sidar Oluşturma zamanı: Ocak 5, 2016 Paylaş Oluşturma zamanı: Ocak 5, 2016 SørenKierkegaard; şu Danimarkalı filozof, varoluşçuluğun babası... Kierkegaard'a göre umutsuzluk evrenseldir, çünkü insan sonluluktan sonsuzluğa geçişi umutsuzluk yoluyla gerçekleştirir. Umutsuzluk kaçınılmazdır, onu bir an olsun yabana atamayız. Benliğin iflah olmaz hastalıklarına karşılık umut üzerine topyekûn iyimser bir felsefe geliştirmek ruhumuza yapılabilecek en ağır saldırılardan biridir. Bir mustarip kötü bir teselliyle avutulabilir mi? Umut üzerine gerekli-gereksiz sarfedilen sözler ölümcül bir hastanın yanında yapılan gaflara benzeyecektir ve pek az teskin edicidir! Oysa umudunu sonuna kadar tüketmiş bir ruh hali gerçeği kavramak adına daha doğru bir adım atmış olur. Umutsuzluk kaçınılmazdır, insanın karşıtların bir sentezi olmasının, daha doğrusu diyalektik bir varlık oluşunun gereğidir. Sonlu varlığı ile sonsuz varlığı arasına sıkışan insan "kendi olma" sürecini umutsuzluk içinde yaşar. Kierkegaard için umutsuzluk ölümcül hastalıktır. Bu hastalıktan ölünmesinden veya bu hastalığın fiziksel ölümle sona ermesinden çok, bu hastalığın işkencesi, can çekişen ama ölemeden ölümle savaşan kişi gibi ölememektedir, sürekli bir can çekişme hali içindedir. Ölümcül hastalık dar anlamda kendisinden sonra hiçbir şey bırakmadan ölüme giden bir hastalık demektir. Ve umutsuzluk budur. Umutsuzluğun özü yaşamın hiçbir şey olmamasıdır. Kierkegaard bir dinin çerçevesi içinde yapıtlar üretmesine karşılık aynı zamanda insanoğlunun en temel sorunlarını ortaya koyar. Kierkegaard birden ve doğrudan varoluş gizeminin içine dalar. Hegel'de en üst noktasına ulaşan akıl ve sistem felsefesine karşı bireyin varoluşunun akıldışılığını, paradoksunu açığa serer. Umutsuzluk uyumsuzluğun değil, kendine yönelen ilişkinin bir sonucudur.” Zihnin kendinden daha acımasız bir düşmanı yoktur; ama aksine yıllar geçtikçe yitirilmesi bundan daha kolay olan hiçbir şey de yoktur. Umutsuz kişinin olmak istediği ben, hiçbir şekilde olmadığı ben’dir; çünkü gerçekten olduğu ben’i sahiplenmek, umutsuzluğun tam karşıtıdır. Biri umudun, diğeri de hatıranın olmak üzere iki tür yanılsamaya maruz kalınmaktadır. Gençlerin umut yanılsaması, yaşlı insanların anı yanılsaması vardır; ama aynı zamanda yaşlı insanlar bu anı yanılsamasının kurbanı oldukları için bundan yalnızca umut biçimi taşıyan bir fikir oluştururlar. Doğal olarak onları rahatsız eden, bu fikir olmayıp oldukça gülünç olan şu fikirdir: Sözde üstün ve yanılsamasız bir görüş açısından bakarak gençlerin yanılsamalarını küçümsemek. Gençlik, kendinin ve yaşamın olağanüstülüğünü beklerken yanılsamanın içinde yaşar; buna karşın yaşlılarda yanılsama, çoğu zaman gençliklerini anımsama biçimler indedir. Yaşı nedeniyle yanılsamadan kurtulmuş olması gereken bir genç kız kadar düşsel yanılsamaların içinde yüzer, anı olarak da genç kızlık yıllarında çok mutlu, çok güzel olduğunu düşünür. Yaşlıların çok söz ettikleri bu geçmiş, gençlerin geleceğe dönük