Jump to content

Büyük sırrın arkeolojik keşfi(nuh tufanı)


caslanova

Önerilen Mesajlar

Arkadaşlar bu yazının sahibi PROF. DR. MEHMET ÖZDOĞAN, İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ, PREHİSTORYA ANABİLİM DALI BAŞKANI dır.

 

Gılgamış, Tevrat ve Kuran, büyük tufanı anlatır. İlk efsane, Fırat ve Dicle arasında yazılmıştı. Kutsal kitaplar, Nuh'un gemisinin oturduğu karayı Anadolu'da gösterir. İlk kez Mehmet Özdoğan, büyük tufanın bu coğrafyadaki arkeolojik izlerini ve nedenlerini Atlas için yazdı.

 

Yaşamı susuz düşünemeyiz; hangi kültür düzeyinde olursak olalım, ister göçebe avcı ister endüstri devrimini tamamlamış kent toplumunda olalım su yaşamın temelini oluşturur. İnsan çok farklı coğrafi ortamlara uyum sağladı. Suyun damlasının bile değerli olduğu en kurak çöllerden suya doymuş bataklıklara kadar her yerde yaşamayı becerdi, suyu elde etmeyi, denetlemeyi öğrendi. Bu yalnızca içme suyu için geçerli değildi. Ulaşımda ya da sulamada kullanılsın kullanılmasın; akarsu boyları, göller, deniz ya da okyanus kıyıları insan belleğine çekim öğesi olarak yer etti. Suya bağımlılığımız öylesine güçlüdür ki bu denetimden çıkan suyun yaratacağı tehlikeleri karşılamayı, onunla birlikte yaşamayı beraberinde getirdi. Yaşama kısa süreç içinde baktığımızda akarsu boylarında yaşamak her zaman sel bekletisini, deniz kıyısında yaşamak büyük fırtılanların yaratacağı dalgayı beklenir bir tehdit durumuna getirir. Bu günümüzde özellikle muson yağış bölgesinde ya da büyük nehirlerin deltalarında hemen hemen her yıl karşılaşılan bir durumdur. Anadolu gibi akarsu rejimlerinin düzensiz olduğu coğrafyalarda da, örneğin Edirne, Adana gibi kentler bu akarsuları denetim altına alan barajların öncesinde de her yıl yaşanan sellere rağmen binlerce yıl suyun kenarından ayrılamamıştır.Sellerin, dalgaların, taşkınların sıradanlığının ötesinde doğanın zaman zaman beklenmedik süprizleri de vardır. Tarihsel süreç içinde bunlar çok ender, bazen yüzlerce, binlerce yılda bir kere tekrarlanan olaylardır. Ancak dost olan su, bu süpriz zamanlarında öylesine bir korku yaratır ki toplumun hafızasına işlenir, kuşaktan kuşağa aktarılır ve hatta dünyanın oluşum öyküleriyle, efsanelerle bütünleşir. Bununla ilgili en renkli ve gerçekle düşün birbirine karıştığı örneklerin başında herhalde Atlantis