tiananmenian Yanıtlama zamanı: Ekim 24, 2016 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Ekim 24, 2016 Deve Dikeni - 3 6 Bir kez daha işsizlik denen lanetin kapısını açmıştım ve bu sefer karım ve çocuklarımın sorumluluğu omuzlarımdaydı. Genç ve bekarken hiç değilse Sivas'a gider balık tutup rakı içerek atlatabilirdim bu dönemi. İki ekonomik kriz deneyimim vardı geçmişte ve epeyce uzun süren işsizlik dönemim. Krizlerde ilk kapıya konandım ben, en boktan işin iyi kötü sonunu düşünmeden ilk salak taliplisi. Şartlar her seferinde aleyhime işliyordu, daha uzun süre çalışıp daha az maaşa talim ediyorduk zaman içerisinde ve romalılar götleriyle gülüyordu hallerimize. Kriz dönemleri korkunçtu, siktimin yirmi bankası devleti söğüşlüyor ardından iflasını ilan edip ortakları yurt dışına kaçıyor, geride kalan yetmiş milyonun en azından yüzde doksanı bunun bedelini ödüyordu. Demirel'in yeğeninden, genç parti diye dangalak bir parti kuran Uzanlara kadar pek çok düzenbaz romalı hayatlarının geri kalanını dünyanın herhangi bir yerinde yaptıklarının hesabını vermeden yaşayabilirdi ama her birinin toplam varlık değeri bir kütahya türküsünde geçen "Amman amman vehbim, öyle de böyle olur mu, ah ben ölürsem dünya da sana kalır mı?" sözünün tek harfi olamazdı diğer yandan. Bu da bizim avuntumuz, Hakan Uzan gergedan boynuzundan fil taşağına kadar envai çeşit çeşninin tadına bakma bahtına erişme imkanına sahipken bizim boktan leptapımızın "s" tuşu işlevini yitirmiş kimin sikinde ve daha en başından bu nasıl kurgu Allah aşkına? Bu nasıl kurgu Allah aşkına? Adem babamız yasak meyveyi ben "s" ye basarken anam ağlasın diye mi yedi? Az evvel iki bin on üçe girdi memleket. Çare sarıgül İstanbul'un en büyük organizasyonunu gerçekleştirerek suni kar bile yağdırdı Nişantaşının orta yerine. Atladılar zıpladılar, içtiler, sıçtılar ve ondan geriye sayarak yeni yıla havai fişeklerle geceyi yıldızlara bezeyerek girdiler. Benim saatim geri kalmıştı üç beş dakika sonra girdim ben. Para vermeden kısa yoldan promosyon saat kullanırsan olacağı bu. Kazancı bedih rahmetliden "ayaklar altının tırabıyım ben..." türküsü eşliğinde "s" nin yedi ceddine sövüyordum o ara. Hatun pek mutsuzdu bu gece. Yılbaşına alkollü girme gereği tüm akşamcıların baş ağrısıyla geç uyanacağı ertesi günde işe gideceğinden erken yatmıştı ve küçük oğlanla ben evin en sıcak yeri salonda birlikte yatacaktık. Kombi denilen alet iyi ısıtıyordu ancak ertesi ay faturanın ebeni bellememesi için bazı önlemeler almak zorundaydın orta halli bir aile olarak. Küçük adamın laneti bu oğlum, her neyse, Sıpa uyuyana kadar Beybi tv seyrettirdi bize, ailecek tüm olayımız mısır patlağıyla bim'den alınma ucuz kuru yemiş karışımından ibaretti ve artık yatma vakti. Bizimki Beybi tv nin sanal balıkları sayesinde sızınca üstünü örtüp klavyenin başına geçtim. "s" nin yanındaki "d" de sizlere ömür. nasıl beceriyorsa artık onunda canına okumuş velet. hay bin kunduz, bir derdim vardı bin oldu diye bir türkü vardı herhal. bu leptapların tuşlarının alt kısmında yeni yetme ergen meme ucu gibi plastik bir nane mevcut, parmağınızı ortalayarak üzerine basarsanız sorun kalmıyor ama akışı bozuyor anlıyor musun? Tam hızını almış gidiyorsun, harf basarken parmağını ayarlamak zorunda kalırken kesintiye neden oluyorsun. De neyse yazmamak üzere yüzlerce bahane arayan ki zaten gerçekte yazamayan kabız yazarlara benzemeyelim şimdi ayak üstü. Bu arada bir yılın daha ***** koduk diye kendimden geçecek değilim, gecenin bir yarısı viktorya sikrıt seyredecek, alkolle buharlanacak da değilim. viktoryayı siktir et de alkolle problemin yok, ama sırf yılbaşı gıcığına takılmıyorum. Bukowski de nefret ederdi, ama o amerikalı hiç değilse biz kendi kültürümüzün firenkeştaynıyla yüzleşmek zorundayız, Kırmızı noel baba şapkaları, ışıklarla süslenmiş alışveriş ve yaşam merkezleri, Taksim meydanı, beş bin polis, yarısı Taksim ve Nişantaşı'nda görev yapıyor düşünsenize. Abaza sarhoşların karıların götünü bacağını ellemesin diye mobese kameraları ve o kameraları izleyen operatörleri gözlerini dört açmışlar, Kenan Doğulu konser veriyordur kesin bir yerlerde ve aman sabahlar olmasın onuncu yıl marşı söylüyordur o cırtlak kebabı kıvamındaki uyuz sesiyle, oteller, eğlence mekanları, sokaklar, meydanlar eğlenmeyi içmek ve ayak üstü öpüşmek sanan hırt sevgililerle doludur, Anadolu Efes satışlarını ikiye üçe katlamıştır, Tuncay Özilhan viski puro eşliğinde Hazreti İsa'ya babasız doğduğu için şükranlarını sunuyordur, İsmailağa cemaati ise müritlerini cennete uçurmak adına alternatif geceler düzenleyerek Mekke'nin fethini dualarla kutluyorlardır, cübbeli he ha hu hü diyerek şovunu sergiliyordur ve espri fakiri müslüman tayfası "hoca yine döktürdü hafız, kürsüden tüm yılbaşı kutlayanları ve hatta bu gece vaaza gelmeyen tüm mahlukatı cehenneme gönderdi, bir bizi kurtardı Allah ondan razı olsun!" diyerek mutlu mesut, cennetten arsa almış bir orta çağ soylusu kadar kendinden emin ve doğru yolda olduğuna inancı pekişmiş evlerine gidiyorlardır, Cennet de ne menem bir şeyse artık