yanılsaması kadar büyük bir yanılsamadır; her ikisinde de yalan veya şiir vardır. Kadercinin tapınması en fazla içe atmadır ve özü gereği suskunluktur, sessiz boyun eğmedir, dua etme yetersizliğidir. Dua etmek, nefes almaktır ve olabilirlik ben için, akciğerlerimizdeki oksijen işlevini görür. Nasıl ki oksijen veya azot ayrı ayrı teneffüs edilemezse, dua etmenin nefesi olabilirlikten veya zorunluluktan ayrı ayrı beslenemez. Dua etmek için ya bir Tanrı, bir ben ve olabilirlik ya da bir ben yüce anlamıyla olabilirlik gereklidir. Kıskançlık, gizlenen bir hayranlıktır. Hayranlığına teslim olarak mutluluğun olanaksızlığını hisseden hayran, kıskanmayı seçer. Bu durumda, içinde şimdi aslında hayran olduğu şeyin söz konusu olmadığı, yalnızca tatsız bir aptallık, tuhaflık, aşırılık olduğu başka bir anlatıma sarılır. Hayran olma, kendini mutlu bir biçimde bırakmadır, kıskançlık ise ben'in mutsuz bir dileğidir. Soreen Kierkegaard - Ölümcül Hastalık Umutsuzluktan Alıntılar ... Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
sidar Yanıtlama zamanı: Ocak 5, 2016 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Ocak 5, 2016 Kierkegaard’ın okuduğum ikinci kitabı olan “Ölümcül Hastalık Umutsuzluk”, sizi düşündüren, düşündürdükçe de çelişkiler içerisinde boğan bir kitap. Varoluşçuluğun babası olarak tanınan Kierkegaard, bu kitabında umutsuzluk kavramını birçok yönüyle incelemiş ve genel olarak Hıristiyanlık ve Paganizm içerisinde karşılaştırmalar yaparak, ikisi arasındaki farklılıkları okuyucuya göstermiştir. Yazarın hayatında ve düşünce tarzında dinin bu kadar öncelikli olduğunu bu kitabıyla fark etmiş oldum. Hıristiyanlığa, inanca ve insan hayatında Tanrı’nın varlığına bu denli önem veren bir düşünürün birçok Tanrıtanımaz filozof tarafından özellikle takip edilmesi ve başvuru kaynağı olarak görülmesi de düşündürücü. Hıristiyanlığa dayandırmış olduğu düşüncelerine karşın, hıristiyanlığı olduğundan farklı gösterdiğine inandığı kiliselere ve din adamlarına da eserlerinde atıfta bulunduğunu ve onları eleştirdiğini yine bu kitap vasıtasıyla öğrenmiş bulunuyorum. Kierkegaard, bu kitabıyla umutsuzluk kavramını birçok açıdan bize anlatırken, aslında hayatımızın her evresinde umutsuzluk ile birlikte yaşamak zorunda olduğumuzu, ölümcül bir hastalık olmasına rağmen, öldürmeyen ve ölüme hasret bırakan bir duygu olduğunu özellikle vurgulamıştır. Kitapta insan hayatındaki umutsuzluğu, üç farklı şekilde ele alarak bize anlatmıştır. 1- Bir Ben’i olduğunun farkında olmayan umutsuz kişi 2- Kendisi olmak istemeyen umutsuz kişi 3- Kendisi olmak isteyen umutsuz kişi. Yazarın bahsettiği Ben kavramını daha iyi anlayabilmek için alttaki alıntıyı özellikle paylaşmak isterim: "İnsan tindir. Ama tin nedir? Tin ben’dir. Ama ben nedir? Ben, kendine bağlı olan bir ilişkidir; daha doğrusu ben, ilişki içinde bu ilişkinin içsel yönelimidir; ben, ilişki olmayıp ilişkinin kendine dönüşüdür." Umutsuzluk bu üç kategoride anlatılırken, her bölümdeki ayrıntılı açıklamaları