nameste Oluşturma zamanı: Ağustos 22, 2015 Paylaş Oluşturma zamanı: Ağustos 22, 2015 74 bin yıl önce başlayan ve bugün Almanya’nın Berlin şehrine kadar uzanan buzul döneminin 12 bin yıl önce sona ermesiyle, dünya ısısı 4-5 C° artmaya başlamıştır. Artan ısıya bağlı olarak buzulların erimesi ve şiddetli yağmurlar nedeniyle deniz ve göllerdeki su seviyesi 125 metre kadar yükselmiş, dünya iklim ve coğrafyasında büyük değişiklikler olmuştur. Bu değişikliklere Anadolu topraklarından bir örnek verecek olursak; şu anki Tuz gölü, o tarihlerde Konya-Ereğli Havzasını kaplayan büyük bir göldür ve Çatalhöyük de bu gölün kıyısında kurulmuştur. Anadolu’dan çok daha büyük yüzölçüme sahip olan Asya topraklarında da bu iklim değişikliği neticesinde çok sayıda su havzaları; akarsular, göller, ve iç denizler meydana gelmiştir. Coğrafi koşulların içinde barındırdığı medeniyetler üzerindeki büyük etkisi vardır. Özellikle yaşamsal değeri olan suyun, uygun yaşam koşullarının sağlanmasında çok önemli bir faktör olduğu için de uygarlıkların var olması ve büyümesi bu su havzalarının bol olduğu yerlerde olmuştur. Türklerin ana vatanı olan Orta Asya toprakları için de durum böyledir ve Orta Asya topraklarında yaşayan Türkler suyun bol olduğu bu topraklarda yerleşerek, tarım yapmışlar, hayvanları ehlileştirmişler, yeraltı madenlerini bularak işlemesini öğrenmişler ve kültürel gelişmelerinin sonucunda da yazıyı bulmuşlardır. Çok uzun sürece dayanan yazının bulunması ve kullanılması, bilgi ve belgelerin gelecek nesillere aktarılmasını mümkün kılmıştır. Bilim adamlarının Asya ve Avrupa topraklarında milyon yaşında kafatasları bulmuş olmaları insanlık tarihini milyonlarca yıl öteye götürmesine karşın, tarih yazının bulunması ile başlamıştır. Medeniyet, modernleşme, yaşam tarzındaki değişiklikler, yazının bulunması ve evrimleşmesi ile gerçekleşmiştir. Dünyada yazıyı ilk kullanan Türkler olduğu için de tarih, Türk’lerin yazıyı kullanması ile başlamıştır. Asya kıtasının ortasında Baykal ve Balkaş, Issık göllerini, Ala Tau (Tanrı dağlarını) ve en eski yerleşim bölgesi olan Yedi Su’yu da içine alıp kucaklayan ve Hazar Denizine kadar uzanan bugünkü Altay, Tuva, Kazakistan ve Kırgızistan toprakları, ilk yazının ortaya çıktığı yerlerdir. Mağara resimleri ve Sıntaşlar’dan (anlam ifade eden heykelcik) sonra piktogramlar (resim vasıtası ile düşünceyi belirten yazı) 20.000 yıl önce, petroglifler (Kaya resimlerinin değişmiş ve yazılardaki sembol şekillere dönüşmüş biçimi ) 15.000 yıl önce, tamgalar (ilk harf sembolleri) 10.000 yıl önce, harfler ve sonunda alfabeye geçişin dünyada ilk örneklerinin olduğu yer Türkistan topraklardır. Resim-1 (Altın elbiseli adamın parmağındaki altın yüzükte, kafasına on adet tüy takılı bir insan kafası bulunmaktadır. On sayısı Türkler için kutsaldır. Resmin yanında bulunan yazıt kurgandan çıkarılan gümüş kap üzerinde yazılıdır.) Altın elbiseli adama ait bir kurgan çizimi (Kazakistan topraklarında halen açılmamış birçok kurgan (mezar) mevcuttur) Kurgandan çıkan Altın Elbiseli Adama ait başlık Türklerin bilinen tarih boyunca Orta Asya topraklarında ve sonrasında bu bölgeden tufanlar başta olmak üzere çeşitli etkilerle dağıldıkları yeryüzünün çeşitli coğrafyalarında üstün medeniyetler kurduklarının kanıtını geride bıraktıkları binlerce eserde bulabiliriz. Kırgızistan’ın Talas bölgesinde Çiğimtaş (Çizgili Taş) ve Narın Bölgesindeki Saymalı Taş (nakışlı taş) (3500m yükseklikte, 90.000 kaya resmi), Talas Yazıtı, Kazakistan’da Essik Kurganlarındaki Altın Elbiseli Adam (Resim-1), Tamgalı’da Tamgalısay (ilk Türk tamgaları,10.000 yıllık 1.000 piktoğraf), Ceti – Yedi Su yazıtları, Yakutistan’da Baykal-Lena yazıtları, Tuva’da Uluğ-Kem Sülyek Köyü-Karayüz yazıtı, İtalya’da Etrüks yazıtları, Moğolistan’da Kül Tigin yazıtları, Yenisey yazıtları (şimdilik bilineni 107 tanedir), Rusya Uluğ Kem, Şülyek Köyündeki Yazılıkaya Karayüz yazıtı, Altaylar’daki Pazırık Kurganı ve yazıtları, Anadolu’da; Antalya Side yazıtı, Eskişehir’in Han İlçesinde Yazılıkaya (Resim–3) ve Uçuz yazıtları, Ankara Polatlı Yassı Höyük yazıtları, Erenköy yazıtı (Resim-4) , Ergani yakınındaki Çayönü yerleşmesi, Gevaruk yaylası Özalp ilçesinde Pegan köyü Resimleri, Salyamaç Köyü yakınındaki Cunni Mağarası yazıtları, Sat köyü civarındaki Sat Dağı resimleri, Side Harabeleri yazıtları, Van Tirşin yaylası Çilgir köyü yazıtları, Konya Çatalhöyük yazıtları, Ankara Polatlı da Yassı Höyük’teki Erken Türk yazıtları, Hakkari de Gevaruk yaylası Sat Köyü tamğaları, Antalya da Beldibi mağarasındaki tamğalar, Şanlıurfa Göbekli Tepedeki tamğalar, Hakkari Çelo Dağı Kahn-ı Melik ve Taht-ı Melih kaya üstü resimleri, Van Bölgesinde Cilo dağı Put Köyünde Kızların Mağarasında ki resimler, Başet Dağında Kaya üstü yazıtları, Erzurum ili Karayazı ilçesi Salyamaç Köyünde Cunni Mağarası yazıtları, Burdur Hacılar Höyüğünde kaya yazıtları, Çatalhöyük yazıtları, Van Tirşin alanı Çilgiri Köyü yazıtları, İstanbul Erenköy yazıtları, Antalya’da Beldibi’nde Side Yazıtları, Sinop kalesinde kapı yazıtları, Trabzon Mağara Yazıtları, Suriye Lazkiye’de Ras Şamra’ da Ugarit yazıtları, Ege denizi Lemnos Adası yazıtları(….), şu ana kadar bulunan ve bilinen eserlerden bazılarıdır. 