her önüne gelen onun en asil taliplisi ilan ediyor kendisini. Jim morisınla kurt cobayin cennete girerse bu muhteremlerin sonsuz huzurlarının endeksi taban yapacak sanki? "Hacım öbür dünyada yemedikleri bok kalmadı bir de buraya posta koydular, benim namaz kılmaktan belim büküldü, herifçioğulları ceviz üstünde fındık kıra kıra geldiler yanımızdaki köşke yerleştiler iyi mi?" dediklerini duyar gibiyim şimdiden. Hikmetinden sual olunmaz Yaratıcı cennetine beni alırsan bir şekilde cemaatsiz ve beynamaz biri olaraktan sevgili eşimi de yanımda görmek isterim bilesin, Emi vaynhavuz yan komşumuz olursa kaymaklı ekmek kadayıfı olur, mümkünse Metalika grup olarak mahallemizde yer alsın, en sevdiğim yahudi Kohen muhtarımız, kurt, jim ve elvis belediye azamız, jeranimoyla sıpartaküs, mahalle bekçimiz olsun. Şol cennetin ırmakları akar iken senin adını ana ana, bu mevzu beni yeterince aştığından dolayı daha fazla saçmalamadan huzurundan çekileyim ben en iyisi yana yana... Sigara içmek üzere mutfağa yöneldim, ertesi gün işe gitmeyecektim nasılsa, daha ertesi günde, diğer günde. Hatun işi bırakırsam sigarayı bırakacağıma dair verdiğim sözü tutup tutmayacağımı merak ede dursun, ben bu yılbaşından sonra tayyibin sigaraya ne kadar zam yapacağı geyiğine sardırdım bir müddet. Artık otomatiğe bağladı mübarek, her sene yılbaşında içki ve sigaraya zammı yapıştırıyor. Yılın geri kalanında da vergi mergi ayağına başka türlü yöntemlerle cümlemizin başına çorap örüyor ama bu yılbaşı sürprizlerinden gına geldi artık. Gelse ne yazar orası ayrı, romalılar işini bilir, bizim gibi hımbıllara da orada burada söylenip küfretmek düşer sade. Neyse tam sigarayı ağzıma yerleştirdim çakmakla ucunu harlayacağım küçük çocukla aynı evde yaşama gereği, mutfağın pencere koluna elimi atıp açmamla beraber hatunun doğal yollardan kurduğu bubi tuzağına düşmem bir oldu ve pencerenin önündeki mermere konulmuş cam kavanoz gürültüyle kendini yere atıp mutfağın fayansı üzerinde tuzla buz oldu. Artık çıkan gürültüden midir nedir bilmiyorum benim ufaklık yataktan ağlayarak seslenmez mi arada, bittim ben. Kaynanama sağlıklı ve huzurlu uzun ömürler dileyerek ayağımı yerden kaldırmadan sürüyerek ilerledim. Ağır ağır iki metre kadar ilerlediğimde benim küçüğün mutfağın eşiğinde ağlayarak ve şaşkınlıkla beni arandığını fark ettim. Allah'tan ışıkları yakmamışdım da beni böyle tuhaf bir halde görmedi kerata. "Aman da paşam uyanmış..." diyerek kucağıma alıp sarıp sarmaladım. "s" ve "d" tuşunun canı cehenneme, hem konuşarak hem de sırtını sıvazlayarak sakinleştirdim onu. Yalnızlık korkusunu güven duygusu pompalayarak etkisiz hale getirmek gerekiyor bu tür durumlarda. Tekrar uykuya dalmasını sağlamak lazım ayrıca, ama diğer yandan mutfak bir kavanoz cam kırığı dolu ve benim hatunun ertesi günün sabahı daha acılı bir bubi tuzağının kurbanı olma ihtimali var ortalığı toplamazsam eğer. Önce kanımın kanının yanına uzanıp uyutuyorum, nefes kontrolüyle derinlere daldığına kanaat getirdikten sonra mutfağa geçip ışığı açıyorum. Büyük parçaları toparlayıp atıyorum ama gerçekten çok fazla sayıda olan küçüklerini tam anlamıyla temizleyemeyeceğimi anlıyorum. Bu saatte elektrikli süpürge çalıştırıp hatunu ve hatta üst katta yaşayan apartman sakinlerini uyandırmak pek içimden gelmiyor doğrusu. İki sandalyeyle cam kırıklarının yoğunlukta olduğu bölgenin önüne set çekip kağıt kalem aranıyorum. Kağıt neyse de kalem bulmak epeyce sorun oluyor. Büyük oğlan sağ olsun yaşı gereği epey dağınıktır, herhangi bir şeyin yerini değiştirmeye görsün artık bulabilene aşk olsun. "Girme! Kavanoz kırıldı, cam parçalarına dikkat et. bir de seni seviyorum..." yazıp koyuyorum sandalyenin üzerine, dikkat çeksin diye kalemi de üstüne bırakıyorum. Sonra geçiyorum klavyenin başına. Artık yazabilirdim; İşssizlik kuyusuna düşmeden evvel eninde sonunda bir hobit topluluğunun elinde oyuncak olacağımı iliklerime kadar hissediyordum. Romalılar hiç değilse azınlıktaydılar. Bir kaçı hariç asla hayatınızda tam anlamıyla yer almazlar. Şebeklerini gazete ve televizyonlarda seyrederek istilaya uğradığınızı sanabilirsiniz ama gerçek şu ki hobitlerin çokluğu, mevzularının basitliği, konuşmalarında kendilerine biçtikleri değerin yarı çapı ortalama bir arafiyi anında yere serebilecek güçtedir. Asla vazgeçmezler, sonsuz bir akışın devingen maymunlarıdır. Ege'nin gariban bir yamacında kendi başına yetişen bir Kuşkonmazın kuzey kutbundaki akşamüstü soğuğuna etkisi ne kadar olabilirse hobbitler arasında kalmış bir arfinin de bulunduğu ortama katkısı ancak o kertededir. Arafi aşınır, aşınır, aşınır. Rahmetli Ahmet Kaya yanlış biliyor, kırk yıl su damlasa muhakkak bir şeyler olur o mermere, elbette güvenilebilir ibneylen berbere. Hobitler donuktur. Bir kısmı gerçekten fiilen dünya dışına göçmüştür ama farkında değildirler. Hayatlarının ilk yarısında yaşadıklarının geri kalanında devam ettiğini zannederler. Üstelik farklılığı reddederler. Kendi yaşamların heba olup gittiğinin, geriye sadece toz ve kül kaldığının ölesiye farkındadırlar ama bu fikirden olabilecek her