Jump to content

Atlantis ve Mu Kıtası


haarun

Önerilen Mesajlar

Atlantis'in Bilimsel Kanıtları

 

11,000 sene önce büyük bir uygarlık var mıydı? Bu uygarlık hemen hemen hiç iz bırakmadan yok oldu mu? Böyle bir olay şüphesiz insan belleğinde derin bir iz bırakırdı. Felaketten kurtulanlar çocuklarına o korkunç günleri anımsatırdı, onlarda aynı şekilde çocuklarına anlatırlardı. Atlantis öyküsünün kalıntılarını dünyanın her tarafında görmekteyiz. Kimi yerlerde Avalon, Asgard, Aztlan, Aden gibi kayıp ülkeler öykülerde, efsanelerde yer alır, kimi yerlerde doğrudan doğruya tufan anlatılır. Ancak efsaneler kendi başlarına yeterli değildir. Bunları destekleyecek bilimsel kanıtlar da gereklidir. Gerçi bu yazıyı yaklaşık on yıl önce yazdık ve bu arada bu yazıda bulunmayan çok ilginç yeni kanıtlar ortaya çıkmıştır. Vakit bulursak ileride bunları da ilave ederek revizyona tabi tutarız.

 

Platon Atlantis'te sıcak ve soğuk suların yerden fışkırdığını yazmıştı. Bu olay volkanik bölgelerde olduğu gibi, Atlantis dağlarının su üstünde kalmış tepeleri olduğu varsayılan Azor adalarında da görülür. Platon, Atlantis'te kırmızı ve siyah taşlardan duvarlar inşa edildiğini yazmıştı, halen bu renklerde volkanik taşlar Azor kıyılarında görülür. Ayrıca insanların dünyanın yassı olduğunu ve denizin (Atlas Okyanus) dünyanın sonundan boşluğa aktığı inanıldığı bir devirde, Amerika kıtasının keşfinden 2000 bin yıl önce, Platon açıkça Amerikan kıtalarının varlığını dile getiriyordu.

Platon Atlantis'in atların yurdu olduğunu ifade etmişti. Binlerce sene evvel atların ilk soylarının Amerika'da bulunduğunu ve sonradan bu kıtadan yok olup Asya'da varlığını sürdürdüğü bilinir. Ayrıca, Atlantis de fillerin bulunduğunu da yazmıştı. Çeşitli kızılderili medeniyetlerin kalıntılarında fil kabartma motifleri halen açıklanamamıştır.

 

Paleontologlar Amerika'da mamut kemikleri ilkel insanların yontma taş silahları ile birlikte bulmuşlardır. Ancak fillerin soyları, atlar gibi tufan sonrası bu kıtalardan silinmişti. Platon'un Atlantis öyküsünde tarif ettiği kabuğu sert meyve Hindistan cevizi olabilir, bu meyvede ancak adalarda yetişir.

 

Mısırlı rahip "Sonchis"in anlattığı gibi Greklerin atalarının Atlantis ile savaşmış olmaları belki de olanaksızdır. Greklerin Yunanistan'ı istila etmeleri M.Ö. 1900 yıllarına rastlar. Proto-Grek Pelasklar ise daha önceleri muhtemelen Kafkasya'dan Anadolu'ya ve Akdeniz kıyılarına göç etmişlerdi. Onlardan önceki yerliler konusunda fazla bir şey bilmiyoruz, ancak bunlar Sonchis'in anlattığı topluluklar olabilir. Ayrıca Sonchis'in anlattığı gibi Mısır'ın böyle bir felaketten sıyrılma olasılığı gözükmüyor. Tanrıça Athena'nın adı ise Neith'in anagramıdır (harflerin yer değiştirmesi ile çıkan farklı sözcük).

 

Platon'un öyküsü açısından diğer ilginç bir izlenim, Atlas Okyanus'un kıyılarında çok eski yerleşim ve uygarlık bölgeleri oluşudur. Kuzey Amerika'daki yapıtlara ve Peru'da Nazca yapıtlarına benzer esrarengiz yapıtları buralarda görmek mümkündür. Son zamanlarda yapılan bir araştırmaya göre, bu kıyılardaki megalit (büyük taş) yapıtlar, sanıldığından çok daha eskidir.

20-30 bin sene evvel oralarda yerleşmiş olan Aurignak adamı, taş devrin en güzel mağara resim örneklerini Fransa ve İspanya'da bırakmıştır. Kromanyon adam ölülerini yüzleri batıya çevrili gömerlerdi. Eski Mısırlıların "ölüler diyarı" Amenti, Batıda bulunmuyordu. Bu motif aynı şekilde bir çok Batı mitolojilerinde yerleşiktir. Batının ölüm diyarı olması güneşin battığı yer oluşundan mı? yoksa Atlantis felaketinin bir anısı mıdır?

 

Velikovsky'nin doğal felaketleri daha yakın bir tarihte saptaması, onun Eski Ahit'te İbrani peygamberlerin kitaplarını harfiyen doğrulaması çabasından kaynaklanıyor, bunun sebebi de, belki onun politik ilişkilerinden kaynaklanıyor (34). "Çarpışan Dünyalar" adlı kitabında (1950) Velikovsky Atlantis felaketinin aslında Girit adası yakınlarında Thera (Santorini) adasının, M.Ö. 1450 yıllarında bir volkanik patlamada havaya uçmasından kaynaklandığını iddia etmişti. Velikovsky'e göre Platon Atlantis tarihi için 9000 yıla bir sıfır fazla koymuştu, ve asıl zaman Solon'un Mısır ziyaretinden 900 yıl önceymiş. Thera adasında meydana gelen bu felaket beraberinde üzerinde yerleşmiş şehri yok etmişti. Bu patlama aşağıda anlatacağımız Krakatoa yanardağı patlamasından dört misli daha şiddetliydi. Onun meydana getirdiği felaket Minoan uygarlığının sonu olduğu düşünülüyor. Velikovsky "Ages in Chaos"(35) isminde kitabında Thera patlamasının Hz. Musa'nın İsrail oğullarını Mısır'dan çıkartmasıyla aynı zamanda rastladığını, ve Mısır'a gelen cezaların volkanik zincir patlamaların etkileri olduğunu inandırıcı bir şekilde kanıtlamaya çalışmıştı.

 

Thera-Atlantis tezi 1960 yılında Yunan Sezmolojist, Angelos Galanopoulos tarafından yeniden ortaya atıldı ve Platon'un öyküsü ve Thera olayı arasında 19 ortak nokta olduğu ortaya atıldı(36). Ancak bu ortak noktaların çoğu başkaları tarafından çürütüldü. Her şeyden önce, Platon Atlantis'in yerini açıkça belirti, Atlas Okyanus'da yer aldığını ve Atlantis'in evrensel bir tufan'da batan kıta büyüklüğünde bir ada olduğunu belirtiyordu. Şüphesiz rahip Sonchis'in belirttiği gibi birçok felaketler olmuştur, ancak bir tufan farklı çapta bir olaydır.

 

Belki de, Velikovsky'nin yazdığı en önemli eser "Sarsılan Dünya"dır (4. Bu eserde Velikovsky birçok bilimsel araştırmalara dayanarak, kanıtları bir bir inceleyen bir detektif gibi dünya geçmişindeki akıl almaz felaketleri saptamaya çalışmıştı. Onun üzerinde durduğu felaketler M.Ö. 776 ve M.Ö. 687 arasında, M. Ö. 1500 civarlarında ve M.Ö. 3200 yıllarındakilerdi. Ancak M.Ö. 10.000 civarlarındaki tufan ve ondan önceki genel felaketler konusunda ilginç veriler de toplamıştır. Velikovky'e göre Kuzey Kutup ve Gronland civarında bulunan mercan kayalık kalıntıları, Güney Kutup ve Gronland'ın buzları altında bulunan sıcak iklim bitki örtüleri, o yerlerin bir zamanlar tropik bölge olduklarını gösteriyor. Aynı şekilde Afrika ve Güney Amerika kıtalarında görülen geniş buzul izleri, ancak Dünya ekseninin yer değiştirmesi ile açıklanabilir. Böyle bir olay ancak astronomik / meteorolojik bir dış etkiden kaynaklanabilir. Velikovsky'e göre hemen hemen bütün önemli sıra dağları nispeten yakın devirlerde aniden oluştu. Çoğunda acı içinde çırpınan balıkların kalıntıları ile serpilmiştir. Zaten fosilleri oluşturan nedenler ancak felaket şartlarında olabilir. Normal şartlarda canlı artıkları eriyip yok olur.

 

Himalayalar ve Tibet bir zamanlar deniz altını oluştururken, aniden yükseldiği saptanmıştır. Aynı şekilde Amerika ve Afrika'da birçok yeni kara parçaları oluştu(37). Ayrıca Atlas Okyanus'un dibindeki sıra dağların üzerinde bulunan buzul izleri, bu dağların bir zaman deniz üstünde olduklarını işaret ediyor.

 

Dünyanın her tarafında bulunan toplu hayvan mezarlarına dikkat çeken Velikovsky. Bunların bir genel felakette sular tarafından sürüklenip, kayalar üzerinde parçalandıklarını, üzerlerine suların taşıdığı taşlar yığılıp, üst üstü gömüldüklerini kaydetmiştir. Binlerce parçalanmış hayvan cesetlerinin bir arada oluşunu başka türlü nasıl açıklarız? Bu tip toplu mezarlarda zaman zaman insan cesetlerinin de bulunması, bu felaketin oldukça yakın bir dönemde olduğunu gösterir. Peking yakınlarında Choukoutien'deki bir toplu hayvan mezarında yedi parçalanmış insan iskeleti bulunmuştur. Bunlar üç ayrı ırka aitti, Beyaz, Eskimo ve Melanesyalı. Bu toplu mezarlarda farkı coğrafi bölgelerin hayvanlarının bir arada oluşu, suların onları uzak bölgelerden sürüklediğini gösteriyor. Bu felakette sayısız hayvan türü yok olmuştur.

 

Paleontolojik bulgulara göre felaketten önce hayvan nüfusu oldukça kabarıkmış ve son buzul çağın sonunda (M.Ö. 10.000 sene) 40 milyon hayvanın ani bir ölüm gördükleri ileri sürülmüştür.

Böyle bir felaket olabilir mi? Her şeyden önce bilmemiz gerekir ki bizim yeryüzünde hayatımız sanıldığı kadar güvenli değildir. Tarih boyunca doğal afetler, önemli toplu ölümlere sebep olmuştur. Bir sene içersinde dünyada hemen hemen her ay olan bu afetlerde ölenlerin sayısı akıl durdurucudur. 1883'de Sumatra ve Java arasında Krakatoa adında ıssız bir adada bir yanardağ patladı. Bu patlama 2 bin mil ötede Avustralya'da insanları uykularından uyandırdı. Şok dalgaları dünyanın etrafında 7 kez döndü. Dev dalgalar köyleri sildi, gemileri kibrit çöpü gibi karaya oturttu. Dalgaları 4.500 mil uzaklara kadar ulaştı. Havaya 13 kübik mil lav püskürtüldü. Bunlar dünyanın etrafını kuşatarak gökyüzünü kararttı, aylardır dünya iklimi soğumuştu, çünkü bu tür volkanik bulutlar güneşten gelen ısıyı keser. Felakette 62.000 kişi öldü.

 

526 yılında Antakya'da 250.000 kişi, 1042 yılında Tebriz, İran'da 40.000 kişi, 1556'da Çin'de 830.000 kişi, 1908'de Messina, Sicilya'da 200.000 kişi, 1923 Tokyo civarlarında 200.000 kişi ve 1976'da Çin'de 700.000 kişi şiddetli depremlerle hayatlarını kayıp ettiler. Sellere gelince Çin'de 1887'de Huang Ho nehrin taşıması en az iki milyon insanın ölümüne yol açtı. Aynı nehrin 1931'de taşıması 4 milyon insanın ölümüne yol açtı (3.

 

Atlantoloji açısından, nispeten yakın zamanlarda iki ilginç felaket kayda değer. 1692 yılında Jamaika adası, bir korsan merkeziydi. Ani bir zelzelede limanı Porto Prince'in büyük kısmı 1.600 kişi ile birlikte denizin dibini boyladı. Dev dalgalar karaya oturdu. Halen deniz altında eski şehrin kalıntılarını bulmak mümkün. 1755 yılında, 1 Ekim azizler günü dini törenlerin ortasında, Portekiz'in başkenti ve liman şehri Lizbon büyük bir depremle neredeyse yerle bir olmuştu. Binlerce bina tamamen yıkıldı ve felaketten kaçan halkın üzerine 15 metre yükseklikte deniz dalgaları indi. Lizbon 1531 yılında da çok büyük bir depremle yerle bir olmuştu. Deprem aynı anda Avrupa'da, Karaipler de ve Kuzey Afrika'da duyuldu. Şiddetli deniz dalgaları Amsterdam limanında gemilerin iplerini kopardı. Donnelly felaketi şöyle anlatıyor, "Yer altından bir şimşek sesi geldi, hemen ardından şiddetli bir deprem şehrin büyük kısmını yerle bir etti. Altı dakikada 60.000 kişi can verdi. Korunmak için bir alay insan yeni mermer rıhtımın üzerinde toplandı. Ancak, o birdenbire üzerinde bütün insanlarla birlikte sulara gömüldü ve bir tek ölü beden su yüzüne çıkmadı. Ona yakın demirlenmiş bir çok insan dolu gemiler ve tekneler bir su girdabının içinde yutuldular. Tek bir tekne veya gemi parçası geri dönmedi.

 

Rıhtımın bulunduğu yer şu anda 600 fit (200 m) su altındadır. Depremin kapsadığı alan çok genişti. Humboldt derki Avrupa'dan dört misli büyük bir alan aynı anda sarsılmıştır. Baltik'ten Karaibler, Kanada'dan Cezayir'e kadar yer sarsılmıştır. Fas'ın bir kaç kilometre yakınlarında 10.000 kişilik bir köyü toprak açılarak yutmuştu. Büyük olasılıkla bu depremin kaynağı Atlas Okyanusunun ortasındaydı ve binlerce yıl önce Atlantis'in batmasına sebep olan felaketin yankısıydı." (39) (Bu dönemi incelerken, ister istemez Kuzey-Anadolu fay hattı ve devinimleri akla geliyor. 1752 yılında İzmit depremi olmuştur ve 1766 yılında büyük İstanbul depremi olmuştur. Unutmamak gerekir ki ondan 250 yıl önce 1509 yılında yeniden büyük bir İstanbul depremi olmuştur. Aynı şekilde 1531 de büyük Lizbon depremi olmuştu. Yukarıdaki yazıyı ele alırsak görürüz ki 250 yıl önce sadece Türkiye'de değil bütün dünyada büyük sarsıntılar olmuştur.

 

Joseph Goodavage Astroloji Uzay Çağı Bilimi kitabında şöyle yazıyor: "...Isaac Newton, tuhaf konularda araştırma yapmıştır, Hermes'i inceledi ve simya üzerinde geniş bir kütüphanesi vardı. Grek mitolojisi ilgisini çekmişti ve Grek tanrılarının kayıp ve unutulmuş bir uygarlığın gerçek kişileri olabileceğini belirtmişti. Newton teoloji ve kadim gizemcilik konusunda bir milyon kelimeden fazla ve diğer ezoterik konularda 500 bin den fazla kelime yazmıştı. İnsan tarihinde büyük değişikliklere yol açan 250 yıllık güçlü devinimlerden söz etmişti. Bu devinimleri hesaplarken Arap astrolojisindeki Arap noktaları esas olarak almıştı. Esasın bize cebri de veren Arapların matematikleri Newton'un zamanındaki matematikten çok üstündü. Onların matematik sistemleri Arap noktalarını da içermekteydi, ki menşei meçhuldür. Gariptir ki Spengler Tarih ve Devimler eserinde, Pluto gezegenin 248 yıllık yörüngesinin önemi vurgulamaktadır.

 

Pluto gezegenin perhelionu (güneşe en yakın dönüşü) devinimleri 250 yıllık aralıklarla oluşan psiko-kültürel değişiklikleri belirlemekte ve eş zamanlılık göstermektedir ... iki önemli araştırmacı Lamprecht ve Bradford, Sprengler'in fikirlerini desteklemektedir. Newton Pluto kadar uzak ve küçük bir gezegenin etkilerini önceden belirlemiş olabilir mi? (Pluto 1930 yıllında keşfedildi)." Kitabının ayrı bir bölümünde Goodavage şöyle yazıyor: "Felaketleri önceden tespit etmede bilimsel yöntemlerin araştırılmasında yüzde yüz güvenilir bir kurala göre: Büyük depremler her zaman güneş tutulmalarını takip eder ve çoğu zaman önemli gezegen kavuşumları ile birlikte olurlar.... Astrolojik kehanetlerin birinde Newton, İngiltere'den oluşan en ilginç doğal olaylar dizisini önceden bildirdi. Ölümünden 23 yıl sonra 1750'nin ilk üç ayında Aurora Borealis'in (Kuzey Işıkları) göklerde ani ve şaşırtıcı bir gösterisi ile başlayacaktı. Kehanetine göre Kuzey Işıkları yıkıcı rüzgarlarla birlikte gelen büyük fırtınalar takip edecekti... sonra büyük bir deprem dalgası Londra'da büyük hasar ve can kaybına yol açacak... Neredeyse çeyrek yüzyıl sonra ... Kuzey Işıkları İngiliz toprakları üzerinde parladılar. Ondan sonra saatte 100 millik öldürücü rüzgarlar geldi. Korkunç bir deprem salgını ... çığlık atan Londralıları canlı canlı evleri ve yataklarında gömdü.")

 

Okyanusya civarlarında 1780 yılında keşfedilen Falcon adası, 1894'de denizin dibine çökerek yok oldu. Tomas'a göre "Cook adaları arasında Tuanaki son asırın ikinci yarısında 13.000 yerlisi ile Büyük Okyanus'ta battı. Bir sabah balıkçılar sandalları ile denize açıldılar, döndükleri vakit adaları yoktu." 1819 yılında İndus nehrinin ağzında, depremler eşliğinde büyük bir yer parçası suların altına gömüldü. Suların üstünde sadece evlerin tepeleri, oranın bir zamanlar kara parçası olduğunu gösteriyordu.

 

Atlas Okyanus'u bir çok volkanik hareketlerin sık sık yer aldığı bir yerdir. 1957'de yanar dağlar eşliğinde yeni bir ada Azorların yakınlarında ortaya çıktı. Azor adalarının dağları volkaniktir. İslanda'da faaliyette yanardağlar hemen hemen eksiksizdir. Yeryüzünde toprağın aşağı veya yukarı hareket etmesi doğal ve hemen hemen her yerde görülür. Fransa her sene 3 milimetre batıyor, Hindistan da Ganj nehri ve Himalayalar arasında yer, her sene 18.1 milimetre yükseliyor, Güney Amerika'da Ant dağlarının Amerikan'nın keşfinden itibaren 60.100 metre yükseldiği saptandı (40). Türkiye'nin kıyılarında kaç tane su altı şehri vardır? Toprak, su seviyesinin altına indiğinde, hemen su örter. Ege Deniz'inde Thera-Santorini adası M.Ö. 1500 sene önce patladığı zaman yeraltında boşalan tonlarca magma yüzünden ada çökmüştü. Kısmen sulara gömüldü. Atlantis için aynı şey olduğunu düşünenler var.

 

Otto Muck'a göre büyük bir gök taşının Atlantis civarlarında düşmesi ile yüzlerce yanardağ patlamış ve ardından adanın altında oluşan boşluğun çökmesi adanın batmasına sebep olmuştu, çarpışmanın verdiği hareketle denizler karaya inmişti ve dünyanın dört bir yanında tufan olmuştu.(40a)

1988'de San Fransisco'da bir toplantıda bir araya gelen Amerikan Jeofizik Birliğinde Rochester Üniversitesi Jeolog'u Asish Basu, günümüzde bilim çevrelerce en çok konuşulan tezlerden birini ortaya attı. Bu teze göre 66 milyon sene önce bir asteroid Hint Okyanusuna düşmüştü, çarpışma neticesi zincirleme yanardağ patlamaları olmuştu. Yüz binlerce sene süren bu patlamaların ardından, yarattıkları bulut perdeleri dünya ısısını düşürmüştü ve bir buzul çağ başlamıştı. Neticede dinozorların nesli tükenmişti. Hindistan'da bulunan bir kuvars taşının yoğunluğu, ancak böyle bir çarpışmanın eseri olabilirdi. Newsweek'e göre, "Bazı paleontologlar halen hem asteroid tezini, hem de yanardağ tezini inkar ediyorlar, onlara göre yavaş iklim değişiklikleri dinozorların neslinin tükenmesine neden verebilir. Ancak yakın zamanlarda asteroid tezini savunanlar artmaya başladı. Onların iddiaları yeryüzünde bulunan bazı asteroid kraterleri ile güç kazanmıştır...gökbilimciler yörüngeleri dünyaya yakın kesişen 1000 asteroid olduğunu söylüyorlar (41).

 

Yukarda aktarılan olayın benzeri, Otto Muck tarafından yıllar önce Atlantis konusunda ortaya atılması oldukça anlamlıdır. Şimdi yaşlı Mısırlı rahibin Solon'a anlattıklarına dönelim. Kritias 22c'de Phaethon (fayton) öyküsünün aslında bir gök cisminin yeryüzüne düşerek büyük bir felakete sebep vermesi anlamında olduğunu belirtir. Bu da, kadimlerin ağzından bize, mitolojik öykülerinin nasıl mecazi anlamda tarihi ve bilimsel olayları örttüğünü gösterir. Rahip ayrıca yeryüzünde bir çok felaket olduğunu, insanların birçok kere yok olduklarını yazar. Kısacası Atlantis'i meydana getiren sel tufanından önce başka genel kıyametler ve tufanların olduğunu açıklıyor.

 

Yeryüzü sürekli bir göktaşı, meteor yağmuru altındadır. Bir günde ortalama 200 milyon göktaşı yağmaktadır. Bunlardan sadece bir milyonu bir yıldız kayması görüntüsü yaratabilecek büyüklükte. Hemen hemen hepsi atmosferde sürtünmeyle yanıp kül oluyor. Ancak, zaman zaman bir göktaşı yere düşmektedir, hatta insanların ve evlerin üzerine düştüğü olmuştur. Hitit Kralı 2. Mursilis kayıtlarında rakibi Efes kralının üzerine gök tanrısı Teşup'un bir göktaşı düşürtüp öldürdüğünü yazmıştı.

 

M.Ö. 467'de Efes'e düşen bir at arabası büyüklüğündeki göktaşı sonradan heykeltıraşçılar tarafından tanrıça Artemis'in şekline getirildi. Aztek mabetleri de göktaşların düştüğü yerler etrafında inşa edilirdi. Mekke'de Kabe'nin üzerindeki kara taşın bir göktaşı olduğuna inanılır. Bütün bunlara rağmen Aristoteles göktaşlarını inkar ediyordu. 1790'da Güney Batı Fransa'ya bir meteor yağmuru yağdı. Buna rağmen Fransız Akademisi göktaşları getirenleri küstahça kovuyordu ve bu olayı, "fiziksel olarak imkansız" olarak değerlendiriyordu. Ancak, 1820'de onların varlığı kesin olarak kanıtlandı (42). Ayrıca, Milattan önceki devirlerde dünyaya daha fazla meteor yağdığı tespit edildi. Güneş sisteminde serseri mayın gibi dolaşan bu parçacıklar düştükçe azaldığı sanılmaktadır.

 

Aya yapılan ilk teleskop gözlemleri, yüzeyinin binlerce kraterle delik deşik olduğunu gösterdi. Son bulgulara göre bütün yakın gezegenlerinde aynı izler görülüyor. Bu ışık altında şüphesiz dünyamızı farklı bir şekilde yorumlamamız gerekir. 1939 yıllında yapılan kazılar Arizona kraterinin sönmüş bir yanardağın ağzı değil, fakat dev bir meteor, daha doğrusu bir asteroid'un çarpışması ile meydana geldiğini kanıtladı. Varılan neticeye göre 20 bin sene önce kuzeyden saniyede birkaç kilometre hızla, bir ve iki milyon ton ağırlığı arasında bir gök cismi yerle çarpışarak 300 kilometre çapında bir alanda bütün canlıları yok etmişti ve yeri taşı delerek bir kilometreden fazla derinliğe gömülmüştü. Teksas’ta Odessa grup kraterlerin aynı zamanda meydana geldiği sanılıyor. O halde ya gök cismi atmosfere inerken parçalanarak bir kaç göktaşı oluşturdu, ya da grup halinde dünyanın yörüngesine indiler. Bunların yeryüzüne tesirleri felaket türünden olmaları gerekir (43).

 

Asteroidler, ilkin 1802'de keşfedilen, Mars ve Jüpiter arasında bir yörüngeye yerleşmiş olan milyonlarca taş ve metal parçalarıdır. Onların patlamış bir gezegenin parçaları olabileceği düşünülmektedir. Asteroidlerin bazıları oldukça büyük ve yörüngeleri eksantrik olduğundan dünya ile çarpışma olasılıkları zaman zaman oluyor. Aslında dünyanın geçmişinde asteroidlerle bir değil, birkaç kez çarpış olması güçlü bir olasılıktır. Hatta bu durumda, çarpmaması bir mucize olur. Yeryüzünde bütün asteroid kraterleri, Arizona krateri kadar belirgin değildir. Bazıları su ile dolup göl oldular, bazıların arazinin kumlu olmasından dolayı izleri silindi. Unutmamak gerekir ki yeryüzünün yüzde 70.8'I denizlerle kaplıdır. Deniz dibinde mutlaka kraterler vardır. Atlantolog Egerton Sykes'a göre Atlantis'i batıran meteor yağmuru Karaib taraflarında düşmüştü. Oralarda bazı meteor kraterleri bulmak mümkün. Belki yakında bu konudaki bulgular Atlantis öyküsünü aydınlatır.

 

11,000 sene önce böyle bir felaketin olduğuna konusunda izleri ve kanıtlar vardır. Bilindiği gibi, son buzul çağın sonu 10,000 sene önceydi. O zamanlardan önce bütün Kuzey Avrupa kalın bir buz örtüsü altındaydı. Dünya su miktarının büyük kısmı buz halinde kara üzerinde oturduğu için su seviyesi daha düşüktü. Deniz coğrafyası buluntularına göre Atlas okyanusuna boşalan nehirlerin izleri deniz diplerine kadar devam ediyor ve bir zamanlar su altında olan kıyıların şu anda deniz altında olduğunu gösteriyor. Amerikan Jeoloji Cemiyetinin 1936 yılında yayınladığı bir bildiriye göre Atlas Okyanusun'da deniz seviyesi tertiary çağından günümüze dek iki buçuk kilometre kadar inme ve yükselme göstermişti (44). Bazı jeologlar ve deniz coğrafyacıları bir zamanlar Atlas Okyanusun'da bir kıta olduğunu kabul ediyorlar, ancak onun Platon'un verdiği tarihten önceki bir devirde bulunduğu konusunda karar vermeyi tercih ediyorlar.

 

R. F. Walworth ve G. W. Sjostrom'e göre son buzul çağında su seviyesinin düşük olması Atlantis'in varlığı için yeterli bir sebeptir (45). Bu iki araştırmacıların geniş bir araştırmaya dayanan tezlerine göre periyodik gelen zincir volkanik patlamaları dünyanın geçmişinde uzun buzul çağlar yaratmıştır. Bazı jeolojik izlere göre buzlar bütün kıtaları kaplamıştır, su seviyeler inip yükselmiştir. Halen güncelliğini kazanan ve Donelly tarafından ortaya atılan bir teze göre, Atlantis'in batması ile daha önce onun yüksek dağları tarafından engellenen sıcak Gulf Stream akıntısı Kuzey Avrupa'ya ulaşarak buzların erimesine yol açmıştı. Halen yolunda devam eden bu sıcak hava akımı Avrupa'nın ısısını bulunduğu enleme rağmen ılımlı tutmaktadır. Oysa, aynı enlemde bulunan Rusya'daki şehirler çok daha soğuk iklimlere sahiptir.

 

Kuzey Sibirya'da buzlar altında on binlerce donmuş mamut cesetleri vardır. Geçen asır sonlarında bu mamutlar'dan en az 20.000 çok iyi durumda fil dişi çıkartılarak piyasaya sürüldüğü kaydedildi. Bu mamutların toplu bir felakete kurban oldukları ortadadır. Ani bir donmadan ölen bu mamutlardan bazıların ağızlarında halen yemekte oldukları otlar bulunduğu görülmüştür. Karbon 14 testler onlar yaklaşık 12,000 sene evvel öldüklerini gösteriyor. Profesör Frank C. Hibben'e göre son buz çağın sonuna gelen bu devrede sadece Kuzey Amerika'da 40 milyon hayvan ölmüştü. Amerika'da Niagara şelalelerin 12.500 yıl evvel meydana geldiği hesaplanmıştır. Cordilleras dağlar yaklaşık 10,000 sene evvel meydana geldiler. karbon 14 testlere göre şu anda Bermuda civarlarında deniz altında olan geniş bir bölgede 11,000 sene önce sedir ormanları vardı. Aynı şekilde İngiltere’ye yakın Kuzey Denizi, İrlanda ve Gronland yakınlarında deniz diplerinde binlerce sene önce denizin dibini boylamış ormanlar görülür. Unutmamalı ki karbon 14 testlerinde çıkan neticelerde biraz kayma olabiliyor, onun için bütün bu olaylar aynı anda meydana gelmiş olabilir, ancak olayların çoğu Atlantis'in batış tarihine uyuyor (46).

 

Tomas şöyle yazıyor, "And sıra dağlarının nispeten yakın, insanların gemiler kullandıkları bir dönemde aniden yükselmiş olması gerekir. Eğer bunu reddedersek, Büyük Okyanus'tan 300 kilometre uzaklıkta ve 3800 metre yükseklikte Titicaca gölünde bir deniz limanın bulunmasının açıklanması olanaksız olur. Rıhtımlarda gemi halatlarının halkaları o kadar büyük ki onlar sadece deniz aşırı gemiler için kullanılabilirdi. Bu Ant dağlarındaki limanda halen deniz yosunu kalıntıları bulmak mümkündür. Bir çok yükselmiş kumsal sahil şeridi de var. Titicaca gölünün güney kısmı halen tuzludur."