okuduğunuzda ister istemez bu düşüncelerin birbiriyle çeliştiğini düşünüyorsunuz. Sonra yazarın bunu bilinçli olarak yaptığını fark ettiğinizde şunu da çok iyi anlıyorsunuz; bu hayatta ne olursa olsun, içinizdeki Ben’i tanısanız da, tanımasanız da, başka bir ben olmak isteseniz de, istemeseniz de hayatınızda umutsuzluk her zaman olacaktır. Kitapta uyumsuzluk, günah kavramlarının da umutsuzluk kavramı içerisindeki yerlerine dikkat çeken Kierkegaard’ın beni en çok etkileyen ve düşündüren sözlerinden biri de: “Günah, inancın değil erdemin zıddı olarak görülür.” oldu. Yazarın karmaşık düşüncelerine karşılık çok yalın bir dilinin olması okuyucuya kolaylık sağlıyor. Tavsiye ederim. Alıntıdır.. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
sidar Yanıtlama zamanı: Ocak 5, 2016 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Ocak 5, 2016 1- Zihnin ve ben’in hastalığı olarak ele alınan umutsuzluk böylece üç farklı görünüm sunabilir: bir ben’i olduğunun farkında olmayan umutsuz kişi (bu, gerçek bir umutsuzluk değildir); kendisi olmak istemeyen umutsuz kişi ve kendisi olmak isteyen umutsuz kişi. İnsan zihindir. Ama zihin nedir? Zihin ben’dir. Ama ben nedir? Ben, kendine bağlı olan bir ilişkidir; daha doğrusu ben, ilişki içinde bu ilişkinin içsel yönelimidir; ben, ilişki olmayıp ilişkinin kendine dönüşüdür. İnsan, sonsuzluk ile sonlunun, geçici ile kalıcının, özgürlük ile zorunluluğun bir sentezidir, kısaca bir sentezdir. Sentez, iki terimin ilişkisidir. Bu görüş açısından ben, hâlâ varolmamıştır. İki terim arasındaki bir ilişkide, her terim, bu ilişki ile sürdürdüğü bağıntı aracılığıyla varolduğundan, olumsuz bir birim olan üçüncü bir terim ile olan ilişki ve iki terim, ilişkiye bağlıdır; böylece ruh söz konusu olduğunda, ruh ve bedenin ilişkisi yalnızca yalın bir ilişkidir. Bunun aksine, ilişki yalnızca kendine bağlıysa, bu son ilişki olumlu bir üçüncüdür ve böylece ben’e sahip oluruz. Kendine gönderme yapan bir ilişki, bir ben, ancak kendisi ya da bir başkası tarafından ortaya konmuş olabilir. Kendine bağlanan ilişki başkası tarafından ortaya konursa, kuşkusuz bu ilişki bir üçüncüdür; ama bu üçüncü, hâlâ bir ilişkidir yani tüm ilişkiyi ortaya koyan şeye bağlıdır. Bu şekilde türemiş veya ortaya konmuş böyle bir ilişki insanın ben’idir: Bu, kendine bağlanan ve bu şekilde başkasına bağlanan bir ilişkidir. Buradan, gerçek umutsuzluğun iki biçiminin var olduğu olgusu ortaya çıkar. Eğer ben’imiz kendi kendini ortaya koysaydı yalnızca bir umutsuzluk biçimi var olurdu: Kendi olmayı istememek, kendi ben’inden kurtulmayı istemek ve bu da şu anlama gelmektedir; kendi olmanın umutsuz istenci. Aslında bu formülün belirttiği şey, ben olan ilişki bütününe bağımlılık, daha doğrusu ben’in kendi gücüyle dengeye ve erince ulaşmadaki yetersizliğidir: Ben bunu ancak kendiyle olan ilişkisi içinde, ilişkinin tümünü ortaya koyan şeye bağlanarak yapabilir. Dahası, umutsuzluğun bu ikinci biçimi (kendi olma istenci) umutsuz olmanın özel bir şeklini çok