yöntemle kaçmaya meylederler. Bu durum arafileri sürekli eleştirmelerine, aşağılamalarına, küçümsemlerine ana kaynaktır. Belirsizlik ve olağandan farklı davranış biçimleri üç ay evvel çürümüş bir peynir önlerine konmuş gibi suratlarının ekşimesine sebep olur. Bir hobit tek başına bir yıkılmazlık kulesidir, kendine, yaşantısına, fikirlerine inancı sağlamdır. Memleketi, dini, tuttuğu parti, ırkı, gelenekleri üstün nitelikler taşır diğerlerine göre. Bunlar üzerine bir dünya gereksiz cümle kurmaktan bıkıp usanmaz ve bunu bulabildiği her fırsatta sergilemekten kendini alamaz. Bir rivayete göre hobitler doğmadan evvel annelerinin karnında bir hafta daha bekleselermiş sırf çene olarak dünyaya gelirlermiş ve yine aynı rivayete göre bir hobite verilebilecek en büyük ceza onların konuşmalarını engellemek ya da yanlarında konuşacak kimseyi bulamamalarıymış. Sırf çene muhabbeti biraz abartılı elbette ama harbiden hobitler konuşacak kimse bulamazlarsa başkalaşım geçirip kendi kendilerine konuşarak delirirler. Hobit olmak ve bunu inkar etmek doğaldır fakat gerçeği perdelemez. Bu ne suçtur ne de ceza. Allah öyle öngörmüştür en başından. Kaderci bir yaklaşım oldu ama farklı bir çıkarım sunacak, eldeki verileri analiz edip teori geliştirecek yeteneğim yok benim. Sonuçlar üzerinden iz sürüyoruz ve pek çoğu kişisel deneyimlerden yola çıkıyor. Kusurlu ve bütünlükten uzak. Çünkü mükemmelliğe inanmıyoruz, Amerikan rüyasına, çiçek çocuklarına, başbakana, devrime, yeşillere, Okan Bayülgene, sosyal güvenlik numarasına, askeriyeye, İngiltere kraliçesine, Leydi Gagaya, Fenerbahçe Cumhuriyetine, evrime, noele, israile, kapitalizme, vesaire vesaire. Şimdi, şu an, Kuzey Korelilerle aynı havayı soluduğunuza, aynı yüzyılı paylaştığınıza, aynı güneş ışığına maruz kaldığınıza inanabilir misiniz? Koca ülke, bir tane komik diktatör ve milyonlarca hobit! Ne lan bu? 1 Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
tiananmenian Yanıtlama zamanı: Ekim 25, 2016 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Ekim 25, 2016 Deve Dikeni-4 7 Elbette, kötü bir şaka! Bukowski Postane" kitabına önce "her şey bir yanlışlık olarak başladı." ile başlar, sonra 'her şey' i siler ve devam eder. Kendisi hiç değilse bir romana bu şekil bir başlangıç uygun görmüş, bizim varlığımız kötü bir şaka. Ne olanı beğeniyoruz, ne olacağı değiştirme gücüne sahibiz. Pek fena bir arada kalma hali ve korkunç sıkıştırılmışlık hissi. Varıp varacağı nokta eylemsizlik, ya da pasif direnç. Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşıyor, ama yılanın dokunduklarına edebilecek tek kelamım yok. Afrika'da aç, Ortadoğu'da sefil, Hindistan'da kadın, Çin de işçi, Amerika'da işsiz, Kanada'da evsiz olmadığım için şükredebilirim sadece. Memleketimde ailemin sıcak yuvasında mutfağa pusu kurdum, sigara içerek yazı yazıyorum sadece. Tüm evren uyuyor, Amy Winehouse mezarda ama sesi youtube'da benimle birlikte. Ocak dört itibariyle uçağa binecektik benim ufaklıkla beraber. sabah yedi buçukta yola çıktık evden. Hatun sağ olsun arkamızdan bir tas su dökmediği kaldı sabah sabah. Aksi gibi sislenmişti İstanbul, Durağa gelen ilk otobüse attık kendimizi, metrobüs durağına gelene kadar dur kalk dur kalk anamız ağladı, belimiz büküldü, dizlerimizin bağı çözüldü. Selim'le yolculuk hep zevkli olmuştur, çoğunlukla kendi kendine oyalanır ve hiç arıza çıkarmaz sağ olsun. Vallahi kargaya yavrusu şahan görünür hallerinden biri değil bu, Neyse o. Metrobüsle Yeni Bosna'ya gelmemiz çok sürmedi ama epey vakit kaybettik arada. Hesapta dokuz elli de kalkacak uçağımız ve biz metroya bile binememişiz saat dokuz itibariyle. Allah'tan sadece iki durak var arada. ancak metrodan indiğinizde sizi epeyce uzun bir yürüyüş yolu bekliyor aksi gibi. Niye bu kadar kısa kesmişler yolu anlamadım gitti. Tam yola koyulduk, selim'i kucağıma aldım hızlı yürüme gereği, Üstü açık bir araba yanaşıp durdu yanımızda. baktım üzerinde ücretsiz yazıyor atladım hemen. Bir kaç kişi daha aldı yolda saatte ancak on beş yirmi kilometre hız yapan ve Selim'in pek hoşuna giden tuhaf aracımız. İçeriye girerken bavulumuz ve bozuk paralarımız bir naylon kap eşliğinde iksray cihazından geçirildi. Selo önüne gelene gülücük dağıttığından pek bir hızlı geçtik aranma faslından ama kuyruk nedeniyle bir beş on dakika daha heba oldu gitti arada. Asansörle çıkılıyordu iç hatlar terminaline ve sıpa her seferinde olduğu gibi asansörün ışıklı tuşlarına rastgele el atmaya başladı. Henüz birinci kattaydık ki ahizeden "buyrun efendim, bir şey mi oldu?" gibisinden bir ses geldi. "yok yok, çocuk yanlışlıkla bastı tuşlara, kusura bakmayın..." deyiverdim sadece. "rica ederim efendim, iyi yolculuklar!" dedi karşıdaki erkek sesi. Seni yetiştirip şu ahizenin arkasında istihdam eden personel şefinin gözlerinden öperim canımın içi diye içimden geçirdim ama sesimi çıkarmadım. Günün en güzel olayıydın sen ve müşteri temsilcisi adı altında telefondaki çatlak kadın seslerine inat, bir an için bile olsa kendimi efendi gibi hissettirdin bana güzel insan. Asansörden çıktığımda kalabalık ve karmaşa