nevermore Oluşturma zamanı: Eylül 18, 2014 Paylaş Oluşturma zamanı: Eylül 18, 2014 Müthiş bir yüksek lisans tezidir dostum haydar Akın'ın .. Konu başlığı belli .. Ama çok kapsamlı ve gerçekten ansiklopedi niteliğinde bir yazı ... Ara ara ekleyeceğim .. Takip etmenizi tavsiye ederim Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
sidar Yanıtlama zamanı: Eylül 19, 2014 Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 19, 2014 ohh Bekliyorum bilgilerimi tazeleyeyim . Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
adife38 Yanıtlama zamanı: Eylül 19, 2014 Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 19, 2014 hadi bakalım ustat Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
indigo55 Yanıtlama zamanı: Eylül 19, 2014 Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 19, 2014 Bir cadı bedenini değiştiremezmi çocukta dahil sonuçta hatta eğer gerçekse aksine gizlenmek ve belli etmemek için çocuk olmalı yani neyse sustum Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
why Yanıtlama zamanı: Eylül 21, 2014 Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 21, 2014 Takipteyim Prensip olarak "Mümkün değil" demiyorum ama bir cadının bedenini değiştirmesi sanmıyorum Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
sidar Yanıtlama zamanı: Eylül 23, 2014 Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 23, 2014 Nevermore dan haber var mı ya konuyu açalı 4 gün olmuş . Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Eylül 23, 2014 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 23, 2014 (düzenlendi) Doğum, Vaftiz ve Batıl İnançlar Bugün bizler için, batıl inanç olarak tanımlanan ve akıl — bilim — dışı oldukları tartışılmayan birçok olgunun, Ortaçağ’ın insanı için ne denli yaşamsal — vazgeçilmez — öneme sahip olduğuna en iyi kanıt teşkil edenler, ‘ölüm’ ve ‘doğum’a ilişkin alanlardır. Ortaçağ’m dünyasında henüz emekleme aşamasındaki tıp biliminin hurafeler tarafından ne denli kuşatılmış olduğunu günümüze intikal eden metinlerden anlayabiliyoruz. Hekimlik mesleğinin teşhis ve tedavi yöntemleri, yüzyıllar boyunca sahte hekimlerin, şarlatanların, tiryak satıcılarının sözde şifa veren iksirlerinin yerini alabilmek için mücadele etmiştir. Ancak XVII. yüzyılın sonlarına doğru hekimler, yeni gelişen farmakolojinin de etkisiyle, insan vücudu hakkında sahip oldukları bilgileri bilimsel amaçlar doğrultusunda kullanmaya başlayacaklardır. Yine de Ortaçağ ve hatta Yeniçağ boyunca, tıbbın insan sağlığında nüfuz edemediği — ettirilmediği — alanlar mevcut olacaktır; bu kafa karışıklığı büyük ölçüde kadınlara özgü bir iş (eine Angelegenheit der Frauen) olan doğum söz konusu olduğunda, daha da artmaktadır (Dülmen 2005:82). “Birçok kadın genellikle kendi evinde, diğer kadınların yardımıyla doğum yapardı. Aslında uzak çiftliklerde veya zor doğumlarda kocaların müdahale etmesine rağmen, doğum 18. yüzyıla kadar kadınlara has, gizemli bir şeydi” (Heywood 2003:59). Ortaçağ’da hamile kadınlar ve loğusalar gündelik yaşamlarında ayrıcalıklı konumlarının yanında, yasalar karşısında da bazı imtiyazlara sahiptirler Özellikle Geç ortaçağda yapılmış yasal düzenlemelerde koruyucu hükümlere rastlanır; örneğin hamile kadının çocuğunu doğurmadan ölüm cezasının infaz edilemeyeceği hükme bağlanmıştır. Yine hamile eşini döven eşlere ceza verilmesi öngörülmüşken, sorgulamada sanık kadının hamile olduğunun tespit edilmesi durumunda işkence uygulanmaz (Meier 2006:87). Tüm bu ve benzeri ‘kadın dostu’ gözüken yasal düzenlemeler yanında, Katolik Kilisesi ve ona rehberlik eden teoloji doktrininin yüzlerce yıllık teamülleri ise faklı bir yaklaşıma işaret eder. Kilise, ilk günahtan bütünüyle kadın cinsiyetini sorumlu tutar; Tanrı tarafından vaat edilmiş cennetten insanoğlunun kovulmasına ‘Âdem’in bedeninden yaratılmış eksik insan, Havva neden olmuştur. İşlediği büyük günahın bedelini ödemesi gerekir. Tanrı’nm bu eyleminden dolayı kadını çeşitli yollarla cezalandırdığına inanılır. Bu cezanın bilinen örneklerinden biri kadının çektiği doğum sancısıdır; Bakire Meryem dışında anne olmak isteyen tüm kadınlar bu acıyı çekmeye mahkûm edilmiştir (Loux 1991:81). Bu bağlamda Kilise’nin yaşamın her alanında bir vesileyle rol üstlendiği Ortaçağ’da ‘doğum’, biyolojik bir olgu olmaktan öte, kültürel bir fenomen olarak karşımıza çıkar. Hıristiyanlık inancında ‘yeniden’ doğum kutsanmakla birlikte, yeni doğanın dünyaya ‘ilk günah’ı yüklenmiş olarak geldiğine inanıldığı içindir ki, vakit geçirilmeksizin vaftiz edilmesi1 zorunludur.2 Bu süre sağlıklı bir bebek için, doğumdan sonraki bir haftayla sınırlıyken, zor bir doğum sonrasında yaşamda kalma şansı düşük olan bebeklerin acilen vaftiz (Nottaufe) edilmeleri gereklidir.3 Böylece acil durum vaftiziyle ruhların öbür dünyaya temiz, günahlarından arındırılmış olarak gönderilmeleri sağlanmış olacaktır (Becker, Brackert vb 1977:91). “Vaftiz olmak, ilk günahtan ve saflığı bozan doğumla ilgili her şeyden arınmak ve aynı zamanda Hıristiyan topluluğuna kabul edilmek demekti. Katolikler vaftiz edilmemiş bir çocuğun cehenneme ya da 14. yüzyıldan itibaren boşluğa (cennet ile cehennemin arasında bulunma durumu) düşeceğine inandıklarından, vaftiz ayininin mümkün olduğu ölçüde çabuk yapılmasını isterlerdi” (Heywood 2003:63). Hıristiyanlık inancında vaftizin gerekliliği sadece ilk günahtan kaynaklanmaz. Kadın ile erkeğin birleşmeleriyle doğan çocuk işledikleri günahın meyvesidir.4 İnsan neslinin devam ettirilebilmesi için çocuğun vaftiz edilmesi gerekir; ancak böylece ilk günahın yükünden kurtulmak mümkündür (Shahar 2004:58). Çocukları günahkâr varlıklar olarak gören5 Kilise babası Aziz Augustinus6 vaftiz edilmemiş çocuğun cehennem ateşinde yanmaya mecbur kalacağına inanır. Ancak Agustinus’un bu inancı uzun soluklu olamaz. XII. yüzyıldan itibaren, vaftiz edilmeden ölen çocukların cennete giremeyecekleri ve Tanrı’nm sınırsız sevgisinden sonsuza dek mahrum kalacaklarına inanılmakla birlikte, yetişkinler gibi cehennem ateşinde de yanmayacakları kabul edilmiştir. Kaldı ki bizzat işlediklerinden ziyade, kendilerine miras yoluyla intikal eden bir günaha bu kadar ağır bir kefaret ödetmek Tanrı’nm bağışlayıcılığma sığmaz (Shahar 2004:59). Ancak XIII. yüzyıla gelindiğinde, Dante’nin ‘İlâhi Komedya’ adlı eserinden de görüleceği üzere, edebî metinlerde vaftiz edilmedikleri için cehennem ateşinde yetişkinlerin yanında azap çeken çocuklara hâlâ rastlanılmaktadır. Dante’nin metnini ilginç kılan husus cehennemde ‘işkence görmeden acı çeken’ kadın, erkek ve çocuklar, kâfir veya putperest oldukları, Dante’nin ifadesiyle, ‘Hıristiyanlıktan önce yaşamış oldukları için’ oradaydılar (Dante 1998:62; Cehennem IV. Kanto).7 Ortaçağ boyunca hurafelerin en yoğun olarak üretildiği mekânlardan biri de loğusa odalarıdır. Yukarıda da belirtildiği üzere, bebeğin vaftizi ile yaşamını tehdit eden tehlikelerden sadece biri aşılmış olacaktır. Ancak doğacak bebeği daha ana kamında tehdit eden birçok tehlike söz konusudur. Hamile/loğusa kadınlar ile yeni doğmuş bebekler, içinde bulundukları durumun sonucu olarak korunmasız ve zafiyet halinde şeytanın ve demonlarm birincil hedefi haline gelirler. Ortaçağ’m insanı, Kilise tarafından tanımlanmamış ve kendisine çizilmiş yaşamsal sınırlar dışında kalan, farklı her şeyi ‘büyücülük’ ile açıklama eğilimindedir. İster doğa koşullarından, ister insan davranışlarından kaynaklansın, her türlü olumsuzluğun arkasında şeytanın ve demonların parmağı olduğuna inanır. Böylece falcılık, büyücülük, cadılık gibi kökleri Antikçağ’a kadar uzanan ve Kilise tarafından batıl olarak kabul edilen inançlar,8 belirli dönemlerde kitlesel paranoyanın bir parçası haline gelip takibe alınsalar da, son tahlilde Ortaçağ’da gündelik hayatın ayrılmaz bir parçasıdırlar. Yukarıda ‘büyücülük’ üzerine yaptığımız genellemenin doğum ve loğusa odasına ilişkin tespitleri kolay anlaşılır hale getirme amacı taşıdığı gözden uzak tutulmamalıdır. Kilise tarafından da kabul gördüğü üzere, doğum esnasında ve loğusa yatağındaki kadınlar saflıklarını kaybetmişlerdir (unrein) ve şeytanın tüm olumsuz etkilerine karşı savunmasız haldedirler (Flügge 2001:345). Bu nedenle doğum yapılacak mekânın, doğum başlamadan önce iyice temizlenmesi, havalandırıldıktan sonra rüzgârın, kötü ruhların girmemesi için pencerelerin sıkıca kapatılması, çatlakların onarılması gerekir (Heywood 2003:61). Okunmuş — üflenmiş mum ve tütsüler yakılması, yatak başuçlarına yerleştirilen haçlarla şeytana karşı korunma sağlanması, ateşe tuz atılarak kötücül güçlerin uzak tutulmaya çalışılması, hamile kadının üzerinde mutlaka okunmuş (sihirli) muska bulundurması, yine üzerinde Bakire Meryem ve Bebek İsa tasvirleri olan madalyonlar takması, sıkça başvurulan yöntemlerdir. Tüm bunlar kolay bir doğum ve sağlıklı bir bebek için başvurulan çok sayıdaki batıl inanç pratiğinden sadece birkaçıdır. Ortaçağ insanına göre kadının doğumla başlayan ‘zayıflığı’, bir nevi ‘nekahet’ dönemi olan loğusalığında da devam eder. Yeni doğan vaftiz olana kadar loğusa odasına aile bireyleri ve ‘güvenilir’ komşular dışında kimse alınmaz. Çocuğa büyü yaparak zarar verebilecekler kadar, nazarının değebileceğine inanılanlar da — burada bahis konusu olanlar hemcinsleridir — loğusa odasına sokulmaz. Tüm bu anlatılanlardan anlaşılacağı üzere, Hıristiyan dünyasında Yeniçağ’a gelinceye kadar uzun bir süre çocuk bedeni ikircikli bir algıya maruz kalmıştır; bir yanda Bebek İsa’nın masum bedeni varken, diğer yanda ilk günahın meyvesi olan günahkâr doğmuş çocuk yer alacaktır. 1Hıristiyanlık inancında önemli bir yeri olan vaftiz ritüelinin büyük ihtimalle Gnostik gruplardan alındığı tahmin edilmektedir. Vaftizi insanı kötücül ruhların tutsaklığından kurtarmak amacıyla kullanan Gnostiklerin vaftiz uygulamasının örnek alınması, IV. yüzyıldan itibaren Hıristiyanlık inancında yerleşmeye başlayan ilk günah öğretisi ve beraberinde gelen arınma prensibinin hayata geçirilebilmesi bakımından önemlidir (Weber 1999:80-81). Hıristiyanlık inancında vaftiz ritüeli dinsel, toplumsal ve kültürel boyutlarıyla çok sayıda araştırmada incelenmiştir. Biz burada konumuzun bütünlüğü dahilinde tümünden faydalandığımız, ancak, içinde vaftiz ritüeline de farklı bir boyutuyla yer veren eserleri anmakla yetineceğiz: (Dülmen 2005); (Loux 1991); (Shahar 2004); (Flügge 2001); (Heywood 2003). 2Vaftizin zamanında yapılabilmesi konusunda, ebelere de görev verilmiştir. 1510 tarihli Freiburg Ebelik Mesleği Nizamnamesi’ne göre (Hebammenordnung) doğumda bulunan ebeler, bebeğin vaftiz edilmesi gerekliliğini veya en azından doğumunu yetkili makam ve kurumlara (Kilise) bildirmek zorundadır (Flügge 2001:298). 3Yeni doğan bebeğin vaftiz edilmeden öleceğinin anlaşılması durumunda din adamlarının sorumluluğunda olan bu görev önemine binaen aile büyüklerinden biri tarafından yerine getirilirdi (Heywood 2003:63). 4 Hıristiyanlık inancında, işlenen günahın meyvesi olarak çocuk sahibi olmak kadar çocuksuzluk da çiftleri bir o kadar günahkâr kılar; çocuk sahibi olamayan çiftler daha önce işledikleri günahları nedeniyle Tanrı tarafından cezalandırılmışlardır (Dülmen 2005:81). 5Agustinus Tanrı karşısında herkesin, yeni doğmuş bir bebeğin dahi, günahkâr olduğunu İtiraflar’ mda şöyle dile getirir: “Dinle beni Tanrım! Günahkâr insanın vay haline! Ve bunu söyleyen bir insan ve sen ona acıyorsun; çünkü onu yaratan sensin ama onun içine günahı sokan sen değilsin. Çocukluğumda işlediğim günahları bana kim anımsatacak? ‘Gerçekte, hiç kimse, bir günlük bebek bile, senin karşında günahsız değildir’ ” (Augustinus 1999:19). 6Aziz Augustinus (344-430): Erken dönem Hıristiyanlık dünyasının en önemli Kilise büyüklerinden birisidir. Hıristiyan bir anne ile putperest bir babanın oğlu olarak Tageste’de (Kuzey Afrika) doğmuştur. Gençlik yıllarında farklı dinî görüşlerin etkisiyle sapkın bir yaşam sürse de, Hıristiyanlığı seçerek 387 yılında vaftiz olur. 396 yılında Hippo Regius şehrinin piskoposu olan Aurelius Augustinus’un büyücülük ve demonoloji üzerine kaleme aldığı eserlerde Yeni Platonculuğun etkileri görülür. Geç dönem Antikçağ felsefesiyle Hıristiyanlık inancı arasındaki paralellikleri ve sapmaları ortaya koyan düşünceleri Hıristiyanlık dünyasında yüzyıllar boyunca önemini korumuştur. En önemli eserleri: İtiraflar (Confessiones), Tanrı Devleti (De Civitate Dei), ve Hıristiyan Öğretisi (De doctrina Christiana). 7orada değildirler. Hıristiyanlık etiği bu ‘günahsız’ çocukları doğrudan cehenneme göndermeye razı olmamıştır; Tanrı’nm inayeti hâlâ üzerlerindedir. Bu arada Katolik Dünyası’nda Limbus konusunda yaşanan önemli bir gelişmeden kısaca söz edelim. Papa II. Johannes Paulus 2004 yılında limbus infantium'un teolojik bağlamda inanılırlığmm ve doğruluğunun araştırılması için otuz kişilik Uluslararası Teoloji Komisyonu’nu görevlendirmişti. Bu çalışmanın ilk sonuçlarını değerlendiren (20 Nisan 2007) Papa XVI. Benedictus (Joseph Ratzinger), bir teolog olarak Limbo’nun varlığından şüphe ettiğinden bahisle, bir hipotez olarak kalmasından yana olduğu yönünde görüş belirtmiştir. Sadece teolojik bağlamda değil, değişik platformlarda uzun yıllardır tartışılan bu konu üzerine yorumların çoğalmasında, suçsuz çocuklara cennetin kapılarının kapatılmasının, Hz. İsa’nın çocuk sevgisiyle çeliştiği görüşünün de önemli ölçüde etkili olduğu sanılmaktadır. Aslında bu konu, tarihsel bağlamında, günümüz için yorumlandığında, Katolik Teoloji’nin önemli bir açmaz içinde olduğu görülecektir. Dünya çapında her yıl kürtajla elli ilâ altmış milyon çocuk doğmadan alınmaktadır. Yine çok sayıda Katolik aile yeni doğan çocuklarını vaftiz ettirmemektedir. Limbo’nun gerekliliği ve inandırıcılığı üzerine yapılan tartışmaların bu denli eski ve kapsamlı olmasının ve kavramın giderek Vatikan tarafından gözden çıkarılmasında bu ve benzeri nedenlerin etkili olduğu düşünülmektedir. 8Katolik Kilisesi’nin ‘batıl inanç’ (hurafe) tarifi yüzyıllar boyunca önemli değişime uğramıştır. Batıl inanç, bazen putperestlere atfen kullanılırken, çoğunlukla kâfirlerin, (boş) inancı olarak tanımlanmıştır. Biz bu bağlamda batıl inancı, ‘kutsal’ın karşısında ‘din dışında kalan’ olarak tanımlamaktan çok, ‘hak yolundan sapan’ı ifade eden anlamında kullandık. Eylül 24, 2014 nevermore tarafından düzenlendi Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Eylül 23, 2014 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 23, 2014 (düzenlendi) MASAL DÜNYASI: BÜYÜCÜLER, CADILAR VE ÇOCUKLAR Bilindiği üzere masallar, farklı kültürlerce yüzlerce yıldır yaşatılan sözlü anlatı geleneğinin ürünleridir. Efsaneler, destanlar, türküler, bilmeceler, ninniler gibi sözlü edebiyat türleri içinde ayrıcalıklı bir yere sahip olan masallar, Avrupa’da XVI. yüzyıldan itibaren zengin, fakir, eğitimli, eğitimsiz tüm toplumsal kesimler tarafından anlatılmaya, basılarak çoğaltılmaya başlanır. XIX. yüzyıla gelindiğinde çocukların masal okuyucusu olmaya başlamasıyla bu kısa ‘öykülerin’ anlamı da değişmeye başlayacaktır (Roper 2007:341). Bu konuya, ilerleyen sayfalarda ele alacağımız örnek masallardan hareketle yeniden değinme imkânı bulacağız. Pertev Naili Boratav masalı şöyle tarif eder: “Nesirle söylenmiş, dinlik ve büyülük inanışlarından ve törelerden bağımsız, tamamıyla hayal ürünü, gerçekle ilgisiz ve anlattıklarına inandırmak iddiası olmayan, kısa bir anlatı” (Yavuz 2002:14). Bu bölümde Avrupa merkezli sözlü geleneğin vazgeçilmez figürleri, çocuk düşmanı, büyücü ve cadının öne çıktığı masalları inceleyeceğiz. Böyle bir değerlendirme girişiminde bulunma nedenimiz, binlerce yıllık kültürel bir mirasın ürünleri olan masalların, toplumda cadı avı isterisini besleyen çok sayıda iletiye aracılık ettiğinedikkat çekmektir. Kuşkusuz bu iletileri Avrupa coğrafyasıyla kısıtlamak mümkün olmamakla birlikte,1 çalışmanın bütünü göz önünde bulundurulduğunda, bu sınırlamanın gerekliliği anlaşılacaktır. Örnek olarak aldığımız masal derlemeleri, Grimm Kardeşler (2003), C. Perrault (2005) ve H. Ch. Andersen (2002)’e atfedilmektedir. Uç derlemenin de incelenmesinde Türkçe çevrileri kullanılmış olup metinlerin orijinalleri veya bilinen başka bir dildeki çevrileriyle karşılaştırılma yoluna gidilmemiştir. Anılan derlemelerde Batı dünyasının en güzel masalları yer almakla birlikte, konumuz açısından zikredilmeye değer nitelikteki önemli örnekler2 Grimm Kardeşlere3 (Grimm 2003) ait olan derlemede yer almaktadır. Bu masallarda anlatının akışı içinde geçen büyü, büyülenme, sihir, büyücü, cadı, cüce, şeytan, iblis, dev, ejderha, karga, baykuş, kedi, hayvana dönüşme, ateşte yanma, peri, bilge kadın ve üvey anne kelimeleri bizce ‘anahtar kavram’lar olarak kabul edilmiştir. Hem Türkçe çeviri metinlerde hem de orijinallerinde kimi kavramların zaman zaman birbirine kanş/tınl/mış olduğu görülmekle birlikte bu konu