1789 yılında Fransız Komutan Napolyon Doğu hakimiyetini sağlamak için Osmanlı’lara ait Filistindeki Akka kalesi önlerine gelir. Savaşı izlemek amacıyla da bir İngiliz İstihbarat subayı Akka’ya Anadolu topraklarından (İstanbul-Halep) geçerken Eskişehir Yazılı Kaya’ya rastlar. Bizans Kültürü ile yetişmiş bu İngiliz subayı Yazılı Kaya’yı Bizans kültürüne ait olduğunu ve metin içerisinde geçen “Midai ? ibaresinden dolayı da, tarihte yaşadığına şüphe ile bakılan, menkıbe kral Midas’a ait olduğunu iddia eder ve literatüre de bu şekilde geçer. Aynı şekilde Gordion diye anılan ve Ankara-Polatlı’da bulunan Yassı Höyük’ün de Kral Midas’a ait olduğu söylenmektedir. Bu da gerçek değildir. Kanıt olarak da, bu mezarın yapılan karbon testi neticesinde yaşının M.Ö.740 a ait olmasından anlamaktayız. Oysa bu tarihlerde Yunan Uygarlığı diye bir uygarlık (Yunan’a ait hiçbir yazılı eser) bulunmadığını Yunan’lı tarihçi Herotot’da belirtmiştir. Erken Türk yazıtlarını okumadan o zamanki yaşam ve medeniyet hakkında fikir yürütmek mümkün değildir. Bu sebeple de bu eserlerin ve yazıların Türklere ait olduğunu, Erken Türk tarihi konusunda yaptığı araştırmalardan tanıdığımız Sn. Kâzım MİRŞAN tarafından bu yazıların okunması ile anlıyoruz. Fakat bu çalışmalar bazı tarihçiler tarafından kabul edilmemektedir. Zira bulunan eserlerin Türkçe okunarak, Türklere ait olduğunun kabul edilmesinin ne kadar büyük bir hadise olduğunu Atatürk’ün henüz daha genç bir subayken Sinop’ta yazmış olduğu şiirden anlıyoruz. Gafil, hangi üç asır, hangi on asır Tuna ezelden Türk diyarıdır. Bilinen tarihler söylememiş bunu Kalkıyor örtüler; örtülen doğacak. Dinleyin sesini, doğan tarihin, Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak, Yalan tarihi görüp, doğru tarihe giden. Asya’nın ortasında Oğuz Oğulları Avrupa’nın Alplerinde Oğuz Oğulları, Doğudan çıkan biz, batı’da yine biz, Nerede olsa, ne de olsa kendimizi biliriz. Hep insanlar kendilerini bilseler, Bilinir o zaman ki hep biriz. Türk sadece bir milletin adı değil, Türk bütün adamların birliğidir. Ey birbirine diş bileyen yığınlar, Ey yığın yığın insan gafletleri, Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde, Dünya o zaman görecek, Hakikat nerede, hakikat nerede? 2. Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk Tarih Tezi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün, Türk Tarih Tezinde Türklerin kökeninin Orta Asya olduğu resmen dile getirmiştir. Atatürk 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisinin 130ncu toplantısının açılış konuşmasının birinci oturumunda yaptığı konuşmada bu hususla alakalı şunları söylemiştir. “Efendiler, bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk Milleti vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında da tarih alanında da bir derinliği vardır. Türk Milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh Aleyhisselamın oğlu Yasef’in oğlu olan kişidir… ? Atatürk öncülüğünde 2 Temmuz 1932 ve 20 Eylül 1937 tarihlerinde yapılan Türk Tarih Kurultayları o devrin en ünlü yerli ve yabancı bilim adamlarının katılımlarıyla yapılmıştır. Fakat ne yazık ki Türk Tarihinin araştırılmasını amaçlayan bu çalışmalar Atatürk’ün ölümünden sonra durdurulmuştur. 3. Türk ne demektir? Güneyde Himalaya dağları, kuzeyde Kuzey Buz Denizi, doğuda Kore Denizi, batıda Balkanlar’a kadar uzanan coğrafya ile Asya ve Avrupa kıtalarının yani Avrasya olarak adlandırdığımız karanın milyonlarca kilometre karelik topraklarında, son buzul çağının sona erdiği 12 bin yıl zaman derinliğinde yaşamış insanlar, meydana getirdikleri yazılı eserlerde kendilerini Türk olarak adlandırmışlar ve ortak dil olarak da Türkçeyi kullanmışlardır. Bu insanlar neden kendilerine Türk demişlerdir? Türk kelimesi ne anlama gelmektedir? Bunu, eski Türkçe yazıt olan ve edebi bir dille yazılan Türkistan’daki Orhun Abidelerinden öğreniyoruz. (Resim-5) Resim-5 Bu yazıtta Türk, yaratana inanan anlamında kullanılmıştır. Fin Uygur Derneği Coğrafya Cemiyetinin 1890 yılında yayınladığı, Orhun yazıtlarının ilk çözümünü kapsayan, tahrif edilmemiş, aslına en uygun olan ”Fin Atlası” kitabında birinci taş, doğu yüzü 38. satırda “Ökük Türök ? yani “Rabbani Türük “, “Tanrı Türü” denilmektedir. Türklerin Orhun Yazıtlarından önceki binlerce yıllık tarihinde, Asya’nın milyonlarca kilometre kare topraklarına yayılmış yaşarlarken kendilerine verdikleri ad; “töreye uyan” “yaratanını bilir”, “Rabbani Türk”, “Tanrısını tanır”, “Yaratanına bağlı” anlamlarında “Ökük Türök” dür. “Ökük Türök ” deki “Ök” (tanrı, yaratan) Türkçe deki ses uyumundan dolayı “ük” olmuş ve kelime böylece “türük” olarak okunmuş, günümüze de Türk olarak gelmiştir. “Ök ? ekinin günümüzdeki kullanımına “Öksüz ve Ökkeş“ kelimelerinde rastlayabiliriz. Yaratan anlamında kullanılan “Ök ? eki ile Öksüz, yaratanını yitirmiş, yetim anlamında, Ökkeş ise yaratanına bağlı anlamında kullanılmaktadır. Yani günümüzden binlerce sene önce Türk kelimesi, o bölgede ve sonrasında tüm dünyaya yayılmış, yaratana inanan insanları tanımlamak amacıyla kullanılmıştır ve hiçbir zaman bir ırkı tanımlamak için kullanılmamıştır. O zamanın anlayışına göre, günümüzde de olduğu gibi Türk olmak için Türk ana ve babadan da türemek gerekmiyordu. Zaten 18 yy. a kadar savaşların amaç ve yöntemlerini anımsarsak pratikte de bunun böyle olamayacağını anlarız. Bir birleriyle savaşan iki taraftan yenen, yenilen tarafın erkeklerini öldürmüş kadınlarını ise kendilerine eş olarak almış, bu şekilde de neslini devam ettirmiştir. Dolayısıyla saf, arı bir ırktan bahsetmek mümkün değildir. Göçlerin uğrak yeri olan Türk’lerin yaşam yeri olan Orta Asya için de durum böyledir. Bu bölge içerisinde ve sonrasında dünyanın dört bir tarafına yapılan göçler (Resim–6) neticesinde ırklar, insanlar, medeniyetler karışmıştır, hakim kültür egemenliğini devam ettirmiştir. Bu büyük göçlerin neticesinde ise ortak kültürlerinde mevcudiyetlerini devam ettiren ana unsurun adı hep Türk olarak tarih boyu yaşamıştır. Bu büyük göçlerin neticesinde ise inançlarında asimile olmayarak Tanrısına inanan grupların adı hep Türk olarak kalmıştır. Resim-6 (M.Ö.14.000 den M.S. 1200 yıllarına kadar devam eden göçler.) 4. Etrüskler, Türk müdür? Orta Asya’dan dünyanın diğer yerleşik yerlerine yapılan göçler sonucunda, Orta Asya’da gelişen medeniyet ve özellikle de yazı Avrupa’ya taşınmıştır. Binlerce sene süren göçler, ilk olarak M.Ö. 5.000’lerde İskandinav ülkelerine doğru başlamıştır. ETRÜSK olarak adlandırılan bu toplum İtalya’ya gelmeden önce, Fransa’da, Glozel’de ve Avusturya’da (M.Ö. 4.000) yaşamışlardır. Etrüskler’in M.Ö. 1.500’lerde Po ovasına oradan da maden bakımından zengin olan Etrürye denilen Toskana bölgesine yerleştikleri buralarda bulunan kalıntılardan anlaşılmıştır. (Resim-7) Etrüsklerin hâkimiyeti kuzeyde Po ovasından Roma şehrinin güneyine kadar hem karada hem de denizde üstün bir medeniyet olarak sürmüştür. M.Ö. 600 yıllarında en güçlü oldukları dönemde Roma şehri M.Ö. 743 de Etrüsk’ lü Romulus tarafından kurulmuştur. Roma şehrinin simgesi olan ve Roma şehrinin değişik yerlerinde bulunan heykel, Türk’lere Ergenekon’da yol gösteren efsanevi hayvan dişi kurt Asena’nın memelerinden süt emen iki çocuk simgesidir. (Resim-8 ) Roma şehrini kuranların Etrüskler olduğu ve bunların da Türk oldukları, 2004 yılında Etrüsk mezarlarındaki kemiklerin genetik araştırmalarından da anlaşılmıştır. İtalya’da Ferrara Üniversitesi Genetik bilimci Prof. Guido BARBUJANİ, Firenze Üniversitesinden Prof. Davit CARAMELLİ, Bologna Üniversitesi Prof. Loredana CASTRY, Parma Üniversitesi Prof. Antonella CASOLİ, Pisa Üniversitesi Prof. Francesco MALLEGNİ, İspanya Barselona’da Pompeu Farba Üniversitesi Prof. Carles LALUEZA imzalı raporda yaşları 2700 ile 2300 arasında değişen 80 Etrüks iskeletinin genetik araştırması sonucunda Etrüsklerin Doğulu olduğu sonucu açıklanmıştır. Ayrıca, Etrüsklerin Orta Asya’dan gelen ama Hazar kuzeyinden gelip Avusturya’daki İnsburg bölgesi üzerinden İtalya’nın Po ovası bölgesine inen bir halk olduğunu, Sn.Kazım MİRŞAN’ın Etrüsklerden kalma üzeri yazılı belgeleri okumasından da anlaşılmaktadır. İtalya’da 1995 yılında Etrüsk konusunda en yetkili bilim adamı olan Floransa’dan Prof.Dr. Giovannangelo CAMPOREALE, Sn Mirşan ile bir hafta süren görüşmeleri sonrasında Etrüsk yazıtlarının Erken Türkçe olduğunu kabul etmiştir. Ayrıca araştırmacı yazar rahmetli Adile AYDA, “Etrüskler Türk mü idi? ? (Ankara 1974), kitabında da aynı konu işlenmiştir. Adile AYDA bu araştırmalarında özellikle Türkçe ve Etrüskçe arasında söz benzetmeleri yapmıştır. Adile AYDA ayrıca,“Herodot (M.Ö. 484-425 ) Attika halkının Helen asıllı olmadığını söylemekte? diyerek, Etrüsk’lerin Türk olduğunu belirtmektedir. Roma’yı Kuran Etrüsklerin M.Ö. 100 yılına kadar bu bölgede üstünlüklerinin sürmesine karşın bir süre sonra kendi dillerini konuşmayı bırakarak Latince konuşmaya başlamışlar, sonrasında da kültürlerini kaybederek tarih sahnesinden yok olmuşlardır. 