 

Atlas Okyanusunun ortalarında Platon'un işaret ettiği yerde deniz altında nispeten sığ olan geniş bir arazi vardır. Bunun adı Orta Atlantik Çıkıntısı (Mid-Atlantic Ridge) dir. Bazı Atlanatologlar, onu batmış kıtanın kalıntıları olarak kabul ederler. 1949 yılında Colombia Universiteden Professör M. Ewing bu düzeyde yaptığı araştırmalarda 4 ile 5.5 kilometre arasında deniz dibinde bir kumsal sahil şeridi bulundu. Kum ancak atmosfer şartlarında erozyonla meydana gelir, su altında oluşması mümkün olmadığına göre bu plajın battığı kaçınılmaz (47). Atlas Okyanusunun dibinde geniş alanların lavla kaplı olduğu görüldü. Fransız jeolog Pierre Termier'e göre su altından alınan lav örnekleri cam basalt lav türündedir ve ancak su dışındaki atmosferik basınç altında katılaşabilmektedir. Eğer su altında katılaşsaydı kristal halini alırdı. Ayrıca Termier bu lavların katılaşmalarından kısa süre sonra suya girdiğini tespit etti. Bu lavların 15,000 sene içinde suda çözülmeleri gerektiğini belirilerek, onların Platon'un öyküsüne kuvvetli bir kanıt olduğu kaydediliyor (4.

 

Edgar Cayce okumalarında Atlantis'in yakınlarda tekrar yükseleceğini söylemişti. İlkin 1968 Karaipler’de Bimini adası yakınlarında bir Atlantis mabedinin ortaya çıkacağını söylemişti. 1968 yılında, bu kehaneti incelemek üzere Edgar Cayce Vakıfı (A.R.E.) Bimini civarlarında bir uçakla keşif gezisi düzenledi. Neticede su altında bir megalit (büyük taş) duvar veya yol bulundu. O zamandan beri Bimini yolu arkeolojik incelemelere tabi tutuldu. Yakınlarında yivli mermer bir sütün parçası ve harç ile sıvanmış bir kiremit parçası bulundu. Bimini yolunun insan işi olduğu şüphesiz, bir gözlemcinin dediği gibi, "Doğa kare şeklinde taş yaratmaz, ve taşları da sıra halinde dizmez". Deniz seviyesinin son buzul çağında yükselmesini göze alarak burasının en az 8 bin yıl önce deniz seviyesinin üstünde olduğu hesaplanmıştır.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

http://img227.imageshack.us/img227/7002/adszkv3.th.png

http://img402.imageshack.us/img402/5522/sadjd0.th.png

 

MU UYGARLIĞI VE NAACALLER

 

Batık Mu kıtası ve Mu uygarlığı hakkındaki bilgilerin çok büyük bir bölümü, 19. yüzyılda yaşamış olan İngiliz araştırmacı James Churchward'ın incelemeleri neticesinde gün yüzüne çıkmıştır. İngiliz silahlı kuvvetlerinde albay olan Churchward, 1880'li yıllarda Hindistan ve Tibet'te görevle bulunduğu sıralarda bu kıta hakındaki ilk bilgilen edinmiş, emekliliğinden sonra da Orta Amerika'da araştırmalarını tamamlayarak bu batık uygarlık hakkında beş eser yazmıştır.

 

Churcward'ın kaynakları, Batı Tibet'te bir mabette, bu mabedin başrahibi tarafından kendisine verilen "Naacal Tabletleri" ile, Amerikalı Jeolog William Niven'in 1921-23 yılları arasında Meksika'da ortaya çıkardığı tabletler olmuştur. (1)

 

Bilim dünyası, gerek Churchward'ın ortaya çıkardığı Mu uygarlığının, gerekse bir diğer batık kıta olan Atlantis'in varlıklarını kuşkuyla karşılamaktadır. Ancak yine bilim dünyası, bu iki kıtanın battığı öne sürülen tarih olan 12 bin yıl önce dünyada büyük bir jeolojik olayın yaşandığını onaylamaktadır. Kaldı ki, dünyanın hemen her yerindeki kavim ve milletlerin tufan efsaneleri de, büyük bir felaketin yaşandığını doğrulamaktadır ve bilim dünyası ister kabul etsin, ister etmesin, Mısır, Maya kalıntıları, Paskalya adası uygarlığı gibi bugün nasıl ortaya çıktıkları izah edilemeyen birçok eser bu batık kıta uygarlıklarının varlığı ile mantıklı izahlara kavuşabilmektedir.

 

Evrim kuramları ve genel bulgulara göre, günümüzden 200 ile 500 bin yıl önce iki ayağı üzerinde dik olarak durabilen "Homo Erectus" yerini, düşünebilen insan "Homo Sapiens"e bırakmıştır. Homo Sapiens'in ortaya çıkış tarihini 200 bin yıl önce olarak kabul etsek dahi, o günden bu güne kadar insanoğlunun sadece günümüz uygarlığını yaratmış olduğunu düşünmek, insanlık adına büyük bir bencilliktir. 200 bin yıl önce dünyaya gelen ve uzmanlarca beyin ağırlığı ve düşünme kapasitesi günümüz insanı ile aynı olarak kabul edilen Homo Sapiens, ne olmuştur da, 194 bin yıl bekledikten sonra, günümüzden 6 bin yıl önce birden bire dev adımlar atmaya karar vermiştir? Nitekim, günümüz bilim çevreleri, tekerleğin ve yazının ancak M.Ö. 4 binlerde bulunduğunu öne sürmektedir.

 

Ancak, dünyanın geçirdiği tufan felaketi nedeniyle çok az belge ve bulgunun kalmış olmasına rağmen, bu belge ve bulgular, insanoğlunun dünya üzerindeki uzun geçmişinde, günümüz uygarlığının dışında en az bir büyük uygarlık daha yaratmış olduğunu ve hatta bugünkü uygarlığın temellerinin de bu eski uygarlıkta atıldığını ortaya koymaktadır.

 

James Churchward 1883'de, Batı Tibet'te bir manastırda bu belgelerin en önemlilerini gün yüzüne çıkarttı. Tibet'te görevli olarak bulunan Churchward, eski dinlerin kökenleri hakkındaki araştırmaları doğrultusunda Tibet'teki manastırları dolaşırken, yolu Batı Tibet'te bir manastıra düştü. Bu manastırın, "Büyük Rahipler Kardeşliğinin" önde gelen üyelerinden olan baş rahibi Rishi, Churchward'a, günümüzden 15 bin yıl önce yazılmış "Naacal Tabletleri"ni gösterdi.(2)

 

Rishi'nin Churchward'a, binlerce yıldır sır olarak saklanan tabletleri niçin gösterdiği bilinmiyor. Ancak, kendisi de bir inisiye olan Rishi'nin, başka kanallardan da olsa Ezoterik doktrini bünyesinde yaşatan bir diğer kardeşlik örgütüne, Masonluğa üye olan Churchward'ı kendisine yakın bulduğu ve bazı sırların batı dünyasına açıklanması zamanının geldiğine inandığı tahmin ediliyor.

 

Rishi, bu düşüncelerle Churchward'a iki yıl boyunca üstadlık yaptı ve sadece büyük rahiplerin bildiği, Naacal Tabletlerinin yazıldığı ölü dili kendisine öğretti.(3)

 

Naacal dilini öğrenen ve tabletleri inceleyen Churchward, bu tabletlerin ışığı doğrultusunda batık kıta Mu ve uygarlığının izlerine rastlamak umuduyla 50 yıl süren araştırma gezilerine başladı.

 

Pasifik okyanusundaki hemen bütün adalarda, Sibirya ve Orta Asya'da, Avusturalya'da, Mısır'da incelemeler yapan Churchward'a yeni nur kaynağı Meksika'da parladı. Amerikalı Jeolog William Niven, 1921-23 yılları arasında Meksika'da yaptığı kazılarda, 11.500-12.000 yıl önce yazıldıkları saptanan 2600 dolayında tablet buldu (4). Bu tabletlerdeki yazılar ne Niven tarafından, ne de tabletler üzerinde uzun bir inceleme yapan Carnegie Enstitüsü uzmanlarından Dr. Morley tarafından okunamadı. Tabletlerin varlığını duyan Churchward Meksika'ya gitti ve Tibet'te öğrenmiş olduğu Naacal diliyle yazılı olduklarını ispatladığı Meksika tabletlerini çözmeyi başardı. Tibet tabletlerinde eksik kalan bilgilerini Meksika tabletleri ile tamamlayan Churchward, batık uygarlık Mu hakkında büyük yankılar getiren eserlerini yazdı (5).

 

Churchward ve Niven'in bulguları, Mu kıtasının bugünkü Pasifik okyanusunun oldukça büyük bir bölümünü kapladığını, Hawaii, Haiti, Fiji, Paskalya adaları ile diğer Polonezya adalarının bu batık kıtadan artakalan parçalar olduklarını ortaya koydu. Danimarkalı araştırmacı ve yazar Eric Von Daniken de, birbirlerinden binlerce kilometre uzakta olan bu adalar kültürlerinin şaşılacak derecede benzediğine işaret ediyor. (6)

 

Churchward'a göre Mu kıtası, doğudan batıya 8 bin kilometre, kuzeyden güneye de 5 bin kilometre uzunluğunda dev bir ada kıtaydı. Naacal tabletleri bu kıtanın, uygarlığın beşiği olduğunu öne sürmektedir. Yaklaşık 70.000 yıllık bir uygarlık geçmişine sahip olan Mu, zaman içerisinde tüm dünyada birçok koloniler ve büyük imparatorluklar oluşturmuştur (7).

 

Mu uygalığının kolonileştirdiği ve daha sonra bağımsızlaşarak birer imparatorluğa dönüşen en önemli iki devlet, Atlantis ve Uygur İmparatorluklarıdır (8). Ayrıca, bugün Antik Mısır, Çin, Hint ve Maya uygarlıkları diye bilinen uygarlıkların kökeninde de Mu uygarlığı yatmaktadır.

 

Mu uygarlığının ne zaman başladığı bilinmiyor. Naacal Tabletleri ve Meksika'da bulunanlar bu konuda aydınlatıcı olamadı. Ancak tabletler, Mu'nun kolonileşme ve uygarlığının temelini oluşturan dinini yayma aşamasına 70 bin yıl önce geçtiğini gösteriyorlar.

 

15 bin yaşında oldukları belirlenen Naacal Tabletleri evrenin başlangıcı ve ortaya çıkışı konusunda ayrıntılı öngörüler kapsamakta. Bu tabletlere göre, evrenin başlangıcında sadece ruh vardı. Daha sonra bu ruhtan, bir kaosun hakim olduğu uzay var oldu. Zamanla kaos yerini giderek düzene bırakmaya başladı ve uzaydaki şekilsiz ve dağınık gazlar biraraya geldi. Bu gazlar güneş sistemlerini ve gezegenleri oluşturmak için katılaştı. Katılaşma sırasında önce hava, sonra su oluştu. Sular dünyayı kapladı. Güneş ışıkları havayı ve suyu ısıttı. Bu ışıklar ve toprak altındaki ateş, üzerinde su bulunan toprakları yükseltti ve bunlar açık toprak oldu. Güneş ışıkları suyun içinde ve balçıkta kozmik hayat yumurtalarını (Rna-Dna) oluşturdu. İlk hayat sudan çıktı ve tüm yeryüzüne yayıldı.

 

Günümüzde geçerli evren ve yaşamın oluşumu teorilerine bu denli benzerlik tesadüf olamaz. Zaten, en az 70 bin yaşında olan bir uygarlıktan daha farklı bilgiler ummak da saçmalık olur. Mu uygarlığının ulaştığı seviyeyi gösterme açısından bir başka kaynaktan yararlanalım. Günümüzden 3 bin yıl önce yazılmış Mahabharata'da, uzak geçmişte insanoğlunun kullandığı bir silah tarif ediliyor: "Dumansız bir ateşin ışıltısına sahip olan ve alevler saçan bir mermi atıldı. Birden heryer karanlığa gömüldü. Daha sonra, gözleri kör eden bir ışık ve kulakları sağır eden bir gürültü çıktı. Ardından meydana gelen büyük ısıda sular buharlaştı. Filler, atlar, insanlar bir anda kavruldu. Ağaçlar tamamen yandı. Heryer yeniden aydınlandığında koca ordudan geriye sadece bir avuç kül kalmıştı"...

 

Bu efsane, atalarımızın ulaştığı uygarlık düzeyinin yanısıra, onların dünyasının da bugün olduğu gibi, barıştan yana pek nasibini almadığını gösteriyor.

 

Mahabharata efsanesi ve Sodom ve Gomora'nın yokoluşu gibi diğer bazı efsaneler, Atlantis ve Mu kıtalarının batışı teorilerinden birisini destekler niteliktedir. Ancak bu konuya daha sonra değinileceği için şimdi, Mu uygarlığının yönetiliş biçimine ve bunun aracı olan ilk tek Tanrılı dine, "Mu Dini"ne göz atalım.

 

Mu uygarlığı bir imparatorluktu ve imparatorların unvanı, güneşin oğlu da denilen "Ra Mu" idi. Mu imparatorluğunun bir diğer adı da "Güneş İmparatorluğu"ydu. Mu dilinde "Ra" kelimesi, güneş anlamına geliyordu. Mu'nun kolonisi olan Mısır'da da güneş tanrıya "Ra" adı verilmiştir. Ayrıca, kökleri Mu uygarlığına kadar uzandığı sanılan Japonya'da da imparatorun unvanı "Güneşin Oğlu" dur. Bunun yansıra eski Maya ve İnka uygarlıklarında da krallar aynı unvanı kullanmışlardır.

 

İmparatorun altında, hem bilim adamı hem de rahip olan "Naacaller" bulunuyordu ve bunlar yönetici sınıfı teşkil ediyordu. (9) "Kutsal Sırlar Kardeşliğinin üyesi olan Naacaller'in tüm dünyaya yaymış oldukları "Mu Dini", belki de insanlığın tanıdığı ilk tek Tanrılı dindi. Naacaller bu dini, sıradan insanlara, anavatan ve koloniler halklarına anlatırken, anlaşılması daha kolay olan semboller dilini kullanmayı tercih ediyorlardı. Bu sembollerin Ezoterik anlamlarını sadece inisiye edilmiş kardeşler ve imparator Ra-Mu bilmekteydi.

 

Naacaller'in sembolleri daha çok geometrik şekilleri kapsıyordu. Naacal öğretisi, evrenin ortaya çıkışında en önemli görevin Tanrının geometri ve mimarlık vasıflarına düştüğünü öngörmekteydi. Mu dinine göre Tanrı o kadar kutsal bir varlıktı ki, doğrudan ağıza alınamazdı. Bir sembol vasıtasıyla ifade edilmezse, sıradan insanlar tarafından idrak edilemezdi. İşte bu Yüce Varlığın sembolü, Güneş yani "Ra" idi (10). Tanrının güneş olduğu iddiasındaki tüm saptırılmış iddiaların ve güneş kültü diye nitelendirilen inanışların kökeninde yatan olgu budur.

 

Naacal öğretisinde Güneş doğrudan Tanrı değil, onun birliğinin ve tekliğinin kitleler tarafından daha iyi anlaşılması için seçilmiş olan bir semboldü. Sembollerin kullanılmasındaki bir diğer amaç da, belirli ifade tarzlarının kalıplaşmasını önlemek ve gelişmeler doğrultusunda sembollere yeni anlamlar yükleyerek, dinin bağnazlıktan ve doğmalardan kurtulmasını sağlamaktı. Ancak, uygarlık çöküp, ana kaynak yok olunca, zaman içinde "bu sembollerin kendileri putlaştı ve çok tanrılı dinlerin doğmasına neden oldu.

 

Semboller vasıtasıyla tek Tanrıya tapınımı öğreten dinin büyük rahibi, dolayısıyla kutsal kardeşlik örgütünün de başı, Ra Mu'nun kendisiydi. Ancak imparatorun hiçbir Tanrısal kişiliği yoktu ve sadece konumu nedeniyle, sembolik olarak "Güneşin Oğlu" unvanını taşıyordu.

 

Naacal kardeşlerinin, öğretilerini yaydıkları ve yeni üyeleri inisiye ettikleri mabetler, kıtanın her yerine ve kolonilere dağılmış vaziyetteydi. Dev blok taşlardan yapılan bu mabetlerin damları yoktu ve bunlara "şeffaf mabetler" deniliyordu. Güneş ışıklarının inisiyeler üzerine doğrudan ulaşması için mabetlere dam yapılmıyordu. Bu da bir tür semboldü ve Ezoterik anlamı, Tanrı ile insan arasında hiçbir engel olamayacağı şeklindeydi. Günümüz Masonluğunda da aynı sembol kullanılmakta ve Mason mabetlerinin tavanları, sanki üstü acıkmış gibi, gökyüzünü sembolize eder biçimde düzenlenmektedir.

 

Bu diyagramda, tam merkezde bulunan daire Güneşin, "Ra"nın, yani tek Tanrının kollektif simgesidir. Üçgen içindeki daire, tanrının gözünün daima insanların üzerinde olduğunun, içice geçmiş iki üçgen, iyiliğin ve kötülüğün birarada bulunduğunun simgesidir. Bu üçgenlerden yukarı dönük olanı iyiye, yani Tanrıya ulaşmayı, aşağı bakanı ise yeniden doğuş yasası uyarınca geriye dönüşü remzeder. Her ikisinin birarada oluşturduğu altı köşeli yıldız, adaletin sembolüdür. Ayrıca bu yıldızın herbir ucu bir fazileti remzeder ve insan ancak bu faziletlere sahip olunca Tanrıya ulaşabilecektir. Altı köşeli yıldızın dışındaki çember, dünyadan başka alemlerin de bulunduğunu, bunun dışındaki 12 fisto ise, insanın uzak durması gereken 12 kötü eğilimi simgeler. İnsan ruhu, diğer alemlere geçmeden önce, bu 12 dünyasal kötü eğilimden kurtulmak zorundadır.

 

Aşağı doğru inen sekiz şeritli yol ise, ruhun Tanrıya ulaşması için tırmanması gereken aşamaların ifadesidir. Ruh, en alt kademeden, cansız varlıktan mükemmele, yani Kamil İnsan'a ulaşmak zorundadır.

 

Naacal mabetlerinde ay, bir sembol olarak güneşin hemen yanında yer alır. Hem baba, hem ana olan Tanrının eril sembolü güneş ise, dişil sembolü de ay'dır. Kozmik diyagram üzerinde de görüleceği gibi üçgenin ve üç sayısının Naacal öğretisindeki yeri büyüktür. Üç sayısına verilen önem Mu kıtasının kendisinden kaynaklanmaktadır. Mu kıtası üç parçadan oluşmuş, ve aralarında dar boğazların bulunduğu adalar topluluğudur (12). Bu nedenle üçgen, hem Mu kıtasını, hem de, Tanrının eril ve dişil yönleri ile onlardan sudur eden İlahi Kelamı, yani evreni simgeler. Üçgen içindeki göz, ana kaynağın, yani Tanrının, varlığını insan üzerinde daima hissettirdiğini, bir biçimde onu gözlediğini remzeder. Bu sembol, Osiris ile önce Atlantis'e buradan Hermes ile Mısır'a, Mısır'dan Pisagor ile Yunanistan'a ve nihayet günümüzde Masonluğa kadar ulaşmıştır.

 

Birçok sembol gibi, Ezoterik Sırlar Öğretisinin üyelerini kabul ettiği inisiasyon törenlerinin kökeni de, Mu Naacal okulundadır. Değişik örgütlenmeler vasıtasıyla günümüze kadar ulaşmış bu inisiasyon töreninde aday, uzun bir hazırlık ve soruşturma döneminden sonra, layık görülmesi halinde kardeşliğe kabul edilirdi. Naacal kardeşlik örgütüne üyelerin seçilerek alındıkları dışında, kabul töreni ile ilgili herhangi bir bilgi bulunmamakta. Ancak, Naacal kardeşliğinin son durağı olarak da kabul edilebilecek Mısır'ın Hermetik kardeşliğine kabul töreninin Naacaller'in uyguladıkları törenden daha farklı olduğunu varsaymak için hiçbir neden yok. Bu törenin ayrıntılarına Mısır uygarlığını incelerken dönüleceği için, şimdi Naacal öğretisinin diğer kavramlarına geri dönelim. Mu dininin dört temel kavramı vardır:

 

1- Tanrı tektir. Herşey ondan varolmuştur ve ona dönecektir.

2- Ruh ile beden birbirinden ayrıdır. Beden ölür ve ayrışırken ruh ölmez.

3- Ruh, mükemmeliğe ulaşmak için değişik bedenlerde yeniden doğar.

4- Mükemmeliğe ulaşan ruh Tanrıya döner ve onunla birleşir. (13)

 

Naacal öğretisine göre, Tanrı, sevginin ta kendisidir ve tüm evreni de sevgi üzerine kurmuştur. Ancak bu evrensel sevgiyi kavrayabilecek vasıfta olan ruhlar ona geri dönebilecek yeterliliktedir. Bu vasıflara sahip bir insan olabilmek ancak Naacal kardeşi olmakla ve" kardeşlerin de öğretiyi derece derece sindirmeleri ile mümkündür. Naacaller, yalnızca üstad rahiplerin bu aşamaya ulaşabileceklerini kabul ederler.

 

Naacal öğretisinin bir diğer temel dayanağı, Tanrısal Nurdan çıkmış olan dört temel gücün kainatı kaosdan düzene geçirmiş oldukları teorisidir. Tanrının kendi asli nitelikleri olarak kabul edilen bu dört temel güç, "dört büyük inşaatçı", "dört büyük mimar", "dört büyük geometri üstadı" olarak adlandırılır. Bu dört temel eleman, ateş, yel, su ve toprak'dır (14).

 

Semavi dinlerin doğuşu ile bu dört temel eleman, "dört baş melek" olarak adlandırılmışlardır. Naacaller bu dört temel gücü gamalı haç ile sembolize etmişlerdir. Jeolog Niven'in bulduğu tabletler üzerinde rastlanan bu haçlardan, kollarının dördü de aynı uzunlukta olanının dört gücün eşitliğini, uçları kıvrık gamalı haçlardan ağızları sola dönük olanların iyiliği, sağa dönüklerin ise kötülüğü simgelediklerini görüyoruz. Bu konular üzerinde derin araştırmalar yapmış olan Hitler'in, imparatorluğuna sembol olarak ucu sağa dönük-gamalı haçı seçmiş olması bir tesadüf değildir. İsa'nın da öğretisinde kullandığı haç sembolü aynı kaynaktan, Mu'dan gelmektedir.

 

 

 

 

 

Yazı CİHANGİR GENER'e aittir ve http://www.historicalsense.com adlı siteden alınmıştır

http://img402.imageshack.us/img402/6782/dasfdz8.th.png

 

 

 

 

Hatırası hafızalardan silinen zamanlarda Büyük Okyonusta merkezi Ekvator'un güneyinde bulunan,çok geniş bir kıta yükseliyordu.Bu kıtanın adı MU'ydu.Bugün deniz yüzünde bulunan kalıntılardan anlayabildiğimiz kadar,bu kıtanın yüzölçümü doğudan batıya 10.000 kilometre,kuzeyden güneye 5000 km'yi buluyordu.Tek ya da takım adalar halinde olsun ,bütün Pasifik Adaları 12.000 yıl önce bir afet sonucunda kaybolan Mu kıtasının parçalarıydı.Depremler ve Volkanik olaylar kocaman uygarlığı yok ederken Büyük Okyonusun suları 60 milyona yakın nüfusu örtüverdiler.Paskalya Adası,Tahiti,Samoalar,Kuk Adaları,Tongalar,Marşal takımadaları,Jilber,Karolina,Marianne,Havai ve Markiz adaları Mu kıatasının kalıntılarıdır.Mu'nun varlığı Hint,Çin,Birmanya,Tibet ve Kamboç'un sayısız efsanelerinde; Yukatan,Orta Amerika,Okyanus Adaları ve Kuzey Amerikada bulunan Tarihöncesi kalıntılarda , ele geçen yazıtlarda,simgelerde;eski Yunan düşünürlerinin yazılarıyla Mısır kaynaklarında açıklanır.

Bütün Bu kaynaklar Mu kıtasının varolduğunu ve insanoğlunun,200.000 yıl önce,ilk defa orada göründüğünü belirtmektedir.Mu kıtası Kutsal Kitabın Cennet'inden başka birşey değildir.

İkinci bir Atlantis olayıyla karşılaşıyoruz; ama bu defa Atlas Okyonusu'nda değilde Büyük Okyonus'ta yükselip 12.000 yıl önce kaybolan,görkemli bir uygarlık kuran,kendinden sonraki bütün uygarlıkları doğuran ya da etkileyen,eğiten bir kıta.

Mu ile Atlantis arasında birçok benzer noktalar vardır:Tarihöncesi dönemlerin,kayıp kıtaların uygarlıklarına tanınan olağanüstü özelliklerin benzeşmesi,Atlantis'te olduğu gibi,Mu'nun da tek bir bilinen kaynaktan çıkması gibi.Bütün bunlara rağmen oldukça önemli bir fark vardır.Atlantis kıtasını kabul eden jeoloji Mu hakkında,bir iki nokta dışında,hala oldukça kuşkulu davranmaktadır.

Büyük Okyonus'un Atlantis'i Mu, 19. yüzyılın sonlarına doğru Hindistan'da görevli Albay James Churcward tarafından keşfedilmiştir.Kendi anlatmasına göre elli yıl süreyle dünyayı dolaşan , her uğradığı yerde Mu'nun varlığını belirten kalıntılar,belgeler-özelliğkle gizli belgeler-bulan,yetmişine varınca keşfini "Kayıp Kıta Mu" 1926, ve "Mu'nun Çocukları" 1931 kitaplarıyla açıklayan Churcward bütün direnmesine rağmen çoğunlukla pek ciddiye alınmamıştır.

 

Atlatis'i kabul edip ona bir uygarlık payı tanıyan Albay Churchward,Orta Amerikayı karış karış incelemiş-bir defasında kanatlı bir yılanın saldırısına da uğramış- ve çözülemeyen Naskal (Mayaların kendilerine ait gerçekleri açıkladıkları belgeler) yazılarını okumuştur.Hindistan'da Tibet'te en uzak ve tanınmayan manastırlarda araştırmalrını sürdüren Albayı bir Hint bilgini eğitmiştir.Churchward,bir yerden sonra bilimsel yoldan iyice ayrılıp tutkusuna kapılarak gizemciliğe(occultisme) kaçar ve Mu kıtasını Lemurya ile karıştırır.

Ayrıntılara girmeden önce hem Lemurya'yı hem de gizemcilerin bu hayali kayıp ülkeyle ilişkilerini açıklamaya çalışalım.

 

Lemurya adı jeolojide ve sosyolojide ilkin 1860-1870 yıllarında geçiyor.Lemurya kıtasını destekleyen akımın başında Avusturyalı jeolog Melchior Neumayr'i zooloji uzmanı Philip Scalter'ı ve Alman Ernst Haeckel'i buluyoruz.Üçlünün çalışmalarından doğan görüşe göre 60 milyon yıl önce,merkezi Madagaskar olduğu sanılan bir kıta Hindistan'la Güney Afrika'nın arasında yükseliyordu.Bu görüşün çıkış noktası,çoğunlukla Madagaskar'da ve Hindistan'ın bazı bölgelerinde bulunan maymunların bir çeşit ilkel akrabası olan Lemurlere bağlıdır.Lemur cinsinin denizin ayırdığı iki ayrı bölgede bulunmasını açıklamak amacıyla 19.yüzyıl jeologları bağlantı görevini görebilecek bir kıta tasarlamışlardır.Lemurya görüşü yada mitos'u 1875 Albay Olcott'la Teozofi Derneğini daha doğrusu gizemci bir örgütünü kuran Helena p.Blavatky'nin eline düşünce,hem yer değiştirmiş-Bayan Blavatsky onu Hint okyonusuna yerleştirmişti-hem de yepyeni özelliklere kavuşmuştu

Gizemci Blavatsky'ye göre Lemurya kıtasında yaşayanlar maymuna benzer,kimi dört kollu,kimi üç gözlü,yumurtlayan hermafrodit devlerdi.Bununla yetinmeyerek hayali çok geniş olan Bayan Blavatsky Atlantis'e kadar uzanıp oranın uygarlığınıda kendince bir gelişmeyle uydurmuştu;öyle ki Atlantis toplarla,projektörlerle donatılmış savaş gemileri ve uçaklar kullanan büyücülük ve telepati konularında uzman olan kişilerdi.

Chucward genellikle bu çeşit uç noktalara varmaktan kaçınmıştır.Amacı evrimi inkar edip,insanoğlunun doğuştan bilgi sahibi olarak yaratıldığını;tek bir üstün ırkın sonradan ortaya çıkan bütün uygarlıkları etkilediğini açıklamaktı.Tek ve üstün ırk kuramı her ne kadar bazı Atlantis taraftarları arasında rastlanıyorsada bu kuram hiçbir zaman aşırı noktalara itilmemiştir.Churcward değişik ırkları,uygarlıkları,dinleri tek bir kaynağa bağlayabilmek için epey uğraşmıştır.Şu var ki örnek olarak kullandığı belgeler ve bilgiler ya uydurulmuş ya da karıştırılmış,yanlış yorumlanmıştır.Üstelik, kaynak vermede de Albay titiz davranmıyor,eski bir yazıttan,bir manastırda gizli tutulan bir el yazmasından demeyi yeterli görüyor.En önemlisi başlı başına bir Mu alfebesi yaratıp bununla en değişik ve çeşitli eski yazı türlerini çözmeye kalkıyordu.

Churcward ve Mu üzerine bu kadar durulmasının nedeni,Churcward'a kapılıp dev heykelleri Mu uygarlığına maletmek değil,Büyük Okyonus'ta batık bir kıtanın -varsa-izlerini aramaktır.

A.B.D. deniz kuvvetlerine ait ilk atom denizaltısı Nautilius dünyayı dolaştığında Paskalya Adası'nın yakınlarında denizin dibinde yükselen bilinmeyen bir dağ keşfetmişti.1965 yılında Kaliforniya Üniversitesi ve Deniz Kaynakları Enstitüsü adına araştırmalar yapan Prof.H.W.Menard da Paskalya Adsı yakınlarında bir tortu köprüsünün yükseldiğini belirtmiştir.Washington'daki "Environmental Science Service Administration" da görevli jeolog Robert Dietz,Afrika , Güney Amerika,Antartik,Avustralya ve Hindistan'ın bazı kısımlarını kaplayan batık bir kıtanın haritasını çizmiştir.Dietz'in hesaplarına göre,bu kıta 150 milyon yıl önce vardı.

Bu durumda Churcward'ın 12.000 yıl önce kaybolan,75.000 yıl önce en parlak dönemini yaşayan ve geçmişi 200.000 yılı bulan Mu kıtasından oldukça uzağız.