gelir. Çok zengin ve görkemli bir ülkenin başkentinin sular altında yok olmasını anlatan bu hikâyenin kökeni olasılıkla Ege Bölgesi'nde Minos uygarlığına son veren Thera-Santorini yanardağ patlaması ile ilişkilidir. Patlamayla Minos uygarlığının yazlık saraylarının bulunduğu Thera Adası'nın ortası radyokarbon ölçümlerine göre İÖ 1600-1650 yıllarında olduğu gibi havaya uçar, dağ yerini Ege'nin sularına bırakır. Burada öne çıkan, efsaneleşen su hikâyelerinin yalnızca toplumların belleğine kazınması ve kuşaktan kuşağa farklı toplumlara aktarılması değildir. Suyun tehdidi sosyal belleğe öylesine derin izlerle kazınmıştır ki, bu bilim insanlarını da yönlendirmiş; sanatçılar, toplum ve bilim insanları arasında ilginç bir üçgen oluşmuştur. Kuşkusuz bu öykülerin en güçlüsü, tektanrılı üç büyük dinin de ele aldığı, bütün dünyanın su ile kaplandığı, seçilmiş birer çift canlı dışında tüm yaşamın sulara gark edilerek yok olduğunu anlatan Nuh Tufanı'dır. Tanrının günahkâr insanları cezalandırmak için dünyayı sularla kapladığı, Nuh Peygamber'in kurtardığı ya da seçtiği insan ve hayvanları bir gemide toplayarak felaketi atlattığı ve sular çekilince yaşamı yeniden başlattığı anlatılır. Kuşkusuz bu anlatıda Nuh'un Gemisi'nin karaya çıkacağı ilk nokta o bölgenin bilinen en yüksek dağı olacaktır. Hıristiyan inancı bu dağı Ağrı olarak görür ve bu nedenle yüzyıllardan bu yana hâlâ birçok araştırıcı Nuh'un Gemisi'nin artıklarını bulmak üzere Ağrı Dağı'na gelir. Her on yılda bir birileri Ağrı Dağı'ndan bir tahta ya da gemiye benzettiği kayaların resimleri ile döner. Bu beklentiye hazır kamuoyunda sansasyon yaratır, hatta sempozyumlar bile yaptırır. Bu sosyal hafıza, inanç, macera ve kültür turizminin güzel bir bileşimidir. İslam'da ise Nuh Peygamber'in Şırnak-Cizre'deki Cudi Dağı'nda karaya çıktığına inanılır. Gerçektende Cudi Dağı Mezopotamya düzlüklerinin Anadolu dağlık bölgesi ile kaynaştığı noktada engin bir duvar gibi yükselir. Ağrı Dağı efsanesinin gölgesinde kaldığı için o denli yaygın olmasa da Cudi o bölgede yaşayan yerel toplulukların bilincine kazınmış olarak halen onlarla birlikte yaşar. Dağın yamacında Nuh Peygamber'in mezarı olarak bilinen bir türbe vardır. Ayrıca türbenin bulunduğu yeri özellikle o bölgede göçerler yaz başında toplanıp yaptıkları Nuh töreni ile kutsarlar.