5. Türkler ilk defa Anadolu’ya ne zaman girmişlerdir. Türklerin Anadolu’ya ilk defa 1071 de Malazgirt zaferi ile girdiğini iddia etmek doğru değildir! Türklerin Orta Asya’dan başlayıp Avrupa içlerine kadar uzanan izlerine rastlanmasından anlaşılacağı üzere Anadolu topraklarının 7000 yıllık sahibi Türk’lerdir ve en köklü medeniyete sahip olan Türkler Orta Asya’dan Avrupa ve Anadolu’ ya, bir kısmı yine Avrupa’dan tekrar Anadolu’ya gelmişlerdir. Bunu İsveç, Norveç, Danimarka, Almanya, İsviçre, Romanya, Fransa gibi coğrafyalarda, bırakmış oldukları birçok tarihi eserlerde yer alan yazıların okunmasından biliyoruz. Milattan önce Anadolu’da yaşamış ve çok gelişmiş kültürleri ile çevrelerindeki insanlara medeniyet aşılamış bir topluluk olan ve bugün “Frigler” olarak adlandırılanlar, Erken Türklerdir. Bunların AFYON-ESKİŞEHİR-ANKARA-UŞAK çevresinde bıraktıkları eserler hala ayaktadır. Frig’lerin günümüze kadar kalan en büyük eserlerinden biri Eskişehir ili Han Kazası Yazılıkaya Köyündeki “Yazılıkaya” anıtıdır. Etrüskçeye benzeyen Erken Türkçe ile yazılan Yazılıkaya Yazıtı 1965 yılında Etrüsk yazıtlarını okuyup 1970 yılında “Proto-Türkçe Yazıtlar ? adlı kitabını yayınlayan Sn. Kazım Mirşan tarafından 1994 yılında okunmuştur. Etrüsk yazıtlarının Etrüsk alfabesine göre (Resim-9) Türkçe okumasının yanı sıra 1998 Yılında “Etrüsklerin Tarihleri, Yazıları ve Dilleri ? kitabını yazan Sn. Mirşan, Etrüsklerin dil ve inanç yapılarını da inceleyerek Etrüsklerin Türklüğü konusunu açıkça ortaya koymuştur. Resim-9 (Etrüsk Alfabesi) Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Sn. Kazım MİRŞAN’ın yeni kitabını olan “İSKANDİNAVYA’DAKİ TÜRK YAZITLARI? kitabını yayınlamıştır. Bu kitap, İskandinav coğrafyasında M.Ö.2300-2700 yıllarına ait eserler üzerlerinde “FUTHARK ? yazısı olarak bilinen yazıların Sn. Kazım MİRŞAN tarafından “ERKEN TÜRK YAZITLARI ? olarak okunmasını kapsamaktadır. 6. Çin’deki Beyaz Piramitler. Doğu Türkistan’da Himalaya Dağı eteklerinde Tibet sınırına yakın Shensi Bölgesinde Çin hükümeti tarafından dünyadan gizlenen Beyaz Piramit (Resim-10) ve civarındaki 100 kadar diğer piramitler Türk’ün Orta Asya’daki geçmiş tarihinin birçok sırlarını içlerinde saklamaktadır. Meksika’daki ve Mısır’daki piramitlerin bazı araştırmacılar tarafından atası kabul edilen bu Beyaz Piramit’in Mısır’daki büyük piramitten iki misli büyüklükte ve yaşının 5000 yıl dan fazla olduğu bilinmektedir. Resim-10 (Beyaz Piramit bölgesinden dünya ilk defa 1912’de iki Avusturyalı gezgin sayesinde haberdar oldu, bunu 1957’de Life dergisindeki II.Dünya Savaşı’nda uçaktan çekilmiş resminin yayınlanması takip etti. En sonunda da yasaklanan bu bölgeye girmeyi başaran Alman araştırmacı Harwig Hausdort’ın fotoğrafları yayınlandı.) 7. Psikolojik Savaş faaliyetleri altında Batının Türk tarihine bakışı 1000 yıldan fazla süren İslamlık-Hıristiyanlık davalarının doğurduğu düşmanlık duygusu içindeki tutucu tarihçiler, bu davalarda asırlarca İslâm’ın öncülüğünü yapan Türklerin tarihini, kan ve ateş maceralarından ibaret göstermeye çalıştılar. Türk ve İslâm tarihçiler de Türklüğü ve Türk medeniyetini İslâmlık ve İslâm medeniyeti ile kaynaştırdılar; İslâmlıktan önceki binlerce yıla ait devreleri unutturmayı Ümmetçilik siyasetinin icabı ve din gayreti vecibesi bildiler. Daha yakın zamanlarda Osmanlı İmparatorluğuna bağlı bütün unsurlardan tek bir millet yaratmak hayalini güden Osmanlılık cereyanı da, Türk adının anılmaması, milli tarihin yalnız ihmal değil, yazılmış olduğu sayfalardan kazınıp silinmesi yolunda üçüncü bir etken halinde diğerlerine eklenmiştir. Bütün bu olumsuz cereyanlar, tabii olarak, mektep programları ve mektep kitapları üzerinde bile etkisini göstermiş ve Türklüğün, çadır, aşiret, at, silah ve savaş kavramlarıyla eş anlamlı tutulması geleneği mektep kitaplarımıza kadar girmiştir. 18. yüzyıldan sonra üretilen Avrupa merkezci tarih teorisi, insanlık tarihini, eski Yunan-Roma uygarlıkları ekseninde açıklamış ve uygarlık mirasını da Asyalı ve Ortadoğulu kaynaklardan kopararak, Avrupa’ nın tekelinde göstermiştir. Batı Avrupa dışındaki halklar, bu arada Türkler uygarlık yaratan değil, uygarlık yağmalayan ikinci sınıf “barbar ? ırklardan sayılmıştır. Bu hususta 8nci Cumhurbaşkanı Turgut ÖZAL’ın 1988 yılında, kaleme aldırdığı “La Turquie İn Europe ? isimli eserinde şu ifade yer almaktadır. ?Bizi Türk sayarak dışlıyorsanız bilin ki, bizim Türk denecek bir şeyimiz yoktur, uygarlık adına neyimiz varsa hepsini Yunanlılardan aldık, bizim kültürümüz Yunan kültürüdür, oğlumun adı olan Efe bile, Yunancadır; Bu nedenle, Avrupa