Churcward, çoğu araştırmacılar gibi,eski efsanelere,geleneklere,mitoslara dayanmış,onları yorumlamıştır.Sonucun inandırıcı olmaması sistemin uygulanmasından değilde Albay'ın yorumlarından doğmaktadır.

 

Tahiti'de eski bir efsane var.Buna göre insanoğlu Fenua Nui kıtasında doğmuştur.Ama rüzgar tanrısı Ru soluğu ile kıtayı dağıtmış,irili ufaklı adaya ayırmıştır.Efsaneye göre Paskalya Adası Fenua Nui'nin bir parçasıymış.

Karolin adalarının sakinleri ise çok eski zamanlarda ışıl ışıl yanan gemilerle Ponape'ye giden,okyonusun ötesinde yaşayan,değişik dil konuşan mutlu insanlarla ve yüksek binalarla dolu bir ülkeden söz eder ve yerlileri eğiten bir ırkın varlığına inanırlar.

 

Havai,Yeni Zellanda ve Yeni Ebrid efsaneleri beyaz tenli,uzun saçlı atalarının olğanüstü başarılarıyla doludur.Madagaskar efsanelerinde ise Hint okyonusu'nda bulunduğu sanılan Serne Kıtası'nın adı sık sık geçmektedir.

Her ne kadar Churcward'ın ve arkeolog William Niven'in desteklediği Mu kıtası görüşü inandırıcı olmaktan uzaksa da Albayın hayali keşfin arkasında birtakım esrarlı gerçeklerin bulunduğu açıktır.

Churcward'ın öne sürdüğü ilk ırk ve kayıp uygarlık görüşünü oldukça geniş bir kısmı , Mu'nun çocuklarından saydığı uygurlarla ilgilidir.Albay'a göre Uygur İmparatorluğu,Mu'dan sonra,Dünyanın tanıdığı en yüce imaparatorluk olmuştur. "Doğu'da Pasifik Okyonusu'na,Batı 'da bugün Moskavanın bulunduğu yere kadar uzanırdı;bir ara Orta Avrupa ve Atlas Okyonusu kıyılarına kadar genişlemişti...Uygur İmparatorluğu'nun en parlak döneminde dağlar alçacık,Gobi çölü de bol suların aktığı büyük bir yaylaymış.Uygurlar burada , baykal gölünün güneyinde,başkentlerini kurmuşlar.Çok eski kaynaklara göre daha birçok büyük şehirler kurmuşlardı.Bunlar ya bütünüyle yok edildi ya da bugün Gobi çölünün kumları altında yatıyor.M.Ö 500 tarihini taşıyan bazı Çin kaynakları Uygurları bize şöyle anlatırlar:Saçları sarı,gözleri maviydi,tenleri açık ve beyazdı;güney bölgelerinde yaşıyanların saçları ve gözleri ise koyuydu...Bir manastırda bulunan eski bir yazıta göre,Uygurların başkenti ve halkı imparatorluğun bütün doğu bölgelerini kaplayan bir tayfun tarafından yok edilmişti.." Churchward'ın sözünü ettiği kaynaklar hiç bilinmiyorsada Gobi çölünde,Kara Kota kalıntılarında bulunan 18.000 yıllık bir mezarla,Fransa'da Glozel'de 1925'te keşfedilen ve Uygur yazısıyla benzerlikler taşıyan tarih öncesi toprak çanaklar,Albay'ın birtakım gerçeklerede değinmiş olabileceği görüşünü desteklemektedir.

 

KAYNAK

 

http://inkammaryon.tripod.com

1.png

2.png

 

 

 

 

 

 

 

 

MU DİNİ

 

 

 

ATATÜRK VE MU

 

 

Batik Uygarliklari yakindan inceledigimizde, dünya tarihine baska bir gözle bakmayi ögrenebiliriz.

Batik kita Mu'nun kesfedilmesiyle birlikte insanligin ve dünyamizin tarihine daha farkli bir gözle bakmak zorunda kaliyoruz. Geçmisimizin ya da dünyamiz üzerinde yasamis olan uygarliklarin, bilinenden çok daha eski oldugunu ve bu uygarliklarin; gelismislik düzeyi, kullandigi esyalar vs. gibi birtakim arkeolojik bulgulardan çok daha önemli 'ezoterik' bilgilere sahip oldugunu görebilmekteyiz. Bu sebeple, Mu Uygarliginin günümüzdeki tarih anlayisindan daha derin bir anlayisla ele alinmasi gerekmektedir.

Üzerinde yasadigimiz Anadolu topraklari birçok uygarligin besigi olmustur. Ayrica Anadolu'nun güneydogusundaki Mezopotamya bölgesinde kurulan Sümer, Babil, Asur gibi önemli uygarliklarla da sürekli bir etkilesim içinde bulunmustur. Ancak bilinen tarihin biraz daha derinlerine inip baktigimizda (özellikle Anadolu'da) bugüne kadar pek dikkate alinmamis Batik Uygarliklarla Anadolu arasindaki baglanti oldukça dikkate degerdir.

Ezoterik bilgilerimize göre Dogu ve Bati uygarliklarinin iki ana kaynagi vardir. Bunlardan biri 'Atlantis' digeri de büyük Anavatan 'Mu Uygarligi'dir. Batik Mu Uygarligi konusunda elde mevcut belgeler o kadar birikmistir ki, bu belgelere dayanarak dünya beser tarihinin geçmisi yeniden yazilsa, kuskusuz pek çok sey degisecektir.

Bu büyük kitanin varligini kanitlayan belgelere genel olarak baktigimizda sunlara rastlariz: Hindistan, Çin, Burma, Tibet ve Kamboçya'da bulunan çesitli yazilar, kitaplar; Naakal tabletleri, kitabeler ve efsaneler; Yukatan ve Orta Amerika'da bulunan eski Maya yazitlari, tabletler, semboller ve efsaneler; Pasifik adalarinda özellikle Tahiti, Samoa, Tonga, Cook gibi adalarda bulunan arkeolojik kalintilar; Meksika ve Meksiko City yakinlarinda bulunan tas tabletler; Kuzey Amerika'da bulunan ilkel Amerikalilarin yazilari ve kitabeleri; eski Yunan filozoflarinin kitaplari. Bu belgelerden en önemlileri arkeologlarin da bilimsel belge olarak gördükleri pismis topraktan yapilmis tabletlerdir. Bu tabletlerdeki bilgilere göre; Mu Uygarligi, Pasifik Okyanusunda var olan on binlerce yil önce yesermis ve yaklasik 12.000 yil önce çesitli depremler ve volkan patlamalariyla birlikte sulara gömülmüs olan bir uygarliktir. Atlantis kitasiyla Mu kitasi hemen hemen ayni dönemde batmis olmasina ragmen Atlantis daha çok taninir. Oysa bugünkü bilimsel bulgularin isiginda, Mu kitasinin Atlantis'ten çok daha yasli bir kita oldugunu, üzerinde yüz binlerce yil pek çok kültürün olustugunu, bu kültürlerin Anakitadan Atlantis ve diger bölgelere yayildigini ve Dünya tarihinde en az Atlantis kültürü kadar önemli bir yeri oldugunu ögrenmis bulunmaktayiz. J. Churchward, Mu uygarliginin eldeki mevcut belgeler incelendiginde 50.000 yildan daha önce basladigini söylemektedir. Ve bu tarihi jeolojik arastirmalar da dogrulamaktadir.

MU konusuyla Atatürk de ilgilenmis, o dönemde birçok tarihçimizi bu konuda arastirmalar yapmak için görevlendirmis ve New York'tan getirttigi Churchward'in eserlerini bölümlere ayirtarak resmi ve özel kurumlarin 60 kadar çevirmenine kisa sürede tercüme ettirmisti. Atatürk bu çeviriler üzerinde önemle durup pek çok notlar alarak bu konudaki çalismalarini sürdürdü. Ayrica o dönemdeki tarihçilerimizden Tahsin Mayatepek'in Mu Uygarligi ile ilgili Meksika'da yapmis oldugu arastirmalarinin raporlarini da incelemis ve konudan çok etkilenmisti. Atatürk, özellikle insanin yaratilisi, Mu'nun insanligin anayurdu oldugu, ilk insanin orada yaratildigi, Mu'nun batis nedenleri, göçleri, kolonileri; Orta Asya, Uygurlar ve Anadolu ile ilgili kisimlarin altlarini çizerek okumus ve notlar almistir. Bu sekilde Atatürk Türklerin kökenini arastirmaya yönelik daha pek çok çalismalar yapmis, Türklerin Maya ve Inkalarla olan benzerliklerini bulmustur. Atatürk'ün o dönemde dilimize çevirttigi J. Churchward'in kitaplari bugün Anitkabir'de Atatürk'ün kitaplarinin bulundugu bölümdedir. (J. Churchward'in elli yillik arastirmalarini içeren MU uygarligi ile ilgili dizi kitaplar Ege Meta Yayinlari tarafindan Batik Kita Mu'nun Çocuklari, Kayip Kita Mu, Mu'nun Kutsal Sembolleri adlariyla yayinlanmistir.)

 

Mu Uygarligi'nin kesfi

Mu Uygarligini tanimamizi saglayan ilk arastirmaci, Ingiliz Albay James Churchward'dir. J.Churchward Mu ile ilgili ilk arastirmalarina Hindistan'da bulundugu sirada baslamis ve elli yili askin bir zaman içerisinde tüm dünyayi dolasarak Mu ile ilgili pek çok belge elde etmistir. Aslinda pek çok kutsal kitapta ve pek çok kültürün mitolojisinde Pasifik Okyanusunda bir kitanin yer aldigina, bu kitanin üzerinde on binlerce yil hüküm süren ileri bir uygarligin yesermis olduguna ve bu uygarligin yozlasarak yok olduguna dair atiflar yer almaktaydi. Örnegin, Hintlilerin'Ramayana Destani'nda, Maya Kutsal metinlerinde ve Misir'in Ölüler Kitabi'nda kismen ya da açikça Mu Uygarligindan söz edilmektedir. Fakat Mu Uygarligini dini ve mitolojik kimliginden siyirip, konuyu bilimsel bir temele oturtan ilk kisi J. Churchward'dir.

Hindistan'da görevli bulundugu sirada bir tapinaga konuk olan J. Churchward Batik Mu Uygarligi hakkinda ilk bilgilerini bu tapinaktaki arsivlerden edinir. Naga-Maya dili denilen, çesitli sekillerden, sembollerden olusan çok eski ve ölü bir dilde yazilmis olan bu tabletler Mu kutsal metinlerinden kopya edilmistir. Naga-Maya dili Hindistan'daki arkaik sanskritçe olarak bilinen en ilkel Hint dilinden daha eskidir. J.Churchward Naga-Maya dilini bilen basrahipten bu ölü dili 2 yillik bir çalisma sonunda ögrenir. Ve rahibin de yardimiyla bu tabletlerde yazilanlari çözer. Burada yazilanlara göre, bu yazilar 15.000 yil önce yazilmis olup Hindistan'a Mu'nun bilim rahipleri dedikleri 'Naakaller' tarafindan getirilmis tabletlerdir. J.Churchward bundan sonra Güney Pasifik adalarina, Orta Asya'ya, Misir'a, Sibirya'ya, Birmanya'ya, Avustralya'ya, Orta Amerika gibi daha birçok yerlere giderek Mu'nun varligina iliskin pek çok kanit elde eder.

 

J.Churchward'dan baska Amerikali bir Jeolog-arkeolog olan William Niven da 1921-1923 yillari arasinda yaptigi Meksika kazilari sirasinda buldugu 2600'ü askin tabletlerde Mu Uygarligi'nin varligina iliskin geçerli kanitlar elde etmistir. Tabletleri inceleyen Carneige Enstitüsü uzmanlari bunlarin gerçek tabletler oldugunu ve simdiye dek bilinen hiçbir uygarliga ait olmadiklarini açiklamistir. Niven'in arastirmalarini duyan Churchward Meksika'ya gelerek bu tabletleri inceler ve bunlarin Hindistan'da gördügü tabletlerdeki Naga-Maya diline çok benzeyen bir dilde yazilmis oldugunu görür. Bu tabletler bugün Meksika Müzesinde bulunmaktadir ve 12.000 yil önce yazildigi düsünülmektedir.

Niven ve Churchward'in buldugu tabletler disinda Mu'ya iliskin diger bilimsel belgeler ise sunlardir:

-Yukatan'da hazirlanmis eski bir Maya kitabi olan 'Troano El Yazmasi'. Bugün British Museum'da bulunmaktadir.

-Troano El Yazmasiyla ayni yasta olan bir baska Maya kitabi 'Cortesianus Kodeksi'dir. Bugün Madrid Ulusal Müzesinde bulunmaktadir.

-Paul Schlieman tarafindan Tibet'te bir Budist tapinaginda bulunan 'Lhasan Belgesi'.

-Yukatan'da Mu kitasi anisina insa edilmis Uxmal Tapinagindaki Yazitlar yaklasik 12.000 yilliktir. Bu tapinakta 'Geldigimiz yer olan Bati ülkelerinin anisini korumak için insa edilmistir,' diye kabartma yazilar bulunmaktadir.

-Meksiko sehrinin 96 km güneybatisinda yer alan 'Xochicalo Piramiti Yazitlari'. Bu piramit, üzerindeki kabartma yazilara göre 'Bati ülkelerinin yikiminin anisina' insa edilmistir.

-Dr. Niven'in Alaska'da buldugu Mu kitasi sembolleriyle islenmis bir totempol.

-Eflatun'un Timeus ve Critias adli eserinde batik kitaya dair su sözler geçer: 'Mu ülkesinde 10 halk vardi.'

Tüm bu belgelere dayanarak, özellikle Churchward'in buldugu tabletlerdeki yazilar ayrintili olarak 'Dünya ve insanin yaratilisini ve insanin ilk zuhur ettigi yerin Mu oldugunu' ifade ediyorlardi. Bu tabletlerdeki yaratilis öyküsü kutsal kitaplardaki yaratilis öyküsüne çok benzer bir sekilde anlatilmisti. Ayrica; kayip kitanin Pasifik Okyanusunda, Amerika ve Asya kitalari arasinda bulundugunu, Kuzey Hawaii'den Fiji ve Paskalya adalarina kadar uzandigini, dogusu ile batisi arasinda 9.500 km, kuzeyi ile güneyi arasinda yaklasik 4.500 km'lik bir mesafe oldugunu anlatiyordu. Kita deniz ve bogazlarla birbirinden ayrilan 3 ana kara parçasindan olusuyordu. Pasifik Okyanusuna tek tek ya da gruplar halinde dagilmis kayalik adalarin tümü, bir zamanlar Mu kitasinin birer parçasiydilar. Bu kita üzerinde yasayanlar yeryüzünü kolonize etmislerdi. Mu kitasi bundan 12.000 yil önce korkunç yer sarsintilarindan sonra, su ve ates girdaplari içinde kaybolup sulara karismisti ve beraberinde 83.000 yillik bir uygarligi da götürmüstü.

BATIK KITA MU' NUN SAKINLERI ANTAKYA'NIN ILK ZIYARETÇILERI MIYDILER ?

Tarih, geçmisin olaylarini eldeki kaynak sayilan malzeme ve dokümanlari kronolojik sirayla tutarlilikla irdeleyerek inceleyen, neticelerini, neden ve niçin leri ile ortaya koymaya, açiklamaya çalisan bilim dalidir. Tarihçi, topladigi bilgi ve belgeleri eksik dahi olsalar bir puzzle in parçalari gibi akil yürütme yolu ile birlestiren, yeniden kurgulayan kisidir. Bütün bu çalismalari yaparken, arkeoloji, bibliyografya, kronoloji, paleografi, mühürbilim, yazitbilim, soybilim, antropoloji, sosyoloji ve ekonomiden faydalanir.

19. yüzyilda gerçeklesen bilimsel, belgesel tarihçilik devrimine ragmen, bir tarihçi ne kadar titiz olursa olsun içinde yasadigi toplumun parçasidir. Bu da geçmisi algilayisini belirleyen belki de en önemli faktördür. Bilgi ve belgeleri seçmesinde, konuyu tanimlamasinda, vardigi neticede hep parçasi oldugu toplumun izlerini ÖZ BENIN de tasir, tasiyabilir. Belki de bu, tarihi TEK YORUM, TEK SENTEZ dayatmaciligindan koruyan ve tarihçileri dogruyu bulmaya yönelten bilimsel evrensel bir emniyet sübabidir. Hangi konumda olursa olsun INSANIN / INSANLARIN dogup büyüdügü, geçmisten gelecege baglandiklari topraklarinin, belki de suuraltindaki mesru müdafaalaridir. Bu bakimdan tarihçi bütün teknolojik gelismelere ragmen SÜBJEKTIFTIR. Bu yazinin sahibi tarihçi, antropolog, arkeolog degildir. BIR INSAN olarak önce kendi ÖZ BENIni gelistirmek arzusu ile okumaya, ögrenmeye önem vermektedir.

Burada anlatilanlarin hayal mahsulü oldugunu düsünenler olabilir. Yazinin sonuna konacak kaynakçalara bakildiginda, OKUYUCU merak eder kaynaklara basvurur, olaylari kendince irdelerse hayal ile gerçegin ne kadar ince bir çizgide seyrettigini hissedecektir. Daha da önemlisi ATATÜRK'Ü, ONUN BITTI DENILEN BIR IMPARATORLUKtan NASIL BIR HALK, BIR MILLET YARATTIGINI yalniz ASKERI DEHASI ile degil, aslinda bir an denebilecek zaman araliklarinda GELECEK için, BIZLER için arastirip sentezledigi belgelerde, ANITKABIR'de bulabilecektir. Tabiidir ki nihai yorum ve sentez her bir okuyucunun BENINde kendince özümsenecek, sekillenecektir.

Dünyaya gözümüzü açtigimiz andan kisa bir süre sonra algilamaya basladigimiz ilk seslerle birlikte, hani kendimizi en güvende hissettigimizde uyumaya çalisirken anlatilan geçmis zaman hikayeleri var ya... Bir zamanlar Pasifik Okyanusunda, Amerika ile Asya arasinda, merkezi ekvatorun biraz güneyinde MU ülkesi denen bir kitanin varligindan bahseder kitaplar. Ama bu bir geçmis zaman hikayesi degildir. Bu, INSAN denilen üstün varligin yeryüzünde geliserek devam edecek sonu bilinmez hikayesinin basladigi yerdir!

 

Her sey Ingiliz arastirmaci Colonel James Churcward'in (Ingiliz silahli kuvvetlerinde albay) görevli olarak gittigi Hindistan ve Tibet'te 1880 yilinda basladi. Günümüzde evrim kurallari, mühürbilim ve arkeoloji bilimlerine büyük katkilar saglayan arastirmalarinda Churcward eski dinlerin kökenleri ile ilgili çalismalar yaparken, 1883 yilinda Bati Tibet'te bulunan bir manastirda manastirin Bas rahibi RISHI ile tanisti. Burada günümüzden yaklasik 15.000 yil önce yazildiklari ispat edilen tas tabletlerin varligini ögrenen Churcward, NAACAL TABLETLERI olarak adlandirilan bu tabletleri çözümleyebilmek amaci ile manastirda Rishi'nin yaninda iki yil kaldi. Bu süre içerisinde çesitli sembollerden ve sekillerden olusan, eski ve ölü bir dil olan Naacal dilini Rishi'den ögrenen ve tabletleri çözümleyen bilim adami dünyanin çesitli bölgelerinde, Kuzey, Orta ve Güney Amerika'da, Misir'da, Avusturalya'da, Güney Pasifik adalarinin nerdeyse tamaminda Orta Asya ve Sibirya'da 50 yil sürecek arastirmalarin kiyisinda oldugunu bilebilir miydi?

Simdi biraz basa dönelim ve bas rahip Rishi'nin binlerce yildan beri gizli kalmis bu tabletleri neden Churcward'e gösterdigini, daha ileri giderek çözümlenebilmeleri için gerekli olan Naacal dilini niçin ögrettigini düsünelim. Bu konuda ispatlanmis kesin bilgilere sahip degiliz. Ancak tabletler çözümlendiginde 15.000 yil önce yazilmis bu tabletlerin Hindistan'a MU kitasindan Naacal rahipleri tarafindan getirildigi ortaya çikiyordu. Bunlara Naacal Kardeslik örgütü de denmekteydi. Naacal'lar hem bilim adami hem rahiptiler ve Mu ülkesinde yönetici konumdaydilar. Mensubu olduklari ilk TEK TANRIli dini (belkide simdilik kaydiyla) hem kendi kitalarinda, hem kolonilerde yasayan insanlara daha rahat anlatabilmek amaci ile bu semboller dilini kullaniyorlardi. Bu dilin ezoterik, manalarini ise yalnizca imparator ve kendileri biliyorlardi.

Ezoterizmin Osmanlica karsiligi batinilik, Türkçesi içsel, içyüz anlamindadir. Ezoterizmin ziddi olan sisteme ise egzoterizm denir. Osmanlica karsiligi harici, Türkçesi dissaldir. Ezoterik bilgi herkese verilmeyen, açiklanmayan, belli egitimlerden geçerek o bilgiyi almaya hak kazanan insanlara verilen bilgilerdir. Bu bilgilere ulasabilmek için insan önce egzoterik bilgileri ögrenmekle baslar ve çabalariyla zaman içinde ezoterik bilgileri almaya hak kazanabilir.

Ezotorik bilgiler genelde yazili olmayabilirler ve bir ögreten, yol gösteren tarafindan sembollerle, belirli bir sistemle ögrenciye verilir ögretilirler. Buna inisiasyon denir. Bu kavram örnegin Saman-Türk geleneklerinde el vermek deyiminde manasini bulur. Çaglar içerisinde Mu dan baslayarak sirasiyla Atlantis, Uygurlar, Maya, Tibet, Hermes-Misir, Hint uygarligi, Rama, Babil, Pisagor, Saabilik, Eflatun, Yesevilik, Yeni Platonculuk, Kabbala, Ahilik, Mevlana, (ve diger batini ekollerin) kaynaginda ezoterizm ve ezoterik bilgiler yatar. Churcward Naacal tabletlerini çözümlediginde ilk olarak Pasifik okyanusunda Asya ile Amerika arasinda büyük bir kitanin varligini ortaya çikardi. Bu kita günümüzden yaklasik 200.000 yil önce üzerinde belki de ilk insani barindirmaya baslamisti. Kitanin topraklari o kadar genis ve bereketli, hava o kadar iliman ve güzeldi ki her sey hizla çogaldi. Yillar çaglari, çaglar bin yillari kovaladi ahenk ve güzellikler içerisinde. Günümüzden 70.000 yil önce Mu kitasi yaklasik 60.000.000'dan fazla insani barindiran dev boyutta bir kita olmustu, hayvani, bitkisi ayni zamanda teknolojisi ile. Ilk kolonilesme yeni yerler arama dürtüsü bu yillara rastlar. Bu hareketlenmenin sonunda bati ve dogu yönünde iki göç yolu,iki büyük koloni ortaya çikar. Churcward'ü toplam 50 yil süren bu arastirmalarinda hiçbir sey arkeolog William Niven'in 1921-1923 yillarinda Meksika'da ortaya çikardigi tabletler kadar etkilemez ve gerçege yaklastirmaz. Niven, Meksika'da eski çaglara ait çok fazla tablet bulmustu. Bütün bunlarin çözümlemesi Naacal lisani ile yazildiklari için ancak Churcward tarafindan yapilabildi. Böylece Mu kitasi, göç yollari ve batisi hakkindaki bilgiler bütünün eksiklerini tamamlayarak, bilimin hizmetine sunulabildi. James Churchward, Willam Niven'i günümüz bilimlerine, kendisine isik tutan, katkida bulunan çalismalarindan dolayi sevgi ve saygi ile anmaktadir. Belki de Niven'in buluslari olmasa Churcward çalismalarini bu kadar ileri götüremeyecekti.

Mu kitasindan çikan, kitaya göre batiya giden bir göç yolu Uygur Imparatorlugunu ortaya çikarmistir. Imparatorluk Asya ile Avrupa nin çok büyük bir bölümünü kapsamakta idi ve Mu'nun en büyük kolonisi idi. Uygur imparatorlugunun sinirlari zaman içerisinde Avrupa üzerinden Atlantik kiyilarina kadar ulasti. IÖ.1000'li yillardaki Çin belgeleri Uygur'larin 17.000 yil önce uygarliklarinin zirvesinde oldugunu söyler.

Ikinci göç yolu kita ya göre doguya giden, Meksika'nin güneydogusundan Atlantis kitasina geçen yoldur. Atlantis-Uygur'la birlikte ikincil, ilk anakaradir. Mu'dan çikan dogu koloni yollari Atlantis'ten sonra Atlantik Okyanusu'nu geçerek Akdeniz'e ulasmis ve burada bugünkü Fas, Tunus, Cezayir, Yunanistan ve Misir'a kollar vererek Anadolu'ya ulasmistir. Mu kitasi günümüzden yaklasik 12.000 yil önce yasanan depremler ve volkanik patlamalarla sularin derinliklerine gömülmüs, yok olmustur. Churcward'ün derlemis oldugu haritalar incelendiginde çaglar boyu medeniyetlerin besigi olan

Anadolu'nun hem Uygur Imparatorlugu hem de Atlantis üzerinden gelen göç yollarinin adeta bir harman yeri oldugunu görüyoruz. Bu da aslinda Anadolu, Sümer, Babil, Asur, Grek uygarlik etkilesimlerinden çok daha önceleri tarihin derinliklerinde Mu, Uygur, Atlantis, Anadolu uygarlik etkilesimleri oldugu gerçegini ortaya çikarmaktadir. Bu gerçegi teyit eden bir baska bulus ise Prof. Ralph Solecki nin 1957 yilinda ortaya çikardigi buluntulardir. Solecki Toros daglarindan baslayan, Agri Dagi'na dogru devam eden buradan güneydoguya Zagros Daglari'na (Irak, Iran siniri) inen, buradan da güneybatiya Suriye, Lübnan'a dogru bir kavis çizen daglik arazilerde (Solecki buna uygarlik kavisi demektedir) Sanidar magarasinda 44.000 yil öncesine ait 9 iskeletle birlikte, modern insana ait kanitlar bulmustur. Solecki'nin ifadesine göre bu kaviste günümüzden 13.000 - 100.000 yil öncesine ait daha çok sayida magara gün isigina çikarilmayi beklemektedir. Onbinlerce yildan beri bir çok medeniyete ev sahipligi yapmis ANTAKYA'nin geçmisinin genelde ve hakli olarak IÖ.333 yilinda Pers hükümdari Darius'u Issos savasinda maglup eden Iskender'in bu topraklari tanimasi ile basladigi zannedilir. Bu daha önceki bin, on bin yillara ait arastirmalarin, buluntularin arastirmayi yapanlarin çalismalarini ve neticelerini yeterince tanitamamalarindan veya bütün bunlarin dar bir çerçevede, çevrede kalmasindan kaynaklanmaktadir. Bunun ötesinde yapilan bu çalismalara, arastirmalara verilen lokal ve genel destekler, olaylarin ciddiye alinip algilanmasi da moralite yönünden arastirmacilarin cesaretlenmesinde ve genel paylasimlarinda pozitif bir rol oynayacaktir.

Antakya'nin çok eski geçmisi ile ilgili ilk arastirma AMIK KAZILARI PROJELERI kapsaminda, Tell Tayinat, Tell Al-Judaidah, Chatal Höyük gibi uluslar arasi arkeolojik tanimlamalar çerçevesinde "Oriental Institute's Syrian Expedition" tarafindan 1932-1938 tarihleri arasinda yapilmistir. Ikinci arastirma Sir.Leonard Charles Woolley tarafindan önce 1937-1939 sonra 1946-1949 yillari arasinda Tell Atchana'da yapilmistir. Woolley ve daha önce bu arastirmalara ve kazilara konu olan çaglar IÖ.1400-1800, günümüzden yaklasik 3400 - 3800 yillar arasindaki dönemleri kapsamaktadir. Woolley bu çalismalarindan önce 1907-1911 yillari arasinda Misir'in güneyinde ve Sudan'in kuzeyinde arastirmalar, kazilar yapmistir. Woolley bu arastirmasindan sonra 1922 yilinda British Museum, University of Pensilvanya ortak çalisma grubunun genel yöneticisi olarak Ur'daki (modern Irak) bir arastirmaya da baskanlik etmistir. Buradaki arastirma konusu günümüzden 6000-2400 yil öncesinin bulgularinin tespit edilmeye çalisilmasidir. Bu iki arastirmadan sonra bir baglanti olarak günümüzden yaklasik 3400-3800 yil önceyi gün isigina çikaran Tell Atchana çalismalari (yeni ANTAKYA HIKAYESI) o dönem için bir tesadüf mü acaba? Bir de bunun Misir, Irak yaklasimlarini düsünürsek?...

Hatirlamaya çalisalim!

Mu'dan baslayan, Atlantis'ten gelen göç yollari haritasindaki yerlesimlerden en önemlilerinden birisi MISIR'di... ve nihai varis noktalarindan bir digeri ANTAKYA degil miydi?

Solecki'nin ifade ettigi gibi, Ur "geçmis uygarlik yari kavisi"nin Dogu'daki ev sahiplerinden biri ise gelen ziyaretçileri karsilayan Antakya olamaz mi?

Simdi daha yakin çaglara gelelim.

Iskender'i IÖ. 333 yilinda bu topraklara baglayan animsanan, bir cümle ile hatirlayalim. "TOPRAKLAR ÖYLE BEREKETLI, SULAR ÖYLE BERRAKTI KI GIDERKEN BU DEFA ARKASINA BAKTI KOCA ISKENDER. SUYUNDAN IÇTIGI PINAR ANNESININ SÜTÜ KADAR TATLI GELDI ONA. OLIMPIAS OLSUN ADI, ANNEMINKI GIBI." dedi ve gitti ........

Mu'dan ayrilan insanlarin da ayni hislerle arkalarina bakmadiklarini kim bilebilir?

Zaman akmaya devam etti ........

IÖ.100'lü yillarda Roma'dan sonra, kültürü, sanati, ticareti ve zenginligi ile dogu ve batinin her bakimdan bulustugu bir sentez baskenti idi Antakya.

Samandag'da (Seleucia Pieria) deniz hep gönlünce hep coskuyla gelir kiyilara çaglardan beri... diger açik AKDENIZ limanlari gibi. Tarih bu limanlara varabilmek için bir noktanin kerteriz alinmasi gerektigini söyler. Açik havalarda Kibris'in en kuzey ucundan Zafer limanindan bakildiginda Kel Dag (Cebel Akra), çogu zaman Kel Dag'dan bakildiginda Zafer Limani görünür.

Acaba ilk gezginler yeni anakaraya varmak için yollarini nasil buldular?...