değerlendirme dışı bırakılmıştır.4 Grimm Kardeşler tarafından derlenmiş 212 masaldan5 22 tanesinde6 yukarıda anılan anahtar kelimeler belirli aralıklarla yinelenmekte, dahası, ana metnin kurgusunda inşa edici bir rol üstlenmektedirler. Anılan masalların hemen hepsinde büyü yapan bir ‘cadı’ (büyücü) veya daha sonra, yeri geldiğinde, büyücüye dönüşen bir ‘üvey anne’ stereotipi söz konusudur. Güzeller genellikle iyi kalpli, hoşgörülü ve cömert, çirkinler nankör, hain ve kötü kalpli olarak tasvir edilirken, özellikle kadınlarda yaşlılık çoğu kez cadılığı (kötülüğü) çağrıştıran tehlikeli bir ‘çağ’dır. Karga ve baykuş kötülük taşıyan hayvanlar olarak anılırken, istisnalar dışında cüceler, masallarda olumsuz birer kimlik olarak karşımıza çıkarlar. Geç ortaçağda ‘modem cadı’ kimliğini oluşturan en önemli unsurlardan biri olan ‘hayvana dönüş/tür/me’ mitosuna, Grimm Masalları’nda sıkça rastlanmaktadır. Büyücütarafından genellikle yakışıklı bir prens kurbağa, kedi veya baykuşa dönüştürülürken, ender de olsa genç bir prenses ana kraliçenin bedduasıyla kargaya dönüşür. Bazı masallarda ise cadının kendisi istediği hayvana dönüşür; cadı gündüzleri kedi veya baykuş kılığında dolaşarak insanlara kötülük yapar.7 Masallar iyiler için mutlu sonla noktalanırken, kötüler cezalarını en ağır biçimde çekerler; şayet kötülüğü yapan sıradan biriyse ‘kırk katırın kuyruğuna bağlanarak parçalanma’ veya ‘iğneli fıçı’ yaygın birer infaz şeklidir.8 Cadı veya büyücüden kurtulmanın tek yolu ise onları yakmaktır; sihir ancak cadının yakılmasıyla çözülebilecektir.9 Yukarıda kısaca değinilen unsurların masalların içine ustaca yerleştirildiği ve çoğunun iyilerin daima — kazandığı ana iletinin yanında, algılanmasının pek kolay olmadığı görülmektedir. Masallar çocuklara anlatılmakla birlikte kahramanlan her zaman çocuklar değildir. Bizim aldığımız örneklerden çoğunlukla kahramanlar çocuklar veya evlilik çağma gelmiş gençlerdir. Özellikle küçük çocuklar üvey annelerinin tehdidi altındadır; ‘Erkek Kardeş ile Kız Kardeş’, ‘Hânsel ve Gretel’, ‘Kül Kedisi’, ‘Pamuk Prenses’ ve ‘Bilmece’ isimli masallarda tümüyle olumsuz bir ‘üvey anne’ portresi çizilir. ‘Üvey Anne’ masalın akışı içinde giderek büyücüye (cadı) dönüşebilir; yine müstakil (aileden bağımsız) büyücü veya cadı kimliğiyle de karşımıza çıkabilir. ‘Hânsel ve Gretel’, ‘Rapunzel’ ve ‘Bilmece’de üvey ve biyolojik annenin yanında, ayrıca bir büyücünün varlığı dikkat çeker. Üvey anne, masalın akışı içinde cadıya dönüşmese bile (üvey anne kılığına girmiş bir büyücü değilse) kötülük yapmakta cadıyı aratmaz. Grimm Masalları’nda ‘üvey baba’ nadir olarak karşımıza çıkar; ‘İki Kardeş’ masalındaolduğu üzere, üvey anne kadar kötü olmadığı gibi, ‘iyi kalpli’ de olabilmektedir. Grimm Kardeşlere (2003) ilâveten örnek olarak aldığımız, C. Perrault (2005) ve H. Ch. Andersen (2002) derlemeleri bize konumuz açısından ilâve bir katkı sunmamaktadır. Grimm Kardeşler’in derlemelerinde de yer alan ‘Kül Kedisi’, ‘Parmak Çocuk’ ve ‘Uyuyan Güzel’ masalları dışında, yukarıda sayılan anahtar kavramlardan, özellikle cadı, büyücü ve üvey anne üçlüsünü esas alarak kurulmuş anlatıya bu iki derlemede de rastlanılmamıştır. Konumuz açısından zengin Grimm Kardeşler derlemesinin yeterli ipucu verebileceği kanaatindeyiz. Bu noktada Lyndal Roper tarafından yapılan önemli bir tahlile değinmek istiyoruz. Roper, özellikle Grimm Kardeşler’in derlemesinde ‘Hânsel ve Gretel’ kadar acımasız kurgulanmış içerikte bir masal olmadığına dikkatimizi çekiyor. ‘Üvey Anne’nin çocuklarını ormana götürerek ikinci defa terk etmesiyle başlayan süreçte kaybolan çocuklar, aslında bir cadı olan yaşlı kadının çikolata, şekerleme ve kurabiyelerden inşa edilmiş evine sığınmak zorunda kalırlar. Ancak kurabiye ev, çocuk yamyamı cadının kurduğu bir tuzaktır aslında. ‘Hânsel ve Gretel’ de, nefislerine hâkim olamayıp bu tuzağa düşeceklerdir; kaldı ki günlerdir de hiç bir şey yememişlerdir. Yaşlı cadı ev işlerinde kendisine hizmetçi yaptığı Gretel’e karşın Hânsel’i yemeği düşünmektedir. Ancak küçük çocuk yenmek için henüz çok cılızdır. Böylece Hânsel’i semirmesi için ahıra kapatarak besler. Gretel’e de yengeç kabuklarından başka bir şey vermez. Kırmızı gözlü cadı her gün ahıra gelip Hânsel’den parmağını uzatmasını ister. Böylece çocuğun istediği kadar palazlanıp palazlanmadığını kontrol eder. Ancak bu kez de Hânsel cadıyı aldatacaktır; her seferinde kırmızı gözlü cadıya, parmağı yerine bir kemik parçası uzatarak onu henüz semirmediğine inandırır. Buraya kadar tipik bir cadı masalı formunda ilerleyen masal beklenmedik bir şekilde sonuçlanacaktır; Gretel, kendisini ve kardeşini kurtarabilmek için cadıyı, kendilerini yemek için yaktığı firma itecek ve diri diri yakacaktır. Cadının diri diri yakılmasıyla amaçlanan adalet mesajı, en yalın şekliyle verilmiş olur böylece. L. Roper, Hânsel ve Gretel masalının orijinal versiyonunda, çocukları biyolojik anneleri terk etmişken, ilerleyen dönemlerde bu durumun XIX. yüzyıldaki Alman burjuvasinin patriarkal aile yapısına ters düşeceğinin anlaşılması nedeniyle, bizzat Grimm Kardeşler tarafından, ‘üvey anne’ olarak değiştirildiğine işaret ediyor (Roper 2007:34i).10 Masallarda çocuklarla cadıların (büyücülerin) ilişkileri, ilk bakışta basit bir kurban- cellât ilişkisi gibi gözükmekle birlikte aslında çok daha karışıktır. Cadı farklı iki yüze sahiptir; önce görünen — aldatıcı — çekici yüz, yeri geldiğinde, acımasız — gerçek — yüzle hemen yer değiştirir. Çekici, sevimli yüz, kötücül niyetleri yansıtan gerçek yüzün üzerine ustaca yerleştirilmiş bir maske gibidir. Son tahlilde, cadının farklı iki çehresinin tek bir amaca yönelik olduğu söylenebilir (Scherf 1987:226). Cermen Mitolojisi’den Hollafrau, Grimm Masalları’nda iyilik ve annelikle bezenmiş karakter özellikleriyle saygın bir figür olarak ortaya çıkar11 ve hiç bir zaman cadı ile karıştırılmaz. Ancak Bayan Holle çok yaygın bir masal figürü olarak farklı kültürlerde değişmiş kimlik özellikleriyle ortaya çıkabilir. Masallara konu olan cadıların çocuk yamyamlığı, Antikçağ’m çocuk hırsızı, dişi gece demonlarının çocuk düşmanlığıyla benzerlikler taşır. Klasik çağdan itibaren cadı veya demonları tanımlamak için kullanılan Lamia, Empusa, Striga benzeri düşsel varlıkların en belirgin ortak özelliklerinden biri çocuklara olan düşmanlıklarıdır.12 Yunan mitolojisinde, Tanrı Zeus’u baştan çıkarabilecek güzelliğiyle ünlenen Libya Kraliçesi Lamia, çocuklarının Her a tarafından çalınmasıyla çılgına döner ve Tanrı sevgililerinden doğan çocuklarını öldürür. Lamia’mn çocuk düşmanlığı farklı kimliklerde efsanenin yayılmasına neden olur. Ortaçağ sanatında kadın yüzlü, erkek bedenli, dört ayaklı bir varlık olarak resmedilen Lamia giderek cadı ile özdeşleşecektir. Yine varlıkları geceyle özdeşleşen Diana ve Herodia yanında Grimm Masallan’na girmiş önemli bir dişi demon da Bayan Holle’dir.13 Bu noktada masallarda anlatılan cadıların çocuk düşmanlığının, modem cadı kavramının temel unsurlarından olan çocuk yamyamlığıyla bütünüyle örtüştüğünü söyleyebiliriz. İlerleyen bölümlerde göreceğimiz üzere, cadıların kötücül amaçları için ‘çocuk bedenleri’ne mutlaka ihtiyaçları vardır. Ortaçağ boyunca, özellikle cadı avının yaşandığı dönemlerde körpe bedenlerin karıştırılmasıyla hazırlanan iksirlerin sihirli bir biçimde gençlik ve ölümsüzlük vaat ettiğine olan inanç tamdır. Yine cadıların kara büyü ayinlerine katılmak amacıyla yaptıkları gece uçuşlarında kullandıkları merhemlerin (.Hexensalbe) hazırlanmasında çocuk bedenlerine ihtiyaçları vardır. Sonuç olarak, yukarıda örnek olarak aldığımız masallarda anlatılan ve ‘cadı — büyücü- üvey anne’ üçlüsü üzerine inşa edilmiş çocuk düşmanlığının, gerçek yaşamdaki iz düşümünün, görece geç bir tasarım olarak, Erken yeniçağda cadı avlarının hızlandığı dönemde belirginleştiğini söyleyebiliriz. 1Türkiye masallarından yapılan tasnifli bir derleme için bak Yavuz 2002:175-317. Türk masal dünyasındaki kötü ruhlar hakkında bak Radloff-Kunos 1998:12-13. 2Bu yargının ve masal seçimlerinin sübjektif nitelikte olduğu unutulmamalıdır. 3 Jacob ve Wilhelm Grimm kardeşler masal derleme çalışmalarına 1810 yılında başlarlar. Derlemelerinin ilk cildi 1812 yılında yayımlanır. 4 Yukarıda söylediklerimize örnek olarak, peri ile cin ve iblis, bilge kadın ile büyücü ve cadı, cin ile şeytan kavramları üzerine yaşanan kakofoni örnek olarak verilebilir. Türkçeleştirilmiş metinlerde, masalda cadı veya büyücü kelimesiyle karşılanacak bir işleve sahip olan yaşlı kadın, anlatının başında bilge kadın olarak tanımlanmakta, ancak ilerleyen sayfalarda büyücü olarak anılmaktadır. Söz konusu kavramların çalışmamızın bütünü içindeki kullanımları göz önünde bulundurulduğunda, önemine dikkat çekilen bu hususun çok daha iyi anlaşılabileceğine inanıyoruz. 5 Türkçeye çevrilen derleme iki cilt halinde yayımlanmıştır. I. ciltte 83, II. ciltte 129 olmak üzere derlemede toplam 212 masal yer almaktadır. 6 Örnek alman masallar: Kurbağa Prens, Erkek Kardeş île Kız Kardeş, Rapunzel, Hänsel ve Gretel, Balıkçı ile Karısı, Külkedisi, Bilmece, Fitscher’in Kuşu, Ardıç Ağacı, Altı Kuğu, Uyuyan Güzel, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler, Sevgili Roland, İki Kardeş, Arı beyi, Alacapost, Karga, Jorinde ve Joringel, Şişedeki Cin, Kurnaz Avcı, Şeytanın Ninesi ve Tanrı’nm ve Şeytanın Yarattıkları. 7 “Jorinde ve Joringel” (Grimm 2003:476-479). 8Grimm 2003:412-438. 9 “Erkek Kardeş île Kız Kardeş”, “iki Kardeş”, “Kızgın pabuçlarla dans etmek” gibi Pamuk Prenses’in cadı üvey annesine uygulanan farklı bir infaz için bak Grimm 2003:371. 10 L. Roper, Hânsel ve Gretel masalının, her ne kadar Grimm Kardeşler tarafından Almanya’da derlenmiş olsa da, içeriği ve kullanılan motifler nedeniyle, kesinlikle tek bir ülkeye mal edilemeyeceğini belirtiyor. Örnek olarak da Charles Perrault tarafından çok erken bir tarihte 1697 yılında yapılan derleme içinde yer alan Fransız masalı Le Petit Poucef yi veriyor. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bak Roper 2007:336 vd. 11“Bayan Holle” (Grimm 2003:179-183). 12Bu konuda geniş bir yazın bulunmakla birlikte, kavramlara tanım düzeyinde yer vermiş çalışmaları anmakla yetineceğiz: Röcher 1998:96; Petzoldt 1995:119; 157; Lurker 1989:126;236;386. 13 Grimm 2003:179-183. Mekânı daha çok çeşme başları ve denizler olan Hollefrau (Holda, Hulda, Hullefrau), bütünüyle negatif bir kimlik değildir. Aksine öğretici, ders veren doğru yolu gösteren bir ‘bilge kadın’ olarak belirir kimi zaman. Ancak haksızları acımasızca cezalandırır. Alman halk söylencelerinde, genellikle tekinsiz kimliğiyle anılan Bayan Holle'nin yanında vaftiz edilmeden ölmüş çocuklardan kurulu küçük bir orduyla dolaştığı ve loğusalara karabasan gördürdüğü anlatılır (Leander 1995:102-103). Eylül 24, 2014 nevermore tarafından düzenlendi Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
why Yanıtlama zamanı: Eylül 24, 2014 Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 24, 2014 Türk mitolojisinde de kaftarkis var Geceleri çocukları kaçıran cadı figürü. Mezarlıklara girip yeni gömülmüş ölüyü çıkarır. Kızlarıyla birlikte ormanda yaşar ve yine kadın. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Ekim 2, 2014 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Ekim 2, 2014 AVRUPA’DA ‘MODERN CADI’ KAVRAMININ ORTAYA ÇIKIŞI VE CADI AVLARININ BAŞLANGICI Antikçağ’da Büyü Geleneği Tüm çağlara özgü bir fenomen olan ‘büyü’yü doğru kavrayabilmek, ancak Antik dönemin büyü (Magi) geleneğini anlayabilmekle mümkün olabilir. Antikçağ’da doğaüstü güç sahibi kişileri tanımlamak için kullanılan Magus1 kelimesinin kökeni Eski Pers uygarlığına kadar uzanır. Med rahipleri çoğunlukla büyücü (magoi)2 olarak tanımlanırken, eylemleri de Magi olarak görülmüştür (Luck 1990:47). Burada bahse konu büyü (Magi) insanlara, hayvanlara ve çevreye zarar vermek amacıyla yapılan, mutlak kötülük amaçlı bir pratik değildir. Ancak ilerleyen dönemlerde Magus, zararlı büyünün (Malefıcus) içinde eriyerek, Antikçağ’da ona atfedilenden farklı bir anlam kazanacaktır. Antikçağ’da büyücünün sanatı daima Tanrısal bir kökene sahip olmuştur; bir başka değişle ‘Tanrı’dan esinlenmeden, icazeti alınmaksızın hiç bir şey yapılamaz. (Tuczay 2003:19 vd). Antik dönemde çok sayıda filozof, düşünür ve şair büyü üzerine düşüncelerini dile getirecektir. Yapıtlarında bir cümleyle de olsa, büyü pratiklerinden söz etmemiş Antikçağ yazarına rastlayabilmek neredeyse mümkün değildir. Bu tespit bizlere Antik dünyada büyü geleneğinin yaygınlığı ve gündelik yaşamdaki belirleyici rolü hakkında bir fikir verebilir. Antikçağ’ın yazarlarınca bu denli ilgi duyulan bir konu üzerine kaleme alınmış metinlerin gelecek yüzyıllarda yeniden gündeme gelmesi kaçınılmaz olacaktır. Bu bağlamda, Yaşlı Plinius’un (23-79) coğrafyadan tıbba, farmakolojiden botaniğe uzanan kapsamlı eseri ‘Doğa Tarihi’ (Historia Naturalis), Ortaçağ yazarlarını önemli ölçüde etkilemiştir. ‘Doğa Tarihi’nde yazdıklarından anlaşılacağı kadarıyla Plinius’un büyüye karşı genel tavrı olumsuzdur; Magie’yi şarlatanların icra ettiği gözbağı sanatı olarak görür. Zerdüşt’ü3Magie’nin öncüsü kabul eden yazar, diğer yandan Babilliler’in ve Asurlular’m bu sanatta sahip oldukları birikimin de farkındadır. Büyü ve büyücülere karşı bütün bu olumsuz tavrına rağmen Plinius eserinde (20-32 Kitaplar), tıbbın büyücülükle (Medicina magica) kol kola girdiği yüz civarında kocakarı ilâcı reçetesini vermeyi de ihmal etmez (Tuczay 2003:26). Kuşkusuz bu paradoks sadece Plinius’a özgü değildir; hayvanların ve bitkilerin büyü amacıyla kullanımının, hatta zehir terkipçiliğinin (erimen veneficii),4 Antik dönem ve Ortaçağ tıbbıyla ne denli iç içe olduğu bilinmektedir.5 Antik dönemden anılması gereken bir diğer önemli isim Lucius Apuleius (d. 123/125- y.l70)’dur. Madaurus’lu Apuleius’un Altın Eşek (Başkalaşımlar) isimli anlatısında büyücüler ve büyü pratikleri önemli bir rol oynar. Apuleius’da Magie, sonu cezaya varan bir pratik olmaktan çok, sanatsal veya bilimsel bir disiplin olarak ortaya çıkar. Başkalaşımlar batı yazınında büyü olgusunun, edebî bir eserde bu denli incelikle işlendiği ilk metinlerden biri olarak öne çıkar. Burada sadece isimlerini anmakla yetineceğimiz Cicero, Pisagor, Plutharkhos, Hesiod gibi Antik dünyanın şair ve düşünürleri de büyünün gizemine kendilerini kaptırmışlardır." 1 Latince Magus kelimesi büyücü anlamındadır. 2 Eski Pers dilinde magusch büyücü anlamında kullanılırken, Yunanca magoi kelimesi geleceği okuyan, falcı anlamlarına sahiptir. 3 Zerdüşt (ÎÖ 628-551): îranlı bilge-peygamber. Kendi adıyla anılan dinin kumcusu. 4 Antik dönem ve Ortaçağ hukukî metinlerinde zehir cinayeti/suçu hakkında ayrıntılı bilgi için bak Collard 2005. 5 Bu konuda Franck Collard şu yorumu yapıyor; “Latin yazarları eserlerinde antikçağ tarihçiliğinde sıklıkla karşılaştığımız veneficium ve veneficus kelimelerini sanıldığı kadar kullanmıyorlar, zira bu kelimeler büyü/sihir ile ilgilidirler” (Collard 2005:36). Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Ekim 2, 2014 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Ekim 2, 2014 Hıristiyanlık İnancı ve Erken Dönem Cadı Avları Hıristiyanlığı Avrupa topraklarında yaymaya çalışan ilk misyoner keşişlerin en büyük rakibi, Avrupa’da kök salmış Kelt, Cermen ve Slav halklarının binlerce yıllık geçmişe sahip farklı inanç yapılanmalarıydı. Ağaç, taş, su vb doğa varlıklarının temsil ettiği ‘büyük’ Tanrılar dışında, çok sayıda ‘yardımcı’ ve ‘yöresel’ Tanrı veya putun varlığı söz konusuydu. İlk Kilise babaları yaygın olan bu türden kültleri şeytana tapınma olarak gösterip, ‘yabancı’ Tanrıları da demon olarak ilân ettiler. Bu durumda Kilise büyükleri tarafından kaleme alman metinlerde, kendilerince arkaik olarak gördükleri kültürlere özgü inançların, batıl itikatlar olarak mahkûm edildiğini görmek şaşırtıcı olmasa gerekir.1 Tabiatıyle Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğunca 391 yılında devlet dini olarak kabul edilmesiyle bu eski inançların halk kesimleri üzerindeki etkisini birdenbire yitirdiğini söyleyebilmek mümkün değildir. Kilisenin halk arasında hâlâ taraftar bulabilen putperest dönemin idollerine karşı yürüttüğü mücadele Erken yeniçağa kadar sürecektir. Bu konuda verilebilecek örneklerden biri Wodan2kültüdür. Wodan, Yüksek ortaçağda Tanrı olarak önemini yitirmiş olmakla birlikte, gece yolculuk yapan ‘Vahşî Sürü’ (Wodans Heer)3veya geceleri çocuk hırsızlığına çıkmış Bayan Holle (Frau Holle) kimliklerinde yaşamaya devam edecektir. En basit haliyle insanlara ve hayvanlara zarar vermek için yapılan büyü pratikleri, Keltler, Cermenler, Slavlar kadar, Romalılar gibi yüksek bir kültürü temsil eden halkların da gündelik yaşamlarında belirleyici rol oynamıştır (Lorenz ve Midelfort 2006). Hıristiyanlığın kabulünden önce Roma împaratorluğu’nda büyücülük, genel olarak başkalarına zarar vermediği sürece ceza gerektiren bir eylem olarak kabul edilmemiştir. Bu tespit bize Romalılarda büyünün gücüne inanıldığını ve yararlı (ak) ve zararlı (kara) büyü arasında ayrım yapıldığını gösterir. Ancak anılan dönemin koşullan göz önünde bulundurulduğunda, bu (ak-kara büyü) ayrımı yapabilmenin hiç de kolay olmadığı anlaşılacaktır. III. yüzyıldan itibaren başkasına zarar vermek amacıyla büyü formülleri, afsun duaları ısmarlayanlar için ölüm cezası öngörülmüşken, İmparator II. Constantius 357 yılındaki genelgesiyle4 her türlü zararlı büyüye ilâveten sağaltım amacıyla yapılacak ‘ak büyü’ye de ölüm cezası getirmiştir (Tuczay 2003:33) Romalılarda özel mülkiyetin korunmasını amaçlayan en eski hukukî metin On iki Levha Kanunu (ÎÖ 451/450) büyünün insanlara, hayvanlara, ürünlere ve mallara zarar vermesi durumunda cezalandırmasını öngörmektedir.5 Yine imparatorluk döneminde geleceği okuma sanatı bağlamında falcılık yasaklanmış pratiklerin başında gelir ve cezası ölümdür. Kuşkusuz yaygın ve geleneksel inanç pratiklerinin putperestlikten zararlı büyüye (Zauberei),giderek cadılığa (Hexerei)doğru evrilmesi uzun zaman alacaktır. Erken dönemin Hıristiyan yazarları Hıristiyanlık dışı tüm inançları ‘yanlış’ Tanrılara (putlara veya demonlara) tapınma (Idolatrie)olarak görmüş ve batıl addetmiştir. Burada bahis konusu olan Avrupa topraklarında yüzlerce yıl sürecek zihniyet değişim sürecidir; yaklaşık IV. yüzyılda başlayan bu dönemin Yüksek ortaçağa (XI. yüzyıl) kadar sürdüğünü söyleyebiliriz. Erken ortaçağdan başlamak üzere, hukukî metinlerde Hıristiyanlık öncesi dönemin putperest inançlarından kurtulmak amacıyla yapılan yasal düzenlemelere rastlanır. Başlangıçta kâfirlik (inançsızlık) ve putperestlik büyücülükle eşdeğer tutularak cezalandırma yoluna gidilirken, ilerleyen dönemlerde zararlı büyü yapanlara verilecek cezalar müstakil düzenlemelere tabi tutulmuştur.6 Benzer düzenlemelerin, XV. yüzyıldan itibaren, çok daha ayrıntılı biçimde cadılık suçunu işleyenler için yapıldığı görülecektir. Hıristiyanlığın büyücülükle mücadelesi oldukça erken bir dönemde başlar Bu bağlamda anılacak ilk isim, sonuçları tüm Ortaçağ boyunca izlenebilen ‘şeytanla işbirliği’ öğretisinin kurucusu ünlü Afrika’lı Kilise babası Aurelius Augustinus’dur. Aziz Augustinus’un öğretisi ortaya çıkışıyla, Hıristiyanlık dünyasında çok sayıda taraftar toplamış, daha ileriye götürülmeye çalışılmıştır. Sevilla’lı îsidorus (y.600-636), Fulda’lı rahip Hrabanus Maurus (y.780-856), Petrus Lombardus (1100-1160), Albertus Magnus (y.l 193-1280) gibi düşünür ve teologlar tarafından yapılan katkılarla öğreti derinleşmekle kalmamış, aynı zamanda Kilise’nin desteğinde yayılma ve tanınma imkânı bulmuştur. Ancak öğretinin en üst noktasına, Skolostik Felsefe’nin en önemli ismi Dominiken Aziz Tommaso d’Aquino ile (1225-1274) ulaştığını söyleyebiliriz. Aziz Tommaso gelecek yüzyıllarda tüm Hıristiyanlık dünyası için rehber niteliğinde olabilecek bir demonoloji ve şeytan öğretisinin kurucusu ve savunucusu olacaktır. Katolik Kilisesi’nin, Hıristiyanlığa ve kendi varlığına yönelik en büyük tehdit olarak gördüğü batıl (yanlış) itikatlar karşısındaki tavrını ortaya koyan en önemli örnek, Prüm’lü rahip Regino (906) ve Worms’lu piskopos Burchard (Ö.1025) tarafından yaklaşık yüz yıl arayla Greko-Romen Kilise hukuku temel alınarak yapılan derlemeler bütünüdür. Canon Episcopi olarak tanımlanan bu derlemenin önemi, cadıların gece uçuşlarına ve zararlı büyü yoluyla hayvana dönüşmeye ilişkin en eski düzenlemeleri bir araya getirmesinden kaynaklanır.7 Modem cadı kavramının en önemli unsurlarından birisi olan ‘cadıların gece yolculuklan’na (Hexenflug) Canon Episcopi tarafından getirilen yorum XIII. yüzyıla kadar tartışmasız kabul edilecektir [Ek:01]. Buna göre cadıların gece uçuşları [Ek:02], hayvana dönüşme [Ek:03], cadıların sabbatı son tahlilde sapkınlaşmış ruhların fantezilerdir. Cadılara atfedilen güçlerin tamamı safsata olup, cadılık inancı nihayetinde batıl bir itikattır. Kadınlar itikat fakiri oldukları için bu türden hurafelere hemen inanmakta ve şeytanın kurduğu tuzağa kolayca düşmektedirler [Ek.04], Canon tüm sapkınlıkların birer sanrı olduğunu kabul etmekle birlikte bunlara karışanları, Tann’mn varlığını inkâr ve Hıristiyanlık inancını tahkir ettikleri gerekçeleriyle cezalandırmayı da ihmal etmez [Ek: 05]. Kilise çevresinde ‘Modern Cadı’ kavramının ortaya çıkışma kadar geçen ve ‘büyük cadı avlarına hazırlık’ olarak da adlandırılabilecek bu dönem, XV. yüzyılın sonlarına kadar sürecektir. Bu arada Papa VIII. Innocentius’un teşvik ve himayesinde Dominiken enkizitör Heinrich Kramer/Institor (1430-1505) tarafından yazılan Malleus Malefîcarum (Cadıların Çekici) 1486 yılında yayımlanır. Malleus Malefîcarum [Ek: 06] birçok bakımdan ilklerin kitabı olmakla birlikte asıl önemi, ‘büyük cadı avı’nm başladığına işaret etmesinden kaynaklanmaktadır [Ek:07].8 Avrupa topraklarında büyük cadı avları XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hız kazanmaya başlayacaktır. Ancak toplumda büyücülere, kâfirlere ve heretiklere, Yahudilere karşı ayrımcı, giderek düşmanca tavrın yüzyıllardır var olduğunu biliyoruz. Bu bağlamda XVI. yüzyıldan itibaren yayılan ‘cadı düşmanlığı’nm Kilise, mahkemeler ve sivil kurumlar için olduğu kadar halk için de, yeni olmadığını söyleyebiliriz. Aradan geçen süre içinde sadece ‘düşman’ olarak görülen özne değişecektir. Cadı (Hexe) kavramına hukukî bir metinde ilk kez 1419 yılında rastlanmakla birlikte (Behringer 1998:40), Avrupa’da ilk sistematik cadı avlarının, Heretik gruplara9 yapılan sindirme harekâtından sonra, XVI. yüzyılın başlarından itibaren ortaya çıktığını görüyoruz.10 Avrupa coğrafyasında XVI. ve XVII. yüzyıllarda tepe noktasına ulaşan cadı avı, XIX. ve XX. yüzyıl tarihçileri tarafından ısrarla Karanlık Ortaçağ'di mal edilmiş ve yaşanan olumsuzlukların baş sorumlusu olarak Katolik Kilisesi gösterilmiştir. Bu eksik ve dahası yanlış yaklaşımın uzun yıllar boyunca, aralarında J. Michelet, H.C. Lea, J. Hansen’in de olduğu çok sayıda saygın isim tarafından savunulduğu görülmektedir.11 Sonuç olarak, Avrupa topraklarında cadı avlarının birdenbire başlamadığını, öncesinde uzun bir hazırlık sürecinin yaşandığını söyleyebiliriz. X. yüzyıldan itibaren, başta Heretik tarikatların mensupları ve Yahudiler olmak üzere, tüm azınlıklara karşı takınılan tavır, giderek toplum içindeki marjinal gruplara kadar uzanacaktır. Kuşkusuz yüzyıla gelinceye kadar aradan geçen yaklaşık beş yüz yıllık sürede Avrupa coğrafyasında ekonomik, toplumsal ve sosyal alanlarda yaşanan topyekün değişime ilâveten, İdarî ve siyasal anlamda görülen yenileşme hareketini de cadı avını hazırlayan koşullar içinde anmamız gerekir. 1 Burada arkaik kavramım, bir kültürün bilinen en eski devreleri anlamındaki tanımına ilâveten, geride kalmış, karanlık ve yoz bir döneme atfen kullandık. 2Wodan (Odin) zaman içinde Doğu’dan (Batı Sibirya) taşınarak Cermenlerin ve özellikle Kuzey Cermenlerden Vikinglerin baş Tanrısı haline gelir. Bazı kaynaklarda rahip-kral ya da büyücü-kral olduğu ileri sürülen Wodan esas olarak ölülerin Tanrısı olarak bilinir. Karga ve Kurt ona adanmış hayvanlardır (Hançerlioğlu 2000:372;546; Lurker 1989:305-306). Wodan (Odin) hakkında ayrıntılı bilgi için bak Bandini ve Bandini 2000:197-201; Lurker 1989:305-306. 3 Wodan’in Askerleri/Ordusu (Wodans Heer) veya Vahşî/Çılgın Sürü (Wildes Heer) olarak adlandırılan inancın kökenleri putperest Cermen inançlarına kadar uzanmaktadır. Avrupa çapında çok yaygın olan inanca göre ormanlarda veya ıssız bölgelerde gözle görülmeyen erkekler grubu, yanlarında köpekler olduğu halde gökyüzünde kulakları sağır eden bir gürültüyle dolaşırlar. Avrupa’da yüzlerce yıldır çok sayıda masal, destan ve hikâye de, ‘Vahşî Sürü’ye atfen duyulan havlamalar, boru sesleri ve haykırışlardan bahseder. Hıristiyanlığın kabulünden sonra geçen yüzyıllar boyunca ‘Vahşî Sürü’ kültünün ana izleği Hıristiyanlık inancına uygun hale getirilmiştir. Buna göre vaftiz olmadan ölmüş çocuklar, komünyon alamadan ölmüş yetişkinlerin başıboş kalmış ruhları, giderek Wodan’m Askerleri’nin yerini almışlardır (Bandini ve Bandini 1999:222-224; Petzoldt 1995:185-192 özellikle Wiedergänger, Wilde Jagd, Wilder Jäger ve, Wilde Leute maddeleri). Bu konuda yapılmış kapsamlı orijinal bir çalışma için bak Behringer 1994. 4 Burada Christa Tuczay (Tuczay 2003) tarafından verilen bilginin çelişkili olduğu görülmektedir. I. (Büyük) Constantinus 337’de, oğlu II. Constantinus da 340’da ölmüştür. Bu nedenle bahis konusu olan imparator büyük olasılıkla 317-361 yılları arasında yaşamış ve 337-361 yılları arasında tahtta oturmuş II. (Büyük) Constantinus’tur. 5 ‘Oniki Levha Kanunu’ hakkında ayrıntılı bilgi için bak: Soldan-Heppe 1999:59; Daxelmüller 1996:78; Söllner 1995:208-214; Scharff 2001:20-30. 6 Erken dönemden yaşanan kâfir avından Hıristiyanlar da nasiplerini alacaklardır. Priscillianus (y.340- 385) kafirlikle suçlanarak ölüm cezasına mahkûm edilen ilk Hıristiyan olarak tarihe geçecektir. 7Canon Episcopi hakkında bildiklerimiz sınırlıdır. Ancak derlemenin IV. yüzyıldan itibaren batıl inanç pratikleri üzerine alman Sinod kararları (canon) ve papalık decretum'larında yasaklanan sapkınlıkların bir derlemesi olduğu bilinmektedir. Derlemenin Canon Episcopi olarak tanımlanmasının nedeni ana bölümün “Episcopi” (piskoposlar) kelimesiyle başlıyor olmasıdır (Soldan-Heppe 1999:87 vd). 8Malleus Malefîcarum (1486) yayımlandığı günden itibaren demonoloji yazının en çok başvurulan ve atıf yapılan kitabı olma özelliğini günümüze kadar korumuştur. 1486-1669 yılları arasını kapsayan yaklaşık 185 yıllık dönemde, yeni icat olunan matbaanın da sağladığı imkânlarla, çeşitli Avrupa dillerinde 29 baskısı yapılan Malleus Malefîcarum Erken yeniçağ Avrupası’nm en çok okunan kitapları arasına girmeyi başarmıştır. ‘Cadıların Çekici’ üzerine önemli bir bölümü XX. yüzyılda olmak üzere çok sayıda inceleme yayımlanmıştır. Bu incelemeleri, çalışmanın kapsamı göz önünde bulundurularak burada vermek yerine, son yıllarda yayımlanan nitelikli bir çalışma içinde yer alan bir bölümü (Decker 2003:47- 54) ve Malleus Malefîcarum’’un 2000 yılında yayımlanan yeni yorumlu çevirisine yazılan kapsamlı 4Giriş’i (Kramer 2000:9-135) anmayı yeterli görüyoruz. 9 Heretik (hairesis Yun.): Hıristiyan dünyasında yoldan çıkanları tanımlamak için kullanılır. Heretikler, putperestlerden, kâfirlerden farklı olarak kendilerini ‘Hıristiyan’ olarak tanımlar. Ancak Katolik Kilisesi tarafından benimsenmiş resmî teoloji dışındaki öğretilere inançları nedeniyle reddedilmişlerdir. Katolik Kilisesi en başından itibaren Heretizmi Hıristiyanlığın en büyük düşmanlarından biri olarak görmüş ve Heretik tarikatlara karşı amansız bir mücadele yürütmüştür. Sayılamayacak kadar çok sayıda Heretik grupla mücadele etmek zorunda kalan Kilise, bu gruplarla kendi yargı gücüyle baş edemeyeceğini anlayınca, Enkizisyon Mahkemeleri’ni kurarak sorunu kökünden çözmüştür. 10 Burada bahsi geçen Heretik grupların en önemlileri, Katharosçular, Valdesçiler ve Bogomillerdir. Tarikatlar şeklinde örgütlenen bu grupların batı Avrupa kökenlileri, özellikle Güney Fransa, Kuzey İtalya, kısmen Almanya’nın batısında XI. yüzyılın başlarından itibaren ortaya çıkmışlardır. Bu gruplara karşı Katolik Kilisesi tarafından, Enkizisyon Mahkemeleri’nin desteğinde yürütülen mücadele, sonuçlarını XIV. yüzyılın ikinci yasından itibaren verecektir. Liderleri öldürülmüş, tarikat üyeleri ise ya öldürülmüş ya da sürgüne gönderilmiştir. Hayatta kalan az sayıda Heretik grup mensubunun ise nedamet getirerek doğru yola dönmesi sağlanmıştır. 11 Cadı avlarının nedenlerini, bütünüyle Katolik Kilisesi ve onun yarattığı kuramlardan hareketle açıklamaya çalışan tarihçilerden Jules Michelet’in (1798-1874) görüşlerini ‘Cadı’ (Hexe 2005), Henry Charles Lea’nin (1825-1909) görüşlerini ise bugüne kadar yazılmış en kasapsamlı Enkizisyon Tarihi olan ‘Ortaçağ’da Enkizisyon’un Tarihi’ (Geschichte der Inquisition im Mittelalter 1997) isimli çalışmalarda görebiliriz. Benzer bir durum, Joseph Hansen’in Bibliyografya’da bahsi geçen çalışması (Hansen 1998) için de söz konusudur. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Ekim 15, 2014 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Ekim 15, 2014 ERKEN YENİÇAĞ’DA CADI AVLARININ TEPE NOKTASINA ULAŞMASI Avrupa’da 1430-1780 yıllarına yayılan legal cadı avlarının çok büyük bir bölümü ‘Karanlık Ortaçağ’da değil, Yeniçağ’da yaşanmıştır.1 1560-1630 yıllarını kapsayan yetmiş yıllık dönemde yoğunlaşan avlar ilk zirvesini 1580’li yıllarda, ikinci zirvesini 1626-1630 yıllarında görecektir. XVII. yüzyılın kalan bölümünde av ve takip isterisi kısa süreli dalgalarla devam ederken, XVIII. yüzyılın ilk yarısında orta ve doğu Avrupa ülkelerinde tehlike hâlâ sürmektedir. Bu dönemde batı Avrupa’nın ekonomik ve bilimsel açıdan nispeten gelişmiş ülkelerinde cadı avları hukuken olmasa da, de facto olarak son bulacaktır (Behringer 1998:35). Almanya topraklarında cadı avının isteri boyutlarında yaşandığı dönem, Avrupa geneline göre daha uzun sürecek, 1550-1650 yılları arasındaki yüz yıla yayılacaktır [Ek:08-09]. Avrupa çapında, cadı avlarına en fazla kurban veren (toplam kurban sayısının yaklaşık yarısı) ülkenin Almanya olduğu düşünüldüğünde, bu ülke topraklarında yaşanan toplumsal isterinin irdelenmesiyle, Avrupa’nın tümü için de önemli ipuçlarına ulaşılacağı aşikârdır. Avrupa genelinde cadı takibinin XV. yüzyılın ikinci yansından itibaren yoğunluk kazandığını görüyoruz. Almanya topraklarında ise XVI. yüzyılın ilk yarısından itibaren cadılıkla suçlananların ve mahkemelere çıkarılanların sayısında bir sıçrama yaşanırken, 1560 yılından itibaren cadı avlarına verilen kurban sayısında önemli artışlar gözlenir. yüzyılın sonlarına doğru, 1580’li ve 1590’lı yıllarda ise, cadı avları ilk zirvesine ulaşır. Almanya’da ikinci büyük av dalgası için 1610’lu ve 1620’li yıllara kadar beklemek gerekecektir (Roper 2007:33). XVII. yüzyılın başlarında yaşanan bu yeni dalganın, aynı zamanda Reformasyon sürecinde mezheplere bölünmüş bir Hıristiyanlık inancında yetişen, ikinci kuşağın iktidara gelmesiyle aynı döneme denk gelmesi dikkat çekicidir. Bu noktada ‘cadı avı’ gibi çok boyutlu bir sorunsalı hazırlayan ve zaman içinde toplumsal bir isteriye dönüştüren unsurları kısaca anımsamamız gerekiyor. Cadı avlarının nedeni olarak sayılacak bu unsurların tamamı olmadığı, daha birçok (minör) etkenin sayılabileceği ve listenin uzatılabileceği malumlarıdır. Ancak burada sayılacakların tarihçiler tarafından ortak kabul görmüş (majör) nedenler olduğunu belirtmeliyiz. Başta Almanya olmak üzere Avrupa’da birçok ülke XV. yüzyılda henüz siyasî birliğini sağlayamamıştır. Özellikle Almanya, ‘cadı avı çağı’nda çok sayıda küçük politik özerk birimden oluşmuş, Lyndal Roper’in yerinde benzetmesiyle, bir yamalı halı (Flickenteppich)2görüntüsü vermektedir [Ek: 10]. Örneğin Obermarchtal bu küçük özerk birimlerden birinin yönetim merkezi olarak köyden biraz daha büyük bir yerleşim yeridir. Bu dönemde Almanya’da politik güç ve yargı ile Kilise hâkimiyetinin nadir olarak tek elde toplandığını görüyoruz. Söz gelimi küçük bir piskoposluğun bir bölümü piskopos tarafından tümüyle sivil hukuka dayalı bir yönetimle idare edilirken, aynı piskoposluğun diğer bölümünde hukuk tanımayan dinî bir yönetim söz konusudur. Bu bölünmüş yapılanmanın sonucu olarak Almanya’daki büyük cadı avları, çoğunlukla Katolik piskoposların (Fürstbischöfe)3yönetimde olduğu prensliklerde yaşanacaktır (Roper 2007:31). Cadı avlarının diğer önemli bir nedeni olarak Reformasyon hareketi4 ve elde ettiği başarı sonucunda oluşan Karşı-reformasyon hareketi görülmektedir. Bilindiği üzere reform hareketinin öncüleri5 olan Martin Luther (1483-1546), Jean Calvin (1509- 1564), Ulrich Zwingli (1484-1531) ve Martin Bucer (1491-1551) öncelikle Kilise’nin yenilenmesini ve ilk Hıristiyanlığın saflığına geri dönülmesini istemektedirler; çünkü Katolik Kilisesi, Hıristiyanlık âleminin biricik ruhanî kurumu olarak aradan geçen yüzyıllar içinde fazlasıyla yıpranmıştır. Diğer taraftan, yeniden yapılanma isteyenlere reform karşıtlarınca ortaya konulan tepkinin geçmişi de Reformasyon döneminin başlangıcıyla sınırlanamaz; Avrupa topraklarında Reformasyon Hareketi 1520-1650 yıllarını kapsayan, yaklaşık yüz otuz yıllık bir süreye yayılmış olmakla birlikte, Katolik Kilisesi içinden yükselen aykırı seslerin geçmişi çok daha eskilere uzanmaktadır; sonuç olarak her iki tarafta gelinen (mevcut) durumdan hoşnut değildir. Bu bağlamda XIV. yüzyıldan beri süregelen reform hareketi, sadece Reformasyon yandaşlarına değil, aynı zamanda Katoliklere de bir iç hesaplaşma imkânı verecektir.6 Katolik ve Protestan ülkeler arasında yaşanan askerî çatışmanın ulusal ve uluslararası bağlamda bir dizi sonucunun ortaya çıkması kaçınılmazdır. XVII. yüzyılın ilk yarısında yaşanan Otuzyıl Savaşları (1618-1648) ve XVI. yüzyılın sonlarında Fransa’da din savaşları bu konuda örnek olarak verilebilir (Levack 1995:103). Bu dönemde hem Katolikler hem de Protestanlar için, başarı ve başarısızlıklar da dahil olmak üzere her şey, uçlarda yaşanmaktadır. Sonuca, giderek başarıya ulaşabilmek için her iki tarafın yandaşlarınca birbirlerine yönelttiği suçlamalarda en büyük payı, ‘öteki’ kategorisinde yer alan cadılar alacaktır. Bu noktadan hareketle birçok tarihçinin özellikle orta Avrupa’da yaşanan mezhep çatışmalarının sonucu ortaya çıkan huzursuzluk ortamının cadı avlarını artırdığı yönünde görüş beyan ettiğini söyleyebiliriz. Bu görüş ampirik bulgularla da desteklenmektedir. Ancak cadı avının nedenleri üzerine konuşulduğunda, mezhep çatışmaları sonucunda ortaya çıkan kargaşa ortamının tespit edilebilen nedenlerden sadece biri olduğu unutulmamalıdır (Dülmen . 