 

 

Söylencenin Dışavurumu

 

İster Cudi ister Ağrı Dağı olsun Nuh Tufanı tüm Ortadoğu ve Batı düşünce sisteminde binlerce yıldan bu yana yer edinen, onları etkileyen bir öyküdür. Bu öykü farklı anlatımlara dönüşmüş, gemiye alınan hayvanlar, geminin şekli değişmiş ama bu coğrafyalarda yaşayan sanatçılar için o her zaman bir ilham kaynağı olmuştur. Özellikle Bizans ile gelişen bu anlatım Avrupa resim sanatında çok sayıda örnekle temsil edilir. Günümüzün çizerleri tarafından kullanılan Nuh Tufanı anlatımı ise genellikle geminin penceresinden başı uzanır halde bir zürafa ile neredeyse sembolleşmiştir.

Kutsal kitaplarda geçen tufan anlatımı bilimsel çalışmalara da ilham kaynağı olmuştu. Bilimsel düşüncenin gelişim sürecinde tufan olayı, yeryüzünün oluşumu ile ilgili ilk kuramlarda da etkin bir açıklama şekliydi. On sekizinci yüzyıl Batı düşünce sisteminde yaratılan ve yaratıldığı gibi değişmeden günümüze kadar gelen bir dünya ile değişen ve bir zaman derinliği olan açıklamaların halen birbiri ile çeliştiği bir dönemdi. Endüstri devriminin yol açtığı yoğun hammadde gereksinimi, bu hammaddelerin elde edilebilmesi için bugün jeoloji olarak adlandırdığımız bilim dalının gelişmesine neden oldu. Jeologlar hammadde için toprağı kazdıklarında bugün artık var olmayan birçok hayvanın fosili ile karşılaştılar. Hatta bunlarla birlikte insan yapımı aletler de buldular. Bugün jeolojik adı ile pleistosen, arkeolojik adı ile Paleolitik Çağ'a tarihlendiğini bildiğimiz bu kalıntılar 19. yüzyılın başlarına kadar tufanda suda boğulan canlıların artıkları olarak kabul edildi ve jeolojiye “dilivium” kuramı olarak girdi. Araştırmalar ilerleyip daha derin katmanlarda, yukarıdakilerden farklı ikinci bir fosilli tabakaya rastlanınca dönemin bilim insanları Tevrat ve İncil´e yeniden dönerek Nuh'tan eski ikinci bir tufanın ipuçlarını aradı ve buldular. Bu katman ise “eski dilivium” olarak adlandırıldı. Ancak fosilli tabakaların sayısı arttıkça bu süreç artık tufan kavramı ile açıklanamaz duruma geldi.

 

Tufan Mezopotamya arkeolojisindeki gelişmelerle 20. yüzyılın başlarında yeniden fakat farklı bir boyutta bilim dünyasının gündemine girdi. Nineve kazısında ortaya çıkan, Gılgamış Destanı olarak bilinen tabletlerde, Nuh Tufanı'na çok benzeyen, aynı motifleri taşıyan bir anlatıma rastlanması arkeologlar kadar dinbilimcileri de etkiledi. Daha sonra Gılgamış Destanı'nın biraz daha farklı ve daha eski kopyalarına rastlandı ve tufan öyküsünün Mezopotamya odaklı olduğu anlaşıldı. Hemen hemen aynı yıllarda Güney Mezopotamya'da Sir Leonard Woolley'nin Ur kazıları ve özellikle 1929 yılında Ur Mezarlığı'nı ortaya çıkarırken rasladığı kalın sel dolguları, efsaneler, tabletler ve söylencelerle yoğrulmuş tufanı somutlaştırdı, olayın görsel kanıtlarını sundu. Ne var ki İÖ 2650-2550 yıllarına tarihlenen, Sümer uygarlığına ait Ur mezarları beklenmedik ve herkesi şaşırtan öylesine zengin buluntular verdi ki, tufanın göstergesi kalın çamur tabakası bir anda unutulup geri plana itildi. Bu ancak bölge ile ilgilenen bilim insanlarını ve özellikle o yıllarda gelişen, doğal çevre ortamının değişimi ile kültür tarihi arasındaki ilişkiyi konu edinen jeoarkeologları harekete geçirdi. Ur'da görülen selin dar kapsamlı yerel bir olay olarak mı kaldığı, yoksa Mezopotamya coğrafyasında geniş alanları mı etkilediği sorusu ortaya çıktı.

 

 

 

Doğanın Öfkesi

Klasik anlamı ile Mezopotamya olarak adlandırılan bölge Fırat ve Dicle'nin getirdiği alüvyonlu topraklardan oluşan geniş düzlüklerden oluşur. Bu düzlüklerin büyük bir kısmı, -hemen hemen Bağdat'ın güneyinde kalan kesimi- Neolitik Çağ'ın başlarında, Buzul Çağı'nın bitip günümüz iklim koşullarının oluşmaya yüz tuttuğu İÖ 10000 yıllarına kadar halen Basra Körfezi'nin bir parçasıydı. Okyanus seviyelerinin sabitlenmesi ile bu iki büyük akarsuyun getirdiği dolgular delta oluşturmaya başladı ve delta zaman içinde ilerleyerek İÖ 3. binyıllarda bugünkü Basra'nın olduğu yere kadar geldi. Dolayısı ile Gılgamış Destanı'nda tanımlanan coğrafya bu ardışık deltaların bulunduğu akarsular ve kolları ile akaçlanmış çok sayıda delta gölünün bulunduğu düzlüklerdi.