Günümüzde 1995'li yillarda Chicago Üniversitesi, Oriental Institute'nin yeniden baslattigi bir çalisma var ANTAKYA'da. Adi AMIK VADISI PROJESI. Arastirilan zaman günümüzden 6.000 yilin daha öncesi. Projenin basinda tanidik bir isim... Chicago Üniversitesi görevlisi Prof. K. Aslihan Yener baskanliginda Tony Wilkinson ve diger degerli bilim insanlari. Mustafa Kemal Üniversitesi ve Antakya müzesinden degerli ögretim görevlileri ve arastirmacilari. Bu destek gören ve bütün dünyada ilgiyle izlenen uluslararasi ortak bir çalisma.

Bu yazi bundan 3-5 sene sonra yazilsaydi arastirilan dönem günümüzden 6.000 yil öncesi yerine 10.000 yil veya daha öncesi olmayacak miydi?

ATATÜRK

Yil 1930'dan 2 kisa zaman sonra 1932'de (Türk Tarih Kurumu'nun Atatürk tarafindan kurulmasi 1930) gelisen arastirmalar çerçevesinde; Ilkel Diller Uzmani, degerli bilim adami, emekli general Tahsin MAYATEPEK derinlesen fikri sohbetlerinin birinde ATATÜRK'e Maya dili ile Türk dili arasindaki benzesmelerden bahseder. (Türkçe de "tepe" sözcügünün karsiligi Maya dilinde "tepek"tir.) Mayatepek buna benzer kelime ve deyim benzerliklerinin 100'den fazla oldugundan söz eder. Bu fikri diyalogtan etkilenen ATATÜRK konuyu daha fazla arastirmasi için o yillarda Tahsin Mayatepek'i Meksika'ya elçi olarak tayin eder. Meksika daki arastirmalarinda Türk ve Maya dillerinin benzerlikleri konusunda çalismalar yaparken William Niven'le tanisan Tahsin bey, hem Niven'in tabletlerini inceleme firsatini elde eder, hem de Churhward'in 50 senedir üzerinde çalisip bitirdigi MU medeniyeti ile ilgili eserin varligini ögrenir. Bu gelismelerin düzenli olarak ATATÜRK'E aktarilmasi sonucu, Churcward kitabinin ilk nüshasi getirtilir ve yaklasik 40-50 kisilik bilim adamindan olusturulan grup tarafindan incelenir. ATATÜRK Türk dili ve sembolleri ile Niven'in buldugu Naacal tabletleri, Maya dili ve sembolleri ve Churcward kitaplari üzerinde yapilan çalismalara bizzat nezaret eder. Kendi kayitlarini tutar. 1960 li yillarin sonlarina kadar Türk Dil Kurumun da saklanan bu kitaplar daha sonra ANITKABIR arsivine devredilmistir. Bu gün orijinal baskilari ve Türkçe tercümeleri ATATÜRK'ÜN tuttugu notlarla birlikte ANITKABIR'de saklanmaktadir.

 

 

KAYNAK

 

 

http://www.fantasturk.com

http://img402.imageshack.us/img402/808/fdgfmn9.th.png

 

 

 

 

MU ALFABESİ...

Paskalya adası v.b. adalar (Avusturalya-Güney Amerika arasında) eskiden büyük bir kıtanın parçalarıydı! ....İnsanlığın anavatanı olduğu sanılan ve artık araştırma yapılabilen batık bir kıta MU KITASI! ... Mu kıtası büyük tufan sular altında kalır; ki bu büyük tufanın 'nuh tufanı' olduğu sanılmaktadır...Aynı zamanda maya, aztek, olmek mitolojilerinde de büyük tufan'dan bahsedilir! .... Mu kıtası sular altındadır ve sadece bir kaç parçası ayakta kalbilmiştir...Paskalya, Hawaii v.s v.s....

Mu'dan göçen insanlar çeşitli yerlere yerleşmişlerdir... İşte burda olay biraz nuh tufanıyla çakışıyor; çünkü o zamanki insanlar bazı telepatik v.b güçleri olduğundan, dejenerasyonun ve bozulmaların getireceği felaketi anlamış ve göç etmişlerdir... Örnek veriyorum: ''Uygur'' kabilesi kuzeye gidip Uzak Asya'ya yerleşmiştirn binlerce yıl sonra kurulan Uygur devletinin adı tesadüf müdür? ? ! ! Bu kabilelerden biri de karyenlerdir..(ismini tam hatırlayamıyorum ama böyle bir şey idi) Karyenler de uzun bir yolculuktan sonra Akdeniz ve Ege denizine ulaşmışlardır...Bunların da hani lise tarih kitaplarında (benim şu anda okumakta olduğum) gördüğümüz sümer, hitit, iyon, lidya, trak, yunan v.s... lerin ataları oldukları zannedilir.. (tabii bu medeniyetler arasında farklı yerlerden göç edip de gelenler de vardır!) Hatta Heredot karyen soyundan gelmesiyle övündüğünü anlatır....Ayrıca yunan alfabesi de Mu destanından oluşmaktadır! ! ! ! ...

Al-paa-ha(alpha) be-ta(beta) kam-ma (gamma) tel-ta (delta) ep-zil-onom (epsilon ze-ta (zeta) et-ha (eta) thetheha-ha (theta) ıo-ta (ıota) kap-paa (kappa) lam-be-ta (lambta) MU (mu) devam ediyor....

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Al: ağır şiddetli

paa: zorla girmek

ha: su

 

be: yürümek

ta: düzlük, yer, zemin

 

kam: mağruz kalmak

ma: anne, dünya

 

tel: dip, alt

ta: bulunduğu yer

 

ep: engel

zil: sınır oluşturma

onom: büyük fırtına, hortum..

 

ze: çarpak, vurmak

ta: bulunduğu yer

 

et: birlikte

ha: su

 

thetheha: kaplamak

ha: su

 

ıo: canlı

ta: bulunduğu yer

 

ka: çökelti, tortu

paa: zorla girmek, hücum etmek

 

lam: batmak

be: yürümek

ta: bulunduğu yer

 

mu: MU

 

buraya kadarını hikaye haline getirelim: Şiddetle hücum eden sular, dağılır düzlüklere, alçak yerlere... Engel çıkaran yüksekliklerde çarparak dalgalar büyük hortum ve fırtınalarla birlikte yine sular arka arkaya, kaplar bulunduğu her yeri. Sular örter üzerini canlıların bulunduğu yerleri. BATAR MU'NUN TOPRAKLARI....(devam ediyor)

bu yunan alfabesinin sonuna kadar böyle...

 

Paskalya Adası bir zamanlar insanların anavatanı mu'nun bir parçasıydı; zaten o küçücük adada bu kadar fazla ve ağır heykeller bulunması bundandır...Paskalya ayakta kalan adalardandı...Buraya kadar olaylar böyle...gerisi de eclemif'in anlattığı gibi olabilir tabii....

 

NOT: Atlantis Kıtası da gerçektir; mitolojiden ibaret değildir; niteki ipuçları bulunmuş, hikaelerden araştırmalara geçilmiştir..yeri İberya yarımadasının hemen burnunun dibidir (batı avrupa'nın batısı) Hatta şu anda Portekiz'e ait olan The Azores (azorlar takımadası) de Atlantis'in ayakta kalmış yegane parçalarıdır....

 

alıntıdır...

--------------------

ATLANTİS

 

Araştırma aşağıda ki siteden alınmıştır

 

http://ozlem.suyev.sitemynet.com

 

 

EGOSUNA YENİK DÜŞEN BİR UYGARLIK

 

 

 

Atlantis için çağlardan beri hep var mı, yok mu? tartışması yaşandı. Ben ise, onun varlığını kabul edip, insanlarının yaptıkları hatalara ve bu hataların bugünün Dünyasını etkilemesine bir göz attım. Varlığına inanıp, inanmamak size kalmış Tarihin kadim zamanlarında büyük bir uygarlık vardı. Insanlığın ulaşmış olduğu en yüksek uygarlık seviyesine ulaşmış olan "Mu" Uygarlığı. Munun çevresi de yavru uygarlıklarla çevriliydi. Bu yavru uygarlıklardan biri de Atlantis Uygarlığı'ydı. Bugün, her iki uygarlık hakkında "efsanevi" tanımlaması yapılıyor olsa da onların varlıkları bilimsel araştırmalar ve arkeolojik bulgularla her geçen gün biraz daha gerçeklik kazanıyor. Onların varlığına kanıt arayanlar için bir kaç örnek verebiliriz: Eflatun, Atlantisle ilgili ilk yazdığı eseri Timea (Timaios) ve daha sonra MÖ.345 yılında "Kritias"I yazdığı zaman kaynak olarak M.Ö.7.yy da yaşamış atası politikacı Solon'u gösteriyordu. Solon M.Ö 590'da Mısır'a gitmiş ve Mısırlı rahiplerden kadim bilgiler edinmişti. Bu bilgiler Atlantis'de yaşam şeklinin yanı sıra Mısır Uygarlığı'nın köklerinin Mu ve Atlantis'e dayalı olduğuna ilişkindi. Bu büyük ada ülke Solonun anlatımlarına göre, Solonun doğumundan 9 bin sene önce çok güçlü bir krallıktı ve buradan gelen işgalci kabileler, Akdeniz kıyısındaki tüm ülkelere yayılmışlardı.Ve Solon rahiplerden birşey daha öğrenmişti; uzun yıllar boyu Mısır'ın batı ülkeleriyle bağlantısının kesilmiş olduğunu. Bunun nedeni Atlantis'in deprem ve su taşkınları sonucu batmasının ardından, Atlantik Okyanusu'nun, Atlantis'in varolduğu kabul edilen bölgesinde, denizin bir çamur ve yosun tabakasıyla geçit vermez oluşuydu. Bu durum başka tarihçiler tarafından da anlatılır. Rusyada St. Petesburg Müzesinde bulunan ve bilinen en eski papirüslerden olan bir papirüsde ise, Ikinci Hanedan Firavunlarından Sentin, onlara bilgeliği getiren atalarının, anavatanlarını araştırmak üzere bir araştırma grubunu Atlantik Okyanusuna gönderdiği yazılıdır. Arkeolojik açıdan bu konuya ilişkin önemli bulgular ise, Eski Truva'da Dr. Schliemann tarafından bulunan ve ithaf yazısında "Atlantis Kralı Kronosdan yazılı Baykuşlu Vazove yine üzerinde aynı yazı bulunanKuş Sfenksidir. Kanıt olarak; çözülmüş NaacalTabletleri'ndeki anlatımlar, Mısır Uygarlığı'nın hiyerogliflerinden elde edilen bilgiler, Maya yazıtları, efsaneleri, ilahileri de gösterilebilir. Jeolojik kanıtlar ise, Kuzey Atlantik Okyanusu'nun dibi ya da yatağının biçimidir. Buradaki veriler "bölgesel çökmeye" işaret etmektedir. Bugünkü teknolojiyle Kuzey Atlantik bölgesinde Atlantis'in haritası da çıkarılmıştır. Jeolojik olarak da kabul edilen diğer kanıtlar ise şöyle sıralanabilir: Amazon Denizi'nin yok oluşu, Missisippi Vadisi'nin kuruması, St. Lawrence Vadisi'nin kuruması, Florida'nın ortaya çıkışı, Kuzey Amerika Atlantik kıyı hattının genel olarak genişlemesi Bunların hepsi de büyük bir kütlenin denize batması ve batma nedeniyle deniz dibinde oluşan büyük çukura çevre suların dolmasını kanıtlar niteliktedir. Ayrıca jeologlar, Brest ile A.B.D.nin kuzeyi arasındaki alanda 15 bin yıl öncesine ait açık havada katılaşmış olan lav parçaları keşfetmişlerdir. Atlantis'in, efsane mi, gerçek mi olduğu, Rönasans döneminde de kafaları en çok meşgul eden sorulardan biri durumundaydı. Özellikle 17. ve 18 yyda bu tartışmalar oldukça yoğunluk kazanmıştı. Atlantis, Dünya Edebiyatının devleri tarafından da tartışılmıştı. Bu tartışmaların sonucunda onun varlığına tüm kalpleriyle inanan yazarlar; Montaigne, Bafflon ve Voltaire olmuşlardı.. Atlantis vardı ve battı? Peki neden? Neden çok basit, sadece küçücük bir kelime; egoBugünkü biz Dünya çocuklarına ne kadar da yakın gelen bir sözcük değil mi? Hemen hemen tümümüzün içini kemiren, bizi olmadık yollara, aşklara, yaşamlara ve hırslara sürükleyen o çoklukla kontrol edemediğimiz yönümüz içimizdeki yaramaz çocuk ego... Peki Atlantislileri bu ego'nun en uçlarına sürükleyen ve onları yokoluşa götüren nedenler nelerdi? Aslında bu nedenler bugün yaşadıklarımızdan hiç de farklı değildi? Insanları, geçmişte toplu yokoluşlara götüren hatalar günümüzde hala tüm hızıyla devam ediyor? Peki devam etmek zorunda mı? Bu sorunun yanıtı tabii ki "Hayır"... Şimdi, bu "Hayır"I gerçekleştirmek için Atlantis'in tarihine bir göz atalım...

 

(Aşağıdaki bilgiler Eflatun'un KritiasAkaşa Yayınları'nın Galaktik Insan Ruh ve Madde Yayınları'nın "Kahin" isimli kitabında Edgar Cayce'nin, 1000e yakın kişiye yaptığı önceki yaşamlara döndürme seansları- sırasındaki Atlantis dönemine ilişkin okumalarından elde edilmiştir).

Dünya'nın unutulmuş tarihinin önemli bir bölümünde, Dünya üzerindeki hakimiyet dinozorumsu ve sürüngenimsi ırkın kurmuş olduğu uygarlıklardaydı. Bu ırklar bugünkü Dünya insanlarıyla kıyaslanacak olurlarsa üstün bir zekaya sahiptiler. Ama kötü bir yanları vardı, kendileri dışındaki fiziksel varlıklara yaşam hakkı tanımıyorlardı. Bu nedenle, 900 bin yıl kadar önce, o dönemlerde karada yaşayan, memeli deniz öncelleri dediğimiz varlıkların ( yunuslar ve balinalar) ve Dünya spiritüel hiyerarşisi'nin de desteği ile Dünya'dan yokedildiler. Ve bu yokedilişten bir süre sonra Dünya'da insan ırkı var olmaya başladı. Dünya insanları ilk kolonilerini, Pasifik Okyanusu üzerinde bulunan, Lemurya Kıtası (MU) denilen yerde kurdular. Insanın beş ırkının bu kıtada yaratıldığı ve sonraları Dünyaya yayıldıkları söylenir. Ilk koloninin kurucuları olan bu insanlar, hayatın tüm düzeylerinde demokratik ilkelerin geçerli olduğu bir Lyra/Srius uygarlığı oluşturdular. Sonraki 850.000 yıl boyunca Lemuryalılar bir dizi yavru imparatorluklar kurarak Dünyaya yayılmaya başladılar. Bu yavru imparatorlukların en önemlisi, Atlantik Okyanusu'nun ortasında bulunan kocaman bir ada olan Atlantis idi. Atlantis'in batısında Kuzey ve Orta Amerika, doğusunda ise Avrupa ve Kuzeybatı Afrika yer alıyordu. Yüzölçümü bugünkü, Avrupa ve Rusyanın birleşik yüz ölçümlerine eşitti. Poseidon, Atlantis'in kurucusuydu. Atlantisliler, babaları olduğunu kabul ettikleri Poseidon için bir tapınak yapmışlardı. Her beş ve her altı yılda bir insanlar burada toplanır ve boğalar kurban ederek tapınağın sütünlarına işlenmiş kutsal yazılara riayet için yemin ederlerdi. Atlantisliler topraktan gelmiş insanlardan, Euenor'un kızı Kleito'yu anneleri olarak kabul ederlerdi. Insanları; kültüre, bilime, sanata oldukça düşkündüler. Kibar insanlardı. Atlantisde çoğunluk kızıl ırktaydı. Yönetim şekli ise, sosyalist eğilimli bir monarşiydi. Toplumda din adamlarının sayısı hayli fazlaydı. Din adamları, o devrin en bilgili kadın ve erkekleriydiler. Hekimlik, vicdani ahlaki değerlerin danışmanı olarak görev yapıyorlardı. Atlantis varolduğu dönem boyunca üç imparatorluk dönemine ayrılmıştı. Galaktik Insan Kitabı'nda Atlantis'in yükselişini ve düşüşünü incelerken şöyle bir anlatıma yer veriliyor; "Atlantis'in tarihinin üç imparatorluğa ayrıldığını görürüz. Ilk tarihi dilime Eski Imparatorluk denir (M.Ö 400.000 yıldan 25.000 yıla kadar uzanır) Eski Imparatorluk, Lemurya ile aynı zamanlarda var oldu ve nihayet Lemurya'nın yıkımını planladı. Ikinci tarihi dilime, Orta Imparatorluk denir (M. Ö 25.000 yıldan 15.000 yıla kadar uzanır) ve o, Dünya Gezegeninin ilk gerçek hiyerarşik yönetimine sahne olmuştur. Son tarihi devreye ise Yeni Imparatorluk denir. O Atlantis tarihinin son 5000 yılını kapsayan nihayi çatışma ve yıkımın öyküsünü içerir (MÖ. 15.000 yıldan 5000 yıla dek uzanır). Santesson kitabında ise Atlantisdeki yaşam, Eflatunun yazdıklarından yola çıkarak Atlantisi şöyle tasvir edilir; Atlas soyundan gelenler, Atlantise hakim olmayı sürdürdüler. On bölge yöneticisi, birbirlerinden sadece askeri işlerle ilgili ayrıntılar bakımından ayrılıyorlardı. Atlantis krallarının her biri kendi ülkesinde hükümdardı, ama hepsi merkezi adadaki Poseydon Mabedinde dikili, Orişalktan yapılmış bir sütüna, ilk on kral tarafından kazılmış bir işarete itaat ederlerdi. Atlant krallarının ilk yasası, birbirlerine karşı silah kullanmamak, hücuma uğramaları halinde birbirlerine yardım etmekti. Atlantis’in doğal kaynakları sanki sınırsızdı. Kıymetli madenler çıkarılıyor, kokulu bitkilerden kokulu özler damıtılıyordu. Köprü ve kanal ağı, ülkenin çeşitli bölgelerini birleştiriyordu. Kıtanın altında bulunan taş ocaklarından çıkarılan beyaz, siyah ve kırmızı taşlar, evlerin ve sair yapıların yapımında kullanılıyordu. Her bir araziyi çevreleyen duvarlar yapıyorlar, bu dış duvarları bakırla kaplarken, şehri tahkim eden iç duvarları orşalk, orta duvarları ise kalayla kaplıyorlardı. Merkezi adada kurulu şehirde saraylar, mabetler ve halka ait diğer binalar kurulmuştu. Merkezde altın bir duvarla kuşatılmış bir mabed bulunuyordu. Bu mabed, Kleyto ile Poseydona adanmıştı Bahçe ve koruluklarda sıcak su kaynakları akıyordu. Çeşitli tanrılara adanmış birçok mabet, insan ve hayvanlariçin arenalar, hamamlar ve bir hipodrom vardı. Pek büyük limanlardan kalkan gemiler, Dünyanın her yerine gidiyordu. Bölge halkının nüfusu o kadar yoğundu ki her yerde sesleri işitiliyordu. Merkezi şehrin etrafında, sarp yükseklik ve güzelliklerinden dolayı ünlü dağların koruduğu çok geniş bir ova uzanıyordu. Ovada senede iki kez hasat yapılıyordu. Bu büyük imparatorluk Helen Devletlerine en kudretli ve şanlı oldukları bir devirde hücum etti. Ve böylece bilgelik ve biat yolundan saptı. Ölçüsüz alanlara sahip olan Atlantis kralları, tüm Dünyayı zapt etmek azmindeydiler Bundan sonraki bölüm, Kritiasın orjinalinde şöyle devam ediyor; Zeus, Işte o zaman bir vakitler erdemli olan bu soyun bahtsızlığını farkederek, onların aklını başına getirmek, onları uslandırmak için cezalandırmaya karar verdi. Bütün tanrıları, evrenin ortasında kurulu ve oradan durmadan değişen her şeyi gören en kutsal evinde bir araya topladı; onlara dedi ki Eflatunun KritiasI burada sona eriyor. Sonrası malum

 

KİMYASAL SİLAHLAR VE ŞİDDET

 

Atlantis batışından once üç kez tufana uğramıştır. Edgar Caycenin okumalarına göre, bu tufanlar günümüzden; 50 bin, 28 bin ve10.600 yıl kadar once gerçekleşmiştir. Bu tufanların nedenlerini incelediğimiz de günümüzle ne kadar da özdeş olduklarını tüm gerçekliğiyle görüyoruz. Ilk tufanın nedenine baktığımızda günümüzde de sıklıkla kullanılmakta olan kimyasal maddeleri ve silahları görüyoruz. Bu maddelerin ilk kez yoğun olarak kullanılmasının öyküsü ise şöyle; M.Ö. 50200 yılında etobur, iri cüsseli hayvanlar, insanlar için büyük sorun oluşturmaya başlayınca Dünyanın beş ulusundan gelen, beş ırkın temsilcileri bir araya geldiler, topraktaki ve havadaki unsurlarda bulunan güçlü kimyasal enerjileri hayvanlara karşı kullanmak için karar birliğine vardılar. Bu kararların sonucunda hayvanların yaşadıkları mağaralara ve bölgelere çok büyük miktarlarda kimyasal maddeler, gazlar verildi. Bilinçsizce kullanılan bu kimyasal maddeler ve güçlü patlayıcılar doğanın dengesini bozdu. Verilen gazlar, halen soğumakta olan yerkürede volkanik patlamalara, zelzelelere, buzul çağına girilmesine ve Atlantisin ilk tufanını yaşamasına yol açtı. Bu maddeler size de tanıdık geliyor mu??? Atlantis de uzun yıllar boyunca toplumsal olarak da karışıklıklar yaşandı. Toplum yönetiminde hakim olan ve Işığı temsil eden Birin Oğulları; bir Tanrı, bir din, bir eş kurallarını toplumda yerleştirmeye çalışırlarken, Karanlığı temsil eden, Belial Oğullarının, bu kurallar hiç işlerine gelmiyordu. Onlar toplumsal normları hiç sayıyor, insan hakları konusunda ise kayıtsız kalıyorlardı. Maddesel, sefahata eğilimli, şiddete dayalı bir hayat biçimi ve anlayışları vardı. Toplum hayatında bu iki grubun anlaşmazlığı gittikçe artıyor, bu da iç savaşlara ve huzursuzluklara neden oluyordu. Belial Oğullarının bedene bağlı, materyalist yaşam biçimleri bazı Birin oğullarına da cazip geliyor ve onların tarafına geçmelerine neden oluyordu. Belial Oğulları, bugün Dünya üzerindeki hakim güçlere baktığımızda, sizce de bildik birilerini anımsatmıyorlar mı???

 

GÜCÜ YANLIŞ AMAÇLARLA KULLANDILAR

 

Atlantisteki ikinci tufan ise M.Ö. 28.000e doğru gerçekleşti. Bu tufanın öyküsü ise şöyle anlatılır; Atlantisliler ilk tufanın şokunu atlattıktan sonar hızlı bir toparlanış dönemi geçirdiler. Atlantisin ikinci döneminde Atlantisliler, elektrik ve elektronik alanında önemli buluşlar yaptılar ve büyük gelişmeler gösterdiler. Uranyumdan elde edilen atom enerjisini taşımacılıkta kullanılıyolardı. Laser gibi her türlü ışıklı şualar keşfetmişlerdi. Ölüm şuası da bu gruba dahildi. Sıvı hava, sıkıştırılmış hava, kaucuk ve bugün henüz bilinmeyen bakır, aliminyum ve uranyumdan meydana gelen madeni alaşımlar kullanılıyordu. Asansör, telefon, radyo, Tv yaygındı. En önemli bilimsel başarıları ise güneş enerjisine hakim olmalarıydı. Bu gücü denetim altında tutan merkeze,Tuaoil Taşı veya Ateş Taşı adını veriyorlardı. Bu dönemde insan bedeni,kristallerden çıkan şuaların hafifletilmiş bir uygulaması ile gençleştirilebiliyordu. Bununla berebar Ateş Taşı yıkıcı amaçlarla işkence ve ağır cezaların yerine getirilmesinde de kullanılıyordu. Bu merkezin kuvvetinin, çok ileri bir düzeye ulaştığı bir zamanda yapılan bir hata, şuanın elektrik güçleriyle birleşerek toprağın bağrında birçok yangının çıkarmasına yol açtı ve volkanik patlamalar meydana geldi. Güç kaynaklarının bilinçsiz ve kötü kullanımının bugünün Dünyası için de yok oluşu getireceği çoğumuzun kabul ettiği bir gerçek değil mi???

 

GENLERLE OYNADILAR

 

Atlantililerin hatalarından birisi de genlerle oynamaları olmuştur. Belial Oğullarının etkisi altındaki, Atlantislilerin yaptıkları, bugünün dünya insanlarını genetic bakımdan indirgenmiş ve mutasyana uğratılmış durumda da bırakmıştır. Nedir bu genetic bakımdan indirgenmiş ve mutasyona uğratılmış olmak? Yapılan işlem bugünün gen mühendislerinin üzerinde çalıştıkları yöntemlere çok benzer. Sadece Atlantisliler bu işlemi yaparken, hayvan türleriyle yetinmemişler, insanlar üzerinde de denemeler yapmışlar daha da ileri giderek insan ve hayvan karışımı yaratıklar meydana getirmişlerdi. Atlantisliler bu yaratıkları köle olarak en ağır işlerde kullanıyorlardı.Insanların önceleri daha büyük olan kafa yapısını küçültenlerde yine Atlantisliler oldu. Atlantislilerin hırsı sınır tanımıyordu. Yaptıklarıyla yetinmeyip, insanlarda önceleri 12 sarmallı olan DNA yapısını, 2 sarmala indirdiler. Öfke, korkular, şiddet eğilimi, telepati yeteneğimizin azalması gibi olumsuz durumlar insan ırkından bu sarmalların çalınması sonucu oluştu. Ve bizler günümüzde bu hırsızlığın bedelini hala yaşamlarımızda ödüyoruz. Peki bugünün dünyasın da yapılan genetik çalışmalar, acaba onların geleceği nereye doğru gidiyor???

 

KENDİLERİNİ TANRIYLA EŞ KOŞTULAR VE ACIMASIZLAŞTILAR

 

Atlantisliler zamanla, yaptıkları yaratım ve genlerle oynama çalışmalarını öylesine abattılar ve Dünyaya hakim olma istekleri öylesi bir boyuta geldi ki, bir anlamda kendilerini, Allah, Tanrı, Yaradan,Ogan, Kutsal Beyaz Işık gibi birçok isimle anılan "BüyükYaratıcı Güç"le eş görmeye başladılar. Çünkü onlar yaratmanın sırrına erdiklerini düşünüyorlar ve "Büyük Yaratıcı Güce ihtiyaçları olmadığını iddia ediyorlardı. Işi iyice ileriye götürüp başta Alpha Centauri ve Pleiades kökenli ve Dünya Spiritüel Hiyerarşisi tarafından dışlanan "asiler" denilen gruplarla ittifak içine girdiler. Öte yandan, Dünyadaki askeri gücün büyük bölümüne sahip olma istekleri onları Ana imparatorluk Lemuryayı yok etme düşüncesine de götürdü. Çünkü Lemuryada tıpkı, Atlantis gibi egosunu ön plana almış, Dünya üzerinde hakimiyetini sürdürmek isteyen bir konumdaydı ve Atlantisin Dünyaya hakim olma yönündeki amacına engel teşkil ediyordu. O tarihlerde Dünyanın iki tane ayı vardı. Atlantisliler uzaylı asilerle yaptıkları ittifaktan da güç bulurak bu aylardan birini kullanarak Lemuryayı yok etmeye karar verdiler. Şimdiki Dünya ayının dörtte üçü büyüklüğündeki ayı spiral çizen bir yörüngeye soktular. Uzay gemileri, çekme ışınlarını kullanarak, Dünyanın aylarından birini Lagranj( kritik kütle konumu) noktasına yaklaştırdılar. Uzay gemileri parçacık ışın silahlarını ateşleyerek ayı, otam Lagranj noktasına girmeden once parçaladılar ve ay parçalarının oluşturduğu meteor sağanağı Lemuryayı ve kıtayı suyun üzerinde tutan gaz odalarını parçaladı. Böylece Lemurya okyanusun derinliklerine, büyük depremler, su baskınları ve üzerinde yaşayan binlerce insanla birlikte battı. Hırs ve gücün bilinçsizce kullanılmasının getireceği sonuçlar bugünün ülkelerinin, kıtalarının da sonu olamaz mı sizce???

 

YERKÜRENİN DENGESİNİ BOZDULAR

 

Atlantislilerin bu uzaylı asi gruplarla iş birliği, Dünya'ya savaşı getirdi. Bu dönemde Atlantislilerin Dünyaya hakim olma istekleri ve kendileriniYüce Yaratıcıyla eş koşma kibirleri çok daha uç boyutlara geldi. Yaratıcı güce sırtlarını döndüler. Tapınaklarda insanlar kurban edilmeye başlandı. Doğa güçlerini kötüye kullanıyorlardı. Güneş prizmalarının işkence ve ceza amaçlı kullanımı öylesine artmıştı ki halk bunlara Korkunç Kristaller adını vermişti. Insani değerlere hiç saygı kalmamıştı.

Askeri üstünlük için, yerküreyi onların değimiyle, Leydi Gaiayı dengelemek amacıyla kullanılan Maldek ayını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya başladılar. Bu kullanım Dünyaya isyanları ve kaos dolu günleri getirdi. Engizisyon ve işkence dönemi başladı. Yü gibi, Lemuryanın yavru imparatorlukları Atlantislilerin zulmünden kaçmak için Himalayalara oradandan yerin altına sığınarak bugün Agarta veya Şambala denilen 5. boyutsal bir uygarlık kurdular. (bu konuya ilişkin farklı bilgilerde mevcuttur).

Birin Oğulları insanları uyarıyor, doğruya çekmeye var güçleriyle uğraşıyorlardı. Ama Belial Oğullarının insanlara, zaaflarına yönelik sundukları olanaklar her geçen gün Atlantisli insanların Karanlığın temsicileri Belial Oğullarının tarafına daha fazla yönelmesine neden oluyordu. Belial Oğulları ve Birin Oğulları arasındaki savaşlar öyle bir duruma geldi ki kristal tapınaklara saldırılar sonucu Dünyanın iklimini dengede tutan gökkubbelerde önemli boyutta çatlamalar meydana geldi. Işte bu çatlamalar Atlantisin sonunu hazırladı. Dev ada büyük bir tufanla karşı karşıya kaldı. Depremler, sağanak yağışlar volkanik patlamalar sonucu Atlantisin batışı gerçekleşti. Atlantisin ilk olarak 11.500 yıl önce bir dip yükseltisi oluşturarak battığı, daha sonra bu günkü seviyesine indiği söylenir. Bermuda Şeytan Üçgeninin de Atlantisin batması sonucu oluşan boyutlar arası bir geçiş kapısı olduğu söylenir.