az olarak gösterirken buna karşılık her umutsuzluk nihai olarak bu umutsuzluk şeklinin içinde çözülür ve ona bağlanır. Umutsuz olan insan, zannettiği gibi umutsuzluğunun bilincindeyse, bu umutsuzluktan dışarıdan gelen bir olay gibi saçma bir şey olarak söz etmezse (biraz baş dönmesinden rahatsız olup sinirlerinin oyununa kanan birinin kafasında bir ağırlığın varlığından söz etmesi gibi, ağırlığın veya basıncın yalnızca içsel bir duyu olmasına rağmen bir cismin kafasına düştüğünden söz etmesi gibi), bu umutsuz kişi tüm gücüyle kendi başına ve yalnızca kendi başma umutsuzluğu yok etmek isterse, bu umutsuzluktan çıkamadığım ve tüm bu boş çabasının onu yalnızca daha derin bir umutsuzluğa soktuğunu söyleyecektir. Umutsuzluğun uyumsuzluğu basit bir uyumsuzluk olmayıp kendisine bağlı kalmakla birlikte başka bir ilişki tarafından ortaya konan bir ilişkinin uyumsuzluğudur; böylece bu ilişkinin uyumsuzluğu kendi kendine var olurken diğer taraftan yaratıcısı ile ilişkisi içinde sonsuza kadar yansır. Umutsuzluk tamamen yok olduğunda, ben’in durumunu betimleyen formül şudur: Ben, kendine yönelerek, kendi olmak isteyerek, kendi saydamlığı içinde onu ortaya koyan gücün içine dalar. 2. GÜCÜL UMUTSUZLUK VE GERÇEK UMUTSUZLUK Umutsuzluk bir avantaj mıdır yoksa bir eksiklik midir? Saf diyalektik içinde her ikisidir. Belirgin bir durum düşünülmeden, umutsuzluk yalnızca soyut bir fikir olarak ele alınırsa onu büyük bir avantaj olarak düşünmeliyiz. Bu acıyı çekmek zorunda olmak bizi hayvanın üstüne yerleştirir ki bu, tinselliğimizin yüceliğinin veya sonsuz dikeyliğimizin imi olan dikey yürüyüşten çok farklı bir biçimde bizi ayırt eden bir gelişmedir. O halde insanı hayvandan üstün kılan, onun acı çekmesinin gerekliliğidir. İnançlıyı doğal insandan üstün kılan, onun bu acının bilincinde olmasıdır, tıpkı mutluluğunun umutsuzluktan arınarak iyileşme olması gibi. Böylece, umutsuz olabilmek sonsuz bir avantajdır ve bununla birlikte umutsuzluk zavallılıklarımızın yalnızca en korkuncu değildir, aynı zamanda mahvolmamızdır. Genellikle, olabilirin gerçekle ilişkisi kendini başka biçimde gösterir çünkü, örneğin istenen şeyi olabilmek bir avantajsa istenen şeyi olmak daha da büyük bir avantajdır yani olabilirden gerçeğe geçmek bir gelişmedir, bir yükseliştir. Buna karşılık umutsuzluk yoluyla gücülden gerçeğin içine düşülür ve burada gücülün gerçek üzerindeki sonsuz payı düşüşün derinliğini belirler. O halde, umutsuz olmamak yükselmek demektir. Ama tanımımız hâlâ açık değildir. Buradaki olumsuzluk topal olmamak, kör olmamak vs. gibi bir olumsuzluk değildir. Çünkü, umutsuz olmamak, umutsuzluğun mutlak eksikliği anlamına geliyorsa bu durumda, gelişme, umutsuzluktur. Umutsuz olmamak, umutsuz olmaya yatkınlığın yok edilmesi anlamına gelmelidir: Bir insanın gerçekten umutsuz olmaması için, her an içinde bu olasılığı yok etmesi gerekir. Genelde gücülün gerçekle ilişkisi başkadır. Filozoflar gerçeğin, yok edilen gücül olduğunu söylemektedirler, bu tam doğru değildir; çünkü