1993:140). İlk cadı avları Martin Luther’in 95 tezini Wittenberg saray kilisesinin kapısına asmadan yaklaşık yüz yıl önce başlamıştır. Yine XVIII. yüzyılın ilk çeyreğinde cadı avları Polonya topraklarında binlerce insanın hayatına malolurken ne Reformasyon ne de Karşı- Reformasyon hareketinden söz etmek mümkündür (Levack 1995:104). Sonuç itibariyle, özellikle Reformasyon hareketinin dirençle karşılaştığı, giderek bu direncin toplumsal huzursuzluk ve çatışmaya dönüştüğü bölgelerde cadı avlarında artış yaşandığını, Protestanlığın hâkim olduğu coğrafyalarda cadı avlarının yaşanmadığı veya en azından daha hafif atlatıldığı gibi savların gerçeği yansıtmadığını söyleyebiliriz. Avrupa’da cadı avlarının toplumsal bir isteri haline dönüşmesinde ekonomik ve coğrafî nedenler önemli bir yer tutmaktadır. XVI. yüzyılda özellikle iklim koşullarında yaşanan kötüleşme, sadece hayatını tarımdan kazananlar için değil, toplumun tüm kesimleri için huzursuzluk kaynağıdır. Çünkü kuraklık veya aşırı yağış ve/veya donla başlayan süreç, gelecek yıllarda yaşam koşullarında felâket boyutlarına ulaşacak bir kötüleşmenin habercisidir. İklim araştırmacıları bu bağlamda XVI. yüzyılın tamamını en şanssız dönemlerden biri olarak kabul etmektedirler.7 Olumsuz iklim koşullarının özellikle 1585-1597 yıllan arasında yüzyılın zirvesini oluşturduğu söylenebilir. 1586 yılma gelindiğinde, fakirlik ve açlık sadece kırsal kesimde yaşayanlann, yoksul köylülerin sorunu değildir; aynı zamanda kentlerde yaşayan insanlar için de ‘büyük bir endişe kaynağı’dır (Behringer 2001:180). yüzyılın sonlarından başlamak üzere 1630’lu yıllara kadar sürecek olan dönem tarihçiler tarafında ‘Küçük Buzul Dönemi’ (Die Kleine Eiszeit) olarak tanımlanmaktadır; soğuk kışlar, aşırı yağışlı geçen yaz ve sonbahar aylarının sonucunda dolu yağışı ve don nedeniyle onlarca yıl hasat yapılamamıştır (Roper 2007:37; Behringer 1998:47 vd). İklim koşullarındaki beklenilmeyen ve uzun süreli değişiklikler ilk etkisini tarımsal üretimdeki düşüşle göstermekte, devamında ortaya çıkan pahalılık satın alma gücünü azaltmakta ve özellikle kırsal kesimde açlık yaşamsal bir sorun haline gelmektedir. 1580’li yılların başında olumsuz hava koşulları nedeniyle yaşanan pahalılık yaklaşık on yıl sürecektir. Diğer yandan bu ortam, zaten yetersiz olan hijyenik koşulların da etkisiyle, salgın hastalıkların ortaya çıkmasına zemin oluşturacaktır. XVI. yüzyılın son çeğreğinde yaşanan soğuk dalgasıyla başlayan felâketler zincirinin son halkası 1585-1588 ve 1592-1593 yıllarında yaşanan iki büyük veba salgınıdır (Behringer 2001:180). Mahşerin Dört Atlısı olarak anılan, savaş, açlık, hastalık ve ölüm getirmek için, adeta erken bir saldırıya geçmiştir (Roper 2007:37). Bu dönemde Almanya’nın özellikle güneybatı ve güneydoğusunda olmak üzere, Fransa ve îskoçya’nm ise bazı bölgelerinde o güne değin görülmemiş boyutta bir ‘uluslararası’ cadı avı dalgası Avrupa’yı etkisi altına alacaktır (Behringer 2001:180). Kuşkusuz yukarıda ana hatlanyla verilmeye çalışılan başat nedenlere ilâveten, Haçlı seferlerden Heretik gruplara karşı verilen mücadeleye, Kilise’nin kadın karşıtı söyleminden Enkizisyon Mahkemeleri’nin kuruluşuna, çok sayıda başka dışsal unsur, cadı avlarının XVI. yüzyılın son çeğreğinden başlamak üzere yapacağı yükselişe katkı sağlayacaktır. Çalışmanın akışı içinde yeri geldikçe değinilecek olan bu unsurların tek tek alındığında fazla bir anlam ifade etmediği, ancak XVI. yüzyılda yaşamın tüm alanlarında yaşanan dönüşüm ile beraber değerlendirildiğinde anlamlı olacağı malumlarıdır. Yukarıda anlatılanlardan da görüleceği üzere Almanya, 1630’lu yıllarda topraklarında yaşanan büyük cadı avlarıyla merkez ülke konumundadır.8 Peki diğer ülkelerde durum nedir? Kısa bir değerlendirmeyle bu bölümü bitirmek istiyoruz. Daha önce de belirtildiği üzere, Avrupa çapında cadı avlarının seyri nicelik ve içerik açısından önemli farklılıklar göstermektedir. Örneğin Portekiz ve İrlanda’nın durumu şaşırtıcıdır; bu ülkelerin ruhban mensuplan geleneksel Katolik — demonolojik doktrinden haberdar olmalarına rağmen, Almanya’da olduğu gibi cadı avı yandaşı bir tavır almamışlardır. ve XVII. yüzyılın orta ve güney Amerika’da, Filipinler’de, kuzey Afrika ve güney İtalya’daki kolonileriyle ünlü, Avrupa büyük gücü İspanya’da, enkizisyonun varlığına karşın, XV. yüzyılın sonlarında görülen cadı davalan ilerleyen dönemde yoğunlaşıp sürek avına dönüşeceği yerde, şaşırtıcı biçimde azalıp ülke gündeminden çıkmıştır. Cadı avları Protestanlığın yaygın olduğu İngiltere, İzlanda, İsveç, Norveç, Finlandiya, Estonya ve Letonya gibi ülkelerde de yaşanacaktır. Almanya dışında cadı avlarının merkezî konumundaki iki ülke İsviçre ve Polonya’dır. İsviçre’nin durumu, en azından Almanya’nın perifersinde yer almasıyla, açıklanabilir olmakla beraber, Polonya için yaşananlar şaşırtıcıdır. İsviçre’de ilk cadı avları 1542-1546 yılları arasında Roman Kantonları’nda başlar. Ancak esas takip ve infaz süreci Vaud (Waadt) Kantonu’nda 1591-1610 yılları arasında yaşanacaktır. İsviçre topraklarında cadı avları sonunda yakılan toplam 5417 kişiden 3371’i Vaud (Waadt) Kantonu’ndandır (Behringer 1993:161; Soldan-Heppe 1999:539-551). Doğu Avrupa’nın cadı avlarına en çok kurban veren ülkesi Polonya’da takip ve av süreci, oldukça geç bir tarihte, 1650 yılında başlamış ve tüm infazların yarısı 1676-1725 yılları arasında yapılmıştır. Tüm Polonya’da cadı avlarında hayatını kaybeden insan sayısı yaklaşık 10.000’dir. Polonya için de, Almanya etkisinden söz etmek mümkündür. Almanya ile yakın ekonomik ve kültürel ilişki içinde olan sınır bölgelerinde cadılık inancının daha köklü olduğu ve hızlı geliştiği söylenebilir. Yine XVII. yüzyılda Lehçeye çevrilen Malleus Malefîcarum’un av sürecini hızlandırdığı kabul edilmektdir (Levack 1995:202). Yine Rusya gibi büyük bir ülkede cadı avlarına verilen kurban sayısının 99 kişiyle sınırlı kalması ise şaşırtıcıdır. Genel olarak Ortodoks ülkelerde cadı avlarının, batı Avrupa’da yaşananlar ve Latin dünyasıyla mukayese edildiğinde pek önem arzetmez. Ancak bu bölümü bitirirken önemli bir hususu anımsatmakta fayda görüyoruz; cadı avına az sayıda kurban vermek, Ortodoks dünyasının, batı Avrupa halkları veya Latin dünyasına göre daha hoşgörülü ve/veya önyargısız olduğu anlamına gelmez kuşkusuz. Bilâkis cadı avı histersinin kendi içsel dinamiklerine ilâveten (ki mezhep faktörü bu bağlamda sayılabilir), ne denli çok sayıda dışsal unsur tarafından da beslendiğini teyit eder. 1 Avrupa’da ‘Cadı Avı Çağı’nın başlangıç ve bitiş tarihleri araştırmacılara göre farklılık göstermektedir; Levack (1995) 1450-1750 yıllarını kapsayan dönemi, Midelfort (2004) ise 1400-1750 arasını cadı avı çağı olarak kabul etmektedir. Tarafımızdan kabul gören sınırlama tarihçi Wolfgang Behringer’e aittir. Behringer’e göre Avrupa topraklarında legal cadı avları 1430’lu yıllarda başlamış ve 1780’li yıllarda sona ermiştir (Behringer 1998:35). Bizde bu çalışmada, aksi belirtilmedikçe, ‘cadı avı çağı’ tanımıyla bu zaman sınırlamasına atıf yapmış olacağız. Avrupa çapında yaşanmış cadı avlarını hukukî, sosyal, ekonomik, toplumsal boyutlarıyla inceleyen seçilmiş çalışmalar için bak: Dülmen (Ed.) 1993; Levack 1995; Behringer 1998; Behringer 2000; Lorenz ve Schmidt (Ed.) 2004; Roper 2007. 2Flickerıteppich (Alm.): Yamalı halı (Roper 2007:31). 3Fürstbischof (Alm.): Çoğunlukla eski Avusturya’da piskoposlara verilen prens ünvanı. 4 “Avrupa tarihinde 16. yüzyıl, yerleşik dinsel ve kültürel kurum ve düşünceler açısından bir değişim dönemini ifade etmektedir. Bu değişimlerden biri olan dinsel reform hareketi, toplumsal anlamda da etkisini hissettirmiş ve takip eden dönemler içerisinde, Avrupa’nın siyasal yaşamına dahi yön verebilmiştir. Bir yandan, Katolik Kilise’sindeki papalık çekişmesine dayalı iç kavgayı yansıtan Büyük Bölünme ve sonrasında iyice belirginleşen bunalım, öte yandan, ulusal kral ve yerel prenslerin papayla olan mücadeleleri ve nihayet toplumun alt tabakalarında özellikle de köylüler arasında baş göstermiş olan hoşnutsuzluklar, tüm Avrupa’yı kapsayacak yeni bir dinsel ve siyasal hareket başlatmıştır. 16. yüzyıldan itibaren, Almanya’dan İsviçre’ye, Fransa’dan Ingiltere’ye, Macaristan’dan Çekoslovakya’ya kadar, Avrupa’nın batısı ile doğusunda yaygınlaşan bu dinsel değişim, tarihte ‘Reform Hareketi’ adıyla bilinmektedir” (Olgun 2001:11). Reform ve karşı-reform hareketinin ayrıntılı biçimde incelendiği çok sayıda çalışma söz konusudur. Bizce önemli görülenlerden bazılarına burada anacağız: Dülmen 1991:256-282; Dülmen 1999:12-53; Levack 1995:102-124; Olgun 2001; Olgun 2006; Ökten 2003; Dülmen (Ed.) 1993:27-39. 5 Martin Luther ve Reformasyon Hareketi’nin önemli isimleri hakkında bak Stadler 1983. 6Katolik reform karşıtlarının başlıca amaçlarının, Kilise’yi bütünüyle ele geçirdiğine inandıkları yolsuzlukları sona erdirmek, ruhbanın daha iyi eğitim almasına sağlamak, cemaatin güvenini yeniden kazanarak iman tazelemek olduğu söylenebilir. 7 İklim araştırmacılarına göre XVI. yüzyıl (1500-1599) üç farklı döneme ayrılarak incelenebilir. İlk dönemde hava koşularında ani değişiklikler gözlenmeye başlar; kışlar bazen ılık, ama genellikle çok soğuk geçerken, yazlar serin ve nemlidir. İkinci dönemde hava sıcaklıklarında aşırı yükselişler görülür; yağışlar kesilir ve kuru havayla birlikte kuraklık başlar; tarlalarda ürünler, üzüm bağları susuzluktan kurur, arka arkaya birkaç yıl hiç hasat yapılamaz; besi hayvanları telef olur. Üçüncü ve son dönem hava koşullarında birdenbire aşırı bir soğuma görülür; sonbahar dışında hava sıcaklıklarının yıllık ortalaması 1 santigrad dereceye iner. Avrupa’da 1585-1597 yıllarını kapsayan on iki yıllık süre boyunca iklim koşullarındaki bozulma zirve noktasına ulaşır 8Almanyadaki cadı avlarını bölgesel temelde inceleyen yeni bir makaleler derlemesi için bak: Lorenz, Schmidt vd (Ed.) 2005. 9 Hıristiyanlık inancında cinlenme (Besessenheit), şeytanla işbirliği (Teufelspakt) ve vaftiz ritüelini ayrı ayrı ve aşağıda ele alacağımız bütünlük içinde inceleyen çok sayıda eser mevcuttur. Biz burada, konunun önemi nedeniyle faydalanılan eserlerin büyük bir bölümünü belirtmeyi uygun bulduk. Özel olarak atıf yapılan eserler bölüm ve sayfalarıyla verilirken, konuya tematik düzeyde yer veren çalışmaları ve farklı başlıklar altında bahsi geçen konuları inceleyenleri ise genel olarak anılmıştır: Di Nola 1994:345-357; Stanford 2000:143-146; Tuczay 2003:105-113; Götz 1999:57-84; Widy 2001:45- 56; Russell 1984:101-132; Russell 2000; Link 1997; Soldan-Heppe 1999:145-150; Kramer 2000; Levack 1999:39-47; Hansen 1998; Weber 1999; Waardt, Schmidt vd 2005. Bu alanda yapılmış ilk kapsamlı Türkçe çalışma olarak Haydar Akın’in, 2001 yılında yayımlanan “Ortaçağ Avrupası’nda Cadılar ve Cadı Avı” adlı kitabı zikredilebilir. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
0warlock0 Yanıtlama zamanı: Ekim 16, 2014 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ekim 16, 2014 Ellerine sağlık abi takip ediyoruz bence yeni konular arasında boğulmadan sabitlenmeli. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Kasım 1, 2014 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Kasım 1, 2014 Kilise Büyükleri ve Demonoloji Hıristiyanlığın yaklaşık iki bin yıla yayılan geçmişi son tahlilde, kötülüğün en büyüktemsilcisi şeytan ve demonlarına karşı verilen amansız mücadelenin tarihi olarak tanımlanabilir. Hıristiyanlık inancında cinlenme (Besessenheit)ve şeytan çıkarma (egzorsizm) kavramlarını, ‘vaftiz ritüeli’ gibi çok temel bir olgunun yardımı olmaksızın açıklayabilmek mümkün değildir. Bu üç kavramdan özellikle ‘vaftiz’ ve ‘cinlenme’nin Hıristiyanlığın kabulünden önce de farklı halkların inanç panteonları içinde varolduğunu biliyoruz. Örneğin cinlenme farklı bir boyutuyla Hıristiyanlık dışındaki toplumlarda, özellikle orta ve kuzey Asya halklarının Şamanizm inancında, bir tür esrime tekniği (ekstaz) olarak karşımıza çıkar. Cinlenme ve ekstaz arasındaki çok sayıdaki ortak nokta, araştırmacıların bu iki farklı kavram arasında ayrılıkları ortaya koymada zorlanmalarına neden olmaktadır (Di Nola 1993:345). Yine vaftizin ilk Hıristiyanlar arasında yayılmasından çok önce, ‘suya daldırılma’ olarak uygulanan bir arınma ritüelinin Avrupa halkları arasında yaygın olduğu biliniyor (Stanford 2000:143). Vaftiz’in litürjik bir olgu olarak Hıristiyanlıkta kök salmaya başlaması ancak III. yüzyılda olacaktır. Başlangıçta sadece kateşümenlerin gecikmiş vaftizi söz konusuyken, giderek yeni doğan çocukların vaftiz edilmesi gelenek haline gelecektir. Hıristiyanlıkta, insan bedenine kötücül güçler tarafından dışardan yapılan müdahaleyle beliren olumsuz değişiklik olarak ‘cinlenme’nin varlığına inanıldığı andan itibaren, şeytan çıkarma kaçınılmaz bir zorunluluk olarak ortaya çıkacaktır. Her ne kadar Hıristiyanlık öncesi dünya, farklı egzorsizm metotlarını tedavi amaçlı kullansa da, Hıristiyanlıkta ilk kez insanları şeytanın tutsaklığından kurtaran, işgal edilmiş ruhları özgürleştiren İsa’dır (Stanford 2000:144). İsa’nın bizzat kendisi de bu yollardan geçmemiş midir? Çekildiği inzivada kırk gün kırk gece boyunca iblis tarafından bin bir hileyle yoldan çıkarılmaya, ruhu ele geçirilmeye çalışılmıştır. İsa’nın geçirildiği bu sınav tüm Hıristiyanlar için önemli bir mesaj içerir; şeytanın oyunlarına, sahte cennet vaatlerine kanmayıp, nefsine hâkim olabilen gerçek Hıristiyan, çektiği tüm acılara, zorluklara karşın, Tanrı katında kazanacaktır. İsa’nın başarıyla geçtiği bu sınavı, daha sonra Sina çöllerinde birçok münzevinin de yaşaması gerekmiştir. İnciller’de anlatıldığı üzere İsa, kendisini izleyen havarilerine ‘ilk egzorsist’ olarak örnek olur. Bu bağlamda İsa, kendisini de vaftiz eden Yahya’nın yerine getirdiği egzorsistlik görevini başarıyla yapacaktır. İlk egzorsistlik aynı zamanda İsa’nın mucize yaratabilme gücünü kendisine inananlara, çevresinde toplanan ilk Hıristiyanlara gösterebilme imkânı verdiği için de ayrı bir öneme sahiptir. İsa’nın kimliğinden ve yaptıklarından hareketle iyi bir egzorsist, şeytan ve emrindeki demonlarının kendi saflarına katabilmek amacıyla yoldan çıkardıkları zavallıları tedavi edebilen, temiz, arınmış bir ruh ve bedenle tekrar Hıristiyanlığa kazandıran olarak tanımlanacaktır. Hazreti İsa’nın sadık izleyicileri havariler, ilk egzorzistler olarak bu önemli misyonla görevlendirilmiş ve görevlerini başarıyla tamamlamışlardır. Daha sonraki dönemde Kilise babaları, henüz bu dönemde Kilise tarafından kabul edilmiş resmî (offiziell) bir egzorsizm düzenlemesinin varlığından söz etmek mümkün olmasa da, bu görevi, tecrübeleri ve sağduyuları sayesinde başarılı bir şekilde yerine getirmişlerdir. Başlangıçta sadece İsa adına yapılan şeytan çıkarma görevinde egzorsist olabildiğince özgürdür. Ancak ilerleyen dönemlerde farklı isimler adına, örneğin Eski Ahit’ten, Abraham, İshak, Yakup’un yanısıra, melekler Mikail, Cebrail gibi, egzorsizm yapıldığı görülür (Di Nola 1993:349 vd). Egzorsist, haç çıkarmak, okuyup üflemek yanında oruç tutarak, nedamet getirerek demonun tutsak ettiği bedeni kurtarmak amacıyla, tutsak edilenin adına, adeta onun işlediği günahların kefaretini bizzat ödemeye girişmektedir. Özellikle erken dönem Hıristiyanlık söz konusu olduğunda, yukarıda saydığımız ritüelleri sadece demonyak egzorzism’le sınırlamak yanlış olur. Anılan dönemde, özellikle Hıristiyanlık öncesi inanç yapıları hâlâ varlığını sürdürmektedir; bunlardan özellikle putperst Tanrıları, demon kültünün önemli bir alt izleği olarak önemini, farklı halklar arasında, uzun süre sürdürmüştür. Erken dönem Hıristiyanlığın Kilise büyükleri için şeytan ve emrindeki demonların amaçlan bellidir: Hazreti İsa’yı