 

RUHSAL DÜŞÜŞE NEDEN OLDULAR

 

Eflatun, KritiasI Zeus dedi ki diye bitirmişti Onun Zeus olarak nitelendirdiği, bizim Allah dediğimiz o Yüce Yaratıcı Güç belli ki tufan emri vermişti. Yahudi ve Hristiyan metinlerinde Atlantisin sulara gömülüşü insanın düşüşü olarak ele alınır. Çünkü Atlantisliler yaptıkları hatalar nedeniyle insan ırkının spiritüel yani ruhsal olarak düşmesine neden olmuşlardır. Bu gün isimler farklı olsa da zulme uğrayan, sürülen halklar ve Dünyaüzerinde güç ve iktidar hırsı içinde olan ülkelerin yaptıkları bu anlatılanlarla ne kadar da çok benzerlik gösteriyor değil mi? Bugün de Dünyada gücü elde etmek amacıyla üretilen nükleer silahların denemeleri sonucunda ozon tabakası delinmiyor mu? Kutuplardaki buzlar, eko dengenin bozulması nedeniyle eriyor ve bu durum Dünyayı sular altında bırakma tehlikesini beraberinde getirmiyor mu? Vücutlar kimyasal maddelere kanserle karşılık vermiyor mu? Biyolojik denemelerin kötü amaçlarla kullanılması daha önce adını bile bilmediğimiz hastalıkların bizlere bulaşmasına neden olmuyor mu? Ve genler üzerinde yapılan denemeler; melez hayvanların yaratılması, hayvan ve insanların kopyalanması bunlar acaba gelecekte ne ölçüde olumlu şekilde kullanılacak?

 

Tarih iyi bir öğretmendir diyenler yanılıyor olamazlar. Bugünün hatalarının yaratacağı sonuçları, dünün Dünyasına bakarak anlamak olası Atlantislilerin başına gelenler ve bugünün Dünya insanlarının başına gelmesi muhtemel olanlarAslında bunların yaşanmaması yine insanların elinde Dünya insanlarına, Ona her ne ad veriyorsanız biz yazımızda Büyük Yaratıcı Güç olarak niteledik, O Büyük Yaratıcı Güçten büyük bir sevgi ve ışık yağmaktadır. Bu, peygamlerler, melekler, başmelekler, mesih enerjisi, foton kuşağı enerjisi, Beyaz Yıldız enerjisi gibi birçok kanalla bizlere ulaşmaktadır.

 

Bu ışığın amacı bizleri yeniden ilk varoluşumuzdaki düzeye Galaktik insan bilincine ulaştırmaktır. Yani sevgi dolu, egosunu aşmış, bilge, yükselmiş varlıklara dönüşmemiz istenmektedir. Burada bize düşen görev içimizdeki sevgiyi, birliği, iyiliği keşfedip mümkün olduğunca egomuzdan sıyrılarak yaşamaya çalışmamızdır. Yaptıklarımızın sonucunu görerek yapmamız, çıkar savaşlarından, şiddetten, maddi çıkarlarımızdan mümkün olduğunca vazgeçerek yaşamamızdır. Yapmamız gereken hem çok kolay hem çok zor, Parola Egondan sıyrıl Okuduklarınız size bir masal veya bilim kurgu öyküsü gibi gelebilir.

 

Ama masal ama gerçek. Ne farkeder? Anlatılan öykü egosuna yenik düşen, kibrin sınırlarını zorlayan, insan ırkının üzerinde haddini bilmezcesine tahakküm kurmaya çalışan bir uygarlığın öyküsüdür Gerçek mi, değil mi ? diye merak ediyorsanız, yanıtını kalbinize sorun. O size daima doğru olanı söyleyecektir

 

Sevgili okur, bu ilginç araştırma her ne kadar Yaşar Mükrim Altınada adıyla bazı sitelerde yayınlansada Özlem Süyev Zat'a yazının kendisine ait olduğunu belirten bir e-mail ile beni uyarmıştır. Yazı http://ozlem.suyev.sitemynet.com adresinde de yayınlanmaktadır.

 

ATLANTİS 2

 

Atlantik okyanusunun üzerinde olduğu iddia edilen ve varlığı, James Churcwarddan binlerce yıl önce Mısırlı rahipler tarafından Yunanlı filozof Eflatun aracılığı ile insanlığa duyurulan Atlantis, kuşkusuz uygarlığın ilk beşiği değildi. Atlantis, Mu uygarlığının bir kolonisiydi ve zaman içinde bağımsızlığını kazanarak, bir imparatorluğa dönüştü. Peki Mısırlı rahipler durup dururken Eflatuna bu sırrı niye vermişti? Çünkü Eflatun da Mısırda inisiye edilmişti ve kardeşleriydi.

 

Churcward Atlantisin Amerika ile Afrika arasında yer aldığını söylüyor. Diğer bazı araştırmacılar bu batık kıtayı başka yerlerde arıyorlarsa da kıtanın battığı okyanusun aynı adı taşıması Atlantisin Atlantik okyanusu üzerinde olduğu savlarını gçlendirmektedir. Özellikle Bermuda, Bahama ve Azor adalarının Atlantisin yüksek kalan kesimleri olduğu söylenmektedir

 

Eflatun Atlantisi Solon ve Kritiasın ağzından almıştır. Bu iki filozof arasındaki konuşmaya göre Firavun amosis döneminde (M.Ö. 570-525) Sais şehrini ziyaret eden Solon burada bir üstad rahip tarafından Atlantis hakkında bilgilendirilmiştir. Bu rahip Solona eskiden cebelitarık boğazı ötesinde çok büyük bir kıta olduğunu , Mısırdan hareket eden bir kişinin denize ulaştığında, adadan adaya geçerek okyanusu aştığını ve ve karşı kıyıdaki bir diğer kıtyaya ulaşabildiğini söylemiştir. Rahibin ifadesine göre bu kıta 9 bin yıl önce (günümüzden 12 bin yıl önce) büyük bir tufan ve deprem neticesinde sulara gömülmüş ve kolonisi olan Mısır ile ilişkisi kesildiği için Mısır uygarlığı gerilemiştir.

 

Mısırda 10 yıl kadar kalan Solon’un yönetici rahiplerle yakın temasına rağmen onların kardeşlik örgütüne inisiye edilip edilmediği hakkında bilgi yoktur. Öte yandan bir diğer Yunanlı tarihçi Heredot’da Mısırı ziyaret sırasında yine rahiplerle görüşmüş ve bu rahipler kendisine örgütlerinin 11 bin yıldan bu yana varlığını sürdürdüğünü söylemişlerdir.

 

İngiliz Araştırmacı Churcward, Naacal tabletlerinde Atlantise önemli bir yer verildiğini ve önceleri Munun kolonisi olarak uygarlaşan Atlantların zaman içinde bağımsızıklarını kazanarak kendi imparatorluklarını kurduklarını belirtiyor. Tabletler, Mu kolonisi Atlantisde Mu kozmik Dinini öğreten okulların bulunduğunu ancak bağımsızlık sonrası ana dinden uzaklaşıldığını ifade ediyor. Naacal tabletlerine göre Atlantlı rahipler kendi güçlerini arttırmak için ana dini yozlaştırmayı çıkarlarına uygun bulmuşlardır.

 

Atlantisin okumalara göre 200.000 yıl öncesinde başlayan bir tarihi olduğu, birincisi bundan 50.000, ikincisi 28.000 yıl ve sonuncusu da 10.600 yıl önce olmak üzere üç büyük tufan geçirdiği anlaşılmıştır. Pekçok uygarlığın tarihinde ve mitolojide bahsi geçen bu son tufandır. Son tufan ile birlikte Atlantis tamamiyle sulara gömülmüş, kaçanların bir bölümü Tibet, bir bölümü ise bugünkü Mısıra gelmişti. Zaten Atlantis kelime anlamıyla inceleyecek olursak: ATL ve ANTE kelimelerinin birleşimiyle oluşmuş olup, ATL=Su, ANTE=İndi anlamına gelir ve birlikte suya inmiş, suya batmış olarak nitelendirilir. Sonundaki İS eki ise Platon tarafından konulmuş ve sonunda ATLANTİS olarak kalmıştır.

 

Atlantis ve Mu döneminde 5 ayrı ırkın aynı anda yaratıldığından bahsedilir. Bu ırklar değişik bölgelerde yaşamlarını sürdürmektedirler. Atlantislilerde kızıl, Mulularda ise esmer ırkın hakim olduğu fakat daha sonra tüm ırkaların birbiriyle karıştığı söylenmektedir. Tufanlara da neden olan güç savaşının Mu dinini korumak isteyen Birin Oğulları ile gücü kendi amaçları doğrultusunda kullanmak isteyen Belialın Oğulları arasında olduğu anlaşılmıştır. Sayıca üstün olan Belialın Oğullarının bu savaştan galip çıkmış ve karanlık güçler Atlantise egemen olmuştur. Savaş o kadar büyük boyutlu olmuştur ki fiziki ve atmosferik dengeleri bozulan koca kıta deprem ve su baskınları ile sular altına gömülmüştür. Bu yıkımdan kurtulmak isteyen bazı Atlantislilerin yerin altına indiklerinden bahsedilir. Özellikle Caycenin okumalarından edindiğimiz bilgiler ve Lobsang Rampanın kitaplarında da bahsi geçen iki gruptan söz edilmektedir. Bunlar Birin Oğullarının devamı olan AGARTA ve Belialın Oğullarının devamı olan ŞAMBALA dır. Her iki grubun ellerinde bulunan bilgiler aynıydı ama kullanım alanları farklıydı. Yer altına yerleşen iki ayrı grup çalışmalarını buralarda sürdürdüler. Agarta birçok inisiyeyi ve peygamberleri özel yerlerde eğitti. Ezoterik bilgilerin yok olmaması için inisiyatik merkezler kurulmasına yardımcı oldular. Şambala ise dünya üzerinde yaşayan insanların bilgiden uzaklaşması için çeşitli faaliyetlere girişti. Dünya üzerinde yaşayan bazı insanlarla temasa geçerek, onları kendi felsefeleri doğrultusunda eğittiler. Bunların başında da tarihte kanlı sayfalar açan Adolf Hitler gelmektedir. Bu grubun tek amacı vardı: İnsanları Ezoterik Bilgilerden uzak tutmak. Bu gruba Kara Tarikat denilmektedir ve üyeleri dünyada önemli güç noktalarını ele geçirmiştir. Halen dünya üzerinde devam eden çıkar savaşlarında ve büyük güçlerin arkasında bu mücadele vardır. İnsanlığın bilgi ve düşünce gücü olarak gerilediği dönemlerin artık sonuna gelindiği söylenmektedir. Yani dünya üzerinde Şambala etkisinin azaldığı ve Agarta, Mu kültürünün tekrar yükselişe geçtiği bir süreci yaşamaktayız.

 

Atlantisde dini yozlaştırma Osirisin ortaya çıkışına kadar sürdü. Naacal tabletlerinden ikisi günümüzden 22 bin önce Atlantisde doğan bu büyük insana ayrılmıştır. Tabletlere göre Osiris genç yaşında doğduğu yeri terk ederek Muya gitti ve burada Bilgelik Okullarından birisine girdi. Mu kıtasında Naacaller arasında üstad rahip ve kutsal kardeş ünvanını alana kadar kalan Osiris dini bir reform başlatma görevi ile ülkesine geri döndü. Yozlaşmış atlantis dinine ve rahipler sınıfına karşı savaş açan Osiris, güçlü kişiliği ile halkı da yanına aldı ve yozlaşmış rahipleri , itibarını yitiren mabetlerden temizledi. Ölene kadar ülkesinin ruhani lideri olan Osiris, kendisine teklif edilen imparatorluk ünvanını reddetti. Öldükten sonra takipçileri ve rahip kardeşleri onun anısına, yaydığı dine Osiris dini adını verdiler. Osiris adı Mısır tanrıları arasında da geçmektedir. U adın Hermes (Toth) tarafından Mısıra getirildiği fakat zaman içersinde bu saf dinin yozlaşması nedeniyle Osirisiin de ilkel tanrılardan birine dönüştüğü sanılmaktadır. Mısır tanrı panteonunda adı daima Osiris ile anılan İsis, aynı tanrının dişil ifadesi, her ikisinin oğulları olan Horusda kutsal kelamın ifadesidir. Hermes de, Osiris ve İsis gibi bir süre sonra tanrısallaştırılmıştır. Kendisine 3 defa büyük anlamına gelen trimejist sıfatını yakıştırmışlardır. Mısırda Osiris Dininin devamını yani bugünkü büyük Mısır kültürünün temelini atan Hermes hem rahip, hem kral, hem de din kurucusu olarak kabul edilmiştir. Günümüzden 16.000 yıl önce Mısırda yaşayan Hermes, Osiris ekolünün devamını Nil deltasında kurmuştur. Hermes kurduğu okullar ve kutsal yerler ile dini yaymış ve günümüzden 5.000 yıl öncesine firavun Menes dönemine kadar Mısır medeniyetini etkilemiştir.

 

Atlantisten çok bahsettik ve onun önemli bir uygarlık olduğunu söyledik. Niçin bu uygarlık önemliydi? Eski yazıtlardan ve Caycenin okumalarından elde ettiğimiz bilgiler aslında çok şaşırtıcıdır. Günümüze elle tutulur çok az şey kalmış olan bu uygarlıkların teknolojik yönden çok ilerlemiş olduğunu öğreniyoruz. Örneğin kristalleri çok yoğun kullanan Mu ve Atlantislilerin pek çok şeyi onlarla yaptıklarını anlıyoruz. Telepati ve düşünce güçlerini kristaller ile yoğunlaştırıp belli bir noktaya toplayabilen ve özellikle rahiplerin elinde olan bu güçler kimi zaman iyi, kimi zamansa kötü niyetle kullanılmıştır. Bugünkü atom gücünün kullanımına benzeyen fakat çok daha güçlü olan bu enerji kullanımı koca bir kıtanın batmasına neden olmuştur. İyi ve kötü rahipler arasındaki savaşta dünyanın etrafındaki aydan büyük bir gezegenin dahi bu güçlerle yok edildiğinden bahsedilmektedir. Kristaller büyük hava gemilerinin de enerji kaynaklarıydı. Başka bir enerji kaynağına ihtiyaç olmadan bu gemilere kristallerden elde edilen güçle kumanda edildiği ve bu sayede gezegenler arası yolculuklar yapıldığından bahsedilir. Kristaller bilgi depolama ve şifa amacıyla da kullanılmaktaydı. Özellikle saf kuartz kristallerinin bu özellikler sahip olduğunu bugünkü teknoloji ile de kanıtlanmıştır. Günümüz şifacılarının tamamı bu kristalleri kullanmaktadır.

 

 

BİMİNİ ADASI, ATLANTİS VE

DÜNYAYI BEKLEYEN BÜYÜK TEHLİKE

 

Aşağıdaki metin hakkında ön bilgi:

UFO'larıyla dünyamızı ziyaret eden varlıklar 1972 yılında, bir üniversite profesörü, immünoloji araştırmacısı ve Meksika Atom Enerjisi Komisyonu'nun önde gelen üyesi olan dünyaca ünlü Meksikalı bir bilim adamı olan Prof.R.N.Hernandez ile temas kurdular. Temasçı genç bir kadın görünümündeydi. Kadın, ANDROMEDA Takımyıldızındaki (net görüntü ve resimleri son yıllarda Hubble teleskobundan sağlandı) INXTRIA gezegeninden geldiğini söylüyordu. Bu varlık, profesörle çok önemli bilimsel ve sosyolojik sorunları tartıştı ve ona son derece önemli bilgiler verdi ; profesörü uzay gemisine götürerek dünyamızla ilgili pek çok ilginç şey gösterdi. Bu görüşme ile ilgili tüm bilgiler Profesör'ün "kaybolduğu" 1984 yılına dek yapılan temasların , yüzlerce sayfa günlük notları, steno ile kaydedilmiş konuşmalar, tanımlamalar vb'den oluşmaktadır. Orjinali İspanyolcadır.

Aşağıda bu belgelerden derlenen UFO isimli Yrb. Wendelle C. Stevens ve Zitha Rodriguez Montiel tarafından derlenen kitabın 156-170.ci sayfalarında geçen bir LYA (uzaylı kadın) ve Prof.Hernandez arasında konuşmaya yer verilmiştir.

 

" Zamanınızdan altı milyon yıl önce , kıtaların tümü tek bir kara parçası meydana getiriyordu. Bunun üzerinde yaşayan uluslar birbirlerine oldukça yakındılar. Ancak, bir gece, deniz, Atlantis dediğiniz kenti tümüyle yutuverdi. Bu büyük karanın orta yerinde yaşayanlar, kara ikiye bölününce boğuldular. Oldukça bilgiliydiler ancak daha çok bilgi toplamak istemeleri topyekun mahvolmalarına neden oldu."

"Orada o büyük kentte, Atlantisli bilim adamları, askeri üstünlük kazanabilmek için çabalıyorlardı. Bunu yapacak zihinsel kapasiteye ermemiş olmalarına karşın, tüm galaksiye hakim olmak istiyorlardı. Niyetleri, dünyanıza ve sistemin tümüne kayıtsız şartsız egemen olmaktı. "

"Atlantisliler, güneş sisteminin Maldek ( Maldek=Marduk=niburu olmasın? ) denen gezegeninden gelmişlerdi. (Bugün orası astroid kuşağı olarak biliniyor.) Bu gezegen , SİON'dan gelen ve bilimsel ilerlemeleri nedeniyle büyük güç kazanmış varlıkların sığınağı olmuştu. Neyse, günün birinde, bilim adamları kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler ve bazıları Dünya'ya göç ettiler. O zamanlar, dünya , güneş sisteminin dördüncü gezegeniydi. Bu sömürgeciler, dünyanın, burada eskiden beri oturan diğer sakinleri için çekilmez hale geldiler ; çünkü , gelişmiş silahlarıyla onları tehdit ederek küçük uluslara boyun eğdiriyor ., sapık amaçlarını ve egemenliklerini bu sulahlarla gerçekleştiriyorlardı. Dünya, başka gezegenlerden gelenler için büyük bir sığınak olmuştu. Bunlar arasında, gerek örf ve adetler gerekse genetik olarak büyük farklılıklar vardı. Zengin minerallerden dolayı yeni bir yerleşim bölgesi oluşturan bu gezegen, birçok uygarlığı çekiyordu kendine. O zamanlar, sadece tek bir kara vardı. Gezegeniniz, Maldek gezegeninden büyük kuşkularla gözetlenen bir serayı andırıyordu. "...............

............."Bu silah bir antinükleer reaktöre ve antienerjiye sahipti; böylece, aynı zamanda hem molekül parçalayıcı, hem manyetik denge bozucu, hem de güç nötralleştirici ve her çeşit enerjiye karşı alıcı gibi kullanılabiliyordu. Onunla hayatı ve hareketi kontrol edebiliyorlardı."

"Sayesinde, o güne dek erişilmemiş bir güce sahip oldukları bu silaha antimadde cihazı adını verdiler. o devrin konvansiyonel silahları ile bu antimadde silahı arasındaki fark bir uçurum kadar derindi. Diğer silahlar, maddeyi yok edebiliyorları, organik enerjiyi değil. Ama yeni ve onlara göre müthiş keşifleri, onlara insanoğlunun psişik ve spiritüel enerjisini yok etme olanağını sağlıyordu. Evet, bu silah, biri maddesel öteki de spiritüel olan her iki varlığı da yok edebiliyordu."

" Pardon LYA, ' her iki varlık' sözüyle ne demek istediğinizi anlayamadım? "

" Evet, sizler, insanın psişik ve organik bileşim maddelerine, ruh ve madde diyorsunuz. Bunlar birer varlıktır. sizin ruh dediğiniz varlık, konvansiyonel ölümle yok olmaz. Onun enerjisi ölümden sonra da devam eder. Ama bu silah, hareket halinde olsun olmasın, (yaşasın, yaşamasın) titreşimsel ya da psişik varlığı bütünüyle yok ediyordu. Bir kez hedefe doğru yönlendirildi mi, artık hedefinin sesini arayıp buluyordu. Bu, ses, o bölgede yaşayan insanların soluk alıp vermeleri ya da bitkilerin solunumu olabiliyordu. Kentlerin ve ormanların enerjilerini tümüyle absorbe ederek onları yeryüzünden siliyordu. "

" Bu silah, ona karşı koyacak yolları arayıp bulamayan Maldek'lileri çok telaşlandırdı. Silahın gücü, nedenli küçük olurlarsa olsunlar, tüm canlı hücreleri yok edebiliyordu. Ne kadar büyük olurlarsa olsun, herhangi bir gezegenin yörüngesini değiştirebiliyor, antimanyetik bir vorteks meydana getirerek, yörüngedeki dünyaların çarpışmalarına neden olabiliyordu. "

" Bu korkunç silahın yapılması, Maldeklileri öylesine endişelendiriyordu ki, Dünya'da olup bitebilecek şeyler karşısında büyük bir sorumluluk duymaya başladılar. Sonunda, dünyanıza gelerek, Atlantislileri bu projelerinden vazgeçirmeye ve barış içinde yaşamaya ikna etmeye karar verdiler. Ama, geç kalmışlardı. Dünyalılar, bu silahın onlara, gezegenlerarası bilim adamları arasında büyük bir güç ve ayrıcalık kazandırdığının farkına varmışlardı. Dünyalıların sürekli karşı koymaları üzerine, Maldekliler, dünyanın dengesini tehlikeye atma pahasına, silahı, kendileri etkisiz hale getirmeye karar verdiler.

Ancak, her şeye karşın niyetlerini gerçekleştiremediler. Dünyalılar bu silahı, gece gündüz koruma altında tuttukları, devasa bir piramidin içine sakladılar. Bunu gören Maldekliler savaş ilan ettiler. Bu savaş bir yıl kadar sürdü. Bu, eşit iki güç arasında yapılan, zor ve güçlü bir karşılaşmaydı. Dünyalılar, gerektiğinde silahı kullanmaya karar verdiler. "

" Bütün bu kargaşa sürerken, Maldekli bilim adamları, son bir kez, Atlantislileri bu kararlarından vazgeçirmeye çalıştılar, ama güçlü bir direnişle karşılaştılar. Dünyalılar, yeni güçlerinin simgesi olan silahtan vazgeçmeye yanaşmıyorlardı. Doğrusu, hiç de sağduyu sahibi değillerdi ; kozmik yasayı hiçe sayıyorlardı ; zaten kendi uygarlıklarının yasalarını da sürekli ihlal ediyorlardı. Hücresel hayatı sıfırlayan, teknolojiyi tehdit eden, tüm bio-genetik enerjiyi ve güneş sisteminin barışını mahvedecek olan bu silahlarını teslim etmeyi ya da etkisiz hale getirmeyi redderek, kardeşlerine karşı savaşmayı sürdürdüler.

"Savaşın şiddeti içinde, dünyalılar toprak kaybettiler. Diğer güneş sistemlerinden gelen ileri uygarlıklar da Maldekliler'e yardım ediyorları. O zaman , Dünyalılar, Maldek gezegeninin manyetik alanını kaybetmesine ve yakınındaki diğer gezegenlerle (en yakındaki Mars'tı ) çarpışmasına neden olacak şekilde ayarladıkları silahlarını çalıştırdılar"

"Yörüngesinden çıkan Maldek gezegeni, çok enerji yitirdi. Bu enerji kaybının farkına varan bilim adamları, bir gece, Dünyalılar'ın bu saldırganlığını ve gücünü oluşturan silahı yok etmeye karar verdiler. Maldek laboratuvarlarından yayınlanan güçlü bir ışın, o büyük kentin (Atlantis) üzerine düşerek, kıtayı ikiye böldü. Bu ışın, dünyanın büyük bir bölümünün bir uçurum gibi açılmasına neden olmuştu ve aynı gece , tüm Atlantis kenti sulara gömüldü."

" Diğer, daha küçük kentler, büyük bir su baskınının (tufanın, Nuh tufanımı acaba?) karaları kaplayacağı konusunda uyarılmışlardı; bunların bazıları yine Maldek bilim adamlarının yardımıyla, insanların tahliyesiyle ilgili gerekli önlemleri alabildiler."

"İkiye bölünen büyük kara parçası parçalandı, yavaş yavaş sulara gömülen kısımlarında, birçok masum insan da öldü. Kalan parçaların biri batıya, biri de doğuya doğru savruldu. Dünyanın manyetik kutbu kayboldu. O zamandan beri de olması gereken yerde değildir."

"Dünyanız yörüngesini değiştirdi; bu çatışmalardan haberleri dahi olmayan suçsuz uluslar tufanda yok oldular."

"Bugün bile, karalar hareketlerine devam ediyor ve bu hareketleri, o gece sulara gömülmüş bazı kara parçalarının yeniden su yüzüne çıkmasına neden olacak. Dünyanız, o zamandan beri sürekli hareket halindedir. "

"Maldek gezegeni ise, bir süre, yörüngesel enerjisini yitirmeye devam etti ; bu süre içinde Maldekliler, kendilerine sığınma hakkı tanıyan gezegenlere göç ettiler. Sonunda Maldek gezegeni , Mars ve Jüpiter ve hatta Dünya'nızla da çarpışmasını gerektiren bir yörüngeye girdi. (Sümer anlatısıyla örtüşmüyormu? Ayrıntılar için bu sayfaları takip etmeye devam edin.) Yakın gezegenlere, yağmur gibi göktaşları yağdırdı. Bu kozmik toza Satürn halkalarında hala rastlanabilir... Bu parçaların diğerleri , halen astroid kuşağı adını verdiğiniz bölgede, bir düzene girmeye çalışıyorlar."

"Antimadde silahı da, Florida açıklarında , BİMİNİ dediğiniz adacıklar arasına rastlayan bölgede , denizin dibine gömülmüş büyük piramidin içinde duruyor."

Büyük şaşkınlıkla ona baktım. bu öyküye inanıp inanmamak konusunda ikircikli kaldığımı anladı. Kendimi aşağılanmış hissediyordum. Yavaşça sordum:

"Hala okyanusun dibinde mi yani?"

"Evet, profesör" dedi, " Yıldızlararası topluluk, şimdi eskisinden daha çok endişeleniyor. Çünkü, artık zayıflamış olmasına rağmen, eğer güneş ışınları tarafından aktive edilirse, dünyanızda manyetik değişikliklere ve molekül bozulmalarına neden olabilir. "

" Bu antimadde silahı, korkunç etkilerini, değişik şekillerde fakat sık sık gösteriyor. Bu da bilim adamlarınınz dikkatini , o bölgede olup bitenlere çekiyor. O bölgede, pusulalar, iletişim ve deniz trafiği sık sık aksıyor. Hala, Solar güç tarafından uyarılıp aktive edildiği zaman, yaşam enerjisini algıladığında, enerji vortex(girdap)ını harekete geçiriyor. Ayrıca, çevresinde, tepkime ile çalışan herhangi bir alet algıladığında antimolekül alanının uyarıldığı kesindir. Aslında bir sesle hareket geçer. Hala, kullanılır durumda ve çok tehlikelidir. Sizin ona erişmeniz olanaksız, çünkü, gücü karşısında hemen yok olursunuz."

"Bunca yıldan sonra, hala dediğiniz kadar öldürücü mü?"

"Aslında profesör" dedi. , heyecanlı bir duyarlılıkla, " onu ele geçirmek isteyen birçok yıldız toplumu var; ancak, dünyanıza gelip, araştırma ve analizler yaparak silahın yerini bulmaları ve onu çıkarmaları için gereken izin , üstün varlıklar tarafından onlara verilmiyor. Ne onlar ne de siz, antienerjiyi ve antimaddeyi kontrol altında tutacak ve onu etkisizleştirecek kadar bilgiye sahipsizin. Bu bilgi sadece gelişmiş varlıklarda var"

"Bunu siz başarabilir misiniz LYA ?"

"Tabii profesör. Unutmayın ki , biz bir bilim ve keşif grubuyuz. Ancak, bu dünyanızı antimadde güçlerine maruz bırakır. Biz hayata saygıyı esas alırız. Sadece maddesel değil, enerjik hayata da. Bizim prensiplerimiz, canlı türlerini yaşatmaya ve geliştirmeye çalışmaktır."

"Biz bir gün bu silahı kontrol etmeyi başarabilecekmiyiz?"

"Bu koşullar altında, hayır. Şu andaki bilgileriniz, daha uzayda yolunuzu bulmak için gerekli olan üstuzay prensiplerini bile anlamaya yeterli değil. Bunu için , gemilerinizi yürütmek için çok büyük ölçüde enerjiye gereksinim duyuyorsunuz. Uzayın içerdiği tehlikeleri anlamak için milyonlarca saatlik uzay araştırmalarında bulunmanız gerekiyor. Bu yüzden , bu silahı, insanlarınızın korkunç genetik zararlara uğramayacakları bir biçimde kontrol ederek yüzeye çıkaracak yeterli bilgiye henüz sahip değilsiniz. Onu yüzeye çıkarırsanız, yüzlerce kilometre uzaklıkta bulunan kentler bir an içinde yok olabilirler ., tarihiniz boyunca böyle olaylara rastlanmıştır. Dünya dışı gemiler bunu yapabilir ; fakat , enerjinin tahliyesi sırasında birçok insan ölebilir. Ancak çok ileri bir uygarlık bunu başarabilir. Aksi halde, dünyanızın manyetik alanı kuvvetli bir değişime uğrar.

Bugün BİMİNİ adası açıklarında deniz altında bulununan taştan yola benzer yapılar ve ünlü Scott Taşları ile ilgili deniz dibi araştırmaları büyük bir heyecanla devam ettiriliyor. İlgili araştırmacılar, bölgenin Atlantis'e ait olabileceği konusunda ciddi fikirlere sahipler.

Bimini adasındaki son durum ve resimleri Eski Uygarlıklar sayfasından takip edebilirsiniz. Ayrıca ilgili olduğunu düşündüğüm Japonyada sualtında bulunan piramit ile ilgili resim ve yazıyıda aynı yerde bulabilirsiniz.