gerçek doymuş bir gücüldür, eyleme geçen güdüdür. Burada, aksine, gerçek (umutsuz olmamak), dolayısıyla bir olumsuzluk, güçsüz ve yok edilmiş bir gücüldür; genelde gerçek olabiliri doğrular, burada ise reddediyor. Umutsuzluk, ilişkisi kendine ait olan bir sentezin içsel uyumsuzluğudur. Ama sentez uyumsuzluk değildir, sentez uyumsuzluğun yalnızca bir olasılığıdır veya onu içerir. Yoksa, umutsuzluğun hiçbir izi olmazdı ve umutsuz olmak yalnızca doğamıza içkin olan insansal bir özellik olurdu; yani umutsuzluk var olmazdı, insan için hastalık gibi, ölüm gibi yalnızca bir acı olurdu. O halde umutsuzluk içimizdedir, ama sadece bir sentez olsaydık umutsuzluğa düşemezdik ve bu sentez doğarken Tanrı’dan kaynağını almamış olsaydı umutsuzluğu yaşayamazdık. O halde umutsuzluk nereden kaynaklanıyor? İçinde, sentezin kendine bağlandığı ilişkiden; çünkü Tanrı inşam bu ilişkiye dönüştürürken onun ellerinden kaçıp kurtulmasına izin vermiştir, yani bundan böyle yolunu bulma işi ilişkiye aittir. Bu ilişki tindir, ben’dir ve burada her umutsuzluğun, var olduğu sürece her zaman dayandığı sorumluluk bulunmaktadır; umutsuzların, umutsuzluğu bir felaket gibi ele alarak kendini ve diğerlerini aldatmadaki ustalıklarına ve söylevlerine rağmen umutsuzluğun dayanağı sorumluluk bulunmaktadır; baş dönmesi durumunda, birçok bakımdan doğadan farklı olmasına rağmen umutsuzluğun anımsattığı gibi, umutsuzluğun zihinle olan ilişkisi, baş dönmesinin ruhla olan ilişkisiyle birçok benzerlik taşır. Daha sonra uyumsuzluk, umutsuzluk var olduğunda, bundan uyumsuzluğun varlığını sürdürdüğü sonucu çıkar mı? Kesinlikle hayır; uyumsuzluğun süresi uyumsuzluktan değil, kendine bağlanan ilişkiden kaynaklanır. Diğer bir anlatımla, bir uyumsuzluğun ortaya çıktığı ve var olduğu sürece ilişkiye dönmemiz gerekir. Örneğin birinin ihtiyatsızlık nedeniyle bir hastalık kaptığı söylenir. Daha sonra hastalık ortaya çıkar ve bu andan itibaren bu, kökeni gitgide daha fazla geçmişe ait olan bir gerçektir. Hastayı, hastalık gerçeğini olasılığı içinde her an eritme amacındaymışız gibi kınamakla bir zalim ve bir canavar olunacaktır. Evet! Doğru! Hastalığa hatası sonucu yakalanmıştır, ama bu hata bir kez oluşmuştur. Hastalığın sürmesi, hastalığa bir kez yakalanmasının yalın bir sonucudur ki hastalığın gelişimim her zaman bu tek kez olan şeye bağlayamayız; hastalığa yakalanmıştır ama, hâlâ yakalanıyor olduğunu söyleyemeyiz. Umutsuzlukta olaylar farklıdır; umutsuzluğun gerçek anlarının her biri olabilirliğine indirgenmelidir; umutsuzluğa düşülen her an, umutsuzluğa yakalanılır; şimdi, gerçek geçmiş haline gelerek durmadan yok olur, umutsuzluğun her gerçek anında umutsuz kişi olası tüm geçmişi bir şimdi gibi taşır. Bu olgu umutsuzluğun, zihnin bir kategorisi olmasından ileri gelir ve insanın sonsuzluğuna denk düşer. Ama bu sonsuzluktan, sonsuza değin kurtulamayız; özellikle onu bir hamlede atamayız; onsuz olduğumuz her an, ya onu fırlatmışızdır ya da fırlatıyoruzdur, ama sonsuzluk geri gelir, daha doğrusu umutsuzluğa düştüğümüz her an, umutsuzluğu yakalarız. Çünkü umutsuzluk, uyumsuzluğun değil, kendine yönelen ilişkinin bir sonucudur. Ve insan, bu ilişkiden ancak kendi ben’inden sıyrılırsa kurtulabilir ki sonuçta ben ve ilişki aym şeydir; çünkü ben, ilişkinin kendi üzerine geri dönmesidir. 