Jump to content

nevermore

Önerilen Mesajlar

Büyü çok eski devirlerden itibaren bulunan oldukça eski bir uygulamadır.Nitekim “benzetme” veya “benzer benzeri meydana getirir”şeklindeki büyüsel anlayışla çizilmiş, kargı saplı hayvan resimleri çok eski tarihli mağara duvarlarında tespit edilmiştir.Ayrıca o dönemlerden kalma mumya gibi günümüze dek korunabilmiş cesetlerin kırmızı boya ile kaplandığı görülmüş, “benzer benzeri doğurur” inanışına uygun olarak kana benzeyen kırmızı rengin, ölü için bir hayat özü şeklinde düşünüldüğü,böylece kırmızıya boyanarak büyülenmiş cesedin yeniden dirileceğine inanıldığı tahmin edilmektedir.

 

Antropologlar ve dinler tarihi üzerine çalışan bir çok bilim adamına göre dinin ve sanatın kaynağı büyüdür ya da bunlar bir arada oluşup gelişmişlerdir. Doğa olaylarının ardında birtakım ruhların ve doğaüstü güçlerin bulunduğu,bunların da bir şekilde büyüyle denetlenebileceği anlayışı çok eski devirlerden itibaren var olagelmiştir. Bu denetlemeyi ancak bu konuda uzmanlaşan insanların yapabileceğine, andcak onların dost ruhları yardıma çağırıp, kötü ruhları uzaklaştırabileceğine inanılırdı. Hedef ise, sağlık,savaş, barış, av, vb. konularda başarıya ulaşmak ve bereketi sağlamaktı .

 

Eski Mezopotamya ve Mısır’dan kalma tılsımlı sözler ve büyü formülleri içeren çok sayıda metin günümüze kadar gelmiştir.Bu tarihi belgelerden, eski dinlerde çok sayıda dînî içerikli büyüsel tören olduğu anlaşılmaktadır. Kısacası, din adamları aynı zamanda büyü yapan insanlardı ve dînî olarak kabul edilen bir çok büyüsel âyin ve ritüel bulunmaktaydı. Akadlar,Bâbilliler ve Aruslular’da kötü cinlerden korunmak için muskalar kullanılmaktaydı. Özellikle Bâbilliler’de toplum hayatı büyü üzerine kurulmuştu. Toplumsal hayatın her kademesi(av, sanat, ticaret, savaş vb.) büyü üzerine bina edilmişti.Hatta eski Mısırlılar büyü yoluyla hayat ve ölümü etkileyebileceklerine, tabiat güçlerini kontrol altına alabileceklerine inanıyorlardı..

 

Hinduizmde büyücülük oldukça geniş yer tutmaktadır. Veda’larda büyüyle alakalı olanla olmayanı ayırmak dahi zordur. Sonraki devrelerde büyüye ilgi artmış ve tıp uygulamaları büyüyle yakından ilgili hâle gelmiştir. Zengin-fakir herkes problemini çözmek için tanrılara adak adamanın yanında, tütsü gibi çeşitli malzemelerde kullanarak, büyüsel-yarı büyüsel ayinlerle isteklerde bulunurlardı. Bu hâkim telakki bugün de devam etmektedir

 

Bir diğer doğu dini olan Budizmde de hinduizme benzer şekilde büyüsel temalar oldukça fazladır. VI. yy.da Mahayana’nın yayıldığı Hindistan’da, o sıralarda geçerli olan hukuk ve iş kuralları derlenmiş (Tantralar), Yoga’nın gün geçtikçe etkisini artırmasıyla, bazı uygulamaların (nefes alıp verme düzeni gibi)tanımları yapılmış, bazı büyülü hecelerin (mantralar) belirli bir biçimde yinelenmesiyle insanın‘Mutlak’a erişeceğine inanılmıştır. İlk olarak Tibet’te VII. yy.da uygulanan bu gizli ve büyülü formüller, Hindistan’da hızla geliştirilerek, tanrılar, cinler, şeytanlar eklenmiş,Evrensel Ruh’un parçalarının birer görüntüsü sayılmıştır.Daha sonraki dönemlerde (XI. Yy) büyüler ve mucizelere inanma,halk arasında iyice yaygınlaşmıştır. Öyle ki toplumda, havaya yükselmek, şiddetli soğuğa-sıcağa dayanabilmek, maddeye egemen olabilmek, telapati gibi işlerin büyü vasıtasıyla başarılabileceğine inanılmıştır.

 

Daha doğuda eski Japonlar’da çeşitli büyü uygulamaları görülmekle beraber, Şinto dini ayinlerinde büyüsel dualara, efsunlara ve formüllere pek rastlanmaz. Ancak mistik hayat yaşayanlarda büyü,cincilik ve gizli ilimlerle uğraşmak yaygındı. Budizmin Japonya’ya girmesinden sonra eski uygulamalar gelişmiş ve Budist ökültik ilimleriyle karıştırılmıştır. Daha sonraki dönemlerde Konfüçyüsçülük Japonya’da büyücülüğü bir ölçüde engellediyse de şimdiki Şinto mezhepleri hastalıkların tedavisinde büyü, kehanet ve cinciliğe hâlâ büyük önem vermektedir

 

Büyü Grek dünyasında oldukça köklü bir geçmişe sahiptir. Hatta büyü ile ilgili uygulamalar, Yunan dünyasının ilk yazılı metinleri olan Homeros’un eserlerinde karşımıza çıkar.