 

Kaynak: Prof. R. N. Hernandez

Andromeda'dan gelen UFO , (sf: 156-170) Yrb. Wendelle C. Stevens & Zitha Rodrigues-Monteil

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

3.png

 

Ezoterizmin Osmanlıca karşılığı Batinilik olup, Batın; içyüz-içteki anlamındadır. Bunun Türkçe karşılığı ise İçrek sözcüğüdür.

 

Ezoterik bilgiler denildiği zaman, herkese açıklanmayan ancak belli eğitimlerden geçip o bilgileri almaya hak kazanmış kişilere verilen bilgiler kastedilmektedir.

Ezoterik bilgilerin en önemli yönü yazılı olmaktan çok, bir yol gösterici(Mürşit) tarafından öğrenciye(Mürit) belli bir sistem dahilinde aktarılmasıdır. Bu yönteme inisiyasyon veya tekris denilmekte olup Türk-Şaman geleneklerinde de "El Vermek" deyimiyle yer almaktadır.

 

Ezoterizmin tersi olan sisteme ise Egzoterizm denilmek olup bunun Osmanlıca karşılığı "harici", Türkçe karşılığı "dışrak" dır. Egzoterik bilgiler herkesçe bilinebilen, sıradan başlangıç bilgileri olmaktadır. Ezoterik bilgilere ulaşabilmek için öğrenci eğitimine egzoterik bilgiler ile başlar.

Zaman içersinde gösterdiği çabalar ile yükselerek daha derin olan ezoterik bilgileri almaya hak kazanır. Ezoterik öğretinin verildiği hiçbir okul veya sistemde harici bilgileri eksik olan adaylara ezoterik bilgiler aktarılmaz. Bunun nedeni, insanın mükemmele ulaşabilmesi için iç ve dış aleminin tam bir bütünlük içinde olması gerekliliğidir.

 

Şimdi niçin ezoterizm sorusuna yanıt aramaya çalışalım. "Niçin" ve "nasıl" lar meraklı insan doğasının bir gereğidir. İnsanlar normal öğreti sistemi içinde aktarılan bilgiler ile bazı soruların yanıtlarını bulamadıkları zaman arayışa girmektedir. Bunun sonucu materyalist düşünce sisteminden sıyrılmakta, yanıtları kimi zaman "din" kimi zaman ise "panteist" düşünce sisteminde aramaktadır. Felsefi anlamda "Panteizm", islami kültür içinde "tasavvuf" adını alan ezoterik sistemin amacı; varoluşun, ancak sevgi ile algılanabilecek ve akılcılıkla ortaya konulacak sebeplerini savunmak ve tek hedefi insanın tekamül ederek "kamil insan" haline dönüşmesini sağlamaktır.

 

Ezoterik sistem, varoluşu ve tanrıyı tanımlamaya çalışan din ile aslında çelişmemekle birlikte, yıllarca dini bir sömürü ve hükmetme sistemi olarak kullanmaya çalışan tutucu, radikal kesimin hedefi olmuştur. Dini sistemlerde koşulsuz bir inanma duygusu vardır. İnsanın yaşamının sadece dünyadaki bedensel yaşayışıyla sınırlı olmayıp bir ruhun varlığı kabul edilir. Bu ruhun,

bedensel yaşayış sona erdiğinde ya başka bir bedende hayat bulacağı ya da ahiret denilen bir başka mekana giderek bir başka boyutta sonsuza dek yaşayacağı kabul edilir. Bu nedenle ikinci yaşamın saadet ve mutluluk içinde geçmesi için dünyadaki yaşamın acı ve ızdırapla geçirilecek bir imtihan dönemi olması gerektiği kabul edilmiştir. Meselenin bu şekilde ele alınması insanın hayatı boyunca ölümü düşünmesine, ahireti kazanmak ve hak etmek için dünya nimetlerini tepmesine sebebiyet verdiği gibi, insanlar arasında ayrılık tohumlarını da serpmiştir. Gerçekte tek Allaha inanan çeşitli dinlere mensup olanlar, mabedlerini, kitaplarını, bayramlarını, tatillerini, kıyafetlerini farklılaştırdıkları gibi mezarlarını hatta ahireti bile ayırmış, "senin cennetin – benim cennetim" demek suretiyle tek Allahın o tek cennetini(veya cehennemini) bile parsellemeye çalışmıştır.

 

Ezoterik düşünce sistemi ise, bunların üzerine çıkmayı, kutsal kitapları sözleriyle değil, özleriyle yorumlamayı, "iman" ın "akıl" a aykırı olamayacağını ve insanların akıllarıyla doğruluğunu kabul edemeyecekleri bir takım olay ve buyruklara inanmak zorunda bırakılamayacağını ifade eden bir akımı temsil eder. İşte bu nedenle dinin özünü değil, şeklini anlayabilenler tarafından sürekli red edilmiş, bu akıma taraftar olanlar dinden çıkmakla her zaman ve her yerde suçlanmıştır.

 

Eğer cennet varsa, oraya gitmek için camiye, kiliseye, sinagoga devam edip dua etmek yeterli değildir. Bütün dinlerin tek Allahın kulları, yani kardeş olduklarını kabul eden ve bütün kutsal kitaplarda geçen evrensel doğrularla yaşayan yani dürüst, müşfik, merhametli ve cömert olan bir kimse bunları yapmasa bile oraya gidecektir. İşte bu düşünceleri içinde barındıran ezoterik

düşünce, bugün dahi sürüp giden din kavgalarına yol açan düşüncelerin karşısındadır.

 

Ezoterik düşünce sisteminin nasıl ortaya çıktığını ve din ile aslında çelişmeyen fakat onu kötü amaçlarla kullanmak isteyenlerin neden karşı çıktığını açıkladıktan sonra bu sistemin içinde başka hangi özelliklerin bulunduğuna değinmek istiyorum.

 

Ezoterik düşüncenin temelinde tek tanrı düşüncesi vardır. Varolan herşey tanrıdan doğmuştur ve onunla özdeştir. Evren ve tanrı birdir.

 

Tanrı sadece yaradan değil, varolandır ve evrendir. Önsüz ve sonsuz olan tanrı makrokozmosda da, mikrokozmosda da bulunur.

 

Tanrısal ışığın bir parçası olan ruh, hiçbir zaman ölmez ve yegane amacı ayrıldığı ana kaynağa, yani tanrıya dönmektir. Bunun da tek yolu, evrensel bir yasa olan evrim, yani tekamüldür.

 

Aslolan ruh ve ruhun tekamülüdür. Madde onun kullanıp attığı, bir üst düzeye geçme aracı ve zaman içersindeki varoluşun ifadesidir.

 

Ruhun tekamülünü, yani çıktığı ana kaynağa dönmesini sağlayan evrensel yasa, yeniden doğuş yasasıdır. En alt düzeydeki varoluşun ifasesi olan cansız varlıklardan, en üst düzeydeki Kamil İnsana kadar ruhun ulaşmasını sağlayan yeniden doğuş zinciri ancak ruhun mükemmele ulaşması ve tanrıya dönmesi ile kırılabilir.

 

Tanrısal fışkırmanın bilinen en üst düzey ifadesi olan insan, iyi ve kötünün savaştığı alandır. Aslolan iyilik olduğu, evrenin tümü sevgi üzerine kurulu bulunduğu için, ancak iyi bir insanın ruhu, kamil insana dönüşebilir ve tanrı ile bütünleşebilir.

 

Tanrı, kendi bünyesindeki sonsuz varlıkların varoluş ve yaşayış deneyimleri ile kendi niteliklerinin bilincine daha çok varmakta ve daha yüksek bir bilince ulaşmaktadır. Tanrının bir yansıması olan insan, dolayısıyla tanrının bir ifadesidir. Bu nedenle, insan tanrıdır veya "ben tanrıyım" demek ne denli doğru ise, tanrı insandır demek de o denli yanlıştır.

 

Ezoterik öğretinin kullandığı dil "semboller dili" olagelmiş ve bu sembollerin, simgesel anlatımlarının imkanlarından yararlanılarak hemen her kavimde, her millette, binlerce sene korunarak, uygarlıktan uygarlığa aktarılması mümkün olmuştur.

 

İnsanlık tarihi günümüzden 6000 yıl öncesinde yazılmaya başlandı. M.Ö. 4000 yılına uzanan yazılı tarihimiz öncesinde ise insanlık tarihine ışık tutacak veriler arkeolojik çalışmalardan elde ettiğimiz sonuçlara dayandırılmakta. İş böyle olunca toprak altından çıkan en küçük bir parçanın bile insanlık tarihini etkileyebilecek öneme sahip olduğunu görüyoruz. Gelişen teknolojinin sunduğu imkanlar ile arkeolojiye destek verilmekte ve bilimsel gerçeklerin ışığında karanlık tarihimiz aydınlatılmaktadır. Özellikle son yıllarda yaşanan bu gelişmelerle çok uzun zamandan beri söylenen bazı sözlerin ve hikayelerin doğruluğu ispatlanmaya başlanmıştır.

 

İşin bir diğer tarafı ise belki de insanlığın gelişimi hakkında birbirimize sormamız gereken sorulardır. Mısır, Maya, Paskalya, Uygur, Tibet, Akdeniz, uygarlıkları arasındaki benzerlikler ve eserler bu kültürün tek bir kaynaktan çıkıp yayılmış olduğunu düşündürmektedir. Milyonlarca yıllık dünya tarihinde insanlığın dışında yaşayan ve yok olan türlerlerin varlıklarını biliyoruz. Bunların gelişimi yok oluşları hakkında pekçok teoriler üretilmekte ve senaryolar yazılmaktadır fakat insanlık için baktığımızda durum çok daha ilginçtir. İnsan adını verdiğimiz ilk varlık bundan 200.000 ile 500.000 yıl önce ortaya çıkan "Homo Erectus" yani iki ayağı üzerinde duran canlıdır. Daha sonra gelişen "Homo Sapiens" yani düşünen insan olarak adlandıralan canlının bundan 200.000 yıl öncesinde yaşadığı belirlenmiştir. Bundan 200.000 yıl önce yaşayan bu canlının da beyin büyüklüğü şu anda yaşayan insan türüyle aynıydı. Peki ne oldu da insanlık bütün buluşlarını son 6000 yıla sığdırdı? Tekerleği ve yazıyı keşfetmek için niçin 194.000 yıl bekledi? Özellikle son yüzyıla bakacak olursak neredeyse bütün önemli adımların bu süreçte yapıldığını ve gelişimin çok daha hızlı artarak ilerlediğini görüyoruz. O zaman insanoğlunun günümüzün uygarlığını yaratmak için beklediğini düşünmek bencillik olmuyor mu? Bu soruların yanıtlarını belki de günümüz uygarlığının temel taşlarının çok daha eskilerde atıldığı varsayımıyla açıklamak mümkün olacaktır. İnsanlığın karanlık ve yok olan bir tarihinde yaşayan uygarlıkların izlerini artık bulabiliyoruz.

 

Yok olan uygarlıkların izlerini bilimsel ve metafizik yöntemleri kullanarak açıklamak benim de kişisel görüşüm olmuştur. Kendi araştırmalarımı ve edindiğim bilgileri birleştirerek insanlık tarihini yorumlamak için çalışmaktayım. Bu nedenle burada açıklayacağım görüşler şimdiye kadar edindiğim bilgilerin bir sentezi niteliğinde olup, kabul görüp görmemesi de sizlerin akıl-mantık süzgeçinden geçirip onaylamanıza bağlıdır. "Kayıp Uygarlıklar" ın peşinden giderken gerçek ile miti ayırmak zordur. "Ateş olmayan yerden duman çıkmaz" özdeyişinde de belirtildiği gibi bazı mitlerde de gerçek payının olduğunu düşünebiliriz. Gerçeği araştırmak için bilimsel yol ile metafizik yolu birlikte kullanmak ise belki pekçok kimsenin itiraz edeceği bir durum olsada, bazı gerçeklere ulaşmada doğru sonuçlar vereceğini düşünüyorum. Mu Uygarlığından batlayacağımız uygarlık tarihini belki size yabancı gelsede bu düşüncelerin ışığında yorumlamak istiyorum.

 

Naacal Kardeşlik örgütü Mu Uygarlığının en önemli noktasıydı ve belki de bugünkü pekçok bilginin kaynağını teşkil etmektedir. Peki Naacaller hakkında ilk bilgiler nerede ve ne şekilde ortaya çıktı? 1880li yıllarda James Churchward adında bir İngiliz, Tibette bazı taş tabletlerin izlerine rastlar. Tibette uzun yıllar kalarak bu tabletler üzerinde yazan eski dili öğrenir ve ilk kez burada Naacaller hakkında bilgilere rastlar. Churchward bundan sonra hayatının 50 yılını harcayacağı bir araştırma serüvenin içinde bulur kendini. Batık kıta Mu hakkında yapılan tüm araştırmaları inceler, Gobi çölü, Avusturalya ve Mısırda incelemeler yapar. 1921-23 yıllarında Meksikada çalışan William Niven da benzer taş tabletler bulmuş fakat üzerindeki dili çözemediği için ilerleyememişti. Yaklaşık 12.000 yıllık olan bu tabletleri Meksikaya gelen Churchward çözmeyi başarır ve eksik olan bilgilerini bütünleyerek Mu hakkında büyük yankılar uyandıran eserlerini yazmaya başlar. Churchwardın yazmış olduğu 5 kitap daha sonra pekçok esere kaynaklık yapacak çok değerli bilgiler içermekteydi. Burada küçük bir parantez açarak, Churchwardın eserleri hakkında yaptığım bir araştırmayı da daha sonra sizlerle paylaşacağımı belirtmek istiyorum. Çünkü bu araştırmamda Mustafa Kemal Atatürkün de konuyla olan ilgisini ve çalışmalarını sizlere anlatacağım.

 

Churchwardın yaptığı araştırmalar bundan 70.000 yıl belki de daha eskiye dayanan ve bugünkü dünyasal konumu itibariyle Pasifik Okyanusunu kaplayan bir kıtadan bahsedilir. Bu ana kıtaya Mu adı verilmişti. Mu bir rahip kral tarafından yönetilmekte kendisine "Ra Mu" denilmekteydi. Munun sembolü tek tanrıyı temsil eden Ra yani Güneş'ti. Ra adı Maya, İnka, Mısır ve Eski Hindistanda kullanılmıştır. Bu bilgi bile uygarlıkların kökenindeki ortak alanı göstermektedir. Mu hakkında çok şey söylenebilir. Tabletlerden aldığımız bilgilere göre Mu Uygarlığı en az 3 kez tufan felaketi ile sarsılmış. Ana kıtanın batacağını anlayan bazı insanlar Orta Asya(Gobi Çölü civarı) ve Atlantik Okyanusunun bulunduğu yerlere göç etmiş ve buralarda Uygur ve Atlantis Uygarlıklarını oluşturmuştur. Bugün okyanuslarla kaplı bir alanda bulunan Mu ve Atlantis Uygarlıklarının çok ileri düzeyde teknolojiye sahip olduğu bilinmektedir. Modern bir Indiana Jones olan arkeolog David Hatcher’ın yapmış olduğu araştırmalar neticesinde kaleme aldığı 6 kitaplık "Kayıp Kentler" dizisinde bu uygarlıkların yaşadığına dair çok gerçekçi bilgileri bize aktarmaktadır.

--------------------

http://www.borderlands.com/catalog/lostcity.htm

Okyanus altında yapılan yeni araştırmalar ve özellikle Biminideki bulgular söylenenleri doğrular niteliktedir. Merak edenler için aşağıdaki adreslere bakmalarını öneririm :

 

http://www.parascope.com/articles/0997/atlantis.htm

http://www.funandsun.com/1tocf/inf/bim/bim2.html

http://www.are-cayce.com/ancient.htm

http://www.hartlana.co.uk/bluebird1/dolphin.htm

 

Mu ve Atlantis uygarlıkları hakkında bize bilgi ileten bir diğer kaynak da Edgar Cayce adındaki kahindir. Cayce ‘okuma’ dediğimiz yöntemle pekçok kişinin geçmiş yaşamlarını araştırmıştır (Not : Hipnoz veya başka bir trans haliyle bir kişinin geçmiş yaşamlarını öğrenebilme yöntemi). Yapmış olduğu binlerce okuma sonucunda kitaplar yazılmış

http://edgarcayce.com/

ve öldükten sonra adına bir vakıf kurulmuştur http://www.are-cayce.com/

Cayce kitaplarında o dönemde yaşamış olan kişiler hakkında detaylı sorular sormuş ve yaşanan hayatı en ince ayrıntılarına kadar ortaya koymuştur. Bugün Caycenin yapmış olduğu okumaların gerçek olduğu ispatlayan deliller hızla artmaktadır. Metafizik açıklamalar bilimsel yöntemlerle desteklendiğinde, daha doğrusu bilimin gelişimiyle algılamış olduğumuz yeni dünyalar ve enerji alanları arttığında yanıtlar da kendiliğinden gelmektedir.

 

Ezoterizm, asıl gerçeklerin yalnızca anlayabilecek yetenek ve bilgide olanlara bildirilebileceği görüşü üzerine temellenen bir öğreti sistemidir. Genel olarak, Arapça ve Eski Türkçe'de "Batıniyye", Fransızca'da "Esotérisme" ve İngilizce'de "Esoterism" ya da "Esotericism" kartılığıdır. Bu sözcüğün Türkçe'de yeni kullanılan karşılığı "İçrekçilik"tir.

 

Ezoterizm özünde, bilgi ve görgülerin kapalı bir topluluk içinde ve aşamalı olarak verildiği bir çalışma ve öğreti sistemi olarak tanımlanabilir. Bu tanımda dikkat edilmesi gereken en önemli unsur, ezoterizmde aktarılan bilgiler ve görgülerin ister bilimsel, isterse töresel-dinsel nitelikte olabilmesidir. Ezoterizm bir öğreti sistemidir ve bu sistemle aktarılan öğreti bilimsel ve çağdaş olabileceği gibi, töresel ya da dinsel de olabilir. Ne var ki, Ezoterizmin bu özelliği çoğunlukla göz ardı edilir ve hemen her zaman Ezoterizmi, Gizemcilik (Mistisizm) ya da Gizlicilik (Okültizm) ile karıştırma yanlışına düşülür.

 

Ezoterizm sözcüğü, köken olarak Yunanca'daki esoterikos sıfatından türemittir. Ezoterik biçiminde yaygın olarak kullanılan bu sıfat, "içrek yani dışa kapalı ve kendi içine dönük ya da apaçık olmayan" anlamlarına gelir ve bir topluluk ya da bir örgütü, bir yöntem ya da sistemi, bir yazı ya da konuşmayı nitelendirmek için kullanılabilir. Ezoterik sıfatı, "genel ve herkesin olabilen" anlamına gelen "eksoterik" (dışrak, İngilizcede Exoteric, Fransızcada Exotérique) teriminin karşıtıdır. Örneğin dinler eksoterik, Gizemcilik ezoteriktir. Antikçağın gizemci düşünürü Pisagor, öğrencilerini esoterikos ve exoterikos diye ikiye ayırır, gizli öğretisini yalnızca birincilere aktarırmış.

 

Ezoterik sıfatının tanımı gereği, bir öğreti sistemi olarak Ezoterizmin üç temel özelliği vardır:

 

Öğretiyi alacak kişilerin özenle seçilmelerinden sonra, "inisiyasyon" yöntemiyle topluluğa kabul edilip yine aynı yöntemle ilerletilmeleri;

Öğretilerin, inisiyasyon yöntemi uyarınca bir dereceler silsilesi içinde verilmesi;

Öğretilerin kapsamında öncelikle simgelerin, allegorilerin ve özdeyişlerin kullanılmasıyla, bireye kendi gerçeklerini bulma yolunun açılması.

Görüldüğü gibi, Ezoterizm bir sistem olarak aktarılan öğretinin özünden bağımsızdır ve temelde biçimsel bir itleyiti nitelendirmektedir.

 

Ezoterik öğreti sisteminin doğuşu, İnsanoğlunun doğa yasaları üzerinde düşünmeye koyulması ve doğanın ve evrenin gerçeklerini arayıp bulmaya başlaması kadar eskidir. Ulaşılan gerçekleri, insanların büyük çoğunluğu ya anlayamamış, ya tepkiyle karşılamış, ya da bunları kendi çıkarları için kötüye kullanmaya kalkışmışlardır. Bu durum, gerçeklerin araştırılıp doğruların aktarılmasında, kapalılığın insanlar ve İnsanlık için daha yararlı sonuçlar sağlayacağı düşüncesini yaratmış ve böylece Ezoterizm ortaya çıkmıştır. Ezoterizmde, herkese duyurulması sakıncalı görülen bilgilerin, yalnızca belirli bir kültür düzeyine erişen kişilerce anlaşılabileceği gerekçesi kapalılığı zorunlu kılmıştır. Bu anlamda Aristoteles öğretisi de ezoterik sayılmalıdır; Aristoteles sabahları seçkin öğrencilerine ders verirken, akşamları halka ders verirmiş ve öğrettikleri de ayrı ayrı bilgilermiş.

 

Ezoterizmuygulayan toplulukların büyük çoğunluğu, ulaştıkları gerçeklere ilişkin bilgi ve bulgulardan yalnızca kendi üyelerinin yararlanmalarını öngörmez; kendi dışlarındaki toplumu ve tüm İnsanlığı da gözetirler. Ne var ki, yeterince uyumlu bir ortam sağlanmadıkça, gerçeklerin gelişigüzel bir biçimde ortaya dökülmemesini ve saklı tutulmasını yararlı ve hatta gerekli bulurlar. Bu yaklaşımın doğal sonucu olarak, gerçeklerin topluluk dışına yayılması, İnsanlığa maledilmesi gecikebilir.

 

Ezoterizmin kapalılık gerekçesi Hermesçiliğin şu sözleri ile daha iyi anlaşılabilir:

 

"Her us büyük gerçekleri kavrayamaz. Çoğunluk ya aptal, ya kötüdür. Aptalsalar, gerçek karşısında akıllarını büsbütün yitirirler. Kötüyseler, bu gerçeği kötüye kullanarak, büsbütün kötülük ederler. Gerçeği gizlemekten başka yol yoktur. Bulmak, bilmek, susmak gerek..."

 

Benzer bir yaklaşımı Şeyh Bedreddin'de de bulmak olanaklıdır:

 

"Her bilgi kendi mertebesinde haktır. Gerçekler halka daha işin başında söylenirse, ya yollarını saptırırlar, ya da gerçeği söyleyeni suçlarlar. Halk ve hak, orta bir yolla ve ayrı ayrı gözetilerek birbirine alıştırılabilir. Ama herhalde halk, hak ve hakikate alıştırılmalıdır..."

 

Ezoterizmin işlevi, bazılarınca bilinen bir takım gerçeklerin, bilemeyenlere aktarılmasından ibaret değildir. Ezoterizmin işlevleri arasında, topluluk üyeleri arasında uyumlu bir iletişim sağlamak olgusu da vardır. Bu iletişim sayesinde, bilgileri geliştirmek, derinleştirmek, yenilemek, genişletmek ve olgunlaştırmak için olumlu bir yapı sağlanır.

 

Ezoterizmin temel kuralı gereği, bilgiler yalnızca yeterli düzeyde anlayış yeteneği olan ve bu yolda ilerleme özelliği gösterebilen kişilere aktarılmalıdır. Ezoterik sistemde çalışan bir topluluğa katılan kişiye bilgilerin tümü bir anda yüklenmez, kişi belli düzeylerde sınanarak daha ileriye gitme yeteneğinin olup olmadığı anlaşılmalıdır. Özellikle dinsel ve töresel nitelikte olan bilgiler açık ve belirgin bir kesinlikle verilmemeli, böylece öğretiyi alacak kişilerin kendilerine öğretilenleri putlaştırmaları önlenmelidir. Ezoterik sistem içinde bilgileri öğrenmeye başlayan kişi, yalnızca kendisi için öğrenmekle yetinmemeli, bilgilerini birleştirip olgunlaştırarak başkalarına da yararlı olmaya çalışmalıdır.

 

Ezoterizmi benimseyip uygulayan kuruluşlar ve topluluklar, kendi öğretileri kapsamında çoğunlukla din, töre, bilim ve sanat gibi konuları bir bütün biçiminde işleyip, öğretilerine göre yorumlamışlardır.

Bununla birlikte, salt "bilimsel", salt "dinsel-töresel" ya da salt "sanatsal" Ezoterizmden de söz edilebilir. Salt bilimsel Ezoterizm, yalnızca doğal ve evrensel gerçeklerin, bunların yasalarının ardına düşmüştür. Salt sanatsal Ezoterizm, bireyler arasındaki iletişimin gelişmesinde öznelliği öne alarak, duyumsal algılamayı geliştirmeyi öngörür. Salt dinsel-töresel Ezoterizm ise, dinlerin akıl ve mantığa uymayan öğelerini ayıkladıktan sonra, Tanrı buyruklarından içsel anlamlar çıkarmak yoluyla Gizemciliğe yaklaşır; eğer akıl ve deney yoluyla ulaşılan bilgilerin ötesinde, "sezgi" yöntemi ile sağlanabilen bilgilere öncelik verilirse Gizlicilik ile bağdaşır. Genel olarak dinsel Ezoterizmde, usaaykırı dinsel dogmaların, usauygun bir yoruma kavuşturulma çabası da bulunmaktadır. Ne var ki, kimi ezoterik yorumcular, bu yorumlarda büsbütün usaaykırılığa düşmekten kaçınamamışlardır.

 

Ezoterizmi benimseyen topluluklar, kendilerine özgü bir çalışma yöntemi ve öğretisi olan, üyesi olmayan kişileri çalışmalarına almadığı gibi, öğretilerini kendi üyelerinden başkasına açmayan örgütlenmelerdir. Bir ezoterik topluluğun bu özelliği, onun bir "gizli örgüt" olmasını gerektirmez. Zira ezoterik bir topluluğun ya da kurumun varlığı, amaçları, ilkeleri, üyelerinin kimler olduğu, çalışmalarının nerede yapıldığı, nasıl çalıştığı herkesçe bilinebilir. Bir ezoterik topluluğun gizli olarak nitelendirilebilecek tek yönü, üyelerinin kendi aralarında yaptıkları toplantı ve çalışmaların içeriğidir.

 

 

 

Ezoterik İnisiyasyon Nedir?

 

Ezoterik İnisiyasyon (Erginlenme, Tekris);"dışarıdaki", "yabancı", "harici", "bigâne" kişinin "içeri" alınması, "mahrem" kılınması, ezoterik topluluğun "üyesi" durumuna getirilmesi, ezoterik bilginin ışığına kavuşmasıdır.

 

Ezoterik İnisiyasyon; bireyde, varlığın bir alt aşamasından bir üst aşamasına geçişi ruhsal olarak gerçekleştirmeye yönelik süreçtir. Burada amaç, bir takım simgesel eylemler ve fiziksel edimler aracılığıyla, bireye yeni bir yaşama "doğmak" üzere "öldüğü" duygusunu aşılamaktır. Bu nedenle, kimi ezoterik örgütlerde inisiyasyona, İkinci Doğuş da denilmektedir.

 

İnisiyasyon yoluyla, kişi daha "yetkin" bir tinsel duruma girmekte, "üstün" bir evrene ulaşmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, inisiyasyon, en derin anlamıyla, bir çeşit "tanrılaştırma' dır. Temel işlevi, kişinin, dış yaşamındaki her türlü koşullu durumunun ötesine geçmesidir. Böylesi bir "tanrılaştırma" eylemi, evrenin özündeki "büyük varlığın" bireyde belirmesi olgusunu varsayar. Bu varsayım temelini Panteist düşüncede bulmaktadır.

 

Evren ile Tanrı'yı bir ve aynı şey sayan öğretilerin ve inanç sistemlerinin genel adı Panteizm'dir. Kamutanrıcılık da denilen Panteizm'in temel ilkesine göre, evrende bulunan her şey tek bir Varlık'tan oluşmuştur. Gerçekte varolan bu tek Varlık'tır ve tüm nesne ve canlılar onun çeşitli görünümleridir. Eski gizemci ve ezoterik toplulukların çoğunda Panteist ilkeler benimsenmiştir. Felsefe olarak Stoacılık ve Neoplatonizm'de panteist anlayışlar vardır. Kabalacılık tümüyle panteisttir. Vahdet-i vücut anlayışı ile Tasavvuf 'ta da panteist olgu benimsenmittir.

 

Birey, inisiyasyon yoluyla, kendinde zaten varolan bir özü canlandırmaktadır. Bu bir "iç" gerçekleşmedir. Bu nedenle, ezoterik inisiyasyon uygulanan kişinin, belirli bir takım özellik ve eğilimlere baştan sahip olması gereklidir.

 

İnisiyasyon'nın Batı dillerindeki karşılığı olan "initiation" sözcüğü, Latincedeki "initium" sözcüğünden türemiştir. "Initié" ise aslında "yola koyulmuş, başlamış" demektir. Ezoterizm'de en önemli kavram "İnisiyasyon"dır.

 

Ezoterizm (Batıniyye, İçreklik), bilgilerin ve görgülerin kapalı bir topluluk içinde ve aşamalı olarak verildiği çalışma ve öğreti sistemidir. Asıl gerçeklerin anlayabilecek yetenek ve bilgide olan kişilere aktarılabileceği görüşü ezoterik sistemin özüdür.

 

 

 

Sistemin üç önemli özelliği vardır:

 

1)Öğretiyi alacak olanların özenle seçilmelerinden sonra, inisiyasyon yöntemi ile topluluğa kabul edilerek, yine aynı yöntemle ilerlemeleri.

 

2)Öğretilerin bir dereceler silsilesi içinde verilmesinin yanısıra hiyerarşik yapı gözeten bir örgütlenmenin bulunması.

 

3)Öğretilerin kapsamında simge, allegori ve özdeyişlerin kullanılması.

 

Ezoterik yaklaşımın özü; bireyin kendi kendini aydınlatamaması olgusuna bağlıdır. Genelde, ezoterik öğreti uygulamasına karşın; bazen, Mistisizm (Tasavvuf, Gizemcilik) kavramı ile ezoterizm kavramı bu noktada ayrılırlar. Mistik kişi (mutasavvıf, gizemci) çoğu zaman elini eteğini dünyadan çekmiş bir "münzevi"dir, düzen ve denetim dışıdır, hatta disiplinsizdir. Gerçeğe bir anda "sezgi" yoluyla varabilir. Oysa, ezoterizm'de, kişi ancak "inisiyasyon"ya dayalı (initiatique) bir örgüt tarafından ışığa kavuşturulabilir. Ezoterik örgüt kişiye, öncelikle ruhsal bir etki aşılar, sonra bu etkinin üzerine bir "öğreti" kurmaya çalışır; bunu yaparken de belirli bir hiyerarşik yapıyı ve disiplini izler. Mistisizm'in bazen salt bireysel düzeyde kalabilmesine karşın, ezoterizm daima örgütsel bir yapıdadır.