3-UMUTSUZLUK, “ÖLÜMCÜL HASTALIK’TIR. “Ölümcül hastalık” fikri özel bir anlamda ele alınmalıdır. Sözcüğün tam anlamıyla çıkış yolu, sonu ölüm olan bir hastalık demektir ve böylece ölüme yol açan bir hastalığın eşanlamlısıdır. Ama umutsuzluğu bu anlamda ele almak hiçbir şekilde söz konusu olamaz; çünkü dindar için ölüm bile yaşama bir geçiş yoludur. Böyle düşünüldüğünde hiçbir bedensel hastalık onun için “ölümcül hastalık” değildir. Ölüm, hastalıkları sona erdirir, ama kendi içinde bir son değildir. Ama “ölümcül hastalık”, dar anlamda kendisinden sonra hiçbir şey bırakmadan ölüme varan bir hastalık demektir. Ve umutsuzluk budur. Ama diğer bir anlamda, daha kategorik olarak umutsuzluk “ölümcül hastalık”tır. Çünkü daha açık bir anlatımla bu hastalıktan ölünmesinden veya bu hastalığın bedensel ölümle sona ermesinden çok, bu hastalığın işkencesi, tersine, can çekişirken ölemeden ölümle savaşan kişi gibi ölememektir. Bundan dolayı ölümcül hasta olmak, ölememektir; ama burada yaşam umudu yok etmektedir ve umutsuzluk son umudun eksikliğidir, ölümün eksikliğidir. Ölüm en büyük tehlike olduğu sürece, yaşamdan bir şeyler beklenir; ama diğer tehlikenin sonsuzluğu keşfedildiği zaman, ölüm için umut beslenir. Ve ölüm umut olduğu sürece tehlike büyüdüğü zaman, umutsuzluk ölememenin neden olduğu umutsuzluktur. Bu kesin tanım içinde umutsuzluk “ölümcül hastalık”tır, çelişkili işkencedir, ben’in hastalığıdır: Sonsuza değin ölmek, ölmemekle birlikte ölmek, ölümü ölmek. Çünkü ölmek, her şeyin bittiği anlamına gelir; ama ölümü ölmek, ölümünü yaşamak demektir; ve bunu tek bir an yaşamak, onu sonsuza kadar yaşamak demektir. Bir hastalıktan ölme gibi umutsuzluktan ölünmesi için, hastalığın yaptığı gibi içimizde, ben’de bulunan sonsuzun ölmesi gerekir. Bu sadece bir kuruntudur. Umutsuzluktaki ölüm sürekli yaşama döner. Umutsuz olan ölemez; “düşünceleri öldürmek için bir hançerin hiçbir değeri olmaması” gibi, ölümsüz solucan, söndürülemez ateş olan umutsuzluk hiçbir zaman kendi dayanağı olan ben’in sonsuzluğunu yok edemez. Ama kendi kendinin yok edilişi olan umutsuzluk güçsüzdür ve amaçlarına ulaşamaz. Öz istenci, kendini yok etmektir, ama bu tam da yapamadığı bir şeydir ve hatta bu güçsüzlük, içinde umutsuzluğun ben’in imhası olan amacını ikinci kez gerçekleştiremediği kendi kendini yok etmenin ikinci biçimidir; aksine bu, varlığın yığılması, hatta bu yığılmanın yasasıdır. İşte bu, umutsuzluğun asidi, kangrenidir, ucu içeriye dönen bu işkence bizi her zaman daha derin olan güçsüz bir kendini yok etmenin içine batırır. Umutsuzu avutmaktan çok uzakta, umutsuzluğu yok etmedeki başarısızlık, aksine kinini şiddetlendiren bir işkencedir; çünkü geçmiş, umutsuzluğu