Bu iki büyük akarsu Mezopotamya düzlüklerine gelmeden önce çok farklı ortamları, iklim kuşaklarını aşar. Doğu Anadolu'nun dağlık kesimlerinden, ortalama yüksekliği bin metreyi aşan dağ arası ovalardan ve bu dağları yaran, esasında fay kırıklarının açtığı derin boğazlardan geçerek güneydeki düzlüklere iner. Bu bakımdan güneyde Mezopotamya bölgesinde gerek Fırat ve Dicle'nin su rejimi, gerekse bunların getirdiği molozun miktarı, Mezopotamya'nın çok dışında, uzaklarda, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da meydana gelen olaylara bağlıdır.

Örneğin Doğu Anadolu'da çok sert geçen bir kış, yağış buz ve kar olarak tutulduğu için, bu olaydan hiç haberi olmayan Mezopotamya'da suların alçalmasına neden olur ya da iklimin ani ısınması güçlü sel ve taşkınlara yol açar. Güney Mezopotamya'daki su ile bağlantılı olayların anahtarı Doğu Anadolu'dur. Bu kadar geniş bir coğrafyadan su toplayan her nehir için yıllık ya da birkaç yılda bir gerçekleşen seller, taşkınlar sıradan olaylardır. İnsanlar buna daima hazırlıklıdır. Tufan gibi büyük boyutlu bir selin olabilmesi için ise bu iki büyük akarsudan en azından birinin su topladığı bölgede çok önemli bir doğa olayının yaşanmış olması gerekir.

Doğu Anadolu 1968 yıllarında Keban Barajı Kurtarma Kazıları'nın başlamasına kadar arkeolojik bakımdan hemen hemen hiç araştırılmamış bir bölge idi. Araştırılmadığı için hiçbir bilgi, dolayısı ile ilginin olmadığı bir yerdi. Keban kazıları Elazığ ve Tunceli çevresinde, Fırat boyu ve özellikle Fırat'a açılan Heringet Suyu'nun geçtiği Altınova'da yoğunlaşmıştı. Çalışmalar Toros Dağları'nın kuzeyindeki bir dağ arası ovası olan bu bölgede İÖ 3. binyıldan itibaren hızlı bir alüvyon birikimi olduğunu ve dolayısı ile daha eski katmanların bugünkü ova seviyesinin çok altında kaldığını göstermişti. Örneğin Elazığ Tepecik Höyüğü'nde Neolitik dönem katmanları ova seviyesinin 8 metre kadar altında, Tülintepe Höyüğü'nde İlk Kalkolitik Çağ dolguları taban suyunun içinde bulunabilmişti. Yine de bu ilk bulgular Bingöl'den Basra'ya kadar uzanan Fırat'ı bir bütün olarak ele alacak bir bakış açısını, değerlendirmeyi tetikleyememişti. Bu bağlamda ilk somut ve tanımlı veriler 1978 yılında başlayan ve yine Fırat üzerindeki, Malatya Ovası'nı basan Karakaya Baraj Göl Alanı'ndaki kurtarma kazılarından geldi. Malatya Ovası'nın Fırat üzerinde çok önemli bir konumu vardır. Fırat'ın iki ana kolu Karasu ve Murat suları dağ arası ovalardan geçip Malatya'ya geldikten sonra Kömürhan Boğazı olarak bilinen, 100 kilometreyi aşan uzunluğunda, yer yer derinliği bin metreyi bulan boğaza girer. Burası bir huni ağzındaki dar bir boğaz niteliğindedir. Bugün üzerinde Karakaya Barajı'nın yer aldığı bu boğaz Toros Dağları'nı geçen, Doğu Anadolu'yu Güneydoğu Anadolu'dan ayıran tektonik kökenli bir fay yarığıdır. Depremsellik etkinliği çok yüksektir.