Birliğine girmemiz için kültürel engel yoktur(….) Biz tepemizde Türk olmayan yöneticiler bulunmasını yadırgayan bir toplum değiliz, Avrupa Birliğine alınmamıza bu açıdan da herhangi bir engel yoktur ? Bu kapsamda yapılan hata ilk değildir son da olmayacaktır. Atatürk’ün ölümünden sonra iktidardaki CHP nin sözcüsü durumundaki Nurullah ATAÇ, batı kültürünün mutlak ve eksiksiz alınmasının, bunun için de Yunanca ve Latince’nin mecburi ders olarak Türk okullarında Türk çocuklarına okutulması gereğini savunmuştur. O devirlerde Yunan Latin eserleri okullarda ders olarak okutulmaya başlamış, hatta Latince eğitim veren liseler açılmıştır. Tüm bu çabaların mantığında aslında ana dilimiz Türkçeyi unutturarak Türk kültürünü yozlaştırmak, değiştirmek ve yok etmek hedeflenmiştir. Likya’nın Yunan medeniyetinin temeli olduğunu göstermek amacıyla Likya uygarlığı konusunda ilki Akdeniz Medeniyetleri Enstitüsü (AKMED) tarafından 1977’de İstanbulda,1990 da Viyana’da yapılan Likya sempozyumlarının bir üçüncüsü 7-10 Kasım 2005 tarihinde en geniş katılımla (350 katılımcı) Antalya’da yapılmıştır. AKMED’ in kurucusu ve sempozyumun (Bilgi Şöleni) şeref başkanları Suna KIRAÇ ve İnan KIRAÇ’ın düzenlediği ve Antalya valisi Alaaddin Yüksel’in açılış konuşmasını yaptığı sempozyumda İnan Kıraç Bizans ile ilgili “Bazı şeyleri dışlıyoruz. Bizim değil diyoruz. Oysa Bizans bizim. 1100 yıl birileri yaşamış, sonra ben Osmanlı olarak bunun bir parçası olmuşum. Sonra Cumhuriyet olarak devam etmişiz. Dolayısıyla Bizans’ı, 1100 yılı silip atamayız. ? demiştir. Oysaki bu bilgi şöleninde “Likya medeniyeti Yunan medeniyetinin temelini meydana getirir.? iddialarına verilecek cevap, Likya konusunda Prof. Dr. Cevdet BAYBURTLUOĞLU ve diğer araştırmacılar yıllardır yaptıkları çalışmalardır. Bu araştırmaların ışığında diyoruz ki, günümüze kadar ulaşan yüzlerce Likya yazıları mademki eski Yunancadır, neden Yunanca temel alınarak hala okunamamaktadır! Batılı bilim adamlarının Etrüsk yazılarını okunmaya muvaffak olamadıkları gibi, söz konusu olan Likya yazısı da Etrüsk yazısının bir türevi olduğundan okunamamaktadır. Etrüsk, Pelas, Attika ve Firik yazısı ile Likya yazısı aynı kökten doğan alfabenin farklı zaman ve coğrafyalarda çok az değişmiş halleridir ama ana kök aynıdır ve bu yazılar Tarihçi Doç.Dr.Haluk Berkmen tarafından okunabilmektedir. Tarihçi Dr. Serhat Kunar “Antalya ve yakın çevresi ? adlı kitabında, Midilli’de oturan Yunan’lıların Anadolu’da yaşayan Türklere, bayraklarındaki Kurt başından dolayı, Yunancada Kurt anlamına gelen Likos diye hitap ettiklerini belirterek Likya’lıların bıraktıkları yazılardan da bunların Erken Türk olduklarının anlaşıldığı yazmaktadır. 1977 den beri Likya medeniyeti ile Yunan medeniyeti arasında ilgi kurmak için AKMED bünyesinde yapılan çalışmaların hiçbir bilimsel temeli yoktur. 8. Sonuç Dünyada en eski uygarlığa sahip olan biz Türkler, bunun bilincinde olarak dünyanın neresinde olursa olsun atalarımızın bırakmış oldukları eserlere sahip çıkmak zorundayız! a. Gerçek Türk tarihi bize şunu söylemektedir: · İlk Alfabetik yazıyı Türkler buldu. · 12 Hayvanlı Türk Takvimi Dünyadaki ilk takvimdir. · İlk Ödüsleri (Devletleri) Türkler kurmuştur. · Pusulayı, anahtarı, saati, kağıdı ve matbaayı Türkler bulmuştur. · Avrupa medeniyetinin temelini oluşturan Etrüskler Türk’tür. · Türk Topraklarının en eski sahibi Türklerdir. Anadolu topraklarının eski Yunan medeniyeti ile hiçbir alakası yoktur! Anadolu topraklarının en eski sahipleri Atatürk’ün de dediği gidi Türklerdir! Bizlerden önce bu topraklarda başkalarının olduğunu kabul etmek, büyük bir yanılgıdır! Aksi takdirde herhangi bir milletin ve medeniyetin kültürel üstünlüğünü kabul etme ezikliği içerisinde olmamız, kültürel değerlerimizi zamanla kaybetmeye, sonuçta da tarih sahnesinden yok olmamıza sebep olacaktır! Bütün bu gaflet, delalet ve hıyanet içerisinde yapılan saldırılar karşısında süratle Atatürk’ün “Türk Tarih Tezi ? gün ışığına çıkarak, yapılmış olan bilimsel araştırmalar kaldığı yerden devam ettirilmelidir. Kabul edilmelidir ki, Atatürk inkılâpları Türk Uygarlık tarihin bir ürünüdür! Atatürk önderliğinde, dört yıl olan lise eğitimi için hazırlanan, fakat Atatürk’ün ölümüyle 1939 (yeni kitapların hazırlanıncaya kadar bu kitaplar 1941 yılına kadar okutulmaya devam edilmiştir) yılında müfredattan kaldırılan tarih kitapları yeniden müfredatlara ilave edilmelidir. Ulusal birliğin en önemli öğelerinden biri tarih bilincidir. Uluslar, tarihlerine güvenerek geleceklerine yön verirler. Tarih bilinci olmayan ve bağımsızlıktan ödün veren milletlerin hayat hakkı yoktur. Bilinmeli ve hiç unutulmamalıdır ki Bu devletin temelinde “Bağımsızlık benim