başımı döndürdü önce. Tehaye'nin bürosunu arandım ve gittim önünde kimse olmayan ama en suratsız memurenin önüne. Bir müddet yüzüme bile bakmadı hazret, bilgisayarda bir şeyleri halletmeye çalışıyordu. Sanki silikon vadisinin yazılım uzmanı anasını satayım, ekrandan gözünü ayırmıyor bir türlü. Saat aksi gibi dokuz otuz ve sürekli Sivas seferinin muhterem yolcuları için anons yapılıyor. "dokuz elli Sivas." diyerek araya girince ancak beni fark etti. Sabahın köründe işe başlamış olmalıydı, ya da uykusuz mu kalmıştı dünden geceden çözemedim pek. "uçuştan kırk beş dakika önce burada olmanız gerekirdi..." diye söylenince sabahtan beri içimde yara olan yetişememe korkusuna tuzu bastı böylece. "daha yirmi dakika var!" ne dediysem de, önce ekrana bir şeyler yazdı sonra "üzgünüm ilerde satış bürosuna başvurun..." deyip kapadı mevzuyu. Yüzüme bile bakmadı yav, bir yandan Selo'yu çekiştirirken bir iki söylenip ayrıldım yanından. Karşı tarafta canına yandığımın tehayesinin satış bürosuna başvurduk bu sefer. Aksi gibi buradakiler de silikon vadisinden yazılım uzmanı çıktı. Kimse önüne gelene bakmıyor, ekranlardan asla ayrılmayan gözler, iki dakika sizi bekletmeden ve siz mevzuyu açmadan asla sizinle ilgilenmiyorlar. Bu sefer erkek bir gişe memurunu gözüme kestirdim. Nereden estiyse artık kesin Yozgatlıdır dedim kendi kendime. Diğerlerinin aksine pek kavruk bir görünümü vardı ve kravatı hem düzgün bağlanmamıştı hem de renk uyumu berbattı. bu sebeplerle Yozgatlı zannetmedim tabii, ne alakası var şimdi ucuz şovenizmin, ilk çıkarım tamamen hissi, diğerleri berbat gözlemlerden ibaret. neyse uzatmayalım, "arkadaşım şu bilete bir bak hele, kaçırdık biz uçağı, ne yapabiliriz?" diyerek uzattım bileti. Uzatmayalım derken uzatırsan eğer, yazarlık sınavında ikmale kalırsın çocuk diye araya girme hiç. Sabahın beşi şimdi ve Sivas'ta in cin top oynuyor dışarıda. Cinler iki sıfır galipmiş ben ilk yarıyı seyretmedim bilmiyorum. Genç muhtemelen Yozgatlı gişe memuru elimden bileti alırken gülümsedi bana iyi mi, gevşedim hemen, hemşehrim benim ya, bu kurtlar sofrasında bile iyi yanlarını muhafaza edebiliyor sağ olsun. "bugün uçuş yok sivas'a yarın sabah var isterseniz..." dedi muhteşem ekranına bakıp bakıp. bir ara heveslendim ne var lan bu ekranda bir kere de ben göreyim diyerek ama "zaten bu promosyonlu bilet iptal ya da değiştirme şansımız yok..." deyiverince tüm neşem bir an da tuz buz oldu yerlere döküldü. Kös kös geri döndük metroya, dönüş yolunda üstü açık arabaya da binemedik yürüyen merdivenlerden yürüye yürüye neredeyse iki üç kilometre yol katederek attık kendimizi metronun koltuklarına... Bir ara geri dönüp gudubet memureye "makyajınızı tazelemeniz gerekiyor, hoş böyle abuk sabuk bir ifadeyi hiç bir pudra gölgeleyemez, üstelik gerçek sarışın olmadığınız elli metre öteden bile belli oluyor..." demek geçti içimden. Asıl çirkinin kendim olduğunu, cebimdeki iki kişilik biletin parasal yükünün tümüyle bana girdiğini, her türlü yol şartlarını göze alarak bir yarım saat daha erken yola çıkmam gerektiğini düşünerek vazgeçtim sonra. İki seçenek vardı önümde; ya eve gidip bir dünya hatun ve kaynana söylemiyle (dır dır demedim bak ama ekürisi olur bu ) berbat bir gün geçirip ertesi gün yola koyulacaktım ya da hazır metroya binmişken o mühendislik ve mimari şahikası Esenler otogarında alternatif çözümler arayacaktım. Selim dışarıdan geçen görüntülerle oyalanıyordu, arada bir birbirimizle İskoçyalı ile İrlandalı oynunu oynuyorduk. Muhabbet tamamen dört yaş altı ve aşağı yukarı şöyle; "uçağı nasıl da kaçırdık irlandalı?" "ben irlandalı değilim, sensin!" "sen de iskoçyalısın o zaman" "hayır ben irlandalıyım" "tamam iskoçyalı otobüsle Sivas'a gidiyor muyuz?" "gidiyoruz..." Esenlere gelir gelmez belli başlı Sivas otobüs firmalarını gezindim ve hiç birinin gündüz seferlerinin olmadığını öğrendim. işleri kesat olmalıydı, Üçüncüsünden de elim boş çıkınca bir umut bir diğerine yollanırken o muhteşem ses kulağıma çalındı. adam İstanbul'dan Kars'a kadar neredeyse tüm illeri tek tek sayıyor ve on dakika sonra otobüsün kalkacağını iddia ediyordu. Mevzuya yazıldım hemen, "geç abi şöyle..." diye yol açıp, içeriye de ben işe yarıyorum arkadaş edalarında "abiye bi Sivas bileti kes!" diyerek noktayı koyduk. Otobüs neredeyse boştu ve selo'ya bilet almayarak günün zararını kendi adıma minimuma çekmeye çalıştım. Arka beşlinin hemen önünde şoför arkası kısmına yerleştik ama bir yarım saat geldi geçti kalkamadık iyi mi? Birileri sürekli girip çıkıyor, sayım ne yapılıyor, bir şeyler bagaja tıkıştırılıyor ama şoför koltuğuna oturması gereken asıl oğlan bir türlü ortalıkta görünmüyordu. Edemedim aşağıya Selimle birlikte inip sigara tüttürdüm, Aradan zaman geçti Selo'yu her ihtimale karşı helaya götürdüm, geldik bir sigara daha yaktım derken, nihayet firma bizi Esenlerden çıkarmaya karar verdi. şükür duası bilsem edecem de üç Kulhu bir Elhamdan ötesi yok bende hacı, su simit alarak attık kendimizi boş koltuklara. Firma tüm çabalarına rağmen dolduramamıştı otobüsü ama daha yolun başındaymışık meğer