Karakaya Baraj Göl Alanı'nda İÖ 4000 yıllarına, Obeyd dönemi olarak da bilinen Kalkolitik döneme inen Değirmentepe kazıları çok kalın ve şiddetli bir selin ilk izlerini vermişti. Bu sel yalnızca diğer sellerde olduğu gibi alüvyonlu, mil ve kilden oluşan toprakları değil, kalınlığı iki metreyi bulan çakılları da Obeyd tabakasının üzerine yığmıştı. Sele ait izler bölgedeki diğer höyüklerin üzerinde de açık olarak izlenebiliyordu. Jeomorfologlar bu kadar etkin ve şiddetli bir selin ancak Kömürhan Boğazı'nın şu ya da bu şekilde tıkanması ile oluşabileceğini öngörüyorlardı. Nitekim bu dar boğaz her zaman şiddetli bir depremin etkisi ile oluşacak geçici bir baraj gibi tıkanma potansiyeline sahipti. İS 16. yüzyılda yaşanan bir depremin anlatımında boğazın düşen kayalar ile tıkandığı ve Fırat'ın bir hafta boyunca ters aktıktan sonra tekrar bu doğal barajı yıkıp yoluna devam ettiğinden söz edilir. Benzer bir olayı İÖ 4. binyıla da taşıyabiliriz. Boğazın bir süre tıkanması, arkasında baraj gölü gibi Fırat'ın göllenmesi, biriken onlarca metre yüksekliğindeki suyun birden güneye, Mezopotamya düzlüklerine bir barajın yıkıldığı zamanki etkiyi yapacak şekilde boşalması... Bu görüşü kanıtlayan izler 1999 yılında Urfa bölgesinde başlayan kazılarda da görüldü.

Yine Fırat üzerinde yapılan Birecik ve Karkamış baraj göl alanlarındaki höyük kesitlerinde yapılan değerlendirmeler İÖ 4. binyıl ile 2. binyıl arasında en az üç büyük selin varlığını gösteriyordu. Bunların hiçbiri sıradan yıllık taşkınlar ile açıklanamayacak kadar yüksek seviyelerden geçen şiddetli sellerdi. En şiddetli olanı ise İÖ 4. bin ile 3. binyıl başları arasına denk gelen özellikle Birecik Zeytinli Bahçe Höyüğü kesitinde görülen sel tabakasıydı. Bu dolgu zaman olarak Malatya Ovası'nda, örneğin Değirmentepe'de izlenen büyük sel ile çağdaş olduğu gibi; bundan çok daha uzaklarda, güneyde, Basra yakınlarına kadar inen alanlardaki seli de açıklıyor. Büyük bir olasılıkla Mezopotamya uygarlıklarının hafızasına kazınan ve Gılgamış Destanı ile anlatılan, daha sonra da Ebla metinleri ile diğer inanç sistemlerine aktarılan 'Büyük Tufan' herhalde arkeolojik kanıtlarını gördüğümüz bu selden kaynaklanmıştı.

Bütün bu arkeolojik çalışmalar farklı ortamlardan geçen, en kurak dönemlerde bile çok büyük bir su kütlesini taşıyan Fırat'ın yaklaşık birkaç yüzyılda bir meydana gelen büyük depremlerin de etkisi ile sık sık tufan denebilecek selleri yapabildiğini göstermiştir. Kuşkusuz burada temel etken depremin şiddeti ve özellikle Kömürhan Boğazı'nda doğal bir baraj oluşturabileceği noktada olmasıdır. Arkeolojik kayıtlar ilk yerleşimlerin olduğu dönemden itibaren Fırat'ın en azından bin yılda iki kere böyle bir sel oluşturduğunun ipuçlarını veriyor. Elimizdeki ana öykü ilk yazılı belgelerin çıktığı dönemden kalmadır. Bundan da eski selleri biliyoruz. Belki bunların hepsi birleşti, kent uygarlıkları ve ona bağlı zenginliğin odağı haline gelen Mezopotamya'nın belleğine kazındı. Çiviyazılı tabletlere bu korkunun birleşimi, Mezopotamya Tanrılarının onlara verdiği bir ceza şeklinde yansıdı

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...