batıl ilân etmek suretiyle Hıristiyanlığı gözden düşürerek, yeryüzünde insanlar üzerindeki hükümranlıklannı tesis etmek. Bu amaçla inancı zayıflamış, itikat fakiri insanlardan taraftar toplanması, ancak bunların da yeni taraftarlar kazanabilmek amacıyla eğitilmesi gerekir. Demonların bir görevi yeryüzünde bu amaçla taraftar avlamak ise, diğer bir misyonları kötücül güçleri sayesinde neden olduklan kaos ortamıyla (salgın hastalıklar, tabiî afetler, açlık vb) insanlarda bezginlik yaratmak ve ruhlarını teslim almaktır. Yukarıda çerçevesini çizmeye çalıştığımız konularda yoğunlaşan demonoloji yazınının IV. yüzyıldan itibaren ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Özellikle Irenaeus ve Tertullianus’ın şeytanın kötülüklerine — ilk günaha — karşı her gerçek Hıristiyan’ın savunma silâhı olarak vaftiz zırhına bürünmesi gerektiğine ilişkin yazıları bu alandaki ilk örneklerdir (Stanford 2000:144). Ancak bu alanda söyledikleriyle çığır açan isim Aziz Augustinus olmuştur. Büyü ve demonlara ilişkin görüşlerinde Yeni Platonculuğu temel alan Hippo’lu Aziz, demonlar üzerine görüşlerini ‘Tann Devleti’ (De civitate Deî) isimli eserinde ortaya koymuştur. Augustinus, demonları kâfir — putperest — halkların hayal mahsulü yaratıkları olarak görmenin yanlışlığına dikkat çeker ve gerçekliklerine işaret edebilmek için aynntılı ‘demon’ tasvirleri yapar. Tanrı katından kovulmuş — düşmüş — melekler olan demonlar insanları yoldan çıkarmak için büyü, falcılık, astroloji gibi yasaklanmış — kehanet — sanatları kullanırlar. Kıskançlık, kötülük, riya gibi kişilik özelliklerinin yanı sıra, fizikî özellikleri onlara kötücül amaçlarına daha rahat hizmet edebilme imkânı verir (Götz 1999:66 vd). Hippo’lu Aziz’in Erken ortaçağın demonoloji yazınını bütünüyle etkileyen düşüncelerinin temelinde iki önemli unsur dikkat çeker; büyü, demonların yardımı ve ancak Tanrı’nın bilgisi dahilinde mümkündür ve bütün büyücülerin zararlı pratiklerini hayata geçirebilmek için demonlarla aralarında bir sözleşmenin (Pakt) varlığı gereklidir. Augustinus’un görüşlerini farklı kılan, bu dünyada Hıristiyanlığın en büyük düşmanı şeytanla yapılan işbirliğinin (Teufelspakt)varlığına çarpıcı bir biçimde ilk kez eğilmesi, şeytanı ve emrindeki demonları sıradan, yaşamsal kılan, yeryüzündeki işbirlikçilerini ifşa ederek daha tehlikeli bir boyuta indirgeyen görüşleri olacaktır [Ek: 11-12]. Buraya kadar anlatılanlardan anlaşılacağı üzere, şeytan ve demonları inceleyen bir alan olarak demonoloji, katkılarından dolayı Aziz Augustinus’a çok şey borçludur. 1Hıristiyanlık inancında cinlenme (Besessenheit), şeytanla işbirliği (Teufelspakt) ve vaftiz ritüelini ayrı ayrı ve aşağıda ele alacağımız bütünlük içinde inceleyen çok sayıda eser mevcuttur. Biz burada, konunun önemi nedeniyle faydalanılan eserlerin büyük bir bölümünü belirtmeyi uygun bulduk. Özel olarak atıf yapılan eserler bölüm ve sayfalarıyla verilirken, konuya tematik düzeyde yer veren çalışmaları ve farklı başlıklar altında bahsi geçen konuları inceleyenleri ise genel olarak anılmıştır: Di Nola 1994:345-357; Stanford 2000:143-146; Tuczay 2003:105-113; Götz 1999:57-84; Widy 2001:45- 56; Russell 1984:101-132; Russell 2000; Link 1997; Soldan-Heppe 1999:145-150; Kramer 2000; Levack 1999:39-47; Hansen 1998; Weber 1999; Waardt, Schmidt vd 2005. Bu alanda yapılmış ilk kapsamlı Türkçe çalışma olarak Haydar Akın’in, 2001 yılında yayımlanan “Ortaçağ Avrupası’nda Cadılar ve Cadı Avı” adlı kitabı zikredilebilir. 2 Antik dünyada ve Eski Roma’da, Hıristiyanlıktaki bağlamında şeytan tarafından ödüllendirme ve şeytanla işbirliğinin varlığı konusunda bilgi sahibi değiliz. Ancak söz konusu şeytan değil de Tanrılar olunca, işbirliği-ortaklık örnekleri söz konusu oluyor (Soldan-Heppe 1999:145). Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Kasım 1, 2014 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Kasım 1, 2014 ŞEYTANIN EMRİNDE, DEMONLARIN TUTSAĞI OLMUŞ RUHLAR İnsanların Tanrılar, yüce ruhlar, şeytan veya demonlar gibi doğaüstü güçler tarafından esir alındığına, bedenlerinin ve ruhlarının kendi istemleri dışında, bu güçler tarafından kontrol ve idare edildiğine dair inançları olmaksızın, cinlenme gibi bir olgunun varlığından söz edebilmek mümkün değildir. Kadim zamanlardan beri, insanoğlunun kendisine mutluluk ve şanstan çok, şanssızlık, hastalık, felâket ve mutsuzluk getiren doğaüstü/dışı güçlere olan inancı hiç eksilmemiş, hatta belirli dönemlerde artarak daima süregelmiştir. Tüm insanlık için geçerli olan bu saptmanın gerçekliği tartışılmadan, ‘cinlenme’ olgusunun anlamı tam olarak kavranamaz. Demonların hastalıklara neden olduğu inancı, dinlerden, coğrafî ve kültürel farklılıklardan bağımsız olarak eski çağlardan beri yaşayagelmiştir. Bütün Doğu’da, Eski Mısır’da, Yunan ve Roma Dünyası’nda ve Hıristiyanlık âleminde beden ve ruh hastalıklarının nedeni olarak ‘günah’ görülmüştür. Tabiî ki çizilen bu çerçeve, cinlenme olgusunun daha çok geniş anlamda tanımlanmasına yöneliktir. Bizi ilgilendiren boyutuyla cinlenmenin sahneye çıkışı çok daha yakın bir zamanda gerçekleşir; Batı Hıristiyanlığı’nın tarihinde, en kısa tanımıyla, bedenin kötücül güçler tarafından ele geçirilerek sapkınlaştırılması anlamında kullanılan cinlenmenin (Besessenheit),ilk kez İnciller’de anlatıldığı şekliyle görüldüğünü söyleyebiliriz. Cinlenme demonoloji yazınında en başından itibaren, şeytanın karıştığı büyücülük, cadılık, falcılık, zehir terkipçiliği, rüya tabirciliği gibi zararlı pratiklere göre daha farklı bir şekilde ortaya çıkar. Bu farklı konum bir dizi nedenden kaynaklanmakla birlikte en önemli iki tanesini burada anabiliriz; cinlenme, çoğu kez farklı olduğu bilinmekle birlikte, en azından teşhis sürecinin başlangıcında, bir hastalık olarak görülür; diğer yandan kişinin bilinçli seçimiyle karışmadığı, bu (suçsuz) duruma (cinlenme) düşürülmüş, dışarıdan birileri tarafından itilmiş olduğu inancı hâkimdir. Ancak diğer zararlı pratiklerde durum farklıdır; cadı, büyücü veya falcı, bilerek ve isteyerek şeytanın emrine girmiş ve hatta kurdukları bu ortaklık (Teufelspakt)için bir bedel ödemeyi dahi göze almışlardır [Ek: 13]. Bu bağlamda ne cadılık ne de büyücülük, tarafgir konumlan nedeniyle, doğal olmayan (unnatürlich)hastalıklar kategorisine sokulamaz. Buraya kadar söylediklerimiz, Ortaçağ boyunca cinlenmeyi açıklamaya yönelik genel kabul görmüş görüşler olmakla birlikte, Geç ortaçağdan itibaren, başta teologlar, hukukçular ve hekimlerde olmak üzere tüm toplumsal kesimlerde cinlenme algısının bütünüyle değiştiği, giderek bir evrime uğradığı görülecektir. Takip eden bölümde, bu evrim sonucu Erken yeniçağda ortaya çıkan yeni durum incelenecektir. Cadıların aslında birer akıl hastası (meczup) odukları yönündeki görüşler ciddî biçimde ilk kez cadı avı karşıtı hekim Johannes Weyer tarafından ortaya atılmıştır. Bu yanlış sav cadı avı karşıtları ve hatta zaman zaman cadı avı yandaşlarınca desteklenmiştir. Bizce daha ilginç olan husus, cadıları tedavi edilebilecek ruh hastaları olarak kabul eden bu sakat görüşün uzun bir dönem, XX. yüzyılın başlarına kadar, gündemde kalması ve klinik piskiyatri camiasında kabul görmesidir. Bu konuda değerli bir çalışma için bak: Szasz 2007. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Kasım 15, 2014 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Kasım 15, 2014 Cinlenmiş Bedenin Halleri Erken yeniçağ başlarında, Antik dünyanın demonlarına olan inanç ve Ortaçağ’ın dogmaları hâlâ o denli güçlüdür ki, insanlar yaşadıkları her olumsuzluğu demonların ve hastalık getiren kötü ruhların marifetleri olarak görme eğilimindedirler. Bu bakış açısı ancak modem tıbbın gelişmeye başladığı XVIII. yüzyıldan itibaren tedricen değişmeye başlayacaktır. Hekimlik sanatında binlerce yıllık kimi teşhis ve tedavi yöntemlerinin Erken yeniçağa kadar egemen olmasında köklü Antikçağ tıbbının önemli etkisi olmuştur. Antikçağ’dan beri akıl hastalıkları ile biyolojik hastalıkların nedenleri olarak vücut sıvılarını gören geleneksel öğreti, Erken yeniçağın başlarına gelindiğinde hâlâ önemini korumaktadır. İnsanoğlu binlerce yıl boyunca hastalıkları kötü ruhların bir marifeti olarak görürken, akıl hastalıklarıyla biyolojik hastalıkların aynı nedenlerden kaynaklandığı konusunda kuşkusu olmamıştır. Hıristiyanlığın erken yüzyıllarından itibaren kötü ruhlara ilâveten ‘günah’da hastalığın nedenlerinden biri olarak görülmüştür. Günah ile hastalık ilişkisi biyolojik hastalıklardan çok, her türden akıl sağlığı bozuklukları arasında kurulurken, XVII. yüzyılın sonlarına gelindiğinde akıl hastaları hâlâ kendilerinden çok, başkalarının işledikleri günahın kefaretini ödemeye mahkûm zavallılar olarak görülmektedir. Ortaçağ’m dünyasında veba, cüzzam, kolera gibi salgın hastalıkların kurbanları için sürgün, tecrit (kapatma) ve nihayet imha ne denli yaygın bir uygulama ise, akıl hastalan için de tecrit, yüzyıllarca en uygun tedavi metodu olarak kabul edilmiştir. Cinlenme kişide yarattığı davranış bozuklukları nedeniyle akıl hastalıklarıyla karıştırılmakla birlikte, kimi belirtileri nedeniyle biyolojik bir hastalık veya işlev bozukluğu olarak da teşhis edilebiliyordu. Aşağıda ayrıntılı biçimde anlatılacağı üzere, ‘cinlenmiş’ bir bedenin davranışlarına bakarak, doğal (natürlich) — biyolojik — hastalıklardan ayırt edilebilmesinin kolay olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Yaklaşık iki bin yıl boyunca teologlardan hukukçulara, hekimlerden bilim adamlarına, üzerinde bu denli kafa yorularak ‘yoktan var edilmiş’ bir fenomenin yarattığı kafa karışıklığının da o denli fazla olması normal karşılanmalıdır. Hastalık başlangıçta, eğer tipik cinlenme belirtileriyle ortaya çıkmamış ise, doğal kabul ediliyor ve ona göre tedavi uygulanıyordu. Ancak tedavi yanıt vermez, hekimler tarafından hastalıkta şeytanın parmağı olduğuna karar verilirse, eczacılardan ‘cinlenmeyi çözücü’ karışımlar hazırlamaları isteniyordu. Bu noktadan, bir cinlenme vakasıyla karşı karşıya olunduğunun tespitinden sonra, genellikle hekim yerini bir papaza/egzorsiste bırakıyor ve böylece uygulanacak tedavi değişiyordu. Erken yeniçağın hekimleri ve teologları cinlenmiş bedenin gösterdiği farklılıkları smıflandırabilmek, elde ettikleri bu sonuçlardan hareketle, genel bir cinlenme belirtileri katalogu hazırlamak için büyük çaba sarf etmişlerdir. Yaptıkları geniş kapsamlı tasniflerin XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren yürütülen akıl hastalıkları araştırmalarına önemli katkıları olduğu söylenebilir. Tüm bu çalışmalarda cinlenmiş hastalar izlenmekte ve cinlenmenin emareleri ve hastalığın seyri not edilmektedir. Cinlenme her halü kârda çok boyutlu bir olgu olarak karşımıza çıkar; Ortaçağ’m fenomen hastalığı ‘gut’ ve modern çağın hastalığı ‘melankoli’ cinlerin neden olduğu hastalıklara iki önemli örnektir. Yukarıda da belirtildiği üzere, öncelikle hastalığın biyolojik nedenlere bağlı olarak ortaya çıkmış olduğu varsayılarak tedaviye başlanır. Ancak hastalık tedaviye yanıt vermez ve/veya emareler cinlenmeye işaret ediyorsa, o zaman tedavi bütünüyle farklı bir boyut kazanacaktır. Cinlerin işgal ettiği bir bedende, cinlenmiş kişinin davranışlarında merak uyandırıcı değişimler yaşanır; hasta bir çılgın gibi davranma eğilimindedir; giysilerini yırtıp atar, uygunsuz davranışlarda bulunur, edebe aykırı hareketler yapar. Beden sıkça nedeni belli olmayan kramplarla kasılır; kasılmaları uzun süren baygınlıklar takip eder. Hareketleri kontrol edilemez, dans etme isteği aşırı boyutlardadır, davranışlarıyla sanki abartılı bir gösteri sergiler. Cinlenmiş hasta hiç duyulmadık dilleri konuşmaya başlar; uzun, garip anlaşılmaz hikâyeler anlatır, görülmeyen şahıslarla saatlerce konuşur, kendi kendine güler, ağlar, çığlık atar. Cinselliğe aşırı düşkünlükle birlikte, Tanrı, peygamberler ve kitaplarına sövme (Blasphemie) alışkanlık haline gelir; cinsel fantezilerini ulu orta anlatmaktan zevk duyar. Aşırı hareketlilikle geçen günleri, içine kapanma, dış dünya ile tüm bağlantının koparıldığı dönemler izleyebilir; hasta gözlerini sabit bir noktaya dikerek saatlerce oturur, günlerce konuşmadığı, yemediği içmediği olur. yüzyıldan itibaren daha çok çocuklarda görülen cinlenme belirtileri sıradan hastalıklarla büyük benzerlik gösterir; vücutta nedeni anlaşılamayan ağrılar, ateş, titreme, kusma, halsizlik, ishal, havale sonucu baygınlık hali fiziksel belirtiler olarak sayılabilir. Bunlara ilâveten özellikle çocuklarda izlenen, işitme ve görme kayıpları, görülen sanrılarla gelen uzun süreli bilinçsizlik haliyle cinin bedendeki varlığı kesinleşmiş olacaktır. İlginç bir biçimde Erken yeniçağdan itibaren, istisnasız tüm toplumsal kesimler tarafından, ‘cinlenme’ çocuklara özgü bir zafiyet olarak görülecektir. Çocukların bedenlerindeki bu sözde değişiklikleri, şaşırtıcı biçimde, olumlu kabul ederek kötücül sanatlarda söz sahibi olabileceklerinin farkına varmaları, çocuk cadı avlarının başat nedenlerinden biri olacaktır. Yukarıda saydığımız genel belirtilere ilâveten gut hasatlığı, melankoli ve cinlenme hali arasında oldukça karmaşık bir ilişki söz konusudur. Bu ilişkiyi tam olarak anlayabilmek için, bir ölçüde insanı tanımlayan ‘dört vücut sıvısı’ öğretisini anımsamamız gerekir. İlk dile getirilişi Hipokrat’a (doğ. İÖ 460 civarı) kadar uzanan vücut sıvıları öğretisi, esas önemine Bergama’lı dâhi hekim Galenos’un (129-216) katkılarıyla ulaşmıştır (Meyer- Steineg ve Sudhoff 2006:39 vd). Nasıl dört temel element toprak, su, ateş ve hava makro kozmosu oluşturuyorsa, dört temel sıvı olan kan, sarı safra, kara safra ve balgam (irinli iltihap) mikro kozmosun, yani insan vücudunun yapı taşlarıdır. Vücut sıvılarının işlevlerinden hareketle temel elementlerle olan ilişkileri de tanımlanır; kan nemli ve sıcak, balgam — irinli iltihap — soğuk ve nemli, sarı safra sıcak ve kuru, kara safra ise kuru ve soğuktur. Bu (dörtlü) bağıntı mevsimler, yaşam çağları, gün dönemleri için de kurulur. Öğretiye göre, farklı işlevlere sahip dört temel sıvı insan vücudunda dengeli biçimde karışmıştır. Sıvıların karışımındaki herhangi bir bozukluk vücudun tüm dengesini bozar. Birine göre baskın olan diğeri insan karakterini oluşturacaktır ki, bu da mizaç (Temperament) dediğimiz şeyden başka bir şey değildir. Galenos öğretisinde bu aşamada bizler için önemli olan kara safranın (melaina khole) konumudur. Soğuk, kuru ve ağır olarak tanımlanan kara safra, küçük çaplı hezeyanlardan deliliğe kadar varan akıl sağlığı bozukluklarının başlıca nedenidir. Gut (damla) hastalığı, modem çağ tıbbı tarafından tanımlanmadan önce, ağır — hafif seyreden birçok hastalığı içeren genel bir ifadeydi (Weber 1999:158). Ortaçağ boyunca gut hastasının ağrılı, iltihaplı eklem rahatsızlığı sonucunda ortaya çıkan istem dışı davranışları hastalığın doğaüstü bir karakteri olduğu yönündeki imajını kuvvetlendirmiştir. Vücut kaslarına hâkimiyeti zorlaştıran, yüz kaslarında ifade bozukluğu — duygusuz bir görüntü yaratan hastalıklar, diş gıcırtısı, gözlerin anlamsız döndürülmesi gibi rahatsızlıkların tümü gut olarak tanımlanmıştır. Gut hastalarının istem dışı hareketleri ve davranış bozuklukları izleyenleri önce tedirgin etmekte, giderek doğaüstü güçlerin hastanın bedenini ele geçirdiğine olan inancı pekiştirmektedir. Özellikle çocuklarda hastalığın yarattığı davranış bozuklukları daha kuvvetli seyrettiği için çevresi tarafından daha büyük bir ilgi ve merakla izlenecektir. Kolların ve ellerin irade dışı sallanması, acıyla kıvranan yüzün aldığı çarpık ifadeden hareketle hastanın cinlendiği sonucuna varılacaktır. Bu durumdaki bir hastanın sağaltılabilmesi için tek seçenek şeytan çıkarmaktır. Yukarıda anlatılanlardan da anlaşılacağı üzere, bilinen veya bilinmeyen hastalıklara ait emarelerden hareketle Gut birçok rahatsızlığın ortak adı olarak ünlenecektir. Melankoli hali ve beraberinde getirdiği sorunlar çağlar boyunca insanoğlunu, mücadele etmek zorundan kaldığı tüm fiziksel hastalıklardan daha fazla meşgul etmiştir. Yazın alanında melankolik kişiliklere ilişkin tasvirlere çok erken bir dönemden itibaren, Homeros destanlarında rastlıyoruz; hekimlik alanında ise melankoli üzerine ilk çalışmaların bizzat Hipokrat ve çalışma arkadaşlarınca yapıldığı biliniyor. Problemata’nm Aristoteles’e (İÖ 384-322) ait XXX. Kitabı’nm başında yer alan, melankoliyi felsefe, sanat, şiir ve politika alanında ünlenmiş kişilerin ortak mizacı olarak gören ifadelerini, yaklaşık iki bin üç yüz yıl öncesinden söylenmiş, ancak dönemini, yaşadığı yüzyılı çok aşan bir dimağın ürünü olarak okuyabiliriz: “Neden ötürü, felsefede, siyasette, şiirde, sanatlarda seçkinleşmiş kişiler karasevdalı görünür, yiğitlik anlatılarından Herakles ile ilgili olanlarında anlatıldığı gibi, kimi kara ödün neden olduğu sayrıklıklara tutulacak