nereden bilelim. Öncelikle sekiz deneme sonrası bir türlü geri manevra yapıp çıkmadık park ettiğimiz yerden. Nihayet yandaki firmanın otobüs şoförüne rica edilip aracı bir beş metre yana kaydırıldıktan sonra yine üç Kulhu bir Elhama başladıydım ki daha duam bile bitmeden gittik Esenlerin karanlık dehlizlerinden birinde tekrar durduk. ve neredeyse on on beş teneke benzin yüklendi otobüse kocaman bir huni aracılığıyla. Yasal mıdır değil midir, helal midir haram mıdır ben bilmem kocam bilir, pardon cübbeli ahmet hocam bilir diyerek bekledik de bekledik bir yirmi dakika kadar ve Selim o sabah ilk defa huysuzlandı. İrlandalı oyunu bile kafi gelmeyince kalkıp biraz dolaştırdım otobüsün içerisinde. üstelik koltuk arkası televizyon ekranları kapatılmıştı ve Selim durmadan tuşları yoklayarak "neden çalışmıyor baba?" diye beynimi ütülüyordu. Mantıklı tek izahım bozuk olduğu üzerine zavallı söylemimdi, bu seferde "kim bozmuş?" sorusuyla muhatap oluyordum. Bir arkadaşımın metroda denk gelerek bize anlattığı hikayeyi hatırladım. Çocuk sürekli annesine sorular soruyormuş, kadın da sabırla cevaplamaya çalışıyormuş, en son "nereye geldik anne?" demiş ufaklık, annesi de "Zincirlikuyu'ya" diye cevaplamış. çocuklar bir alemdir bilmez miyim? "neden kuyuyu zincirlemişler anne?" diye sorunca metrodaki yolcular kopmuş gülmekten. Gel de cevapla aynen o durum. Selim'e muavin veya şoför diyebilirim ama olmadık yerde bir pot kırmasından korkuyorum bir yandan. Çocuktan al haberi derler ya, mütemadiyen doğrudur. Nihayet ilkel ama ucuz yollu benzin doldurma işlemi bittikten sonra çıkabildik otogardan. Televizyonu açtı bizim kavruk muavin ama içimden kötü bir ses en seyretmediğim televizyon kanalını dayayacak bu dallama şimdi dedim içimden.Ben sabırla yoğrulmuşum ve en kötüye katlanmaya odaklanmışım ezelden beri ama bizim oğlanın körpe zihni dizi ve müzik kliplerinden yara almadan kurtulsun diye çabalıyorum kendi kendime boşuna. Stv de karar kıldı en sonunda ve fredinin kabusu beşi bir yerde film serimiz en başından başlayarak sahnelenmeye koyuldu. İslamcı televizyonların korkunç dizi senaristleri, aşağılık çekim planları, beş para etmez yönetmenleriyle birleşir ve bir anda yıllardır Ankara garında egsoz dumanına maruz kalmış beyninizi Bolu dağında oksijen bombardımanına tutulmuş gibi afallatıp sekteye uğratabilir sizi sevgili dostlarım. Mutlak kötü ile mutlak iyi vardır ve kötü ilk başlarda kesinlikle iyiyi bir güzel ezer. Niye lan? Ezer işte, kötüdür o çünkü. Tamam da niye? Küçükken topu yandaki villanın inşaatına mı kaçmıştı, babası deri kayışla cezalandırıyor muydu geceleri, annesini zenci bir işportacıyla yatak odasında mı basmıştı, gökten zembille mi indi, niye kafadan kötü bu herif ya da kadın? Üstelik zengin, Hadi onu bir nebze anlarım, bir yerde kötülüğünü gerçekleştirmesi için güce sahip olunması gerek ve çağımızda en büyük güç göstergesi para. Yoksa kim takar gecekonduda yaşayıp soğan ekmek yiyen bir kötülük abidesini kendi çekirdek ailesi dışında? Neyse canım ciğerim, bu senaryolarda melek gibi canımın içi hatunlar ve çocuklar mevcuttur. Ama öyle böyle değil, az bir falsosu olsun arkadaş yok oğlu yok. dedikodu bile yapmazlar bu nur yüzlü teyzeler varsa yoksa eşleri, ev işleri, çocukları. Bir mücadeledir gider artık, kötü yapacağını yapar, iyi, elhamdülillah Allah beterinden saklasın der sabreder falan filan derken bir de bakarsınız kötünün gücünden daha üstün bir kuvvet kötüyü allak bullak eder bir anda ve dengeler tersine döner ve ne olur sonunda biliyor musunuz? İyi gene iyilik yapar. Kötü iyileşir! Onun geçmişinde asla topu inşaata kaçıp arkasından tecavüze uğramamış, babasından dayak yememiş, annesinden hiç utanmamış olduğunu anlarız böylece. Sanki sadece ters yüz olup aniden iyi olmak için kötüdür kendileri ve bir kere daha doğru yola çevrilmiştir kendisi iyiler tarafından. Vay anasını sayın seyirciler var mı böyle bir eksen kayması arkadaş? Var. Neyse biz tam köprüyü geçtik mutlu mesut İstanbul'dan çıkmak üzere olduğumuzu sanıyorduk ki, son golümüzü de yedik dandik otobüs firmamızdan. Efendim, firmamızın servis namına herhangi bir hizmeti bulunmuyormuş meğer İstanbul'un Anadolu yakasında ve bizzat şehirler arası otobüsün kendisi bu hizmeti sunuyormuş meğer. Haremden başladık Kurtköy'den çıktık derken İstanbul'un şimdiye kadar göremediğimiz ne kadar kıyıda köşede kalmış yanı yöresi varsa bir güzel gezdirdi bizi otobüs. Bu durum Gebze'den sonra yol üstündeki tüm şehir ve kasabalarda otogarlara uğrayarak devam etti sonrası ve ben nihayet Selim'i uyutabildim kucağımda. Memlekete indiğimde kendimi yirmi yıl sonra vatanına dönmüş mülteci gibi hissettim bir an. Tam yere yapışıp kaldırım taşlarını öpecektim ki, Selim çekiştirdi kolumu "baba! çişim geldi..." diyerek. Otogarın tuvaletine gittik... Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