karakterimdir! ? diyen Mustafa Kemal ATATÜRK vardır. Kaynaklar : a. Kâzım Mirşan · “Türk Metriği“ Kitabı · “Prototürkçe Yazıtlar Kitabı · “ALTI YARIQ TİGİN Kitabı · “Prototürkçeden Bugünkü Kürtçeye Kitabı · “Urgun-Selene Kitabı · “Anadolu Prototürkleri Kitabı · “Astrofizik Kitabı · “BOLBOLLAR Kitabı · “Alfabetik Yazı Başlangıcı ve Glozel Yazıtları Kitabı · “Alfabetik Yazı Başlangıcı Kitabı · “Etrüskler Kitabı · “Türk Takvimi Kitabı · “Erken Türk Devletleri ve Türük Bil Kitabı · “Sölgentaş Mağarası Kitabı · “İskandinavya’daki Türk Yazıtları Kitabı b. Turgay Tüfekçioğlu - Şeytan Üçgeni Kitabı c. Haluk Tarcan - Ön-Türk Uygarlığı Kitabı d. Kaynak Yayınları, Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri (4 cilt) e. Türk Dünyası Türk Kültür Dergisi S-51 8 nci Cumhur Başkanı Turgut Özal’ın Yazdırdığı La Turquie en Europe Kitabından. f. İnternet g. Yeni Aktüel Dergisi / 2 -8 Ağustos/2005 -ALINTIDIR- 1 Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
punitive Yanıtlama zamanı: Ağustos 22, 2015 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ağustos 22, 2015 [h=2]“Türkler olmadan bir dünya tarihi yazmak mümkün değildir” İlber Ortyalı[/h] Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
wolkadaw168 Yanıtlama zamanı: Ağustos 24, 2015 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ağustos 24, 2015 Bir tarihci vardi ismini hatirlamiyorum ama bir sözü vardi.Türkleri tarihten cikardigin an tarihin bir anlami kalmaz gibisinden birsey diyordu.Yazinin tamamini okumadim ama okudugum kadari cok sacma ve egoistceydi.Türkler,ilk zamanlarinda cinden vergi vermemek icin ayrilmis bir kabilemsi seydi.cincedeki türük kelimesinden türk kelimesi olmustur ve anlamida haydut , yagmacidir.hepimizin gördügü gibide bilim dünyasina hic katkimiz olmamistir aci ama gercek... Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
MZ1vdnW0mtQ Yanıtlama zamanı: Ekim 24, 2019 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ekim 24, 2019 ALTIN ELBİSELİ ADAM Şimdiye kadar Türk tarihinin ilk yazılı belgelerinin Orhun Abideleri olduğu biliniyordu. Ne yazık ki hala, bırakalım İlköğretim okullarını ve liseleri, üniversitelerimizde dahi bu aynı cehalet devam etmektedir. Hâlbuki 1969 yılında, Kazakistan'ın eski başkenti Almatı'nın 50 km. kadar yakınındaki Esik Kurganı'nda ele geçirilen buluntular arasındaki bir yazıt, Türk tarihinin ilk yazılı belgesi olma hakkını kazanmıştır. O halde, neden bu cehalet hala devam etmektedir ve neden kendini tarihçi gören kimseler bu konuda sessiz kalmaktadır? Ne acıdır ki çok önemli olmasına rağmen, konu hakkında yazılmış tek bir Türkçe müstakil kitap yoktur. ESİK (ISSIK) KURGANI'NIN KEŞFİ VE BULUNTULAR ESİK (ISSIK) KURGANI'NIN KEŞFİ 1969–1970 yıllarında, Kazak Bilimler Akademisi'nin, Tarih, Arkeoloji ve Etnografya Enstitüsü'nün Arkeoloji bölüm başkanı Kemal Akişoğlu'nun yönetiminde kazılan, Alma Ata şehrinin 50 Km. yakınındaki, şimdiki Issık Kasabası'nda bulunan Esik Kurganı bir tesadüf sonucu ortaya çıkarılmıştır. Altın Elbiseli Adam'ı bulan Bekin Nur Muhammedov (1936-2016) anlatıyor: Ben sıçan yılında doğdum, orta cüzden bir Nayman'ım. Ben burada, doğdum büyüdüm, buralarda yaşarım. Tarih bölümünü bitirdim. Şu gördüğünüz köyde yaşadım hep. 1963 yılında Essik Gölü taştı ve bütün bu araziyi sel bastı. Bu selde bazı kurganlar dümdüz oldu. Biraz sonra gideceğimiz bir fabrika var. İnşaatı 1969 yılında başladı. İnşaat kazısı sırasında, 6 metre yüksekliğinde, 60 metre genişliğinde iki kuyu kazıyorlardı. Bu kuyu kazma çalışması sırasında, sonradan yaptığımız ölçümlere göre, 3 metre derinliğe ulaştıklarında, 2×4 metre ebadında, kudukta bulmuşlar mezarı. Çatısı kalın tahta, zemini de tahta. Tahtanın üstünde kilim, kilimin üstünde kumaş var. Onun üzerine yatırmışlar, başı batıya, ayağı doğuya dönük, sırtüstü yatıyormuş. Çalışmayı kesip tarihçi olduğum için hemen bana haber verdiler. Mezara vardığımda, ellerimle toprağı kazımaya başladım. Önce tahta parçalarını açığa çıkardım ama tahtalar güneşi görünce elimde dağılıverdi ve toz haline dönüştü.. Biraz daha tırmalayınca, gözlerim bir parıltıyla kamaştı ve uzun süre mezara bakamadım. Yanımda bulunanlar da bakamadı. Gözlerimi oğuşturduktan sonra, Altın Elbiseyi gördüm. Tahta bir tabut içinde gömülmüştü. Yanında, üzerinde yazılar olan bir çanak vardı. Elinde de bir yüzük vardı. Yüzüğü alıp parmağıma taktım. Ölüyü altın elbisesiyle birlikte kaldırınca, altındaki ağaçlar da ölü de toza dönüştü, güneş gördükçe yanıyordu sanki. Büyük bir heyecan içindeydik. Yine sonradan yapılan ölçümlere göre, Altın elbiseli adam 1.65 metre boyunda ve 18 yaşlarındaydı. Dürüst davrandık, hükümete haber verdik. Ruslar geldiler ve kemik