bulunan prensiplere ulaşmaktadır. Ölümsüzlüğünün şuuruna, kendi prensibini ilahı prensiple özdeşleştirdiği zaman varmaktadır. Mükemmellik budur; ruhun epifanisi budur işte. Bu geniş yolları insan ruhunun önüne sermekle, Eflatun, dar sistemlerin veözel dinlerin dışında yer almış olan ve asırlar boyunca organik ve tam inisiyasyonun yerini tutmuş ve halen de tutmakta bulunan İdeal kategorisi'ni tarif etmiş ve vücuda getirmiş olmaktaydı. Tanrı'ya giden üç kutsal yolu, tıpkı Seramik kapısından hareket edeni Elözis' e götüren kutsal Atina yolu gibi gözler önüne sermişti. Hermes'le. Orfe'yle ve Fisagor'la birlikte mabedin içine nüfuz ettiğimiz takdirde, ilahı mühendis Eflatun tarafından inşa edilmiş olan bu geniş yolların sağlamlığını ve doğruluğunu çok daha iyi değerlendirmekte ve gözümüzün önünde çok daha iyi canlandırmaktayız. İdealizmin hikmet-i vücudunu ve teyidini bize inisiyasyon bilgisi sunmaktadır. İdealizm, ilahi hakikatlerin, kendi kendini sessizlik içinde sorguya çeken ve semavi realiteleri özel yetenekleri ve içsel sesleri yardımıyla muhakeme eden ruh tarafından yapılmış cüretkarca teyididir. İnisiyasyon ise, ruhun tecrübeleri, vasıtasız görüşü ve içsel kıyam vasıtasıyla ilahi hakikatlerin içine nüfuz ediştir. En yüksek derecelerinde ruh, ilahi alem ile irtibata geçmektedir. İdeal, bir ahlak bilimidir, bir şiirdir, bir felsefedir.İnisiyasyon ise bir faaliyettir, bir vizyon işidir. Hakikatin o yüce anlamıyla mevcudiyetidir. İdeal, ilahi' vatanın rüyası ve hasretidir; İnisiyasyon ise, yani şu seçilmişler mabedi ise o vatanın açık seçik hatırlanışıdır, hatta ele geçirilişidir. İdeal kategorisini inşa etmekle, inisiye Eflatun, demek ki, son hayatları sırasında hala daha vasıtasız (direct) inisiyasyona nail olamamış bulunan, fakat şiddetle hakikatin özlemi içinde kıvranmakta olan milyonlarca ruha bir sığınak yaratmış, bir selamet yolu açmış olmaktaydı. Eflatun böylece felsefeyi, müstakbel bir mabedin holü durumuna getirmiş ve oraya tüm iyi niyetli insanları davet etmişti. Onun birçok payen (çoktanrıcı) veya Hristiyan evladının idealizmi, bize, yüce inisiyasyonun bekleme salonu gibi görünmektedir. Bu, bize, Eflatuncu fikirlerin popülaritesini ve ışılışıl parlak gücünü açıklamaktadır. Bu güç, onların ezoterik özünde yatmaktadır. Eflatun tarafından temeli atılmış olan Akademi'nin asırlar boyunca ayakta kalışı ve yüce İskenderiye Okulu'nda devam edişi işte bu hikmete dayanmaktadır. Kilise'nin ilk Babaları, Eflatun'a işte bu yüzden saygı duymuşlardı; Aziz Ogüsten, teolojisinin üçte ikisini işte bu yüzden onun öğretisine dayandırmıştı. Sokrat'ın müridi, Akropol'ün gölgesinde öleli tam iki bin yıl olmuş; yeryüzü, Hristiyanlığı da görmüş, barbar istilasına da tanık olmuş ve ortaçağı da yaşamıştı. Ama Eflatun'un küllerinden ilk çağ, umulmadık şekilde bir kez daha doğuvermişti. Floransa' da bir akademi kurmak istemiş olan Medisiler, bu iş için, İstanbul' dan sürgün edilmiş olan bir Yunan bilginini davet etmişlerdi. Marsile Ficin bu okula hangi ismi yakıştırmıştı dersiniz? Eflatun Akademisi ismini. Üst üste yığılmış onca felsefi sistem un ufak olduktan sonra bugün bile Eflatun'u yine yanımızda bulmaktayız; bilimin, maddeyi son tahavvüllerinin içinde arayıp durduğu ve de açıklanamaz ve görülemez alemle yüz yüze geldiği günümüzde bile yardımımıza yine Eflatun koşmaktadır. Daima sade ve mütevazı yaşamış, fakat bugün ebedi gençlikle ışıldamakta olan Eflatun, bize, Sırların kutsal dalını, mersin ve selvi dalını uzatmaktadır; ayrıca nergis de sunmaktadır, yani yeni bir Elözis'te ilahi tekrardoğuşu vadeden ruh çiçeğini de sunmaktadır. ( Büyük İnisiyeler - Edouard Schure ) Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
KaTiLxPiRe Yanıtlama zamanı: Nisan 12, 2013 Paylaş Yanıtlama zamanı: Nisan 12, 2013 Güzele benziyor bir göz attım daha sonra okuyacağım,teşekkürler.Sokrat matematikten nefret ediyordu ancak öğrencisi matematik delisi oldu . Bir şey eklemek istiyorum,yazar dönemim tarihini çok iyi biliyor bu konuda aşırı bilgili haliyle kendi çıkarsamaları bulunuyor.Ben Antik Çağ dönemi hakkında çok az tarihi bilgi biliyorum,haliyle ne derse ''He,he'' deyip kabul ediyorum işte bunu yaşamamak için sağlam bir kitap bulmam lazım.Çok sıkıcı oluyor ancak dönemsel olayları bilmek ile en azından öğretmen olursunuz . Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
efIatun Yanıtlama zamanı: Ağustos 11, 2013 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ağustos 11, 2013 Yazı için teşekkürler. Güzel bilgiler var devamı yok mu ? Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.