tiananmenian Yanıtlama zamanı: Kasım 17, 2016 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Kasım 17, 2016 Deve Dikeni-8 Sistem, sistem, sistem, çevirip durdum zihnimde bir süre kadar bu sihirli kelimeyi. Fırsatını bir yakalasam kendimce toplu resim çekme faaliyetini deneyeceğim ama benimki iktidar yalaması olmadan evvel Alev Alatlı'nın yıllar önce yaptığı ve halen devam etmekte olan "or'da kimse var mı?" serisinden çok farklı olacak. Aynı havayı soluyoruz ama benim Türkiye'm merhum George Orwell'i Sauron'u alkışlatan Alev Alatlı'nın tasavvurunun ancak sabaha karşı beşte ayazda kalmış kadarı olabilir elbette. Yerimiz belli, çevremiz bulunduğumuz yerin sadece basit bir kartvizi. Küçük adam olmanın kendine göre bir dünya avantajı mevcut canım ciğerim. Çok kolay kamufle olabiliriz mesala, Hiç ses çıkarmadan yıllarca saklanabiliriz, Ki bir kısmımız bu aşamada aşınıp eriyebilir. Sabırla ve inatla direnebiliriz ve direnç gösterdiğimiz şeyler dahi bunu hissetmeyebilir, Çok rahat ölürüz mesela. Her türden herhangi bir sudan sebep bize anında kalıbı dinlendirebilir ve muhtemelen teşvikiye camiinden kalkmaz cenazemiz. De bayram değil seyran değil eniştem, aman ya enişte nereden çıktı şimdi, başbakanım, neden sağlık bakanını da yanına katarak üçü geçtik artık dört çocuktan dem vurmaya başladı? Ulan asgari ücretin sayıyla yedi yüz elli lira olduğu memlekette dört çocuk olur? Olur da hesabını kim tutar, ceremesini kim çeker? Yok artık çocuk bezi denen bir nane varmış, yok kürtaj, yok doğum kontrol hapı, yok prezervatif diyerek zamanında bu memleketin geleceğiyle oynanmış, yok genç nüfus asla eksik olmamalıymış derken aniden alnıma yumruk gibi yerleşen bir sinüzit ağrısıyla birlikte aydınlandım ben. Amcalara var olan yetmiyordu artık, sistem ya, tabi ya, süreklilik arz etmeyen her şey değersizdir abisi. Sistem kurulup düzenler ve düzülenler saflarını sıklaştırdıktan sonra gelinecek nokta ve arzu edilen artık o düzenin devamını her türlü araçla sağlamaktan ibarettir. İşçi sayısının azalıp asgari ücretin iki katına çıkarıldığı bir ülke asla düşünülemez. Muhtaç olduğumuz kudret böbrek üstü salgılarımızda mevcuttur. Bir an kucağımda uyuyakalmış el kadar çocuğa göz attım, içim cız etti. Aman da büyüsün, okullarda okutalım, asker olsun, terhis olsun, sonra da gelsin gitsin çok uluslu bir şirkette kapıkulu olsun. Adaletin bu mu dünya? hacel ovasını engin mi sandın, ayağında potini var dengin mi sandın? Nuh peygamber bunun için mi yaptı o koca gemiyi şimdi? Dur, toplu resim çekeceğiz derken karıştırdık her şeyi bir birine, adım adım gidelim biraz; Sistem başbakanın aşağılık ve sadık köpeğidir, sistem hobitin dillendiremediği, anlamlandıramadığı, ağırlığını hissettiği ve fakat bir türlü anlamadığı tasmasıdır, sistem cedayın masa artığı kemiğidir, sistem arafinin hem suçu hem cezasıdır. Romalı domuzlar daha eşittir ve geri kalan her birey sadece ve sadece köpektir. Arafi'nin tek farkı bunu dibine kadar hissetmesidir. bilmesi ona hiçbir şey kazandırmaz, üstün kılmaz, eyleme sürüklemez, çare ürettirmez, isyana sürüklemez. Evet çünkü o gemi bunun için yapılmıştır, o gemi soyu tükensin diye her türden hayvanı çifter çifter kurtarmıştır ve sırf kapitalist hıyarlar yumurtasını yesinler diye hazar denizin de mersin balığı yetiştirilir. Üç dört kere daha ürün almak için her seferinde hayvanının karnını dikip tekrar suya bırakırlar. bir Hülya Avşar çıkıp "odeobank'ta sadece ben değil herkes özel..." der, niye ki biz bunu diyince para alıyor muyuz anasını satayım diye küfrederiz ama çaktırmamız gerekir. Hatuna bak ya, bizim özel olmamız ona neyse sanki? Kim lan bunun metin yazarı reklamcı, ana tema sadece Hülya Avşar değil herkes özel bu bankada, fikre bak hizaya gel arkadaş. Bak şekerim, kapitalist düzenin kalesi olmanız size insanlarla dalga geçme hakkı tanımaz, ya reklamcınız bir güzel Hülya bacımızı da araya katarak orijinal bir fikir alayına gider diye size bu herzeyi kakalamış ya da siz zaten böyle bir dalgaya uygun salınımla buralara gelmişseniz sirkeye sürecek aklınız olmadığı gibi boşa harcanacak paranız da eşşek yüküyle var demekki. Ama! Biz asla ve kat'a özel olamayız, bokktan ve size para kazandıran bir işlem için dahi sıra numarası alır, ayakta sıramızı bekler, memureden azar işitir, paşa paşa ücretimizi öder, çeker gideriz en fazla. Oynamayın la bu milletin hissiyatıyla... Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
tiananmenian Yanıtlama zamanı: Kasım 25, 2016 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Kasım 25, 2016 Deve Dikeni - 8.1 Umulmadık şeylerle çerçeveliydik aslında. Yapının asıl sahibi ki her türlü ad yakıştırılabilir kendine, kurguyu kendine has gizemler ve çözümsüzlükler üzerine planlamış olmalıydı. Her insanın idrakinden bağımsız ve her birinden ayrı ayrı beslenen. Anlayamıyordunuz, aklınız, varlığınız ve evren vardı sadece ama her ne olursa olsun evrenle uzlaşmak zorundaydınız bir şekilde. Diğer yandan İ. Melih Gökçek diye bir şey vardı bir yerlerde tivit fenomeni, ve aynı havayı solumak zorundaydınız. Korkunç! Yapıcı sürekli aslınıza döneceksiniz diye türlü türlü tuzaklarla üzerinize gelirdi, devlet ve onun eyeri kaltak hükümeti üzerinize gelirdi, dünya üzerinize gelirdi, eğer 'antik uzaylılar' belgeselini az biraz izliyorsanız