parçalarını aldılar. Altın Elbiseli Adam'ın sonrası malum. Önce müzeye konuldu, daha sonra Kazakistan Merkez Bankası kasasına nakledildi. Ancak Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev'in izniyle görülebilir. Şimdi Ortalık müzesinde maketi var, şehrin ortasında heykeli ve çıktığı yere de bir heykel yaptılar... Esik Kurganı'nın yapısı için şunlar söylenebilir: 7 metre derinliğindeki mezar odasının üzeri toprak-taş yığınıyla kapatılmıştı. Bu oda, diğer Hun kurganlarında olduğu gibi inşa edilmiştir. Kalın çam kütüklerinden yapılmış mezar odasının ölçüleri 3x2 metre ebadındadır. Odanın derinliği ise 1.20 metredir. Ancak, çam kütüklerinin içeriden yontularak düzleştirildiğini görüyoruz. Araştırmacıların açıklamalarına göre mezar odasının ahşap yapısı dışında hazırlanmış ve sonra kazılan çukura indirilmiştir. Zeminden kurganın tepesine kadar olan yükseklik 9 metreyi, kurganın üzerindeki suni tepenin çapı ise 60 metreyi bulmaktadır. Öncelikle bu buluntuların hangi topluluğa ait oldukları meselesi tartışma konusu olmuştur. Kazıyı yapan Kazak-Türk arkeologları bu eserleri genellikle M.Ö. V-IV. Yüzyıllara ve Sakalara mal etmektedirler. Kazaklar kendi kökenlerini Türk olarak kabul ettikleri Sakalara dayandırdıkları için bu şekilde bir düşünceye varmışlardır. Yapılan çeşitli araştırmalar, eserlerin bozkır kültürüne mensup Türk veya en azından Türkleşmiş bir kavim tarafından yapıldığını gösteriyor. Yazının Göktürk kitabelerinin alfabesine benzerliği ve eserlerin mitolojik, ikonografik özelliklerinin Hun sanatına çok uygun oluşu nedeniyle, özellikle Türkiyeli Türk araştırmacılar bunları Hun eseri olarak nitelendirmişlerdir. KURGAN'DAN ÇIKAN MALZEMELER Açılan mezarın içinden dört bine yakın altın eşya çıkarılmıştır. Mezarda ele geçen çeşitli eşyalar arasında keramik kaplar, ahşap tabaklar, 2 gümüş kupa ve yazının üzerinde yer aldığı bir gümüş çanak ile başka birçok obje vardır. 18 yaşında olması gereken genç bir prense ait ölünün üzerindeki altın zırh başlı başına bir sanat eseridir. ALTIN ELBİSELİ ADAM VE ÇANAKTAKİ YAZI 18 yaşında olması gereken genç bir prense ait ölünün üzerindeki altın zırhın başlı başına bir sanat eseri olduğunu söylemiştik. Bu elbise tamamen saf altından yapılmış ve mükemmel bir işçilikle yapılmıştır. Bu elbisenin özellikleri şöyledir: Cesedin başında üzerinde altından yapılmış tasvirlerin aplike olarak yer aldığı külah şeklinde bir başlık bulunmaktadır. Başlığın tepesinde de bir hayvan heykelciği yer alır. Ayrıca ok uçları, altın yapraklar, dağ kıvrımları üzerinde dünya ağacında kuşlar, arslan, dağ keçisi gibi mitolojik ve sembolik açıdan önemli olan hayvan tasvirleri vardır. Başlığın önünde boynuzlu-kanatlı atlar simetrik olarak yer almaktadır. Zırh gömlek, eşkenar dörtgenler şeklinde birleşen parçalardan oluşur. Eşkenar dörtgenlerin bir tarafında üçgenimsi yaprak şekilleri vardır. Kolların üst kesimlerinde ve yenlerinde arslan başları bulunmaktadır. Yaka çevresinden aşağıya inen ve etekte de devam eden şerit de arslan başlarından oluşmaktadır. Deri kemer üzerinde altın aplike kemer plakalarında hayvan tasvirleri bulunmaktadır. Kemer levhalarında dizleri büyük, boynuzları arkaya doğru uzanan geyik tasvirleri, üsluplaşmış arslan başları bulunmaktadır. Cesedin giydiği pantolonu ve çizmesinin yukarı taraflarıyla dizleri de altından süslüdür. Prensin sol tarafında kını altınla kaplı hançeri bulunmaktadır. Sağ tarafında da kemerine altınla bağlanmış iki tarafı keskin bir kılıcı bulunmaktadır. Onun ayrıca yine altın kaplı bir kamçısı da ele geçirilmiştir. Hançerin kabzasında ve kınında da hayvan tasvirleri yer alır. Aynı husus kılıç için de geçerlidir. Esik kurganından çıkarılan eserlerin hepsi Hun sanatının yapım ve süsleme tekniklerine uymaktadır. Hayvan tasvirleri, Türk hayvan tasvirlerine uygun olarak ele alınmıştır. Muhtelif şekillerde (kaşık, kepçe, bardak gibi) tanımlanan gümüş çanak üzerinde 26 harf tespit edilmiştir. Bu harflerin okunması çalışmalarında özellikle Olcas Süleymanov'un yaptığı çeviri yankı uyandırmıştır. Onun dışında Prof. Musabayev'in, transkripsiyon ve tercümesi pek taraftar bulmamıştır. Bununla birlikte eserler üzerinde olduğu gibi, çanak üzerindeki yazının çözülmesi için yapılan çalışmalar da halen devam etmektedir. İlk tercümeyi yapan Süleymanov şöyle bir ifadeyi önermiştir: "Khan uya Üç Otuzı (da) yok boltı utığsi tozıltı." "Han'ın Oğlu yirmi üç yaşında yol oldu adı sanı da yok oldu." Hatice Şirin'e göre ise, Göktürk yazı sistemi şimdilik bilinmeyen bir tarihte Türkler tarafından kullanılmaya başlanmıştır. Türk damgalarının ve ideogramlarının gelebileceği en ince ve ekonomik noktayı gösteren Göktürk yazılı ilk metin örneği, M.