denli karasevdalıdır? Eskilerin kutsal sayrılık dediği tutaraklılarm sayrılıkları gibi, bu sonuncusu da belli bir yaradılıştan oluşur gibidir” (Sanat Dünyamız 1994:11) Antikçağ’m hekimlerine göre farklı işlevleri olan dört temel sıvı (beden özsuları) insan vücudunda dengeli bir şekilde karışmak zorundadır. Faydalı olanların (kan — safra) fazlalığı sorun yaratmazken, kara safranın (melaina khole) fazlalığı vücut için zararlıdır. Kara safranın en önemli etkisi karakter teşekkülünde görülür; vücuttaki karışımda fazlası insanların ‘melankolik’ olmasına neden olur. Fazla kara safra tezinden melankolik kişiliğe geçişte, Hıristiyan teolojisinin belirleyici etkisi olmuştur. Antikçağ’ın felsefeyle yoğrulmuş dünyasından, Hıristiyanlığın, dinin mutlak iktidarını merkez alan anlayışına geçilmesiyle, varlık, kuşku, inanç vb kavramların tartışılması giderek yeniden yorumlanması imkânsız hale gelecektir. Ortaçağ Hıristiyanlığmca melankoliye olan bu aşırı düşmanlık, melankolik kişilik üzerinde kurulmak istenen ‘iktidar’, evrenin o güne kadar Hıristiyanlık inancı zaviyesinden yapılan mutlak yorumundan kuşku duyanlara verilen bir gözdağım dahi aşan bir boyuttadır. Kaldı ki ruhban eliti, III. yüzyıldan itibaren, melankolik kişilik ve cinlenmiş beden arasında günah eksenli bir ilişkinin varlığını savunarak, melankoliyi Tanrıtanımazlıkla benzer tutan inancın Hıristiyanlık dünyasında kök salmasına önemli bir katkı sağlayacaktır. Beşikten mezara dogmalarla yaşayan Hıristiyan Ortaçağı’m da kuşatacak denli özlü bir melankoli tanımı Serol Teber tarafından yapılmıştır: “Melankoli, özellikle toplumsal huzursuzlukların arttığı dönemlerde yaşanan güvensizlik ortamlarında sıklıkla sözü edilmeye başlanan bir yaşam tarzı, bir ruhsal durum, bir kişilik tipidir” (Teber 2004:9). Melankolik kişiliğin belirleyici özellikleri, her şeyden kuşku duyması, Tanrı inancını kaybetmesi ve giderek her şeyden ümidini kesmesidir. Melankoliğe yakalanmış bir insanın yaşamı büyük ihtimalle intiharla sonlanacaktır. İntihar gibi bir günaha yatkınlık, yine yedi ölümcül günahtan biri olarak kabul edilen melankoliye (hüzünlü tembellik) yakalanmış kişiliklerin belirgin özelliğidir (Teber 2004:143-144). Ortaçağ’ın halk inançlarında melankoli cinlerin neden olduğu veya kötücül güçlerin zararlı pratikleriyle ortaya çıkan bir hastalık olarak kabul edilmektedir. Her kötülüğe kaynaklık eden şeytan melankoliye de karışmıştır; melankoliye kapılan insanlarda görülen durgunluk, sessizlik, isteksizlik, küskünlük, içe kapanıklık ve aşırı düşünceli olma hallerinde şeytanın marifetleri olarak görülecektir [Ek: 14]. XV. yüzyıldan itibaren başta Heinrich Kramer (Maliern Malefîcarum) olmak üzere çok sayıda din adamı, hukukçu ve hekim melankoli ile cinlenme ve cadılık arasındaki ilişkinin varlığını ispata soyunacaktır (Weber 1999:164). Avrupa’da cadı avı isterisinin zirveye ulaştığı yüzyılın ortalarına kadar cadı avı yandaşları tarafından kaleme alman yapıtlarda ateşli bir üslupla, kadınların melankoliye neden erkeklere göre daha yatkın oldukları anlatılmaktadır. Cadı avı yandaşlarının tezlerini savunabilmek için ihtiyaç duydukları argümanlara kaynak sağlayan bu görüşlere ileride, cinlenme ve çocuk cadılığı bağlamında yeniden dönme fırsatı bulacağız. Melankoli üzerinde tartışmalar Hıristiyanlığın erken dönemlerine kadar uzanmakla birlikte, melankoli halini, kötü ruhların bedene yerleşmeleri {Besessenheit)olarak kabul eden inancın oldukça geç bir dönemde ortaya çıktığını söyleyebiliriz. XVI. yüzyıldan itibaren melankoli yeni bir çağın hastalığı olarak artık her yerdedir; resim ve edebiyat olmak üzere birçok alanda melankoliyi ve melankoli haliyle gelen insanlık durumu’’nu tasvir eden eser ortaya çıkacaktır Sonuç itibariyle Ortaçağ’dan Erken yeniçağa uzanan dönemde, özellikle kadınlarda ve çocuklarda görülen ve gut (damla) olarak tanımlanan çeşitli hastalıkların emarelerinden yola çıkılarak, hastaların cinlenmiş oldukları kanısı hâkim olmuş ve sağaltımında şeytan çıkarma, cin kovma ritüeli benzeri teknikler kullanılmıştır. Cinlenmenin biyolojik, toplumsal ve sosyal boyutuyla, şeytan çıkarma yöntemlerine ilerleyen bölümlerde ayrıntılı biçimde değinilecektir. 1Michel Foucault akıl hastalarının tecridinde miladı XVII. yüzyıldan başlatma eğilimindedir. Foucault’nun akıl hastalıkları, melankoli, akıl hastalarının tecrit edilmesi, tımarhaneler, ıslahevleri konusundaki çarpıcı görüşleri için bak: Foucault 1992 ve Szasz 2007. Akıl hastalarının tecrit edilmesi konusunda özellikle bak: Foucault 1992: 1:75-161. 2Damla ya da Nikris olarak da bilinen Gut, kol ve bacak eklemlerinde akut iltihapla görülen bir metabolizma hastalığıdır. Gut tıp tarihinin bilinen en eski ve üzerine en çok yazılmış hastalıklarından biridir. 3 Mizaç, huy ve tabiat anlamına ilâveten bir şeyle karıştırılmış olan başka şey demektir. 4 Böhme ve Böhme 2004:164-171; Schipperges 1990:62-68; Klinnert 2005:89-105; Meyer-Steineg ve Sudhoff 2006:86-94; Schneider ve Lang 1977:19 vd. 5 Sorular, XXX, 953al0-955a40 olarak tanımlanan metin, Problemata başlıklı eski Yunanca bir kitabın 30. bölümünün uzun ilk paragrafıdır. Kitabın tamamının Aristoteles’e ait olmadığı belli olmakla birlikte bahsi geçen ‘Karasafralılık’ bölümünün, büyük olasılıkla, Aristoteles’e ait olduğu sanılmaktadır. Çevrisi Ömer Aygün tarafından yapılan metin Cogito Dergisi’nin 51. sayısında (Yaz 2007) ‘Karasafralılık’ (109- 125) başlığıyla Yunanca ve Türkçe olarak yayımlanmıştır. Yukarıdaki kısa bilgi çevirmen tarafından hazırlanan ‘Karasafralılık Hakkında Not’tan alınmıştır. 6 Yukarıda verilen bölümün bir başka çevrisi ise şöyledir; “Neden felsefede, siyasette, şiirde, sanatlarda bütün sıra dışı adamlar bariz karasafralı? Destanlarda Herakles için söylendiği gibi kara safra kaynaklı rahatsızlıklara yakalananlar olmuş; Herakles’in herhalde doğası öyleydi ki eskiler ona bakarak saralıların hastalıklarına kutsal hastalık derlerdi” (Cogito 2007:108). 7 “İmdi bileşimin durumu adamakıllı yoğunsa, kişi son derece karasevdalıdır, bir biçimde karmaysa, kişi olağan dışıdır” (Sanat Dünyamız, 1994:13). 8 Aristoteles kara ödden (safra) bu hastalığa (melankoli) yakalananları şöyle anlatır; “Birçok başka yiğit de benzer sayrılıklara uğramış görünüyor; daha sonra gelenlerden Empedokles, Platon, Sokrates ile ünlü kişilerden nicesi, hele şairlerin çoğu. Böylesi kişilerin çoğu, gövdedeki belli bileşimden sayrı düşer, kimisi düpedüz yaradılıştan yatkındır” (Sanat Dünyamız: 1994:11). 9 XI. yüzyılın başlarında İslam Dünyası’nm ünlü filozofu îbni Sina’nın (980-1037) melankoli tanımı şöyledir: “Düşünce ve zanlar tabiî mecrasından saparak korku ve çaresizliğe dönüştüğü için bu hastalığa ‘malenkholiya’ dendi. Çünkü ‘sevdâvî mizaç’ kişiye egemen olup beyindeki ‘hayat merkezi’ni’ içerden izole etmeyi başararak karanlık etkisiyle onu korkuya sevk etmiş; dışardan gelen zulmet ise ayrı bir yalnızlık ve endişe kaynağı olmuştur. Zira mizaçtaki soğukluk ve kuruluk ‘hayat merkezi’nin yapısına aykırıdır, onu zaafa uğratır. Mizaçtaki hararet ve hafif nem ise -tıpkı şarabın terkibi gibi- ‘hayat merkezi’ni destekler ve güçlendirir. Eğer melankoli zorla, aşırı çaba ve sert tedbirlerle kıvılcım misali atılırsa ‘manya’ (=psikoz) diye adlandırılır. Yakıcı ‘sevdâ’dan neşet ettiği için bu hastalığa melankoli denmiştir” (Cogito 2007:24). 10 îbni Sina’nın melankoli ve cinlenme arasında bağıntı olduğuna ilişkin meslektaşlarının iddialarına verdiği yanıt kayda değerdir: “Bazı tabibler melankolinin cinlerden kaynaklandığını iddia ediyor. Biz tıp tahsili gördüğümüz için bunun cinlerden neşet edip etmediğine bakmayız! Varsayalım cinlerden neşet etsin; bu durumda da mizaç, ‘sevdâvî’ bir karaktere dönüşmekte ve en yakın ilmi sebep olarak bedendeki sevdavî karakter karşımıza çıkmaktadır. O halde bu karakteri doğuran uzak sebep, cin olsa ne fark eder, olmasa ne fark eder” (Cogito 2007:26). 11 Yedi Ölümcül Günah: Gurur, hırs — tamah, şehvet düşkünlüğü, tembellik — üşengeçlik, oburluk, kıskançlık ve öfke. 12Yedi Ölümcül günahtan dördüncüsü olan ‘hüzünlü tembellik-üşengeçlik’den hareketle acedia kavramı hakkında ayrıntılı bilgi için bak: Teber 2004:143 vd. 13 Martin Luther’e göre melankoli şeytanın bir marifetidir Weber 1999:91. 14Maliern Maleficarum'da melankoli için bak: Kramer 2000:205-207. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
paranormalanormal888 Yanıtlama zamanı: Kasım 15, 2014 Paylaş Yanıtlama zamanı: Kasım 15, 2014 Harika olmuş teşekkürler Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Aralık 6, 2014 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Aralık 6, 2014 Kilise ve Şeytan Çıkarma/Demon Kovma Ritüeli Bu çalışmanın sınırları içinde tanımlanan ‘cinlenme’ olgusunun, en azından içerdiği arkaik motifler nedeniyle, tamamıyle Hıristiyanlığa özgü bir kavram olmadığını biliyoruz. Kimi unsurları yüzyıllar boyunca aynı kalırken, bazıları kültürden kültüre değişime uğrayarak evrim geçirmiştir; bu durum cinlenme olgusunun kesintisizliğine ve yaygınlığına işaret etmektedir Tabiatıyle Hıristiyanlığın, şeytan çıkartma/demon kovma gibi dönemi için görece karışık bir ritüele, birdenbire sahip olduğu söylenemez. Erken Hıristiyanlığın uyguladığı şeytan çıkarma ritüeli, son tahlilde Antikçağ’m demon kültünden miras kalmış bir gelenek olarak karşımıza çıkar (Weber 1999:78). Anımsanacağı üzere benzer bir ifadeyi daha önce Hıristiyanlığa kabulün şartlarından ‘vaftiz’ içinde kullanmıştık. Büyücünün (Magier)zararlı pratikleriyle, kutsal olanın (Heiliger)mucizeleri, peygamberlerin kehanetleri (Prophezeiung)arasındaki sınırın ne kadar ince olduğunu, bu iki kavramın çağlar boyunca birbirine kanştı/rıldı/ğmı yeri geldikçe anımsatmaya çalıştık [Ek: 16]. Kaldı ki İnciller’de, İsa’nın mucizelerine karşı gösterilen ilginin merak ve şaşkınlıkla birlikte, giderek bir tereddüde dönüştüğünün izlerine rastlamak mümkündür (Tuczay 2003:44). Hıristiyanlık inancı temel olarak, doğaüstü varlıklar tarafından bedene dışarıdan iki farklı müdahaleyi tanır. Kötücül güçler tarafından bedenin işgali bir insanın başına gelebilecek en büyük felâkettir ve işin ehli bir din adamı tarafından vücuda yerleşmiş cinin kovulması gerekir. Diğer yandan Hıristiyanlık inancının muteber saydığı tutulma, bedenin işgalinde Tanrı, İsa ve baş melek veya meleklerin varlığını hissedebilmektir. Bir başka deyişle ‘tutulma’da şeytan, cinler gibi kötücül güçlerin parmağının olmamasıdır. Hıristiyanlığın erken dönemlerinden itibaren kimi mistiklerin kendilerini İsa’nın baş meleği Mikail’in gelini olarak görmeleri, anlatılan tutulma olayının farklı bir tezahürüdür. Daha önceki bölümlerde değinildiği üzere, Hıristiyanlık tarihinde şeytanla Tanrı adına mücadeleyi başlatan ve cinlenmiş hastalara şifa dağıtan ilk egzorsist Hz. İsa’dır. Hz. İsa’dan sonra bayrağı devralan gezgin vaizler, keşişler, Hıristiyanlığın din şehitleri, aziz ve azizeler onun adına şeytan çıkaran ilk Hıristiyanlar olarak önemli bir misyonu yerine getirirken, Hıristiyanlık inancının yayılması için propaganda yapma imkânı da bulurlar. Bir yandan insanların içlerindeki demonlar birer birer kovulurken, diğer yandan ortaklaşa solunan havanın, kötülüklerden arındırılarak temizlenmesi (die Reinigung des Luftraumes) sağlanmış olacaktır (Weber 1999:67). Genç Hıristiyanlık karşısında kâfir, putperest olarak tanımlanan inanç panteonlarının hâlâ varolduğu bir dönemde, şeytan çıkarma ritüeli son tahlilde, vaftizle beraber, yeniden doğuma işaret etmesi bakımından önemli bir işlevi yerine getirmiştir. Hıristiyanlıkta ruhban sınıfı üyelerinin her dönemde resmî (offiziell)bir egzorsist kimlikleri olmuştur. Henüz III. yüzyıldan itibaren Katolik Kilisesi’nde bir ‘şeytan çıkarma birimi’nin (Exorzistenamt)varlığı konunun ne denli ciddiye alındığının bir göstergesidir. Yine III. yüzyılda ortaya çıkan vaftizle cin çıkarma (Taufexorzismus) olgusunun genç Hıristiyanlığın gelişip yayılmasında önemli bir yeri olacaktır (Wolf 1998:841-842). Erken ortaçağda Kilise, Hıristiyan olmayanların ve vaftiz edilmemişlerin cinlerin etkisinde kalacakları görüşünden hareketle, vaftizle cin çıkarmanın önemine işaret eder. Bu görüşten hareketle önce Yahudiler ve dinsizler (Heiden)daha sonraki yüzyıllarda din sapkınları (Heretikler, Ketzer)ve kâfirler (Ungläubige)Hıristiyanlığın baş düşmanları haline gelecektir (Weber 1999:79 vd). Hıristiyanlığın erken dönemlerinden başlamak üzere ve özellikle ‘manastır kültürü ideali’nin zirveye ulaştığı IX.-XIII. yüzyıllar arasında, hiç bir aziz/azize yoktur ki, yaşamı boyunca bir kez olsun hasta sağaltmamış veya cin çıkarmamış olsun. Hıristiyanlığın henüz yayılmaya başladığı bölgelerde halk üzerinde önemli etkisi olan bu efsanelerin çoğu Yeni Ahit’te anlatılan mucizevî hikâyelerle büyük ölçüde benzerlik gösterir. Hıristiyanlık dünyasında yapılan erken egzorsizm tasvirlerine kanonik metinlerin toplandığı Status Ecclessia’dz(V. yüzyıl) rastlıyoruz. Kilise’nin güç kazanmasıyla birlikte bu türden özel olarak kaleme alınmış metinlerde bir patlama yaşandığı görülüyor (Wolf 1998:845). Ortaçağ’da yaygın olarak uygulanan egzorsizm ritüeli, yüzyılın başına kadar Kilise hukuku içtihatlarıyla düzenlenmiş ve zaman içinde pek az değişikliğe uğramıştır. Egzorsizm ritüeli hakkında ayrıntılı ve resmî bilgiler ilk kez Katolik Kilisesi yazılı hukuk metinlerinin derlendiği el kitabı Ritualae Romanum içinde yer alacaktır. Papa V. Paulus döneminde derlenen Ritualae Romanum (1614) kısaca Hıristiyanlık inancının o güne kadar bilinen litürjik usulleri düzenleyen metinler toplamıdır. Bu metinlerde gündelik yaşamdan vaftiz, evlilik, hastaların yağlanması ve cin çıkarma ritüellerinin yanısıra sakramentler, komünyon törenleri dinsel konulara ilişkin usul ve esaslar düzenlenmiştir. Ritualae Romanum ile Roma- Katolik Kilisesi’ne özgü eski şeytan çıkarma usulleri Yeniçağ arifesinde güncellenmiş olmaktadır. Papa V. Paulus döneminde yapılan bu düzenlemeler, 1926 ve 1952 yıllarında küçük değişikliklere uğramış olmakla birlikte, üç yüzyıldan uzun bir süre uygulanma imkânı bulacaktır (Weber 1999:83). Egzorsizm, gerçekten inanmış olanlara, Kilise hamiliğinde gerçekleştirildiğinde faydalı olur; Sakramentlerin eşliğinde şeytan çıkarılması prensibi bu gereklilikten kaynaklanmadır. Egzorsizm ritüelinin Katolik inancına göre hukukî alt yapısı ‘Codex juris canonici de düzenlenmiştir. Buna göre sadece insanlar değil yağ, ekmek, şarap gibi mallar, hava, hayvanlar, bitkiler, çanlar ve madalyonlar gibi farklı şeylere yerleşmiş cinler afsun duasıyla uzaklaştırılabilir (Weber 1999:87). Kilise daima cinlerin işgalindeki bir bedende görülen emareleri doğal bir hastalıkla karıştırmanın endişesini yaşamıştır. Şeytan çıkarma ritüelinin en başından sıkı kural ve normlara bağlanma ihtiyacı bu nedenden kaynaklanmaktadır. Egzorsizm ile görevlendirilen, hastayı çok iyi incelemek, gerekirse bir hekimin yardımına başvurmak zorundadır. Egzorsist olarak görev yapacak olan kişinin — ki istisnaî durumlar dışında ruhban sınıfının bir mensubudur — yörenin sorumlu piskoposundan izin alması gerekir. Yüklenilen görevin önem ve ağırlığına binaen görev alacak kişinin olgun, ahlâkî zaafları olmayan, akıllı, dindar, sürdürdüğü iffetli yaşamla çevresinde örnek gösterilen bir kişi olması gerekir. Egzorsizm başlı başına dinî (kutsal) bir ritüel olup, içinde büyü, falcılık, cincilik vb hurafeleri barındırmamalıdır. Egzorsist, şeytanın yerleştiği bedenden kendisine oynayacağı oyunlara karşı hazırlıklı olmalı, yukarıda anılan hurafeler yerine, oruç, inanç, saflık, vicdan temizliği, ibadet ve nedamet gibi ruhanî silahlar kuşanmış olmalıdır. Ritüelin uygulanışı sırasında kutsal rölikler, kutsama suyu, haç gibi gerekli malzemeler daima cin çıkarılanın yakınında bulundurulmalıdır. Bir egzorsistin düşebileceği en büyük hata, şeytan çıkarırken merakını yenemeyip ondan kötücül gücün sırlarını öğrenmeye kalkması veya gelecek hakkında bilgi sahibi olmak istemesidir. Bu hatayla elde edilebilecek bilgiler kişiye sağladığı güçle büyücülük, cadılık, falcılık gibi zararlı sanatları icra edebilmenin kapısını açabilir belki, ancak kişinin yaşamı boyunca lânetlenmesine engel olamaz (Weber 1999:88 vd). Hıristiyanlık inancında cinlenme (Besessenheit) ve egzorsizm inancı üzerine görüşler mezhepler arasında önemli farklılıklar göstermekle kalmamış, kimi noktalarıyla çatışma konusu da olmuştur. Bir bütün olarak bakıldığında, Katolikler kadar Lutherci Teoloji de cinlenme ve cinlerle gelen kötülükleri şeytanın en önemli marifetlerinden biri olarak görür. Martin Luther kötü ruhlar ile insanlar arasındaki ilişkilerin içerdiği cinselliğe verdiği önemle, Aziz Augustinus’un düşüncelerinin iyi bir takipçisi olmuştur. Luther’e göre insanoğlu şeytan tarafından, bedeni üzerinden veya diğer Tanrıtanımazlarda olduğu üzere ruhu üzerinden işgal edilir. Melankoli halinin nedenini şeytana bağlayan Luther için, çılgınların ve delilerin ruhları değil, bedenleri işgal altındadır; bu işgal ibadet ve oruçla sonlandırılabilir. Katolisizmin geç dönemiyle karşılaştırıldığında, Luther’in egzorsizm anlayışı, ilk günah öğretisine daha yakın durur. Reformatörler egzorsizmi, çocukta inancın ortaya çıkarılması için çok uygun bir araç olarak gördüğü içindir ki, Lutherci teologlar çocuk egzorsizmine özel önem atfetmişlerdir. Luther 1526 tarihli ‘Vaftiz Kitapçığı’nda (Taufbüch/ein) her yeni doğmuş çocuğun şeytan tarafından işgal edilmiş bir günahkâr beden olarak doğduğunu yazar; küçük bedenlerden cinlerin kovulması, çocuk vaftizinin temel, vazgeçilmez nedenidir. Bu nedenle vaftize önce şeytan çıkarma duası şeklinde başlamalı ve şeytan çıkarma temennisiyle sonlandırılmalıdır: “Sana baba, oğul ve kutsal ruh adına emrediyorum kötü ruh, Hazreti Isa’nın hizmetindeki bu bedenden ayrılıp uzaklaşacaksın. Âmin” (Weber 1999:93). Lutherci teologlar ile Reform karşıtları arasında mezhepsel bağlamda yaşanan ihtilâfın kökeninde doğa dışı güçlere atfedilen önem ve cinlenme önemli bir yer işgal eder. Yanlış inancın, sahibini hasta ettiğine dair yaygın kabul, çatışmaların temelini oluşturmuştur. Doğru inancın (dinin) tesisi, ancak egzorsizm ve devamında gelen ağır ibadet ile mümkündür. Yukarıda vurgulandığı üzere, Hıristiyanlık inancında, Yeni Ahitte (İnciller) anlatıldığı haliyle ilk kez Hz. İsa tarafından uygulanan, cinlenme ve cinlenmiş bedeni özgürleştirme utkusunun kökeni, kadim zamanlara kadar uzanmaktadır. Ancak Katolik Kilisesi ve teologları, kavramı teolojik bağlamda evrimden geçirerek çağdaş bir kimlik kazandırmışlardır. BesessenheitXVI. yüzyıla gelindiğinde, Yeniçağ’m hukukçuları ve hekimleri tarafından keşfedilmiş, çok daha güçlü bir şekilde adeta yeniden doğmuştur. Bu gelişmenin önlenemez sonucu olarak, Kilise Besessenheitve egzorsizm üzerinde yüzlerce yıldır süren kontrolünü yavaş yavaş yitirmeye başlayacaktır. 