eciş bücüş biçimleriyle enva-i çeşit uzaylılar bile üzerinize gelirdi ve siz işe gitmek, yaşlandıkça daha sık kendini hissettiren dişlerinizi tümden çektirmeyi planlamak, işemek, çiftleşmek, muslukların contalarını değiştirmek, bilmem kimin bilmem nereyi satın aldığına kafa yormak, sınır komşularınızda yaşanan vahşeti ölü gözlerle ekrandan seyretmek, sigarayı bırakmayı denemek, cuma namazına gitmek ve safları sıklaştırmak zorundaydınız. Otobüsler berbattı ve ter kokuyordu kalabalıklar, ter kokusuna alışmak ve mümkünse kendi ter kokunuzu bir şekilde kamufle edip, diğerlerine karıştırmamanız gerekiyordu sonra, ölenler, kalanlar, dilenciler, mesai saatleri, iş arası geyikleri, bir garip zaman israfı. Tanrım, bana verdiğin hayatı bir güzel harcadım, şimdi sabah sekiz akşam beş mesaide geri kalanını da evimde geçiriyorum, emekli olma umudum yok, niyetimde yok, her seferinde çuvalladığımı ve diğerlerinin yanında kendimi sümüklü bir mendil gibi gereksiz hissettiğimi bilmem ki elli bininci defa itiraf etmeme gerek var mı şimdi? Her şey iyi güzelde Yarabbelalemün madem ben zavallı da yıllar sonra kalabalık korkusu oluşacağını biliyordun da neden İstanbul'un en yoğun hattında en boktan muavinlerinin çalıştığı Silivri - Yenibosna arasındaki otobüslere sabah akşam binmek zorunda bıraktın? Ben böylesi mevzulara takılıp giderken küçük, sinirli, kırılgan, yararsız hayatımda tam da kırk iki yaşıma girdiğimin ikinci günü bir şey oldu memlekette. Tuhaf bir şey ve sistem "error" verdi aniden... Matrix'i hatırla, matrix'i hatırla, matrix'i hatırla! Yeşil ekranda birden bire beliren kod hatasının görünme sahnesini aklına getir ve orada dur, bir müddet kal öyle: işte o şey Gezi parkı'dır. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
tiananmenian Yanıtlama zamanı: Aralık 21, 2016 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Aralık 21, 2016 Deve Dikeni - 9 Yalnız gezi parkına gelmeden evvel sosyal katmanlarımıza iki yeni grup daha katıldı, "Damdaki Kemancı" filmini seyretmeden ölmemesi gereken pek arada kalmış sevgili Arafilerim. Evet, ne derdi o filmde sevgili Yahudi gencimiz; "Mutlu olmak, yoksul bir terzinin de hakkıdır." Kuşkusuz, Allah dünyayı var ederken milenyum itibariyle urfa'nın tapusunu Sedat Bucak'a vereyim, yirmi bin insanı da kapısına kul köle edeyim, arabasının arkasına da "Mülk Allah'ındır" yazsın O sonra, diye bir şey kurgulamamıştır herhalde. Yirmi bin maraba sedat bucak'ın bir otomobili etmiyor ve biz bu karşılaştırmaya elma ile maden suyunun toplanması kadar abes bakabiliyoruz. Dünyada var olan her şey Adem babamızla Havva anamıza eşit sunulmuşken, geçen süreçte benim Ademden yana akrabalarımın oldukça az bir kısmı Romalı olma becerisini gösterirken diğerleri Arafi ve Hobbit olarak yaşamalarına devam etmek zorundadır. Her şey bu fikre hizmet eder. Güvenlik teşkilatlarıyla birlikte devlet mekanizması, adalet sistemiyle birlikte anayasal sistem, sanat camiasıyla birlikte sosyetik düzen, ve hatta din. Her seferinde başlangıçlarında yoksullardan ve zulüm görenlerden destek almış din bile, günümüzdeki haliyle tüm din adamları ve kurumlarıyla birlikte bu yolun hizmetkarıdır. Romalı statükocu ve muhafazakardır. Raya çomak sokan, düzeni bozan, akışı sekteye uğratan her hareketin karşısındadır. Bir kaç istisna harici hiçbir zengin, kral, devlet görevlisi, din müjdecisi peygamberlerin yanında yer almamış hatta varlıklarını onlarla mücadeleye vakfetmişlerdir. Muhafazakar kelimesini duyunca bazı denyoların bıngıldağı kaşınıyor hemen. Kendilerini muhafazakar diye niteliyorlar hemencecik. Kelimenin orjini fransız ve çıkış itibariyle monark yanlısı devrim karşıtı sınıfı betimliyor. Bizde ise dindarlık ya da sağcılıkla ilişkilendiriliyor. Geçen sene galiba facebook'da biraz da Akp dönemi iktidar yalaması din pazarlayıcıları hedef alarak bir yazı paylaştıydım. Tokat'lı bir arkadaştan sırf bu muhafazakar sözü nedeniyle tepki aldım. Tanırım ederim, severim sayarım ama bu Tokat'lıların normal hayatlarında gayet makul insanlarken partiperestlikten dolayı sosyal paylaşım platformlarında zıvanadan çıkmalarını bir türlü akıl sır erdiremiyorum arkadaş. Tokat örnek sadece, yoksa al memleketim Sivas'ı vur üzerine üzerine gram sekmez, aynı kalıba anında oturur. Her neyse ben de gereksiz yere açıklama yazdım, ya böyle de bir durum var artık. Her şeyi ayan beyan açıklamamız gerekiyor. Adam sırf muhafazakar kelamı üzerinden kendisinin hiç alakasının olmadığı bir yazıya haybeye alınganlık yapıp, üzerine bir de laf sokuyor ama açıklamayı ben yapıyorum, ne güzel İstanbul valla. İşte gezi parkına gelmeden evvel, yeni sosyal katmanımız böyle böyle yavaş yavaş şekillendi bende. İsimleri Akgezenler... ikincisi yeni sosyal katmanımız ise ara form yani Ork'lar. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