Ö. IV.- V. yüzyıllara ait olduğu tespit edilen Esik Kurganı'ndan çıkarılan gümüş bir çanağın içine kazılmıştır; ancak bu yazının bilim ölçütlerine uyan bir okuma denemesi henüz yapılamadığından, 687- 692 yıllarına tarihlendirilen Çayr kitabesi, Göktürk yazılı en eski metin olarak kabul edilmiştir. ALTIN ELBİSELİ ADAM'IN VE YAZININ ÖNEMİ ALTIN ELBİSELİ ADAM'IN SANATSAL VE TARİHSEL BAKIMDAN DEĞERİ Altın Elbiseli Adam, saf altından ve mükemmel el işçiliği ile yapılmıştır. Üzerindeki süslemeler gayet dikkat çekicidir ve günümüz teknolojisi dahi bunu yapmada hayli zorlanacak gibidir. Ayrıca bu süslemeler Türk kültür tarihi açısından da çok değerlidir. Esik altın levhalarındaki motifler, at, dağ keçisi, geyik, kaplan, pars, kurt, yırtıcı kuş gibi motifler taşır. Dikkat edilirse bu öğeler klasik Türk kültürünün öğelerindendir. Yine bu öğelerin Hun sanatında sıklıkla kullanıldığı hatırlatılmalıdır. Bu süslemelerde hayvan motifleri canlı bir şekilde resmedilmiştir ki bu üslup Türklerin icadı olan "Hayvan Sanatı"nın benzeridir. ÇANAKTAKİ YAZI VE BU YAZININ TÜRK TARİHİ AÇISINDAN ÖNEMİ Tarihçiler Altın Elbiseli Adam'ın İ.Ö. 6. yüzyıla ait olduğunu söylüyorlar ama bu konuda tartışma var. İnceleme heyetindeki Kazım Mirşan farklı düşünüyor ve bu tarihi İ.Ö. 3.500'e götürüyor. Mirşan, Altın Elbiseli Adam'ın yanında bulunan gümüş tastaki yazıyı okuduğunu, bu yazıdaki dilbilgisi, cümle dizimi ve kelime yapısını ancak o tarihlere ait olabileceğini belirtiyor. Kazakistan Bilimler Akademisi Tarih ve Etnoloji Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Mamet Koygeldi, özellikle Altın Elbiseli Adam üzerinde duruyor. Sovyet döneminde mezarda bulunan kemiklerin on dört ayrı karbon testinin olduğunu ve bunların birbirini tutmadığını, bu on dört ayrı testin özellikle birbiriyle örtüştürülemediğini ifade ediyor. Fakat ağır basan görüş bu tarihin M.Ö. 5–4. yüzyıl olduğudur. Bu eserler, Almatı Şehrinin Ortalık Müzesi'nde sergilenmektedir. Müzede sergilenen altın elbiseli adam, gerçeğinden bir uyarlama. Gerçek buluntu, Kazakistan Merkez Bankası kasasında saklanıyor. Kazakistan'da herkesin bildiği ve değer verdiği, onur, gurur duyduğu bir varlık gibi. Almatı'nın en büyük meydanında onun heykeli var. Resim bölümü öğrencileri meydanda o heykelin resmini yaparak çalışıyor. Kazakistan'ın her yerinde Altın Elbiseli Adam'dan bir şeyler görmek mümkün. SONUÇ Görülüyor ki, Türk tarihinin ilk yazılı belgelerinin Orhun Abideleri olduğu fikri artık değişmektedir, değişmelidir. Esik Kurganı'nda çıkan yazıt, haklı olarak Türk tarihinin ilk yazılı belgesi unvanını taşımaktadır. Fakat bu konuda sıkıntılar yaşanmaktadır. Öncelikle bu kurgan'daki kemiklerin karbon deneyleri tarafsızlıkla yapılmamakta ve bunda kötü bir niyet yatmakta olduğu gayet açık bir şekilde kendini göstermektedir. Bu kemiklerin on dört ayrı testi yapılmış fakat hiçbiri birbirini tutmamaktadır. Öyleyse, başta, bu kurganın resmi sahibi olan Kazakistan ülkesinin ve daha sonra Türkiye gibi Türk ülkeleri içinde gelişmiş bulunan ülkelerin bu konuda hassas davranması gerekmekte ve her türlü yardımı yapmakta elinden geleni yapmayı kendine bir ödev hissetmesi mecburi olmaktadır. Yine Türk ülkelerinin başta gelen görevlerinden biri de, devam eden kazının maddi gelirinin arttırılması ve böylece daha verimli sonuçlar elde edilmesinin sağlanmasıdır. Diğer bir görev de, bu projeye değerli ilim adamlarının gönderilmesidir. Fakat en önemli görev başta tarihçilere düşmektedir. Her şey bir yana, artık Türkler için yazının kullanım tarihinin çok öncelere dayandığı, yazının icadının Türkler tarafından gerçekleştirilmiş olunabileceği gibi bilgiler topluma ulaştırılmalıdır. İşte bunu da tarihçiler yapmalıdır. Bu konu hakkında hala, Türkiye'de yazılmış tek müstakil kitap olmaması Türkiyeli tarihçilerin yüzkarasıdır. Umarız ki bu kara leke, en kısa zamanda silinecektir. KAYNAKÇA ÇAY, Abdülhaluk M. - İlhami Durmuş, "İskitler", Türkler, C.I, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s.575–596. ÇORUHLU, Yaşar, "Hun Sanatı", Türkler, C.IV, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s.54–76. ESİN, Emel, "İç Asya'da Milattan Önceki Bin Yılda Türklerin Atalarına Atfedilen Kültürler", Türkler, C.I, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s.494–517. KAFESOĞLU, İbrahim, Türk Milli Kültürü, Ötüken Yayınları, İstanbul 2003. SOMUNCUOĞLU, Servet, "Altın Elbiseli Adam", Atlas Dergisi, S. 137, Ağustos 2004, s.138–142. ŞİRİN, Hatice, "Türklerde Alfabe ve Kimlik", Türkler, C.III, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s.740–753. Alıntı: Tarihistan.org 2012 Alıntı: BelgeselTarih.com 2018 Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.