1 Bu çalışmanın sınırları içinde yer almamakla birlikte, olumlu bir işgal edilme — işbirliği — durumuna, Asya halkları için yaşamsal öneme sahip olan Şamanizm örnek olarak verilebilir. 2 Mahmut Aydın da ‘Tarihsel İsa’ adlı çalışmasında bu konuya işaret etmektedir; “Tıpkı beyan öyküleri gibi mucize öyküleri de Yahudi ve paganist çevrenin repertuarından ödünç alınmadır” (Aydın 2002:142). 3 Türkçe’de cinlenme olarak tanımlanacak bu müdahaleyi, işgal, çarpılma, tutulma gibi kavramlarla tanımlayabiliriz. 4 Bilindiği üzere Türkçe’de ‘cinlenme’ olumsuz bir anlam ifade eder. ‘Cinli’ ile içinde cinlerin olduğuna inanılan kimse ifade edilir. Almanca’da kullanılan Besessenheit kavramı ise ‘işgal edilmiş’ ve ‘tutulmuş olma hali’ yanında, abartılı boyutlarda beğenme/etkilenme gibi olumlu anlamlar da taşımaktadır. Bu bağlamda Hıristiyanlık kültüründeki kullanımıyla Tanrı tarafından ‘işgal edilme’ (Von Gott besessen - Alm.) söz konusudur. Hıristiyanlık tarihinde, Tanrı tarafından ‘tutulmuş’ aziz ve azizelerin hayatlarını ve mucizelerini konu alan çok sayıda Legenda aurea mevcuttur. Başta İslamiyet olmak üzere farklı inanç sistemlerinde ‘cin’ konusunda özlü bilgi için bak: İslam Ansiklopedisi 1993, 8:5-10. 5 Kendilerini doğa dışı güçlerin ‘gelini’ olarak gören kadın mistikler hemen her inanç sisteminde vardır. Burada bahis konusu olan, manastırlara kapanmış rahibelerin ağırlığını teşkil ettiği mistiklerdir. Yeri gelmiş iken bir konuya açıklık getirmekte fayda mülâhaza ediyoruz: Tanrı tarafından mucizelere vesile olmaları için seçildiklerine inanılan ve Hıristiyanlık inancı gereği aziz/azize olarak tanımlanan bu üstün şahsiyetleri, yine Tanrı tarafından tüm kullarını doğru yola yönlendirmeleri için yollanan ve kehanette bulunma yeteneğini haiz, ‘peygamber’ler ile karıştırmamak gerekir. 6 Litürji: Dinsel merasimlerdeki usul/sıra, karşılıklı okunan dua anlamında. Ancak Hıristiyanlıkta dini ritüel, dine ait olan anlamında da kullanılmaktadır. Litürjik Metinler, Hıristiyanlık Litürjisi vb. 7Sakrament (Lat.): Kelime geniş bir anlam bütünülüğüne sahip olmakla birlikte iki temel anlamı vardır: Vaftiz benzeri takdis merasimleri ve korunması gereken İlahî sır veya mukaddesat. 8 Komünyon (communio Lat.): Komünyon kavramı Latince ‘paylaşmak’ anlamına gelir. Hz. İsa’nın ‘Son Akşam Yemeği’nde ekmek ve şarabı bedeni ve kanı olarak havarilerine sunuşunu temsilen yapılan ayin, Komünyon veya Komünyon Ayini olarak tanımlanır. 9“Ich beschwere dich, du unreiner geist, bey dem namen des vaters (+) und des sons (+) und des heyligen geists (+), das du ausfahrest und weichest von disem diener Khesu Christi (N.) Amen” (Weber 1999:93). Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Ocak 6, 2015 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Ocak 6, 2015 ÇOCUKLARINCİNLERİ: XVI. VE XVII. YÜZYILLARDAN ÖRNEK CİNLENME VAKALARI Bubölümde olabildiğince çok sayıda örnek cinlenme vakasına yervermek suretiyle, yukarıda anlatılan kuramsal bilgileri anlaşılırkılmağa çalışacağız. Cinlenme ve beraberinde gelen egzorsizm,daha önce de belirtildiği üzere, tarih boyunca belirli bircoğrafya veya inanç sistemiyle sınırlandırılamayacak ölçüdeyaygın rastlanan bir fenomen olarak karşımıza çıkar (Weber1999:41).1 Teorik bağlamda görülen farklılıklara ilâveten ‘cadılık’ile ‘cinlenme’ arasındaki ayrım, çocukların seyirci olmaktançıkıp, bu tekinsizalana bizzat dahil olmalarıyla iyice belirginleşecektir. Nispetengeç bir dönemde, XVI. yüzyılda, ortaya çıkan çocuk cadılığı‘modem cadı’nın bildik unsurlarını (zararlı büyü, geceuçuşları, cadıların dansı, hayvana dönüşme, şeytanlailişkiye girme vb) kullanırken, XVII. yüzyıl başından itibarençocuk cadılığından cinlenmiş çocuk olgusuna evrilme süreciyaşanacaktır. Ancak cinlenmiş çocuk olgusunun, modem cadıkavramının yukarıda bir bölümü anımsatılan unsurlarındanbağımsızlaşarak ortaya çıktığını söyleyebilmek mümkündeğildir. Bu noktada özellikle, çocuklarda veya yetişkinlerdegörülen ‘cinlenme’ ve beraberinde gelen egzorsizm sürecinin,cadılığın devamı veya olağan bir sonucu olduğu şeklindeyorumlanmaması gerektiğini vurgulamamız gerekiyor. Bu bağlamdabizim açımızdan esas önem arzeden soru, cinlenme olgusunun nedenXVII. yüzyıl gibi geç sayılabilecek bir dönemde özellikle deçocuklarda bu kadar sık görüldüğüdür. Daha önce de belirtildiğiüzere, cinlenme olgusunu besleyen melankoli, mania ve isteri vb ruhsağlığı bozuklukları büyük ölçüde ‘Yeniçağ’a özgüdür.Bu çalışma boyunca sıkça yinelendiği üzere, çocuk ve çocuklukkavramları, Ortaçağ’dan Yeniçağ’a kadar bir evrimgeçirmiştir. Böylelikle Ortaçağ’m ‘çocuk’ ve ‘çocukluk’tanımları, XVII. yüzyıla gelindiğinde bütünüyle değişecektir.Aradan geçen yüzyıllar içinde toplumsal ve sosyal alanda görülendeğişimler, inanç alanında yaşanan reformlar ve aydınlamasürecinin ortaya çıkardığı ‘birey’ anlayışıylabirleşince, yüzlerce yıllık ezberler bozulacaktır. Bu dönüşümsürecinden büyük ölçüde etkilenen çocukların toplum içindekikonumlan da değişecektir; çocukların cinlenerekvarlıklarından yetişkinleri haberdar etme yolunu seçtiklerinisöyleyebiliriz. Sonuçolarak XVII. yüzyılda Avrupa topraklannda yaşayan çocuklardagörülen cinlenme vakaları, farklı nedenlere bağlı olarak ortayaçıkan bir ‘salgın hastalık’ olarak da yorumlanabilir. Ancakyukarıda açıklamaya çalıştığımız neden — sonuç ilişkisikanımızca konunun anlaşılmasında önemli bir yer tutmaktadır.Aşağıya aldığımız örnek cinlenme vakalan bu görüşü büyükölçüde teyit eder niteliktedir. 1Hartwig Weber, cinlenmenin sadece Hıristiyanlığa özgü bir kavram olarak görülmemesi gerektiğini; hemen hemen tüm dönemlerde dünyanın her tarafında bir şekilde ortaya çıktığından bahisle, bazı semptomlarının yüzyıllar hatta binlerce yıl boyunca değişmeden kalırken, bazılarının ise kültürel farklılaşmaya veya geleneklere bağlı olarak değiştiğini belirtiyor (Weber 1999:41). Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Ocak 6, 2015 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Ocak 6, 2015 NicoleObri Vakası (1565) Piskoposluk kenti Laon’a uzak bir köy olan Vervins’de oturan Nicole Obri’nin yaşadıkları karakteristik bir cinlenme olayı olarak dikkat çeker.Bir kasabın kızı olan on beş yaşındaki Nicole erken yaşta evlendirilir; ancak öncesinde birkaç yıl çevredeki bir manastıra eğitilmek üzere (Edukandinolarak) verilir. Nicole çevresinde iyi niyetli, alımlı, aynı zamanda sabit fikirli bir kız olarak tanınmaktadır. 1565 yılının kutsal günlerinden birinde, beklenmedik bir şekilde ölen büyükbabasının mezarı başında dua ederken, kefene sarınmış bir adam tarafından gözlendiğini hisseder. Genç kız kendisine korku veren bu olay karşısında endişeye kapılır. Yemekten içmekten kesilir, geceleri gözüne uyku girmez. Tek bir isteği vardır, bir an önce ailesinin yanına, evine, dönmek. Birkaç gün sonra beyazlar içindeki adamı yeniden görür; ruh, {Geist),kendisini büyükbabası olarak tanıtır. Büyükbaba onu bulunduğu Araf tan kurtarması için yalvarır. Araftaki ruhun kurtuluşu ancak birisinin onun adına ‘Hac Yolculuğu’ yapmasıyla mümkün olacaktır. Bu kişi de Nicole ya da, daha da iyisi, kocasıdır. Bu olaydan sonra genç kadının durumu iyice kötüleşir; kafasını duvarlara vurur, kendini ateşe atmak ister. Sonunda üzerine çöken sağır, dilsiz ve körlük {taub,stumm und blind)belirtileriyle tüm vücudu sertleşir (Weber 1999:126). Nöbetler sona erdiğinde Nicole olup biten hiç bir şeyi hatırlamamaktadır.Kızın kötüleşen durumu karşısında yardımı istenen köyün papazı oruç tutup, dua ettikten sonra, kızın büyükbabasının ruhunu çağırır. Yaşananlardan habersiz kalmamak çabası içindeki köy halkı için bu olay seyirlik bir eğlenceye dönüşür.Papazın çağrısı üzerine gelen büyükbabanın ruhu yüksek sesle Araftan kurtuluşu için ödenmesi gereken kefareti yineler;Nicole’ün kocası Santiago de Compostela’nın mezarına bir Hac Yolculuğu yapmak zorundadır. Tüm bu olan bitene şahit olanlar sözbirliği etmişlercesine, kızın bedeninin şeytan tarafından işgal edildiğini (vomTeufel besessen) söyleyeceklerdir.Orada bulunan bir keşiş {Jakobinermönch),mutlaka kızın içindeki şeytanın kovulması gerektiğini söyleyerek hemen egzorsizm ritüelini başlatır ve şeytanı yalancılıkla, asla büyükbabanın ruhu olmamakla suçlar (Weber1999:127). Egzorsizm ilerledikçe Nicole klasik bir cinlenmiş hasta davranışları sergilemeye başlar; hiç hareket etmeden oturur,donuklaşmış, anlamsız bakışlarla boşluğa bakarken birdenbire çığlık atıp, bağırmaya başlar. Bazen görünmeyen birisiyle konuşur, ancak hemen sonra şeytan tarafından tekrar kaçırılarak {entführte) yanına alınır. Zaman zaman ortadan kaybolur, daha sonra bir domuz ahırında veya yerde hareket etmeden, bir odun parçası gibi, yatarken bulunur. Tüm olan biten, köy halkını tedirgin ettiği kadar eğlendirmektedir de. Bir süre sonra piskopos yardımcısı egzorsizm sürecini kayıt altına alması için bir noteri Vervins’e gönderir. Köyün her yerinde dualar edilip, dinî alaylar (Prozessionen) geçit yapar. Bu arada Nicole’ün cinlenme sonucunda oluşan davranışlarında önemli değişiklikler gözlenir; suskun, donuk bakışlı halinin yerini tam anlamıyla bir azgınlık almıştır;cin tutmuşcasına (tobte),oradan oraya saldırmakta, yüzünü gözünü anlamsızca çarpıtmaktadır.Yüzü morarmış, dili ağzından bir karış sarkmış, gözleri çakmak çakmak olmuş, azgın bir boğa misali böğürtüleri tüm köyden duyulduğ uhalde, oradan oraya koşuşturmaktadır. Ne zaman yanma kutsal rölikler, vaftiz suyu vb getirilse, davranışlarındaki taşkınlık artmaktadır. Böyle dönemlerde altı tane güçlü kuvvetli adam tarafından zar zor zaptedilmekte ve sakinleşmesi için güçlükle Kiliseye götürülmektedir. Bu arada egzorsistler için, şeytanın içine girmek için neden bu kızı seçtiğini büyük merak konusudur. Bu can alıcı sorunun cevabı şeytan tarafından verilir; dört yıl önce annesinin küçük kardeşine bakması isteğini reddeden ve dansa giden Nicole annesi tarafından lânetlenmiştir. Nicole’ün öyküsünde de görülen ve artık cinlenme vakalarında klasikleşmiş olan, ailenin çocuklarından birine lânet okunması motifinin, bu vakalarda şeytan tarafından tertiplenmiş bir oyun olduğuna inanılır. Annesi Nicole’e beddua etmek suretiyle, bir an için, kızını şeytanın ellerine bırakmıştır; böylelikle şeytanın, kızın ruhunu işgal sürecide (circumsessio) başlamış olmaktadır (Weber 1999:128). Nicole’ün her gün yaşadığı şeytan çıkarma seansları bazen altı saate kadar uzamakta, bu uzun seanslar sonucunda bayılan kız, papazın Hostie’’yi1 dudaklarına değdirmesiyle uyanmaktadır. Bu arada ‘cinlenmiş kız’m haberi bütün ülkeye o kadar yayılır ki, uzak şehirlerde onun kurtuluşu için ayinler (Bittgottesdienst) düzenlenir. Aslında Nicole’ü bu denli meşhur eden, Hostie karşısında kendiliğinden verdiği tepkidir: “Hazreti İsa’nın bedeni”nin gücü onu derin uykusundan uyandırmıştır. Bu arada Nicole’ü işgal altında tutan şeytanların, Besessenheitsteufel,sayısı da giderek artmış ve nihayet otuza ulaşmıştır.2 Bu denli yankı yapan bir olaydan uzak kalmak istemeyen piskopos,cinlenmiş kızı yakından incelemek için yanında avene olduğu halde Loan’a gelir. Piskopos yapılacak cin çıkarma seansını bizzat yönetmek istemektedir; ancak önce kızın hekim kontrolünden geçirilmesi talimatını verir. Hekimler muayene sırasında yaptıkları deneyin sonucunu görünce hayrete düşerler; bir iğne tırnak altından etine batırıldığında Nicole herhangi bir tepki vermemektedir. Bu arada kız hekimlere ilginç öyküler anlatır;henüz sekiz yaşında iken bir köpek kafasından ısırmış, bir başka sefer kafasına çatıdan kiremit düşmüştür. Her havale geçirişinden (cinlenme) sonra genellikle baş ağrısı çekmektedir (Weber 1999:128). Piskopos’un bizzat yönettiği egzorsizm seansı binlerce meraklı önünde icra edilecektir. Nicole sabahın erken saatlerinden itibaren azgınlaşır,ancak daha sonra birdenbire kör, sağır ve dilsiz bir konuma geçip nihayet ölü gibi yere serilir. Ancak ne zaman ki Sakrament dudaklarına değdirilir, hemen uyanır. Artık tamamıyle sağlıklı gözükmekle birlikte sadece sol kolu tutmaz. Hekimler Nicole’ün verdiği bu doğa üstü tepkiye şaşkınlıkla bakakalırlar. Hz. İsa’nın bedeninin gücü(CorpusChristi)kızı ölüm uykusundan uyandırmış, yeniden hayata döndürmüştür.Yüzlerce meraklı göz önünde gerçekleşen bu mucize, Hz. İsa’nın‘ Son Akşam Yemeği’nde dile getirdiği ekmek (beden) ve şarabın(kan) inananlara sağlayacağı gücün sarsılmazlığma, dahası,reform yandaşlarına yönelik önemli bir mesajdır. Ancak bu mesajın 1560’lı yılların Fransası’nda yaşayan meraklı izleyicilerin tümü üzerinde aynı etkiyi bırakması mümkün değildir; Katolikler piskoposun, Sakramentler ve CorpusChristi üzerinden yarattığı mucizeyi sevinç gözyaşları içinde izlerken, araya sızmış Huguenot’lar öfkeyle, Nicole’ün ağzından çıkanların şeytanın ifadelerinden çok kendi günahları olduğunu haykırmaktadırlar.Bu noktada Nicole’ün, mezhepsel bağlamda yaşanan ihtilâfta,doğru yönü gösteren rolünü üstlendiği söylenebilir (Weber 1999:129). Nihayet cinler bu masum bedenden tamamıyle kovulduktan sonra, piskopos olaya tanıklık eden meraklıların, kendi elleriyle kıza dokunabilmelerine izin verecektir. Yaşananlar kimi Huguenot’ları öfkelendirse de,aralarından bazılarının da mezhep değiştirmeye niyetlendikleri görülür. 1566 yılında artık bütünüyle sağlığına kavuşmuş olan Nicole’den ancak on bir yıl sonra son bir kez daha haber almak mümkün olacaktır; Amiens piskoposuna başvuruda bulunarak, bir ayin sırasında on yaşındaki oğlunun, aylarca süren bir körlük illetinden şifa bulduğunu söyleyecektir (Weber 1999:130). 1Hostie:Kilise’de dua esnasında rahipler tarafından dağıtılan hamursuz ekmek. 2Bu noktada Türkçe kavram seçimine ilişkin kısa bir açıklama yapmakta fayda mülâhaza ediyoruz. Daha önce de vurguladığımız üzere kısaca cinlenme (Besessenheit) olarak ifade edebileceğimiz işgal edilme, tutulma olgusu, daha çok demon (cin) ile beraber kullanılmaktadır. Bedeni tutsak eden ve giderek kontrolü ele geçiren demonlar son tahlilde ‘şeytan’ın emrindedirler. Demonoloji yazınında ‘şeytan’ tekliğiyle, daha çok emir veren, yönlendiren ve kullanan bir pozisyonda tasvir edilir. Şeytanın bu özel konumuna karşın gözden düşmüş melekler olan çok sayıdaki demonlar (cinler) daha alt düzeyden işlerle görevlendirilmişlerdir. Biz mümkün olduğu ölçüde cinlenme (Besessenheit) ve egzorsizm söz konusu olduğunda, sözcük olarak cin (demon) kullanmayı tercih ettik. Ancak yukarıda refere ettiğimiz kaynakta olduğu üzere, tipik bir cinlenme vakasında ‘cinlenme şeytanı’ (Besessenheitsteufel)gibi bir ifade varsa, bu kullanıma da sadık kaldık. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Ocak 12, 2015 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Ocak 12, 2015 Madeleine de Delmandol de la Palud Vakası (1609-1611) Marsilya’lızengin bir ailenin kızı olan Madeleine de Delmandol de la Palud, oniki yaşında, kısa bir süre önce kurulan Aix Manastırı’naöğrenci olarak verilir. Ancak manastır yaşamına alışamayan vemelankoliye kapılan kız tekrar evine döner. Madeleine on dörtyaşma geldiğinde, o zaman otuz dört yaşında olan yakışıklıve çevresince sevilen papaz Louis Gaufridy’ye âşık olur. Papazvarlıklı aile tarafından kızlarının din ve ahlâk bilgisinikuvvetlendirmek ve onunla arkadaşlık yapması için tutulur. Ancakbir gün Madeleine annesine papazın kendisini iğfal ettiğinisöyler. Gaufridy kızın suçlamasını kabul etmez. Bu olay üzerineMadeleine 1607 yılında, onbeşyaşında, tekrar Aix Manastırı’na Novizin1olarak geri döner. Takip eden iki yıl içinde ilk cinlenmebelirtileri ortaya çıkacaktır; şeytanı gördüğünü iddiaedecek, yaşadığı kriz anlarından birinde, Kilise’deki haçıparçalayacaktır. Manastırın baş keşişi egzorsizme başlayacağıgünlerde, sekiz rahibe daha demonlara tutulur. Madeleine’inağzından bağıran cinler, papaz Gaufridy’nin kızı ‘CadılarınKraliçesi’ (KöniginderHexen)olarakilân ettiğini iddia etmektedirler. Bu arada cinlenmiş diğerrahibeler de, hep bir ağızdan bu suçlamayı doğrulamaktadırlar.Tüm bu kargaşa ortamını yatıştırabilmekiçin çağırılan tanınmış ve tecrübeli egzorsistlerin deelinden bir şey gelmez (Weber1999:133). ‘Cinlenmişrahibeler’ tarafından iftira sağnağına tutulan Marsilya’lıGaufridy başlangıçta sessiz kalmak suretiyle bu saldırılarıbertaraf etmek ister. Ancak daha sonra saldırılardan yakasını buyöntemle kurtaramayacağını anlar ve manastırın kapatılması,‘cinlenmiş rahibeler’in hapsedilmesi isteğiyle Marsilyapiskoposuna ve nihayet Papa’ya müracaat eder. Ancak Aix BölgeMahkemesi (Parlement)tersiyönde hareket edecektir; 1611 yılında bir komisyon oluşturarakolay soruşturulmaya başlanır. Ancak Madeleinevediğer rahibeler davranışlarıyla kısa sürede mahkeme heyetini debüyülemeyibaşarırlar;Madeleinetanıkolarak çağrıldığı mahkemede baygınlık geçirir. Yaşadığıumutsuzluk, içinde bulunduğu melankolik ruh hali nedeniyle intiharateşebbüs eder. Daha sonra Gaufridy’nin zorlamasıyla katılmakzorunda kaldığı ‘cadıların sabbatı’ hakkında, dinleyenlerietkileyecek bir üslup kullanarak ayrıntılı bilgiler verir; bukadarı mahkeme heyeti için yeterli olacaktır. Gaufridy hemenzindana atılır ve suçunu itiraf edene kadar ağır işkence görür.Suçunu resmen itiraf ettikten sonra, mahkeme tarafından ölümcezası onanır ve 30 Nisan 1611 tarihinde canlı canlı yakılmaksuretiyle infaz olunur (Weber1999:134). 1Novize/Novizin (Lat. kökenli Alm.): Manastırlarda rahip veya rahibe adayı. Mürit anlamında da kullanılmaktadır. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Ocak 15, 2015 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Ocak 15, 2015 Döttingen’li Veltin Vischer’in Cinlenmiş Kızı (1614) VeltinVischer Döttingen’de yaşayan bir askerdir. Karısı, kızıküçükken ölen Vischer başka bir kadınla evlenir. Vischer’insekiz yaşındaki kızı, yanında büyüdüğü anneannesitarafından cadılık yapmak üzere eğitildiğini iddia etmektedir.Torunu tarafından cadılıkla suçlanan ve tekinsiz bir kadın olanbüyükanne kötücül güçlerin emrine girip, cinlerle işbirliğiyaptığı için yakılmıştır.1 Küçük kız erken yaşlarından itibaren sık sık baygınlık krizleri geçirmektedir. Büyük olasılıkla bu krizler, anneannesinin yargılandığı mahkemede suçlu bulunarak yakılması sonrasında ortaya çıkmıştır. Ancak çocuğun yaşadığı baygınlık krizleri şeytanın marifeti olarak görülecektir. Çocuğuna yardım edemeyeceğini anlayan baba, kızını kötücül güçlerin kurduğu tuzaklardan kurtarmak ve şeytanın onu tekrar yoldan çıkarmasına engel olabilmek amacıyla Nehresheim Manastırı’nm rahiplerine götürür. Rahipler çocuğa gerçek muskalar (amületler) (AgnusDei) takarlar.Ancak yapılan tedavi başarılı olmadığı gibi, manastırda bulunulan dönemde baygınlık krizleri sıklaşır. Bu arada küçük kız şeytanın kendisine verdiği bir merhemle, beşiklerindeki küçük çocukları öldürmesini istediğini söyler. İlk soruşturma 14 Mart 1614’te Döttingen’de yapılır. En çok merak edilen husus Tanrı’yı ve Kutsal Üçlü’yü inkâr etmeyi kızın kimden, nasıl öğrendiğidir. Çocuk bir seferinde şeytanın sevgilisi (Buhle)olduğunu iddia edecek kadar ileri gider. İlginç olan husus, babasının da,şeytanı bir seferinde kızının yatağından aldığını söyleyerek bu itirafı teyit etmesidir. Konunun giderek ciddî bir boyut kazanması üzerine, kız gece gündüz gözlem altında tutulmaya başlanır. Her gün papazın evine gitmek, papazdan ders almak zorundadır. Papaz küçük kıza dua etmeyi ve dinin gereklerini öğretmeye başlar. Ancak küçük kızı yola getirmekiçin gösterilen tüm çabaların boşuna olduğu anlaşılacaktır;bıkıp usanmadan iddialarını sürdürmekte ve şeytanın(“kötünün” — derBöse)ona akıl vermeye devam ettiğini iddia etmektedir. Bu arada küçük bir belde olan Döttingen’de, Veltin Vischer’in kızı hakkındaki söylentiler ayyuka çıkar. Vischer vergilerini ödeyemediği gibi,artık yaşamını idame ettirecek kadar bile para kazanamamaktadır.Beldenin diğer çocukları için cinlenmiş (verhextesMädchen) bir kızın varlığı büyük tehlike arz etmektedir. Baskıdan bunalan baba, kendisine birkaç Gulden verilmesi durumunda, kızıyla birlikte yöreden ayrılmaya hazırdır. Ancak yetkililer (zuständigeSuperintendenten),tabiatıyle bu fikri, suçsuz küçük kızın akıl sağlığıi çin olumsuz sonuçlar doğuracağı gerekçesiyle kabul etmezler.Ancak yetkililer kendilerince, çok daha parlak buldukları bir fikri uygulamaya koyarlar; küçük kızın diğer ocuklardan tecrit edilerek (absondern),iyi bir eğitim ve öğrenim (Zuchtund Lehre)almasıve doğru yola dönmesi sağlanacaktır. Ancak belde yönetimi(Gemeinde)kendi bölgelerinde bu kızdan korkulduğundan ve kimsenin onu barındırmak istemediğinden (willsnimandtgern hausen, oder herbergen,mannförcht sich vor ihm), böyle bir imkân olmadığını belirtir. Böylece Döttingen’de kalmak zorunda kalan küçük kız ve babasının akıbeti hakkında daha fazla bilgi sahibi olamayız (Weber1999:307-309). 1Burada büyükanne tekinsiz ‘Unhold/e’ olmakla suçlanır. Almanca metinlerde ‘Unhold/e’ çevresine zarar vermek amacıyla zararlı büyü yapan, cadılara ve büyücülere özgü tüm olumsuz karakter özelliklerini kendinde toplamış genel bir tanım olarak karşımıza çıkar. Bizde bu geniş anlamlı kavramı en iyi ‘tekinsiz’ (tekin olmayan) ile karşılayabileceğimizi düşündük. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Ocak 17, 2015 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Ocak 17, 2015 Lauffen’li Jacob Lenz Vakası (1626) Lauffen’li(Heilbronn) rençber ve gündelikçi Jacob Lenz’in yedi yaşındaki oğlu Jacob,sıradışı bir hastalığın belirtileriyle resmî makamları 1626 yılının Aralık ayından beri meşgul etmektedir. Jacob çektiği şiddetli ağrılara ilâveten garip davranışlarda bulunur. Dahada önemlisi, vücudundan, gözlerinden, ağzından özellikle cinsel organından doğal olmayan birtakım nesneler çıkmaktadır. Baba Jacob’a göre oğlundaki bu gariplikler yaklaşık iki yıl önce başlamıştır. Bir keresinde,baba ile anne evlerinin yakında bir tarlada çalışırken Jacob evde yalnız kalır. Aniden evden yükselen bir çığlıkla irkilirler;1eve geldiklerinde küçük çocuk olan biteni açıklayamaz. Ancak günler geçtikçe çocuğun sıkıntıları artar; özellikle geceleri hiç rahat değildir. Giderek yüksek ateş ve titremeyle gelen bir hastalık kendini gösterir. Küçük Jacob’u muayene eden Heilbronn’lu hekim Johann Martin çocuktaki belirtilerden hareketle herhangi biyolojik bir hastalığa hükmedemez. Magister Johann Martin’e göre doğal bir hastalıktan ziyade büyülenmebahis konusudur; kaldı ki şeytanın, çocuğun bedeni üzerindeki marifetlerinin izleri de(einZauberischer Zustadt vom Teüffel) açıkça görülmektedir. Bu tür hastalıklar için hekimin yanında daima özel bir su (speziellesWasser)hazırdır. Küçük Jacob bus ıvıdan her sabah almalı ve ibadet etmeyi de kesinlikle ihmal etmemelidir. Bu tedavi Jacob’u iyileştirmediği gibi, durumu da giderek kötüleşir;vücudundan çıkan garip nesnelerde artış olmuştur.2 Durumun vahameti karşısında şaşkına dönen diyakoz ve papaz,olaydan kentin önde gelenlerini haberdar ederler. Jocob Lenz’in evini ziyaret eden mahkeme üyeleri yaşanan garabetin gerçekliğini kendi gözleriyle görürler; bu ‘önemli’ insanların önünde küçük Jacob yine küçük bir gösteri yapar.3 Başlangıçta kendisini ziyaret eden din adamlarıyla dua okuyan çocuk birden bire garipleşir, adeta sara nöbetine tutulmuş gibi(anderstnitdanalßob epilepsiaan Ime were),sorulan sorulara el kol kareketleriyle yanıt vermeye başlar. Durumu kötüleşen çocuğun sağlığını ancak daha fazla imanla kazanacağına inanan diyakoz ve papaz sık sık çocuğu ziyaret eder ve birlikte dua ederler. Çocuk bu ziyaretlerden birinde papaza,kendisini bu yollara çevrede kötü nam salmış (beivielen in schlechtem lob steht)Jacob Rawen’in yaşlı karısının sürüklediğini anlatır. Bu arada olan bitenden haberdar olan prens, resmî makamlara, çocuğun ölmesi durumunda bedenin açılması ve incelenmesi talimatı verecektir. Ancak daha sonra yaşanan gelişmeler hakkında kayıtlarda maalesef herhangi bir bilgi yer almamaktadır (Weber1999:309-311). Melankolik Catharina Schmid Vakası (1644) Reutlingen yaşlılar bakımevinde hizmetçilik yapan Catharina Schmid melankolik bir mizaca sahiptir. Annesini, kız kardeşini, bakımevinin kapıcısını ve karısını öldürdüğünü, kötü ruhların onu sürekli cinayet işlemeye zorladıklarını iddia etmektedir. Belediye başkanı sorguladığı Schmid’i, sükûnetle düşünmeye davet eder ve uyarır; katil tekerleğe bağlanmaya,4cadı ise ateşte yakılmaya mahkûmdur. Catharina ruhlarının görünmez olduğunu ve her şeyi onun ağzından yaptıklarını söyler. Genç kız itiraflarının sonucunda ortaya çıkan durumunu ahmaklık olarak görmez. O sadece, cinler tarafından nasıl tutsak edildiğini, her istediklerini yapmak zorunda bırakıldığı yineler. Catharina Schmid’i sorgulayan ve konuyu etraflıcaar aştıran komiserler hizmetçinin suçlanamayacağına karar verirler; çünkü ruhlar cezalandırılamaz. Yine de Catharina suçluluk kompleksiyle yaşayamayacağını belirtmekte ve mutlaka ölmesi gerektiğini her yerde anlatmaktadır. Catharina’nın bu melankoli yüklü suçluluk duygusu, giderek alay konusu olur. Buarada ruhlar Catharina’ya ölmesi durumunda dahi onu terketmeyeceklerine söz verirler. Bir başka seferinde artık ölmesi gerektiğini haber vermekle kalmaz ve bunun nasıl olacağını da söylerler. Bunu üzerine cellâta giden Catharina başını kesmesi için yalvarır ve önemli bir ayrıntıyı da belirtmeyi ihmal etmez; cellâdı merhametli olmak zorundadır; cinleri Catharina’ya cellâdın baltasını boynuna isabet ettirmeyeceğini, sadece alnını parçalayacağı kehanetinde bulunmuşlardır (Weber1999:314-315). 1 “jämmerlichs geschreyh zum Fenster herauß” (Weber 1999:309). 2 "beinlin, etlich erbßen, ein hölzlin Von eim beßen, Irgend einer Zwerche hand lang, lebendige muckhen, rockhenehren, birenstihl, buzen, schelfet, bletzlin, faden, Zähn von geringen hunden oder katzen, einhalbe nußschalen, bröckhenlen brod, ein weckhlerpfenning, Unnd waß dergleichen ab” (Weber 1999:310). 3 “Im Beisein der Herren tritt ein klein schwartz lebendig thirlin per membrum alß ein flöhe aus.” (Weber 1999:310). 4 Tekerleğe bağlanmak Ortaçağ’da yaygınlıkla uygulanan bir infaz yöntemiydi. Uzun bir kazığın ucuna oturtulan büyük bir tekerleğin üzerine bağlanan suçlu burada ölüme terk edilirdi. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Ocak 21, 2015 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Ocak 21, 2015 Mönsheim’lı Küçük Jeremias Vakası (1660) 1660 yılının Aralık ayında Mönsheim papazı Jeremias Baldenhoffer’ın küçük oğlu Jeremias yakalandığı garip bir hastalık nedeniyle bir ayı aşkın süredir perişan,kötü (erbärmlichenleidigen Zustand)durumdadır.Dokuz yaşındaki çocuk, başlangıçta şiddetli bir karın ağrısı çeker, daha sonra giderek sıklaşan titreme nöbetleriyle küçük bedeni sarsılır. Nihayet küçük Jeremias idrarını tutamaz hale gelir. Çocuğunun durumunun kötüleştiğini gören baba, Pforzheim’lı bir hekimin tavsiyeleri doğrultusunda ilâç kullanır. Ancak tedavinin hiç bir yaran olmadığı gibi, 21, 22 ve 23 Kasım’da (1660) çocuk penisinden büyük bir acıyla önce küçük, daha sonra büyük bir taş düşürür. 28 ve 29 Kasım’da bu kez minicik taşlar ve kül gibi nesneler (vilsokleine steinlenundsachen wie aschen)çocuğun parmak ve tırnak uçlarından düşer. Tüm bunlar yetmezmiş gibi küçük çocuğun bitap düşmüş bedeni bu kez gördüğü şaşırtıcı ve garip vizyonlarla (verwunderlicheund sonderliche Visiones)sarsılır; Tann ve meleklerle konuşur, ölmüş annesini gördüğünü söyler.Pforzheim’da doktor ve papaz çocuğun çektiği acıların doğal nedenlerden kaynaklandığına inanmazlar (nitnatürlich,sondern venefîcu);olayda kötücül güçlerin parmağı vardır, yani büyülenme söz konusudur. Ancak anlaşıldığı kadanyla çocuğun özel durumdan dolayı bu kez ona gösterilen sevgi ve ilgi artmıştır. Bundan böyle çevresinde sevimli, nefesini üflediğinde, harikulâde bir rüzgârın estiği, (famoßenwind empfunden, so sie gehaucht)birçocuk olarak anılacaktır (Weber1999:315-316). Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Ocak 21, 2015 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Ocak 21, 2015 Cinlenmiş Margaretha Şehrim Vakası (1637) Betzingen belediye başkanının on dört yaşındaki kızı Margaretha Şehrim1637 yılı Kasım ayının 16. günü göz altına alınır. Bedeni kötü ruhun tutsağı olmuştur; ne zaman ‘o’ [cin] (Geist) gelse, nefes alamaz, konuşamaz hale geldiğini, dua dahi edemediğini iddia etmektedir. Kendisini ziyaret eden cinin leylek, tavus kuşu benzeri bacakları vardır. Hatta bir seferinde ona kedi kılığında pencerede gördüğünden emindir. Kızın bu garip iddiaları yetkili çevrelerin dikkatini çeker; Reutlingen, Enfilin,Laubenberger ve Ackermann papazlarına ilâveten bir belediye başkanı, bir güvenlikçi, çevreden bilge bir kadından oluşan bir grup kıza sorular sorar. Kuzeni ve kötü ruh tarafından baştan çıkarılan kız, şeytanın kölesi ve malı haline gelmiştir.Sekiz yaşındayken ilk kez kuzeni ona siyah atm üzerinde bir adam getirir; bu adamın atma binerek yaptığı yolculukta Altenburg’a gelirler. Burada kemanlar, borular, çoban kavalları tarafından çalman eşsiz ezgiler eşliğinde dans eden kibar insanlar görür.Bu insanların hepsinin yüzleri siyah bir peçeyle örtülmüş olmakla birlikte,yine de içlerinden bazılarını tanıyacaktır. Margaretha, üçüncü yolculuklarında adamla yattığını itiraf eder; adamın kafası ve ayaklan birer buz kütlesi gibidir. Daha sonra bu başıboş adam(derlose Marnı)ona annesinin çorbasına karıştırması için toz halinde zehir verir. 3 Kasım 1637 yılındaki sorgusunda kuzeninin onu baştan çıkardığını itiraf eder. O zamandan beri geceleri siyah bir at üzerinde yolculuk yaparak, cadıların kara büyü ayinlerine katıldığını ve dans ettiğini anlatır. Ailesi ilk kez bu baştan çıkanlma hikâyesini duyduğunda, kızlannı evde bir odaya kilitleyecektir. Bir süre gözaltına alman kız daha sonra yaşlılar evinde gözlem altına alınır. Aralarında papaz Ackhermann’m da olduğu dört kişi geceleri kızı izlemeye başlar; şehir yönetimince alman karar gereği, Tanrı’nm ve Kutsal Ruh’un gücünü yanında hissedebilmesi için, Margaretha ile dua edip Mezmurlar okurlar. Aradan geçen zaman içinde bu dört kişi, kendi ifadeleriyle, olağanüstü deneyimler yaşarlar;bakımevine geldikleri ilk gece kötü ruh bütün duvarları sarsacak ölçüde büyük bir gürültü yapar. Nöbete kalmış dört kişi, sadece Tanrı’nm adını anarak, kutsal ruhun varlığını yanlarında hissederek başıboş kötü cini (loserGeist)kovabilirler. Bu kötü ruh ayrılmadan önce pencerenin önünde bir boğa gibi kükrer. Bu arada kızın durumunda iyileşme görülmez; hatta bir keresinde kendisini pencereden aşağıya atar ve uzun bir süre baygın kalır. Kiliseye götürüldüğünde de aynı durumdadır;duaya katılmaz. Kızı yönlendiren cin, papazlar tarafından söylenen her şeyin yanlış olduğuna onu ikna etmiştir.Hazırlanan iddianamede, Margaretha Schrim’in yoldan çıkarıldığı, bilinmeyen bir adamla ilişkiye girdiği,cadıların ayinlerinde dans ettiği gibi suçlamalar yer alır. Bu olayda Margaretha’nm hiç suçu olmadığı söylenemez; doğuştan küstah ve şehvetli bir yapıya sahiptir. Dünyevî konularda kendi yaşıtlarından çok daha fazla bilgiye sahiptir. Her ne kadar kimseye zararı dokunmamış olsa da, ısrarla Tanrı’mn varlığını inkâr etmek gibi, dünyadaki en büyük suçu işlemeye devametmektedir. Bu noktada teologlar kızda ortaya çıkan bu Tanrı tanımaz tavrı, ölümle cezalandırmak konusunda ikirciklidirler;kızın sekiz yaşından beri ölme isteği, acı çektiğine, belkide masumiyetine, delâlet etmektedir. Margaretha daha fazla yardım ve bilgilendirmeyle Tanrı yoluna dönecektir.Margaretha Schrim’in hakkında bilgilerimiz, anlatılanlarla sınırlıdır; akibeti hakkında daha fazla bilgi sahibi olamayız (Weber1999:111-116;311-313). Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.