 

Mistisizm (Tasavvuf, Gizemcilik), duygu ve sezgiye dayalı bir inanç yolu olarak, us ile deney alanı dışında, duygu ve sezgilerle gerçeğe ulaşma anlayışıdır. Tanrıbilimsel açıdan, kişinin kendi içine kapanarak, Tanrı'yı kendinde araması biçiminde de tanımlanır. Mistisizmin son aşaması, Tanrı'nın varlığında eriyerek, kişiliğin yokedilmesidir.

 

İnisiye olan kişi üzerinde oluşturulan ruhsal etki, esas olarak, İnisiyasyon töreninin "haricilere aktarılamaz" olan temel niteliğidir. Aristoteles, Eleusis Gizemleri'nden sözederken, "öğrenmek yerine hissetmek" diyordu. İnisiyasyon sırasında da, aktarılan bir öğreti yoktur, yaşanan yoğun duygular vardır. Ama, bu duygular, ilerde öğretinin serpileceği uygun toprağı yaratmaktadır.

 

Öyleyse "inisiyasyon"nın gizemi, "dile getirilemez, sözcüklerle anlatılamaz" bir gizemdir; ancak ritüeller aracılığı ile yaşanır, çilesi çekilir, hissedilir. Gerçekten, tüm ritüelleri en ufak ayrıntısına kadar hariciler tarafından bilinse bile, ezoterik örgütlerin gizemleri tam olarak çözülemez ve çözülemeyecektir. Zira bu gizemler ancak kişisel olarak yaşandığı zaman duyumsanabilir. Tüm ezoterik örgütlerde bulunan ve üstünkörü incelendiğinde anlamsız görünen ritüellerin, aslında, ister korkutucu, ister yadırgatıcı olsun, inisiye olan kişiler üzerinde bir tür psikanalitik tedavi etkisini andıran tinsel yankılanmaları vardır.

 

Bu durumda, inisiyasyon yoluyla, birey kendi kendini "gerçekleştirmekte", yetkinleşme sürecine ilk adımı atmakta, kendi özünde saklı olanları kuramsaldan eylemsele yöneltmektedir. Üstelik bu durum bir kez kazanılınca, bir daha yitirilmeyen bir niteliktir. İnisiyasyon olgusu artık sürekli bir "durum"dur. İnisiye olmak bir daha geri alınamaz bir özelliktir.

--------------------

Sonuç olarak; ezoterik inisiyasyon:

 

A) Kişinin önceden belirlenen eğilimleri ve özellikleri üzerine yapılandırılan,

 

B) Belirli bir ruhsal etki yaratarak, kişinin bilinçaltına yönelen,

 

C) Bireyin kendisinin tamamlaması gereken bir "saklı özün gerçekleştirilmesi" çabasından oluşan üçlü bir süreçtir.

 

İnisiyasyon Törenlerinin Nitelik ve Amaçları

 

Ezoterik örgütlerde, İnisiyasyon Törenleri, bireyin benliğini etkilemeyi amaçlayan, ve hem fizik, hem de tinsel birer "sınav" niteliği taşıyan deneyimlerdir. Aslında, inisiyasyon, ezoterik örgüt üyelerinin, haricilere açmamak konusunda yemin ettikleri bir "gizem" dir.

 

Törenin, katılanların kişiliğine bağlı olmayan, kendiliğinden bir etkenliği vardır. Bu etkenlik törenin kendi özünden kaynaklanmakta olup, töreni yöneten ve düzenleyenlerin, ayrıca diğer katılıcıların kişiliğinden bağımsızdır. Töreni yöneten önemli değildir, önemli olan törenin işlevidir. Buradaki yaklaşım, dinsel yaklaşımla paraleldir; örneğin, namazın değerinin, imamın kişiliğinden bağımsız olması gibi.

 

Diğer taraftan, etkin sonuçlara ulaşabilmek için, törenin ritüeline, en ufak ayrıntısına kadar uyulması gerekmektedir. Ancak, yine de, eğilimleri açısından yatkın olmayan kişilere uygulanan inisiyasyon'nun etkisiz kalması olasıdır. Bu noktada, dinsel yaklaşımdan ayrılınır; örneğin, hristiyanlarda, vaftiz töreni, eğilimine bakılmaksızın herkese uygulanır.

 

Gizemci aradığı ışığa, bilgiye bir anda sezgiyle ulaşabilir. Buna karşılık, inisiye olmuş kişi, bilgiyi ancak, zamanla ve bir takım aşamalardan sırasıyla geçerek elde eder. Bu nedenle, inisiyasyon yolu, uzun, çileli, aktif katılım gerektiren bir yoldur. Bunun sonucu olarak, inisiyasyonu temel alan tüm ezoterik örgütlerde, hiyerarşik bir yapı oluşmuştur. İnisiyasyonun çeşitli aşamaları, üyelerin ulaştığı varsayılan çeşitli yetkinlik düzeyleri, bir takım "derece" lerle, "rütbe" lerle belirlenmiştir.

 

Hiyerarşinin gereği olarak, her ezoterik örgütlenmede, üyelerin seçilmesine, törelerin gözetilmesine, geleneklerin sürdürülmesine egemen olan, çoğunlukla oldukça karmaşık ve ayrıntılı bir organizasyon bulunur. Aynı şekilde, ritüellerin izlenmesinde de, yine hiyerarşik yapının gereği olarak, disipline sıkı sıkıya uyulur.

 

 

 

Ezoterik Dütüncenin Özü: İnisiyasyon

 

Ezoterizm (esotérisme) sözcüğü, eski Yunancada "içeri almak" anlamına gelen "eisotheo" sözcüğünden türetilmiştir. Bu terimin anlamı çok açıktır: içeri almak demek, bir kapı açmak, dışardaki insanlara içeri girme fırsatını vermek demektir. Simgesel olarak bu, saklı bir gerçeği, gizli bir anlamı açıklamaktır. Bütün bunlar, ezoterizm sözcüğünün, bir "kapalı" öğreti ifade ettiğini ortaya koyar. Dışarıdan ve kalabalıktan soyutlanmış bir topluluğa, belirli bilgilerin aktarılması söz konusudur.

 

Bu durumda, ezoterik düşünce temelinde, bu kapsama giren tüm örgütlerin ortak noktalarını yakalamak olasıdır.

 

A) İnisiyasyon kendi kendine bilgiye ulaşmak değildir. İnisiyasyonu oluşturan çeşitli "gizler" belirli bir öğretinin dogmatik açıklamaları olmaktan çok, inisiye olan kişide bir diriliş, bir yeniden doğuşla taçlanan bir ölüm duygusu yaratmaya yönelik törenler, ritüeller ve teknikler dizisinden olutmuttur.

 

Tüm uygulanan tören, ritüel, ayin, allegorik öykü ve efsanelerin simgesel özü, birbirine oldukça benzeyen bir ana tema etrafında şekillenir: tüm ezoterik örgütlerde, inisiyasyon süreci, "karanlıklar" (ölüm) içine yapılan bir girişle başlar. Bu aşama boyunca, inisiyasyonya aday kişi, kendisinde öldüğü duygusunu yaratmayı hedefleyen, bir takım korkutucu olaylar ve mekânlar içine sokulur, çeşitli "sınav" lara tutulur. Bu aşama, bir tür "cehenneme iniş" tir (Orpheus, Isis, Persephone, Tammuz gibi).

 

İniş ya da ölüm aşamasını izleyen aşama, genellikle tüm ezoterik inisiyasyon törenlerinde, belirli duygulanımlarla yüklü olmasına özen gösterilen, yine de bir takım simgesel sınavların uygulandığı, bir çıkış, yükseliş aşamasıdır. Bu noktada, genellikle, dar bir geçitten geçişle simgelenen, tipik bir doğum olgusu da yer alır. İnisiye olan kişinin gözleri daima bağlıdır, ve bu da, henüz karanlıktan kurtulamadığını vurgulamaktadır.

 

Son aşamayı, göz bağlarının çözümü ve ani bir ışıklandırmayla (Aydınlanma, Nurlanma) ile başlayan, çeşitli güzellikte sahnelerle süslü, neredeyse kendinden geçişi andıran, bir doruklanma oluşturur.

 

Alabildiğince çeşitlendirilmiş, ama hemen tüm ezoterik örgütlerde birbirini andıran, simgelerle canlandırılan ve inisiyasyon töreninin iskeletini oluşturan, bu "iniş-yükseliş" ya da "ölüm-doğum" temasının aktarmak istediği öz nedir?

 

İnisiyasyon süreci, bir yandan, "evrendoğum" (kozmogoni) sürecinin aşamalarını, Kaos' un Işık tarafından düzenlenmesini simgesel olarak canlandırmakta, temsil etmektedir; diğer yandan, kişinin, Adem'in İlk Günahıyla yitirilen ayrıcalıklara fiktif bir şekilde yeniden kavuşması, Eksiksiz Bilgi'ye ermek için gerekli mistik koşulların içine yeniden doğmasıdır.

 

Evrendoğum (Kozmogoni), evrenin oluşumu, yaradılışı ile ilgili ilksel ve inançsal tasarımlardır. Genel olarak evrenin yoktan, hiçlikten, kaostan varedildiği inancı, yani Yaradılış kavramı evrendoğumu ifade eder.

 

Adem'in İlk Günahı, Tevrat'ın Tekvin bölümündeki Cennet'ten elma çalma öyküsüdür. İnsan soyunun bu nedenle her zaman günahkar olarak yaşayacağı dogmasının temellendiği ve Aziz Paul ve Aziz Augustinus tarafından oluşturulan bu dogma, İsa'nın bu yüzden cisimleşerek, günahkar insan soyunu bağışlatmak için kendini feda ettiğini ileri sürer. Bu ilk günah insan soyunun mutsuzluğunun nedeni sayılır.

 

Özetle, inisiyasyon;

 

a)Bir arınma' dır. İnsan böylece, eksiksiz, yetkin bir varlık olabilmek için, dış yaşamdan getirdiği tutku ve yanlışlarından sıyrılır.

 

b)Bir nurlanma' dır. İnsan böylece, yitirilmiş bilgi'ye erme, "Yitik Kelâm"ı yeniden bulma umuduna kavuşur.

 

c)Bir bütünlenme' dir. İnsan böylece, Günah'tan önceki ayrıcalıklı durumuna yeniden doğar ve evrenin özündeki "Büyük Varlık" la birleşir.

 

Yitik Kelâm, Yitirilmit Bilgelik, insanodlu'nun yaradylış sırasında sahip bulunduğu, ama sonradan yitirdiği, sonsuz özgürlük ve mutluluk veren eksiksiz bilgiyi simgeler. Tanrı bu bilgiyi insanlara vermiş, ancak haketmediklerini görünce geri almıştır. Bu "bilgi"ye yeniden ulaşabilmek için, haketmek yani çileli bir çaba göstermek şarttır. Bu nedenle, gelişigüzel her insan bu bilgiye ulaşamaz, sadece seçkin kişiler, belirli sınav ve aşamalardan geçerek bilgiyi elde edebilirler.

 

B) Ta başlangıçtan beri, insanoğlu, nereden gelip nereye gittiğini, varoluşunun amacını, ölümden sonraki yazgısını öğrenmek arzusuyla yanmış; buna koşut olarak da, bütün çağlar boyunca, bir takım ezoterik örgütler, evreni yöneten yasaları kavramış olduklarını, temel soruları çözen "Dile Getirilmez Giz" e ulaştıklarını ileri sürmüşlerdir.

 

"Nereden Geliyoruz? Kimiz? Nereye Gidiyoruz?". İnsanoğlu, sınırsız kudrete ve Tanrıya ulaşmaya duyduğu susuzlukla, hep bu üç soruyu soragelmiştir kendine. Bu kesin ve eksiksiz bilgiye açlıktır. İster dini, ister felsefi, ister mistik ya da isterse Gizlici (Occult) olsun, tüm ezoterik örgütleri besleyen ana kaynak bu açlıktır.

 

Gizlicilik (Occultisme), evrenin gizli gerçeğine ancak doğaüstü ve büyüsel işlem ve yöntemlerle varılabileceği inancıdır. Teosofik inançlar ve Hermetik Bilimler (Astroloji, Simya, Teürji, Fal, Kehanet, Büyü ve Sihir gibi işlemler) bu kapsamdadır.

 

YUKARIDAKİ YAZI http://muratag.tripod.com ADLI SİTEDEN ALINTI YAPILMIŞTIR.

--------------------

İNİSİYASYON

 

 

 

Tarihsel olarak değerlendirildiğinde, ezoterik örgütlerle dinlerin eski çağlarda hemen hemen tümüyle (örneğin Mısır'da Hermetizm, Yunan'da Eleusis, Dionysos Misterleri ve Orfizm, Yahudilerde Kabalacılık ve Essen'liler, Ortadoğu ve Akdeniz çevresinde Mithracılık, Manicilik, Hristiyanlık'ta Gnostikler, Katarlar, Şovalye Tarikatları, İslam'da Batıni Tarikatlar), yakın çağlara kadar da kısmen içiçe oluşup geliştiklerini görebiliriz. Bu gün bile, ezoterik örgütlerden bazısı belirli bir din çerçevesi içinde kendini sürdürme çabasındadır.

 

Yapısal açıdan değerlendirildiğinde, ezoterik örgütlerle dinler arasındaki benzeşim ve ayrımlar kolayca ortaya çıkar. Her iki kurumda da, inançlar ve/veya öğretiler, belirli ayin, tören, ritüeller aracılığıyla pekiştirilmekte; ve bunlar belirli bir hiyerarşinin gözetim ve denetiminde gerçekleştirilmektedir. Gene her iki kurum da, çeşitli simgeler, mitler, efsane ve allegorilerden geniş boyutlarda yararlanmakta; "olumlu bilimlere" ancak kendi ilkelerinin koyduğu sınırlar içinde göz yummaktadır.

 

Ayrımlara gelince, tek bir temel ayrım bulunur: Dinler, inançlarını yayma çabası içinde olduklarından, herkese açık kurumlardır. Diğer bir ifade ile, ekzoterik (exotérique)'dirler. Oysa, ezoterik kurumlar, ilkesel olarak, özel nitelikler ve eğilimler taşıyan kişilere açıktırlar.

 

İnisiyasyonun Kökeni: İlkel Topluluklarda "Erginlenme" Törenleri

 

Yapılan bilimsel araştırmalar, tüm ilkel topluluklarda, zaman ya da mekân farkı olmaksızın tümünde, bilimsel adı "Geçiş Ayinleri" (Rites de Passage) olan, bir tür inisiyasyon töreninin varlığını ortaya koymuştur.

 

Genel olarak, ilkel toplulukların sosyal yapılarında, dört temel gruba ayrılma ilkesi geçerlidir. Bunlar; çocuklar, gençler, yetişkinler ve evlileri de kapsayan yaşlılar (ya da eskiler) grupları olarak belirlenmektedir.

 

Bir toplumsal gruptan, bir diğerine yükselme her zaman bir "geçiş ayini" vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Bu tür ayinler, ilkel topluluğun tüm üyelerine açık (ekzoterik) törenlerdir. Kuşkusuz en önemli ve en yetkin geçiş ayini, yeni yetmenin yetişkinler topluluğuna katılması sırasında yapılır. Bu geçişe "erginlenme" adı verilir.

 

Erginlenme, tüm ilkel topluluklarda görülmüş, örneğin Fiji'liler ve Avustralya'lılar gibi en geri kültür aşamalarında bile yaygın olduğu saptanmıştır.

 

Erginlenme, düzenli olarak, üç aşamada gerçekleştirilmektedir; adayın toplumdan yalıtılması, bekletme ve eğitim, yeni duruma geçiş. Bu aşamaların tamamlanmasıyla kişi, artık yetişkinler arasına kabul edilmekte, hem varoluşsal rejiminde, hem de toplumsal konumunda kökten bir değişim olmaktadır.

 

Törenin amacı, bireyi bir önceki toplumsal statüsündeki kurallar ve davranışlar sisteminden tümüyle kurtarmaktır. Ama bu kurtuluş sırasında, adayın oynadığı rol bütünüyle edilgendir. Adaya, neredeyse kirli bir nesne gibi davranılmakta, arıtılması gereken bir eşya olarak bakılmaktadır.

 

Sonuçta, erginlenen kişi, eski toplumsal etkinliği ile ilgili nesne ve teknikleri artık tanımıyormuş, kullanamazmış durumuna zorla itilir. Tümüyle eski benliğini yitirmiş, eski yaşamından kopmuş olduğu varsayılır. Bu kopuş, bu yapay bellek yitimi yanlızca kuramsal düzeyde kalmamakta, çeşitli aşağılamalar, işkenceler, ağır sınavlar aracılığı ile somut şekilde yaşanmaktadır. Örneğin: Masai'lerde (Kenya) ayinle sünnet edilen erkekler, yaraları kapanıncaya kadar kadın giysileri ile dolaşmak ve küpe takmak zorundadırlar. Kimi topluluklarda, diş sökmek (Afrika), göğüs adalelerinden bağlanıp asılmak (K.Amerika), parmak kesmek (Okyanusya) gibi daha gaddarca uygulamalar da vardır.

 

Hemen tüm erginlenmelerde rastlanan bu zorlamalı bellek yitimi, anılardan arınma yoluyla, kişinin bilincinde bir tür bekaret sağlamakta, kişiyi artık geçersiz ve yetersiz duruma gelmiş eski bağlarından kurtarıp, kendi kendinden sıyırmaktadır.

 

Böylece, kültürün en ilkel düzeylerinden başlayarak, "erginlenme"nin, kişinin oluşumunda önemli bir rol oynadığını ve özellikle de gençlerin varoluşlarında esaslı bir sıçramayı ifade ettiğini görüyoruz.

 

En ilkel toplum insanı bile, kendini doğal durumuyla "eksik" görmekte, doğa tarafından yaratılmış, verilmiş haliyle "tamamlanmamış" olarak kabul etmektedir. Asıl anlamıyla insan olabilmesi için, bu ilk eksikli durumunda ölmesi, hem kültürel, hem tinsel ve hem de sosyal olarak daha üst bir yaşama doğması gerekmektedir.

 

Erginlenme eylemi, sonuçta, paradoksal ve doğa-üstü bir ölüm ve yeniden diriliş/ikinci doğuş deneyine indirgenebilir. Erginlenme insanın "başka" olmak istediğini, doğal düzeyinde kalmak istemediğini, ideal bir imgeye göre kendini yeniden yaratmaya çabaladığını gösterir. İlkel insan, insanlığın tinsel ülküsüne ulaşmaya böylece adım atmaktadır.

 

Tören, her ilkel toplulukta, adayın ailesinden uzaklaştırılması ile başlar. Uzakta, çayırın ortasında ya da ormanın içinde bir kulübede, bazen bir mağarada bekletilir aday. Daha bu ilk adımda ölüm simgesi vardır. Yanlızlık, orman, karanlıklar ölümü vurgular. Bazı ilkellerde bir kaplanın gelip adayı ormanın içlerine götüreceği inancı vardır. Banda kabilesinde adayın bir canavar tarafından yutulmuş olduğu varsayılır. Aslında kulübe ana rahmini simgelemektedir. Burada adayın ölümü ve cenin durumuna geri dönüşü söz konusudur. Genç adaylar sınavlarının bir kısmını burada vermekte, kabilenin sırlarını burada öğrenmektedirler. Bu aşamada ölüm simgeciliği alabildiğine abartılır. Bazı toplumlarda, adaylar yeni açılmış mezarlara gömülürler, ölü gibi hareketsiz kalırlar, ölüye benzemek için vücutlarına beyaz toz sürerler. Diş sökme, parmak kesme gibi işlemlerin yanı sıra sünnet, dövme yapma, deride iz açma bu aşamada uygulanır.

 

Ölüm simgeciliği, her zaman, yeniden doğuş simgeleriyle içiçedir. Adaylar, erginlenmeden sonra başka adlar almakta (Dede Korkut Masallarında ad kazanmaya çalışan gençler), önceki yaşamlarına ait herşeyi unutmuş sayılmakta, ayinin peşisıra bebekler gibi başkalarınca beslenmekte, kollarına girilerek yürütülmektedirler. Örneğin; Bantu' larda adayın yatağa yatıp bebek gibi ağlaması zorunludur.

 

Erginlenen kişi, yanlızca ölüp, yeniden doğan olmayıp, aynı zamanda, metafizik düzeyde açıklamalar edinen, bilgilenen, sırları öğrenen kişidir. Kabilenin tanrılarını, onların gerçek adlarını, dünyanın oluşumuna ait efsaneleri öğrenmiştir. Erginlenen kişi, bilen kişidir. Bu nedenle, erginlenme, bilinc körlüğü veren doğal durumun aşılması anlamına gelir. Adayın varoluşunun gerçek boyutlarını keşfe, insan sorumluluğunu üstlenmeye çağrıdır.

 

 

 

Simgesel Açıklamalar

 

İlkellerdeki erginlenmelerde rastlanan bazı uygulamaların simgesel anlamları aşağıda açıklanmaya çalışılmıştır:

 

A)Katılma Kulübesi:

 

Simgesel olarak, mezar ya da ana rahmini belirtir. Doğum, yaşam, ölüm ve yeniden doğum çevriminde bağlantı noktasını oluşturur.

 

 

 

 

 

 

 

B)Dar Kapıdan Geçiş:

 

Bir varlık durumundan diğerine, bir varoluş sürecinden başkasına dönüşümü, yani doğum olayını simgeler. Kapı ya da sıkça görüldüğü üzere "tehlikeli geçit, köprü" olgusu, dışarı ile içeri arasındaki sınırlamayı olduğu kadar, bir durumdan ötekine geçişi de simgelemektedir. Bu geçiş olayı aslında varoluşsal bir şıçramadır. Bir kopuşu ve bir aşkınlığı vurgular. Çeşitli mitler ve dinsel geleneklerde yeralmaktadır. Örneğin: Yunan mitolojisinde Hades'in kapısı, kapıda duran Kerberos, geçilmesi gereken Styx ırmağı, İran mitolojisinde Cinvat köprüsü, İslam inancında Sırat köprüsü, Ortaçağ efsanelerinde Kutsal Kâse Graal'i arayan Lancelot'nun geçtiği sularla örtülü köprü ve şato kapısı, İskandinav mitolojisinde cehennemin üzerinden geçen köprü.

 

Kutsal Kâse Graal, İsa'nın son yemekte kullandığı ve sonradan içine kanının toplandığına inanılan kutsal tasa verilen addır. İnanışa göre bu kase, Batı Avrupa'ya Arimethea'lı Joseph tarafından getirilmiş, fakat kaybolmuştur. Bir çok Breton efsanesinin konusu ve özellikle Kral Arthur Efsanelerinin eksenini Graal'in aranışı oluşturur. Graal bu efsanelerde, insanlığın evrensel mutluluğunu ya da gerçek bilgiyi simgeler. Yitirilmiş Bilgelik kavramına denk düşer.

 

C)Yardım Gerektiren Yolculuklar

 

Yürümeyi yeni öğrenen bebek simgesi, bir önceki yaşamdan herşeyin silinmesini simgeler. Yolculuk eski yaşamdan kopuş ve yeni yaşama ulaşma anlamındadır. Yolculuğun hedefi Gerçek Bilgi' ye ulaşmaktır. Graal'in aranışında olduğu gibi zorlu sınavlar ve tehlikeler içerir.

 

D)Sıvı Simgeciliği

 

İlkel topluluklarda, erginlenme sırasında adayın su, yağ, sidik ya da kan ile yıkanması, vücudunun ovulması en sık görülen uygulamalardandır. Özellikle tüm vücudun suya batırılması dikkat çeker. Bu uygulama bir yandan Hristiyanların vaftiz işlemini anımsatırken, diğer yandan bir çok ezoterik örgütte yapılan su ritüellerine denk düşer. Sıvı simgeciliği hem adayın sıvı içinde bulunan cenin durumuna dönerek yeniden doğuşunu vurgularken, hem de suyun arıtıcı niteliği sayesinde önceki yaşamın pisliklerinden kurtuluşu amaçlar.

 

E)Ateş ile Arınma

 

İlkellerin erginlenme törenlerinde, yine sıkça görülen bir uygulama da, ateşin kullanımıdır. Ateş sayesinde adayın cesareti ve özverisi sınanır. Ateş üzerinden atlama, korlar üzerinde yürüme, vücudun bir bölümünün dağlanması gibi zorlu uygulamalar yapılır. Burada, ateşin hem arıtıcı, hem de dönüştürücü-değiştirici niteliği ön plana çıkar. Zaten ateş tapımı bilinen en eski dinsel inançlardan biridir. Ateş tapımına Mısır'da, Slavlar'da, Germen'lerde, Kelt'lerde eski Yunan ve Roma'da, İran'da, Hindistan'da, Kuzey Amerika yerlilerinde, Meksika'da, Çin'de, Afrika'da ve Polinezya'da rastlanmıştır. Ancak en yetkin uygulaması Mazdeizm'de bulunur, Zerdüşt dininde ateş, Ahura Mazda'yı simgeler ve hiç söndürülmeden korunur. Günümüzde Hindistan'da Parsi'lerde ateş tapımı sürmektedir.

 

F)Toprak Simgeciliği

 

Toprak Ana (Terra Mater) en ilkel toplumlarda bile rastlanan, temel imgelerden önde gelenidir. Bu imge tüm kültürlerde, sayılamayacak kadar çok biçim altında görülmüştür. İnsanların toprak tarafından doğurulması evrensel yaygınlığa sahip bir inançtır (Adem'in topraktan yaratılması inancı). En genel anlamıyla, toprak insanoğlunun kozmik anası olarak değerlendirilir. Ana ve doğum kavramlarında olduğu gibi, Ölüm ve mezar kavramları da, toprakla bütünleşmektedir. Bu nedenle, ölüm ve ikinci doğum simgeciliğinde baş rolü toprak oynamaktadır.

 

Ekzoterikten Ezoteriğe

 

Evrensel düzeyde, her ilkel kültürde rastlanan herkese açık, ekzoterik "Erginlenme" olgusu, nasıl olmuş da, ezoterik bir yapıya evrimlenmiştir?

 

Bu değişimin temelde iki ayrı nedeni gözlemlenmiştir. İlki; tektanrılı dinlerin gelişmesi ile bağdaştırılabilir. Bu dinler, bir yandan panteistik inançları törpülerken, diğer yandan insan iradesini hor gören bir niteliktedirler. Doğaya açık, doğanın içinde onurlu bir konum sahibi olan ilkel insanı, bu durumundan uzaklaştırıp, kul düzeyine indirgemişler, "kader" olgusu ile özgürlüğünü yoketmişlerdir. Üstelik, pagan inançlarla kıyasıya savaşım vermişler, insanoğlunu "tanrılaştıracak" her türlü yaklaşım ve düşünceyi sapkınlıkla suçlamışlardır.

 

Diğer neden, ezoterik örgütlerin, sömürge oluş koşullarının zorlamasıyla, "ilkel" anlayışın "uygar" anlayışa karşı kendini savunma güdüsü gereği, siyasal nitelik kazanmalarına bağlıdır. Amaç, uygarlığın karşısında sarsılan eski gelenek, örf ve inançları pekiştirmektir. Afrika'da Ngui-Goril adamlar, Nkee-Pars adamlar, Bwiti ve Poro, Malenezya'da Duk-duk ve İniet, Orta Amerika'da Kakçek, Kuzey Amerika'da Didewiwin, Hamatsa ve Kaçina bu tür ezoterik örgütlerdir.

 

Son Söz

 

Ezoterik yaklaşım çerçevesinde, inisiyasyon olgusu bir süreçtir. İster en ilkel uygarlık düzeyinde, isterse en gelişmiş teknoloji toplumlarında olsun, yapılan törenler, bu sürecin simgesel olarak başlangıcını temsil ederler. Hangi uygarlık düzeyinde olursa olsun, inisiyasyon süreci, mevcut kültür ve üretim biçimlerinde, belirli bir rasyonalizm (akılsallık) gereğini öngörür. Burada söz konusu olan rasyonalizm, temel olarak, insanın doğa ve toplum içinde kendi özgünlüğünün ayrımına varması demektir. Bu farkındalık kavramı, ezoterik anlayışa göre "bilinçlenme" anlamına gelir.

 

Özetle, ezoterik örgütlerde inisiyasyon; insanın kendi özgünlüğünün bilincine varması sürecidir. Bu da, temel kültür kavramlarının yorum ve kıyas yoluyla, enine boyuna irdelenmesini gerektirir. Bu nedenle, kültür kavramlarının özümsenmesi doğrudan bilinçlenme, inisiyasyon sürecinin kendisini oluşturur. Simgeler ise, kavramların billurlaşmış hali, somutlanmasıdır. Somut olarak yaşananların soyutlanması kavramları, soyut kavramların yeniden somutlanması da simgeleri oluşturur. Fakat, inisiyasyon çabası içindeki her birey için, somut simgeler o bireyin kendi soyut yorumunu yaratacak, soyut yorum da, bireyin yaşamında somutlaşacaktır. İşte, toplumun kültür yapısından bireyin yaşamına uzanan inisiyasyon süreci budur. Her simge ve temsil ettikleri her kavram, uzun bir tarihsel sürecin ürünüdür. Ne simgeler, ne kavramlar, ne de bilinçlenme-inisiyasyon, insanlığın kültür tarihinden bağımsız olamaz.

 

YUKARIDAKİ YAZI http://muratag.tripod.com ADLI SİTEDEN ALINMIŞTIR.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

ATLANTİS

PLATON’UN ESERLERİNDE ATLANTİS

 

Yazan Erhan Altunay

 

 

 

KONUYLA İLGİLİ

 

DİĞER YAZILAR

 

Atlantis Efsanesi ve Kafkasya ile İlişkisi

 

Atlantis ve Tufan - Bölüm 1 - Bölüm 2

 

Bölüm 3

 

 

 

KİTAPLAR

 

Atlantis - D. Gibbins

 

Kayıp Miras Atlantis - C. Wilson

 

Kayıp Uygarlık Atlantis - Hayatta Kalanlar - F. Joseph

 

Atlantisin Keşfi / Atlantis Kıbrıs Açıklarındamı? - R. Sarmast

 

Atlantis Bilgeliği - M. Hope

 

Atlantis - Kayıp Bir Uygarlığın İç Yüzü - S. Andrews

 

Atlantis'in Çöküşü - M.Z. Bradley

 

Atlantis'ten İstanbul'a KadiM El Yazmalarının Peşinde - A. Çorgacıoğlu

 

 

 

VİDEOLAR (İng)

 

Ancient Mysteries

 

 

 

Atlantis Platon’un iki diyaloğuna konu olmuştur. Bunlar , Timaios ve Kritias adlı dialoglardır.