tiananmenian Yanıtlama zamanı: Aralık 21, 2016 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Aralık 21, 2016 Deve Dikeni - 9-1 Daha önce paylaşmıştım ama şimdi bir örnekleme yapmanın tam zamanı, sırf fikir vermesi açısından, buyrun; Ara form... Üvey evladım Yusuf'la birlikte Beylikdüzü civarından Silivri otobüsüne binmek zorunda kaldık. Diğer türlü metrobüs ve minibüs yapmak zorunda kalacaktık ki yolculuk maliyetimiz iki ya da üç katına çıkacaktı. Tüyap'a kadar her şey yolunda gitti, ardından öyle doldu ki otobüs ancak havalandırma deliklerinden nefes alacak hale geldik. Deve bağırtan yokuşundan aşağı tıngır mıngır inerken arkada oturan ama belli ki biri kız diğeri oğlan iki çocuğunu önlerde ikili koltuğa oturtan bir babanın git gide yükselen sesiyle cehennemin dibinde olduğumuzun bir kere daha farkına vardık. Yaşlı bir kadın yanlarına oturmuş ve sekiz yaşlarındaki ablası dört beş ancak var kardeşini kucağına almış meğer. Ara tür "Ayça, Ayça, niye aldın kızım kardeşini kucağına?" diye seslendi önce. Kız korkuyla karışık arkaya bakındı ama sesini çıkarmadı hiç. Ork bu sefer yaşlı ablaya sardırdı, "Niye kaldırdın çocuğu, hey kime söylüyorum..." gibisinden yırtındı durdu. Abla'da tam o sırada telefonla konuşuyormuş meğer ne duydu ne arkaya dönüp cevap verdi. Ork değersizlik hissine kapıldı bir anda, babasından hiç görmediği sevginin her türlü dışa vurumunu sesinin volumünü yükselterek, kelimelerini sertleştirerek, araya küfürler serpiştirerek kullanmaya başladı. Tam bir cinnet hali, git gide kabaran ego tavana vurmaya meyilli salak devinimlerle kendini aldı sürükledi. Tüm otobüs kıl oldu adama, tek kişi sesini çıkarmadı ama. Derken kızına tekrar seslenmeye başladı zaval köyü gediklisi. "Kızım söyle ona bana baksın..." gibilerden çırpındı durdu. Kız hiç ses etmedi, korkulu, endişeli, özür diler gibi bakışlarıyla arkaya bakıyordu sadece. Ara türün neslinin kendisiyle birlikte son bulacağını düşündüm o an. Şükürler olsun dedim içimden Yaradana. Ork'un sözünün dinlenmediği ve kalabalık içerisinde rezil olduğunu hissettim ayrıca. "Sizin için mi doğurttum lan ben o çocuğu..." dediği anda yenge olması ihtimal kadını aradı gözlerim, bulamadım kalabalıktan dolayı. Doğurttum lafının nesnesi olmak nasıl bir duygudur acaba diye dertlenmedim değil o an. Ork abladan yine tepki gelmeyince çıldırdı, kendince yerlere serilmiş egosunu toparlama ve zaten var olmayan kişiliğini hareketle betimlemeye karar verdi ve etrafı yararak yaşlı kadının yanına gidip "neden çocuğu kaldırdın, ben parasını verdim bu koltuğun..." diyerek kendini aşağılama yolunun en dibini seçti. Başörtülü bir kızcağız, (olanı anlatıyoruz neyse o...) " Ablacığım siz buraya oturun." diyerek yaşlı kadını oturttu başka bir yere ve oğlan çocuğu o koltuğa oturamadı sonrası. Büzüldü kaldı. Kız zaten lal olmuş, hala acınası gözlerle etraftan bakışlarıyla özür dileme derdinde, ama Ork bu seferde oluşturduğu negatif enerjinin üzerindeki etkilerini dağıtma derdinde konuşmaya devam ediyordu. Yusuf atıldı birden bire, "Tamam işte, çocuk oturdu yerine, daha ne konuşuyorsun..." diyerek tüm otobüsün söylemek istediğini tek seferde söyledi. On dokuz yaşında adam, üstelik benim oğlum. Öyle gururla doldum ki o an, sarılıp öpesim geldi yanaklarından. Ben dahil bir otobüs ahali Yusuf'un yerinde olmak için can atıyordu sanki. Ork maymunluğunu sürdürmeye devam etti, "Avukatı da varmış, aklını alırım lan senin" dedi Yusuf'a. "Al da gör..." derken kolunu tuttum, şefkatle gülümsedim. "Lütfen, boş ver, lütfen.." dedim. Bakışları nefret, korku, dehşet, erkeklik taşıyordu. Tuttuğum kolun altında akıp giden adrenali hissedebiliyordum. Sustu, gülümsedim. Ork içine gömülmüştü ve tüm otobüsün nefretini kazanmanın verdiği karanlıkla vicdanını yellendiriyordu. "Karanlığında boğul, ama çocuklarını yanında taşıma sakın..." diye dua ettim havayı efsunlayarak. Az sonra durağımıza geldik, indik beraber. Yusuf hala otobüsteydi, o korkusuzdu, ben tecrübeli. Yeni cep telefonu almıştık daha, biraz sonra Ork karanlığında boğulacaktı nasılsa, biz devam etmeliydik, ama Ayça kesinlikle dualarımızdan nasibini almalıydı... Şimdi bu ve benzerlerinin sayısının milyonlarca olduğunu, bunların oluşturduğu kirliliği, rahatsızlığı, sevimsizliği, sevgisizliği hayal kurun ve bundan sonra hayatınızda bunlara mümkünse rast gelmemek için dua edin geceleri... Akgezenler'in tohumu yıllar önce ekildi, ama hasadı için Gezi Parkı eylemleri gerekiyormuş meğer. Evde zor tutulan yüzde elli'den bahsediyorum. Öncüleri, Ali İsmail Korkmaz'ı döverek ölümüne sebep olan polisler ve esnaftan oluşuyor, yancıları doktor, vali, emri ben verdim diyen ve tüm o ölüme sırf o çocuk alevi ve solcu olduğu için kayıtsız kalabilen milyonlar. Öncelikle her birinin ben teker teker, de neyse ya. Sövmeyeceğim. Ancak belirtmeden geçemeyeceğim tek şey bunların tapındığı Tanrı ya da dini ben reddediyorum. Diğer ölümlere sebep olanları, elinde palayla Taksim'de eylemci kovalayanları, bir dünya partiperest klavye delikanlısının sosyal medya paylaşımlarını tek tek sayamayacağım şimdi. Ancak Kabataş yalancısını ayrıca belirtmeden geçersek, kalbimiz kurur, gözlerimiz açık gider, dişlerimiz dökülür ve ne tarih affeder, ne de her neye inanıyorsak o. Bir sonraki konumuz da bu olsun öyleyse... Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.