sürekli şimdide biriktirerek böylece ne kendinden kurtulabildiği ve ne de kendini yok edebildiği için umutsuzluğa düşmektedir. Umutsuzluğun birikiminin formülü budur ve ben’in bu hastalığının içindeki ateşin fırlaması buradan kaynaklanır. Umutsuzluğa düşen insanın bir umutsuzluk konusu vardır, buna yalnızca bir an inanılır daha fazla değil; çünkü hemen gerçek umutsuzluk, umutsuzluğun gerçek yüzü ortaya çıkar. Bir şeyden dolayı umutsuzluğa düşerken aslında insan kendi için umutsuzluğa düşmektedir ve şimdi kendi ben’inden kurtulmaya çalışmaktadır. Böylece “Sezar veya hiç olurum” diyen tutkulu kişi Sezar olamaz ve bundan dolayı umutsuzluğa düşer. Ama bunun başka bir anlamı vardır, Sezar haline gelemediği için kendi olmaya katlanamaz. O halde, aslında hiçbir şekilde Sezar olamadığı için bu ben Sezar olamamaktan dolayı umutsuzluğa düşer. Tüm neşesini, bir o denli umutsuz olan tüm neşesini başka bir biçimde oluşturabilen bu aynı ben için Sezar olamamak, işte bu durumda katlanılması en güç şeydir. Daha yalandan bakıldığında, onun için dayanılmaz olan, hiçbir şekilde Sezar olmamak değildir; hiçbir şekilde dayanamadığı kendi ben’inden kurtulamamasıdır. Sezar olsaydı, bunu yapabilirdi; ama Sezar olamadığına göre umutsuz kişimiz ben’inden kurtulamaz. Özünde umutsuzluğu değişmemektedir, çünkü ben’ine sahip değildir, kendi değildir. Sezar olarak kendi olamayacağı bir gerçektir, ama kendi ben’inden kurtulmuş olacaktır; Sezar olamayıp ben’inden kurtulamadığı için umutsuzluğa düşmektedir. O halde, umutsuz bir kişinin kendi ben’ini yok etmesinin onun gördüğü bir ceza olduğunu söylemek yüzeysel bir düşünce olacaktır. Çünkü bu, umutsuzun umutsuzluğunun, işkencesinin tam da yapamayacağı şeydir, çünkü umutsuzluk boyun eğmeyen, yok edilemeyen bir şeyi, ben’i ateşe vermektedir. O halde bir şeyden umutsuzluğa düşmek, hâlâ gerçek umutsuzluk değildir, sadece başlangıçtır, doktorların bir hastalık için söyledikleri gibi umutsuzluk kuluçkaya yatmaktadır. Daha sonra umutsuzluk ortaya çıkar: Kendinden umutsuzluğa düşülmüştür. Ölmüş veya şıpsevdi olan dostunu kaybetmekten dolayı aşkta umutsuzluğa düşmüş bir genç kıza bakınız. Bu kaybediş gerçek umutsuzluk değildir, kendi kendinden umutsuzluğa düşmüştür. Başkasına ait hale gelseydi en hoş şekilde kaybetmiş ve kurtulmuş olacağı bu ben, bu durumda can sıkıntısına yol açar; çünkü başkası olmadan bir ben olmak zorundadır. Kendisi için bir hazine olabilecek -ki diğer taraftan bu da başka bir umutsuzluk anlamı taşıyor. bu ben, diğeri öldüğü zaman dayanılmaz bir boşluk olacaktır veya terk edilişini anımsattığı için bir tiksinti nedeni olacaktır. O halde ona “kızım kendini tüketiyorsun” demeye çalışın; onun şu yanıtı verdiğini göreceksiniz: “Ah! Hayır, acım tam da kendimi tüketmeyi başaramadığımdan dolayı”. Kendinden umutsuzluğa düşmek, umutsuzluğa kapılıp kendinden kurtulmayı istemek, işte her umutsuzluğun formülü ve İkincisi: Umutsuz olmayı, kendi olmayı istemek, daha önce belirttiğimiz gibi (birinci bölüme