 

Platon Atlantis’in öyküsünü anlatmaya Timaios adlı dialoğunda başlamış Kritias’da yeniden ele alarak devam etmiştir. Ancak , Kritias yarım kalmıştır.

 

Timaios Platon’un en ilginç eserlerinden biridir. Platon bu eserinde evrenin doğuş temasını işlemiş ve çağına göre oldukça radikal bir anlayış ile sergilemiştir. Platon’un bu dialogda bir "Evren’in Yaratıcısı" kavramı kullanması da değişik yorumlara neden olmuştur. Bazı yazarlar bunu bölümlerin daha sonra eklendiğini söylemiş bazıları da Platon’a tanrısal ilhamın geldiğini söylemişlerdir. Ancak çoğunluğun kabul ettiği bu eserin Platon’un özgün eseri olduğu yolundadır. Gerçekten de dikkatle incelendiğinde Platon’un diğer eserlerinden büyük farklılık göstermez. Timaios, daha çok son yıllarına yaklaşan bir yazarın , döneminin ezoterik bilgisini daha yoğun bir şekilde verdiği bir eserdir.

 

Timaios’un bir başka özelliği de, bu dialogda Sokrates’in sadece dinleyici olması ve lafa fazla karışmamasıdır. Bu eserde Evren ile ilgili bilgileri içlerinde "en iyi astronomi bilen ve dünyanın özüne varmak için en çok uğraşmış" olan Timaios ve Atlantis ile ilgili bilgileri de Kritias vermektedir.

 

Kritias da tarihsel bir kişilik olmakla birlikte bu eserde adı geçen Kritias’ın kim olduğu tam olarak bilinememektedir. Burada Kritias Solon’un dedesinin dostu olduğunu söylemekte , aynı öyküyü dedesinden de duyduğunu belirtmektedir. Buada Platon’un ustalıkla öykünün çok eski çağlardan beri anlatıldığını ima ettiğini düşünebiliriz.

 

Timaios’da Atlantis ile ilgili bölümler şu şekilde geçer :

 

"Solon’un anlattığına göre Mısır’da Delta’da, Nil’in ikiye ayırdığı çıkıntıya doğru Saitikos denilen bir ülke vardı ; bu ülkenin en büyük şehri de, kral Amasis’in memleketi olan Sais’tir. Bura halkına göre şehirlerini kuran bir tanrıçadır ; ona kendi dillerinde Neith adını vermişler, fakat bu tanrıçanın Hellencede adı Athena’dır. Bu adamlar Atinalıları pek severler ve onlarla uzaktan akrabalıkları olduğunu söylerler . Solon onların memleketine varınca pek parlak karşılandığını , bir gün eski zamanlara dair , en bilgin rahiplere bir şey sorduğu zaman , ne kendisinin ne de ne de başka bir Hellen’in hemen hemen hiç bir şey bilmediğini gördüğünü anlattı. Bir seferinde de onları eski şeylerden söz açmaya sürüklerken , bizde bilinen en eski şeyleri anlatmaya koyulmuş . Onlara ilk insan olarak anılan Phoroneus’dan , Niobe’den , tufandan , kendilerini kurtaran Deukalion ve Pyrrha’dan , onların doğuşu hakkında dönen mythos’lardan ve torunlarının neslinden bahsetmiş. Olayların geçtiği tarihleri tahmin ederek de tarihleri hesaplamaya çalışmış

 

O zaman pek ihtiyar olan rahiplerden biri ona « Ah Solon , Solon , demiş , siz Hellenler her zaman çocuksunuz , sizin memleketinizde hiç ihtiyar yok.» Bunun üzerine Solon «Bununla ne demek istiyorsun ?» diye sormuş . Rahip -Sizin hepinizin ruhları çok genç diye cevap vermiş, çünkü kafanızda ne bir eski geleneğe dayanan , öteden beri edinilmiş fikir ne de zamanla ağarmış bir bilginiz var. Bunun sebebi şudur . İnsanlar birçok şekillerde yok edilmişler daha da edileceklerdir. En büyük felâketler ateşle sudan gelmişti , ama bin türlü başka sebeplerle meydana gelen daha küçük felâketler de vardır. Sizin memleketinizde de bir gün babasının koşu arabasını koşturup yine aynı yoldan süremeyince yeryüzündeki her şeyi yakan , kendisi de yıldırımlarla vurulup ölen Helios’un oğlu Phæton’un hikâyesi gerçekten bir masal gibi anlatılır , ama hakikat şudur ki , gökte dünyanın etrafında dönen gök cisimleri bazan yollarından şaşarlar , uzun aralıklarla meydana gelen bir tutuşma yeryüzündeki herşeyi mahveder. O zaman dağlarda , yüksek kuru yerlerde oturanlar , şehirlerde , deniz kenarında oturanlardan daha çok mahvolurlar. Fakat , Nil , her zamanki kurtarıcımız olan Nil , taşarak bizi bu felaketten de kurtarıyor. Bunun aksine Tanrılar , bir tufanla dünyayı yıkadıkları zaman yalnız dağdaki sığırtmaçlarla çobanlar kurtuluyor, ama sizin şehirlerin ahalisini nehirler alıp denize sürüklüyor. Halbuki bizde sular hiç bir zaman ovalara yükseklerden gelmiyor, her zaman tabiî bir şekilde toprağın altından çıkıyor. İşte burada en eski adetlerin bundan dolayı korunmuş olduğu söyleniyor. Fakat gerçek şudur ki : kendilerini kaçıracak kadar şiddetli bir soğuğu da yakıcı bir sıcağı da almayan bir yerde , her zaman az ya da çok insan vardır. Hem sizde olsun , bizde olsun , , yahut da adını duyduğumuz başka bir ilde olsun , güzel , büyük , yahut da başka bir bakımdan ilgiye değer bir şey meydana gelmişse bütün bunlar , en eski çağlardan beri burada tapınaklarda duruyor , böylece de korunmuş oluyor. Sizde ve başka uluslarda tam tersi , daha yazmayı ve devletlere lazım olan her şeyi öğrenir öğrenmez , gök yüzünün suları belirli bir zamandan sonra , bir hastalık gibi sağanak halinde üzerinize yağıyor , içinizden okuyup yazması olmayanlarla cahillerden başkasının kurtulmasına meydan bırakmıyor ; o kadar ki toy çocuklar gibi kendinizi yeniden , hareket ettiğiniz yolun başında buluyor , eski zamanlarda , burada , kendi memleketinizde olup bitenlerden hiç bir şey bilmiyorsunuz ; çünkü Solon , yurttaşlarının biraz önce saydığın soyu sopu , sütnine masallarından pek farklı değildir. Her şeyden önce daha eskiden bir çok tufanlar olduğu halde siz , bir tek kara tufanını hatırlıyorsunuz ; sonra insanlar arasında görülen en güzel ve en iyi soyun sizin memleketinizde doğduğunu ve kendinizin , senin de bugünkü devletinizin de , felaketten kurtulabilmiş bir tohum sayesinde o soydan geldiğinizi bilmiyorsunuz. Bİlmiyorsunuz , çünkü felaketten kurtulabilenler , bir çok nesiller boyunca , hiç bir yazı bırakamadan ölüp gittiler. Evet , Solon , bir zamanlar suların sebep olduğu en büyük felaketlerden önce , bugün Atina adı verilen devlet , savaştan yana en yiğit , her bakımdan ölçülemeyecek kadar da medeni bir devletti : Göğün altında sözünü işittiğimiz en güzel şeyleri başaran , en güzel siyasa kurallarını icat eden odur , diyorlar.»

 

Solon’un anlattığına göre , bunları duyunca şaşkalmış , rahiplerden eski yurttaşlarına dair ne biliyorsa hepsini dosdoğru , hemen kendisine anlatmasını rica etmiş . Bunun üzerine ihtiyar rahip cevap vermiş : « İsteğini yerine getirmememe hiç bir sebep yok , Solon , bunu senin hatırın için olduğu kadar yurdunun hatırı , hele sizinki kadar bizim ilimizi de koruyan , onları büyütüp yetiştirmiş olan tanrıçanın hatırı için de yapacağım. O tanrıça ki , sizin ili bizimkinden bin yıl önce , toprak ile Hephaistos’tan aldığı bir tohumla vücuda getirmişti, kutsal kitaplara göre , bizim ilin kuruluşundan beri sekiz bin yıl geçmiştir. Demek oluyor ki sana dokuz bin yıl önceki yurttaşlarının kurumlarını , onların en şanlı başarılarını kısaca anlatacağım. Başka zaman vaktimiz olunca bunların hepsini yeni baştan sıra ile teker teker ele alırız.

 

[…]

 

 

Biz burada ilinizin hayranlık uyandıran büyük başarılarından bir çoğunu yazılı olarak saklıyoruz . Ama bunların içinde bir öylesi var ki büyüklük , kahramanlık bakımından hepsini geride bırakıyor. Gerçekten eski yazılar , vaktiyle ilinizin , büyük Atlas denizinin ötelerinden gelip Avrupa ile Asya’ya küstahça saldıran koskoca bir devleti yok ettiğini söylüyor. O zamanlar bu koca denizden geçilebiliyordu ; çünkü sizin Herakles Sütunları dediğiniz o boğazın önünde bir ada vardı. Bu ada Libya ile Asya’nın ikisinden daha büyüktü. O zamanlar oradan başka adalara , oradan da karşılarında uzanan ve gerçekten adını hak eden denizin kenarındaki bütün kıtaya ulaşılabiliyordu. Çünkü sözünü ettiğimiz boğazın iç tarafı , girişi dar bir limana benzer , dış tarafı ise gerçekten büyük bir denizdir. Etrafını çeviren kara parçası da gerçekten kıta denebilecek bir topraktır. İşte bu Atlantis adasında , hükümdarlar , hakimiyetini bütün adaya , öteki adalara , hatta kıtanın bazı parçalarına kadar uzatan büyük , hayranlığa değer bir devlet kurmuşlardı. Bunlardan başka boğazın iç tarafında, bizim tarafta , Mısır’a kadar Libya’nın , Tyrhenia ya kadar da Avrupa’nın hakimi idiler. Bir gün bu devlet bütün kuvvetlerini bir araya toplayarak sizin yurdunuzu , bizimkini , boğazın iç tarafındaki bütün ulusları boyunduruğu altına sokmak istedi. İşte o zaman , Solon , iliniz bütün değerlerini , bütün kuvvetini dünyanın gözü önüne serdi. Cesaretten , savaş bilgilerinden yana öteki illerin hepsinden üztün olduğu için Hellenlerin başına geçti ; ama ötekiler kendini bırakıp çekilince bir başına kalan , böylece en tehlikeli duruma düşen iliniz istilacıları yendi , bir zafer anıtı dikti , şimdiye kadar hiç kölelik etmetyenleri kölelikten kurtardı ve bizim gibi , Herakles sütunlarının iç tarafında oturanları iyi yüreklilik ile serbestliğine kavuşturdu. Ama bundan sonra korkunç yer sarsıntıları , tufanlar oldu . Bir gün , bir uğursuz gecenin içinde , ne kadar savaşçınız varsa hepsi birden bir vuruşta toprağa gömüldüler. Atlantis adası da , aynı şekilde , denize gömülerek yok oldu. İşte bunun içindir ki , ada çökerken meydana getirdiği sığ bataklıklar yüzünden o deniz bu gün bile, geçilmez, dolaşılmaz bir haldedir."

 

Atlantis ile ilgili anlatılanlar Timaios adlı eserde burada son bulmaktadır. Platon , Critias da ise daha ayrıntılı bilgi vermektedir :

 

" "

 

Bu iki eserde geçen Atlantis öyküsünü dikkatlice incelersek burada anlatılanların sadece basit bir kurgu olmadığını anlarız. Gerçi Platon yine Devlet adlı kitabında anlattığı devlet düzenine dayanmaktadır fakat bilerek , başka bir devlet kurgulayacağına , özellikle Mısır’daki erginlenme merkezlerinde anısı yaşayan Atlantis’i örnek göstermektedir.

 

Atlantis’le dolaysız olarak ilgili bir Mısır kaynağı elimizde olmadığı için Atlantis’in orjinal adını bilemiyoruz. Ancak Platon’da geçen Atlantis sözcüğünü etimolojik olarak inceleyebiliriz.

 

Yunanca’da Atlantis ("Atlant…j ,-…doj ) Atlas ile ilgili bir kökten gelmektedir. Atlas bilindiği gibi , Yunan mitolojisinde Titan Iapetos’un oğlu olarak geçer ve Hesiodos’a göre Atlas göğü ayakta tutar:

 

"Dünyanın bittiği bir yerlerde

 

güzel sesli akşam perilerinin karşısında

 

dimdik durup ayakta tutuyor göğü

 

başı ve yorulmaz kolları üstünde.

 

Akıllı Zeus’un ona ayırdığı kader bu."

 

Atlas Homeros’a göre de yeri göğü birbirinden ayıran direkleri taşır :

 

"Bu Atlas görür denizin bütün uçurumlarını ,

 

ve koca direkleri omuzlarında taşır,

 

yeri göğü birbirinden ayıran direkleri." ( Odysseia I , 53-55 )

 

Atlas’ın çocukları da incelememiz açısından önemli bir yer tutmaktadır. Efsaneye göre Pleione’den olma Pleiades ve Hyades , Hesperis’ten olma Hesperid’ler Atlas’ın kızları , Hyas ve Hesperos da oğulları olarak mitolojik kaynaklarda yer almaktadır.

 

Bunlar içinden Hesperid’ler mitolojide ilginç bir yer tutmaktadırlar. Azra Erhat "Mitoloji Sözlüğü"nde Hesperid’leri ayrıntılı olarak anlatır :

 

"Hesperos ya da Batı Kızları diye anılan Hesperid’ler Hesiodos’a göre Okyanus Irmağının ötesinde , geceyle gündüzün sınırlarında oturan ince sesli perilerdir. […] Hesperid’ler dünyanın batı ucunda , Mutlular Adalarının dolaylarında otururlarmış , ama zamanla coğrafya bilgileri artınca , Hesperid’lerin yurdu Atlas dağlarının eteğinde bir yer sayıldı.

 

Hesperid’lerin başlıca görevi , altın elmaların bittiği bahçeye bekçilik etmekmiş. Bir zamanlar Gaia tanrıçanın Hera’ya düğün hediyesi olarak verdiği bu elmaları dünyanın batı ucundaki bir bahçeye dikmişler ve başlarına bekçi olarak Hesperid’lerden başka bir ejder koymuşlardı. Batı Kızları bu cennet bahçesinde ezgi söylemekte ve tatlı balı akan pınarların başında hora tepmekle vakit geçirirlermiş Altın elmalar ölümsüzlük bağışlayan bir yemiştir. Herakles onları koparmakla ölümsüzle hak kazanmış olur. Altın elma motifi Üç Güzeller ve Paris efsanesinde de geçer."

 

Hesperos sözcüğü Yunanca akşam anlamına gelen

 

 

 

DİĞER ANTİK KAYNAKLARDA ATLANTİS EFSANESİ

Odysseia

 

MÖ 8 ila 6ncı yüzyıllar arasından kaynaklanan ve Homeros’a atfedilen Odysseia , mitolojik kahraman Odysseus’un , Troya savaşından sonra evine dönmek için yaptığı yolculukları anlatmaktadır. Odysseia , her ne kadar içrek anlamı ağır basan bir destan olsa da o dönemde anlatılan , yaygın olan efsanelerden izler taşımaktadır.

 

O dönemde bilinen ve yok olan bir kara parçasından söz eden bir efsanenin izlerine Odysseia’da rastlıyoruz.

 

Tanrılar Odysseus’un tutsak bulunduğu Kalypso’nun adasından ayrılıp yurduna dönmesine karar verince, Odysseus kendine bir sal yapar ve denize açılır. Ancak denizde bir fırtınaya yakalanan Odysseus Phaiak’ların ülkesine kadar sürüklenir. Odysseia’da geçtiği kadarı ile burada bambaşka bir mitos ile karşı karşıya olduğumuzu anlarız .

 

"Eskiden Phaiak’lar engin Hypereia’da otururdu,

 

güçte üstün zorba Tepegözlere yakın,

 

Tepegözler onların topraklarını boyuna yağma ederdiler.

 

Tanrı yüzlü Nausisthoos onları kaldırdı,

 

götürdü yerleştirdi Skherie’ye ,

 

alın teriyle yaşayan insanlardan uzağa.

 

Dört yandan surla çevirmişti kenti,

 

evler kurmuş , tapınaklar yapmıştı tanrılara ,

 

tekmil topraklar dağıtmıştı,

 

Ama çoktan boylamıştı Hades ülkesini ,

 

düşünceleri tanrılardan gelen Alkinoos kraldı şimdi." ( VI , 4-12 )

 

Bu bölümde ilginç bir mitos ile karşı karşıya kalmaktayız. Phaiak’ların kökeni anlatılırken Hypereia adlı bir ülkeyle de karşılaşıyoruz. Bu isim Hyper (Upšr-), üzerinde sözcüğünden gelmekte olup , bizim kanaatimizce üzerinde olan - belki de deniz üzerinde - anlamına gelmektedir. Burada Tepegözler , yani Kyklop’lar ( KÚklwpej ) da yer almaktadırlar. Kyklop’lar , mitolojik varlıklarının yanı sıra Dev anlamında da kullanılmaktadırlar ve bu pasajdaki devler daha önce gördüğümüz Nefilim ile benzerlik göstermektedirler. Kısaca Phaiak’ların bir ülkede devlerle birlikte yaşadığını öğrenmekteyiz. Ancak devlerin zorbalığından kaçan Phaiak’lar başka bir yere belki de bir adaya yerleşmişlerdir. Bu da daha bir çok efsane ile benzerlik göstermektedir.

 

Odysseus’un Alkinoos’un sarayına gitmesi ve sarayı betimlemesi ile Platon arasındaki benzerlikler de gözden kaçırılmamalıdır :

 

"Bu ara Odysseus’da gitti Alkinoos’un şanlı konağına ,

 

giremedi içeri , gözleri kamaşıverdi,

 

durakaldı tunç eşiğin önünde ,

 

ulu canlı Alkinoos’un yüksek çatılı sarayı

 

ışıldıyordu güneş gibi ,ay gibi !

 

Tunç duvarlar uzanıyordu iki yanda

 

girişten ta içerilere dek,

 

kuşaklar vardı bu duvarlarda , mavi mineden

 

altın kapılar açılıyordu sağlam evin içerisine doğru ,

 

eşikleri tunçtan , söveleri gümüştendi,

 

iki yanları ve kapı tokmakları altından

 

Yerde iki köpek vardı , biri altındı , biri gümüş ,

 

bütün ustalığını göstermişti Hephaistos bunlarda ,

 

korusunlar diye ulu canlı Alkinoos’un konağını ,

 

ölümsüzdüler ve eskimek bilmeyeceklerdi.

 

[…]

 

Heykeller dikilmişti güzel ayaklılar üstüne,

 

yanan çırağılar tutuyordu ellerinde altından delikanlılar,

 

konaktaki şölenleri aydınlatmak için geceleri.

 

[…]

 

Bir büyük bahçe vardı avlu dışında , kapılara yakın ,

 

dört dönümlük , çitlerle çevrili çepeçevre ;

 

Ağaçlar dal budak salmıştı burda kocaman kocaman ,

 

armut ve nar ağaçları , pırıl pırıl yemişli elma ağaçları ,

 

bal gibi incirler , yemyeşil fışkıran zeytinler,

 

ne yok olur , ne eksilir yemişleri bu ağaçların ,

 

yaz , kış ara vermeden bütün yıl yeşerirler,

 

Zephiros estikçe biri biter , biri düşer ,

 

taze armut biter kuruyan armut yerine ,

 

elma üstüne elma biter , salkım üstüne salkım ,

 

incir üstüne incir biter.

 

Bir bağ var ötede ,salkım salkım üzümlü ,

 

arada bir güneşlik çardaklar kurulu ,

 

işte kızarmış salkımlar , koparıp ezilmeye hazır ,

 

ama koruklar var yanıbaşında ,

 

çiçek dökmedeler yeni yeni,

 

alttan da başka salkımlar kızarır .

 

En dipte öbür ucunda bağın ,

 

asma kütüklerinini yanında , düzenli bostanlarda ,

 

fışkırırı yol boyunca çeşit çeşit bitkiler .

 

Bağın içinde iki çeşme akar ,

 

biri dolaşır bütün bahçeyi,

 

biri gider avlu eşiğinden yüksek konağa doğru ,

 

hep bu çeşmeden su alır yurttaşlar .

 

İşte parlak armağanlar bunlardı ,

 

tanrıların Alkinoos’a verdiği." (VII 83-133)

 

Her türlü meyvenin , her zamanda yetiştiği bir tür "Cennet Bahçesi" tanımlaması bir çok mitte ortaktır. Özellikle Platon’un da Atlantis’i bu şekilde betimlemesi ve Odysseia’da aynı motiflerin bulunması dikkat çekicidir. Bir başka ortak nokta da iki su kaynağının bulunmasıdır.

 

Ayrıca burada dikkat çeken bir husus da sarayda madenin bol kullanılması ve otomatik robotumsu eşyaların varolmasıdır.

 

Odysseia’da Phaiak’lar denizcilikte çok kuvvetli bir halk olarak geçerler ve dolayısıyla Poseidon önemli tanrılardan biridir. Odysseia’da bir çok yerde Phaiak’ların denizcilikte üstünlükleri anlatılır :

--------------------

AZTEK MİTOLOJİSİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Eski Kıta’nın karşısında yer alan ve yüzyıllar boyu Eski Kıta’dan tamamen izole yaşadıkları varsayılan Orta Amerika yerlilerinin mitolojilerininde Klasik mitoloji ile benzer motiflerin bulunması ve Aztek efsanelerinde Atlantis’i andıran motiflerin geçmesi ilgi çekicidir.

 

Diğer Orta Amerika toplulukları gibi Aztekler de bizim yaşadığımız kara parçalarından önce dört dünyanın varolduğuna inanırlardı. Aztekler’e göre , bizim zamanımızdan önce , her birinin farklı bir tanrısı ve insan soyu olan dört güneş varolmuştu ve her bir güneş , toprak , hava , ateş ve su ile ilgiliydi . Bu dört element ait olduğu dünyanın varoluşu ile ilgiliolduğu kadar yok oluşu ile de ilgili idi.

 

Aztek mitolojisine göre yaratıcı tanrı Ometeotl idi. Ometeotl düaliteyi temsil ettiği için dişi ve erkek özellikleri de kendinde barındırıyordu. Ometeotl bu ikili özelliğinden ötürü aynı zamanda Tonacatecuhtli ve Tonacacihuatl çifti ile de gösteriliyordu.

 

Ometeotl’un iki çocuğu Quetzalcoatl ve Tezcatlipoca Aztek mitolojisinde önemli roller üstleniyorlardı. Tüylü yılan Quetzalcoatl bir çok efsanede yer almış , hatta , İspanyollar kıtayı işgale geldiklerinde Quetzalcoatl ile ilgili efsanelerden ötürü yerliler bu istilacıları saygı ile karşılamışlardı.

 

Aztek yaradılış efsanelerine göre , göğün on üçüncü katında bulunan Yaratıcı , dört oğul hayata getirir. Bunlaradan birincisi , Kızıl Tezcatlipoca’dır. Öbürü ise Kara Tezcatlipoca’dır. Efsanelerde sıkça adı geçen Tezcatlipoca budur. Öbür çocukları ise Quetzalcoatl ve Huitzilopochtli’dir. Bu kardeşler varolan herşeyi ve aynı zamanda da ilk insan çiftini yaratırlar .

 

İlk dünya üzerinde, toprağa ait güneş zamanında , Kara Tezcatlipoca hüküm sürmektedir. O zamanlar dünya üzerinde devler vardır. Quetzalcoatl Tezcatlipoca’yı denize atarak hükümdarlığına son verir. Tezcatlipoca Okyanustan çıkarak büyük bir jaguar olur ve devler soyu jaguarlar tarafından yok olur. Büyük jaguar ise bugün hala görebileceğimiz Büyük Ayı takım yıldızına dönüşür.

 

Quetzalcoatl ikinci dünya üzerinde , havaya/rüzgara ait güneş devrinde hüküm sürer. Fakat bu dünya da Tezcatlipoca tarafından yok edilir. Quetzalcoatl ve bu dünya üzerinde yaşayanlar kuvvetli rüzgarlar tarafından sürüklenir. Bu devirde yaşayanların soyundan gelenler bugün maymuna dönüşmüş olarak ormanlarda görülebilirler.

 

Yağmur tanrısı Tlaloc , üçüncü dünya üzerinde , suya/yağmura ait güneş devrinde hüküm sürer . Bu devrin sonunu da Quetzalcoatl ateş yağmurları ile getirir. Bu ırk da hindilere dönüşür.

 

Dördüncü ırk ise Tlaloc’un karısı Chalchiuhtlicue tarafından yönetilir. O da bir su tanrıçasıdır. Büyük bir sel dünyayı kaplar ve bu ırka mensup olanlar balığa dönüşür. Dağlar seller altında kalır ve gökler yeryüzüne çöker.

 

Aztek mitolojisine göre bu dört soy yok olduktan sonra beşinci soy ortaya çıkar. İşte bu son olarak ortaya çıkan soydur. Aynı soylar Hesiodos tarafından da anlatılmaktadır. Hesioods da bizim soyumuzdan önce dört soyun varolduğunu fakat bunların yok olduğunu , şimdi yeryüzünde bulunan insanların beşinci soya ait olduğunu anlatmaktadır.

 

Aztek mitolojisi ile Yakın Doğu mitolojisi arasındaki şaşırtıcı bir benzerlik de tufan efsanelerinden kaynaklanır.

 

Aztek efsanesine göre , Tata ve karısı Nene Tezcatlipoca tarafından korunurlar ve bu büyük sel baskınlarından kurtulurlar. Ancak bu çift izinsiz olarak ateş yaktıklarından tanrı tarafından cezalanırlar.

 

Tata ve Nene efsanesinde hem Mezopotamya tufan efsanesi ile ortak yönler buluruz hem de Yunan mitolojisindeki Prometheus efsanesi ile benzer yönler gözümüze çarpar.

 

Aslında Atlantis’in varolduğu söylenen okyanusun iki tarafında da aynı efsanelerin var olması ve bu toplumların belleklerinde daha önce varolan bir felaketin anılarını saklamaları Atlantis’in varlığının basit bir efsaneden öte olduğunu düşündürmektedir.

 

Aynı şekilde , Maya efsanelerinde de , gerek kutsal kitapları Popol Vuh’da gerekse de Yucatec yazılarında tufan miti ve yokolan ırklar söylencesi mevcuttur.

 

Aztek efsanelerinde Atlantis

 

İlginç olan bir nokta da Aztek efsanelerinde Atlantis’den söz edilmesidir. Aztekler,

 

 

 

 

 

KAYNAKÇA

ATIENZA Juan G. , Los Supervivientes de la Atlántida , Ediciones Marínez Roca , S.A. , Barcelona , 1978

 

ASHE Geoffrey , Atlantis , Lost Lands , Ancient Wisdom , Thames and Hudson, London , 1992

 

BERLITZ Charles , The Mystery of Atlantis , Granada Publishing Limited , St. Albans , 1977

 

CAYCE Edgar Evans , Edgar Cayce on Atlantis , Warner Books , New York , 1968

 

CHARROUX Robert , Le Livre du Mysterieux Inconnu , Robert Laffont , Paris , 1969

 

DE CAMP L. Sprague , Lost Continents , Atlantis Theme in History , Science and Literature , Dover Publicatios Inc., New York , 1970

 

DONNELY Ignatius , Atlantis , The Antediluvian Word , Dover Publicatios Inc., New York , 1976

 

EFLÂTUN , Kritias ( çev. Erol Güney , Lûtfi Ay ), Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul , 1989

 

EFLÂTUN , Timaios ( çev. Erol Güney , Lûtfi Ay), Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul , 1989

 

ERHAT Azra , Mitoloji Sözlüğü , Remzi Kitabevi , İstanbul , 1978

 

HOMEROS , Odysseia ( çev. Azra Erhat , A.Kadir ) , Sander Yayınları , İstanbul , 1981

 

HOMET Marcel F. , Suns of the Sun , Neville Spearman, London , 1963

 

HOPE Murry , Atlantis , Efsane mi yoksa Gerçek mi ? ( çev. Sibel Özbudun) , Milliyet Yayınları , İstanbul , 1994

 

LUCE J.V. , The End of Atlantis, Granada Publishing Limited, St. Albans , 1974

 

MICHELL John , The New View Over Atlantis , Thames and Hudson , London , 1983

 

PLATON , Critias ( Traduction , Introduction et notes de Jean-François Pradeau ) , Les Belles Lettres , Paris , 1997

 

SCOTT-ELLIOT W. The Story of Atlantis and the Lost Lemuria , The Theosophical Publishing House London Ltd , London , 1968

 

SPENCE Lewis , History of Atlantis , Senate , London , 1995

 

TAUBE Karl , Aztec and Maya Myths , British Museum Press , London , 1993

--------------------

eeee nasılmıs bakalım atlantis ve mu millet gelen cvplara göre daha devamı cok verebilirim

--------------------

hala yok diyen kalmadı hele asagılayan hic kalmadı herhalde

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Benim yapmak istediğimi yapmışsın bu bilgileri bir araya getirip gnoxise eklemeyi düşünüyordum ama gerek kalmamış sen benden önce davranmışsın tebrik ederim :)

En azından konuyla ilgilenen arkadaşlara yardımcı olması açısından bi iki tavsiye verebilirim. Aslında tektavsiye vericem :) Ergun Candan'ın Sınır Ötesi yayınlarından çıkan kitaplarını okuyun fakat bunlar seri halinde çıkmasada ergun candanın kendisininde belirttiği gibi belli bir sırayla okunmasında fayda var. Sırasıyla "Gizli Sırlar Öğretisi" , "Bilinmeyen Yönleri ve Sırlarıyla Son Üç Peygamber" , "Kıyamet Alametleri " , "Türkler'in Kültür Kökenleri " şeklinde ilerleyebilirsiniz. Şuan türkiyede ezoterizm konusunda Ergun Candan'dan daha yetkin bir insan olduğunu zannetmiyorum. Zaten haarun arkadaşımızın verdiği bilgilerinde büyük çoğunluğu Ergun Candan'ın kitaplarından.

 

Bu başlık sabitlenmeli diye düşünüyorum.. Tabi Başlığın "Mu / Atlantis Kıtaları Ve Ezoterizm" şeklinde değiştirilmesi uygun olabilir:)

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...