bkz.) kendi olmanın reddedildiği umutsuzluğu, kendi olmanın istendiği umutsuzluğa dönüştürmek demektir. Umutsuzluğa düşen, umutsuzluğu içinde kendi olmayı istemektedir. O halde kendinden kurtulmayı istemiyor mu? Görünürde hayır, ama daha yakından bakıldığında her zaman aynı çelişkiye rastlanılır. Bu umutsuz kişinin olmak istediği ben, hiçbir şekilde olmadığı bir ben’dir (çünkü gerçekten olduğu ben’i olmak istemek, umutsuzluğun tam karşıtıdır); aslında istediği, ben’i yaratıcısından ayırmaktır. Ama burada umutsuzluğa düşmesine rağmen başarısızlığa uğranır ve umutsuzluğun tüm çabalarına karşın, bu Yaratıcı en güçlü olarak kalır, kişiyi olmak istemediği ben olmaya zorlar. Ama bunu yaparken, insan her zaman kendi yaratısının bir ben’i haline gelmek için kendi ben’inden, olduğu ben’den kurtulmayı ister. Olmak istediği bu “ben” olmak, tüm zevkleri tatmasını sağlardı -bu durumun da başka bir anlamda aynı derecede umutsuz Olmasına rağmen-; ama olmak istemediği bu “ben”i olmak zorunda kalan bu kendi, onun işkencesidir: Kendinden kurtulamamanın işkencesi. Sokrates, ruhun ölümsüzlüğünü, ruhun hastalığının (günahın) ruhu yok etmedeki güçsüzlüğüyle kanıtlıyordu. Aynı şekilde, insanın sonsuzluğu, umutsuzluğun ben’i yok etme güçsüzlüğüyle, umutsuzluğun bu acımasız çelişkisiyle kanıtlanabilir. İçimizde sonsuzluk olmadan umutsuzluğa düşemeyiz; ama eğer umutsuzluk ben’i yok edebilseydi o zaman umutsuzluk da olmazdı. Ben’in hastalığı olan umutsuzluk, “Ölümcülük hastalık” budur. Umutsuz kişi ölümcül bir hastadır. Başka herhangi bir hastalıktan daha fazla olarak, bu hastalık varlığın en saygın özüne saldırır; ama insan bundan ölemez. Burada ölüm, hastalığın sonu değildir, bitmeyen bir sondur. Bu hastalıktan kurtulmamızı ölüm bile sağlayamaz, çünkü buradaki acısıyla birlikte olan hastalık ve… ölüm, ölememektir. Umutsuzluğun durumu budur. Ve umutsuz kişinin bundan kuşku duymaması boşunadır, boşuna ben’ini kaybetmeye ve ondan hiçbir iz kalmamacasına onu kaybetmeye çalışır: Bununla birlikte, sonsuzluk umutsuzluğu ortaya çıkaracak ve kendi ben’ine çivileyecektir; böylece işkence her zaman kendinden kurtulamamanın sonucu olarak var olur ve insan böylece kendi ben’inden kurtulma yanılsamasını keşfeder. Ve bu kesinliğe neden şaşırmalıyız? Çünkü bu ben, varlığımız, Sonsuzluk’un insana tanıdığı sonsuz yüce bir ayrıcalıktır ve aynı zamanda insan üzerindeki inancıdır. Alıntıdır ... Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
kuvarss Yanıtlama zamanı: Mayıs 22, 2016 Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 22, 2016 Kolay anlasilabilecek bir filozof degil , daha dogrusu yanlis anlamak cok mumkun ama paylasimin bazi seyleri yanlis anladigimi gormeme vesile oldu. Konu tin felsefesi olunca Hegel'e yoneltilen elestirileri bir turlu anlayamazdim sanirim bu 'ben olan' ile tinin kendi kendini gerceklestirmesi dusuncesi arasinda ki bi catisma .. daha cok okumak gerek Tesekkurler paylastigin icin Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.