 

Eski Yunan geleneğine göre baş büyücüler Kirke, Pasihae ve Medeia, güneş tanrısı Helios’un soyundan gelmektedir. Bu anlayışa göre büyücülük aile içerisinde soy boyunca miras yoluyla aktarılmaktadır. Büyücü tanrıça Kirke, güneş tanrısı Helios’la Okeanos’un kızı Perseis’ten doğmadır. Kimi yazıtlarda da Hekate’nin kızıdır ve büyüyü ondan öğrenmiştir.

 

Eski Yunanlılarda tanrı, yarı tanrı ve insan üçlemesi temelinde şekillenen mitolojik tasavvurlarda, çeşitli rûhâni varlıklardan ve bunların büyüsel özelliklerinden bahsedilmektedir. Örneğin Erinyenler* hades ülkesinde** oturan ve öçlerini almak için büyü yoluyla yeryüzüne çıkan varlıklar olarak telakki edilmekteydiler. Bunun yanı sıra bazı tanrıların da büyü yaptığı ve büyü vasıtasıyla işlerini gördükleri anlatılmaktadır. Örneğin tanrı Orpheos’un,şarkılarıyla taşları bile büyüleyebildiğine inanılmaktaydı.Yine Hekata bir büyü ilâhesi olarak benimsenmişti. Bunlara paralel olarak, bütün eski Yunan filozoflarının büyüye inandıklarını belirtmek gerekir. Hatta içlerinden Porphyrius gibi kendini tümüyle büyüye hasredenler de olmuştur. Eski Yunan’da büyücüler Pisagor’un rakamlarından faydalanarak sayıları büyülü daireler içinde kullandılar .

 

Eski Yunanlıların aksine Romalılar büyüyü boş ve anlamsız görmüş,büyücüleri hilekâr ve yalancı saymıştır. Ancak Roma’da büyücülüğün yayılmasına engel olamamışlardır. Hatta Mısır ve Kalderî büyülerinden etkilenmiş olan eski Roma, büyücülerin merkezi hâline gelmişti.

 

Eski İran’da dinle, büyü son derece kuvvetli şekilde birbirine karışmış hâldedir. Gathalardan, Avesta ve Ve ndidadlardan anlaşıldığına göre, Zerdüşt sadece tevhid telakkisini değil,aynı zamanda başta büyü olmak üzere bâtıl inançlarla mücadele etme anlayışını da getirmişti. Kutsal yazıtlarda büyücüler ve cadılar lânetlenmişse de zamanla oluşan yapıda Zerdüşt’ün telkinleriyle halkın sürdürdüğü ve içinde büyünün yoğun olarak yer aldığı inançlar iç içe girmiştir. Ki bu dînî sentez Müslümanlarca “Mecûsîlik” olarak isimlendirilmiştir.Bu telakkide, Zerdüştlüğün temel kavramlarından olan iyi- kötü mücadelesi paralelinde, iyiliğin kötülüğe galip gelmesi temel savına da uygun olarak iyi cin ve ruhların yardımıyla kötü cin ve ruhların zararlarından kurtulmak temel alınmıştır. Yine burada, Zerdüşt dininin melekleri ateşe, yer cinlerine kurban ayinini büyü ayinine, dualar da afsunlara dönüştü. Bu gün İran’da Mecusîlerden geriye kalan çok az bir grup (ceberler) hâlâ büyüsel ayinler icra etmektedirler..

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

. İlk olarak Tibet’te VII. yy.da uygulanan bu gizli ve büyülü formüller, Hindistan’da hızla geliştirilerek, tanrılar, cinler, şeytanlar eklenmiş,Evrensel Ruh’un parçalarının birer görüntüsü sayılmıştır.Daha sonraki dönemlerde (XI. Yy) büyüler ve mucizelere inanma,halk arasında iyice yaygınlaşmıştır. Öyle ki toplumda, havaya yükselmek, şiddetli soğuğa-sıcağa dayanabilmek, maddeye egemen olabilmek, telapati gibi işlerin büyü vasıtasıyla başarılabileceğine inanılmıştır.

 

.

 

Sonra isa mesih ve adına muhammed denilen varlık dünyaya gelmiş . İnsanların akıl-ruh-beden arası ilişkilerini zengin ve fakir ayırt etmeden dengelemiş ,yol göstermiş . Ve demişlerki ne var hocam bu cinlerde , varlıklarda ve putlarda tapılacak nihai olan şey ? . İnsanlığın üst benliğinin gücünün ve birlik yasasının farkındalığını yeniden kazandırmışlar . İnsanlığın da mucizeleri olabileceğini kendileri üzerinden örnek olarak göstermişlerdir .

 

Yazı biraz evrensel nefsin görüntüleri olarak işlemişler tarzında tevazuya kaçmış . Ama ritüelistik uygulamada çoğunlukla öyle işlememiş . Çoğu kültür ve döneme dair direk olarak bir tapınma kültü var bu cinciliğe ve demonolojiye yönelik . Neyse fazla taraflı olmayayım , yazı güzel ve en azından teorik olarak doğru .

 

Kaynağı nedir , yazarı kimdir ?

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Afrika'da Voodoo ile ugrasan kabileler, Kuzey Amerika'da ruhlarla ve atalariyla iletisim kuran, kadim doga ile iç içe yasayan kizilderililer, Güney Amerika'da gelecek ile ilgili calismalar yapan, kurban buyuleri gerceklestiren Mayalar ve Aztecler, hatta belki de ortadan bir anda kaybolmus olan, Machu Picchu'nun gizemli sahipleri..

 

Zaman ve yer kisi farkli olsa da Majinin tüm Dünya'da yer almis olmasi oldukca ilginç. Sanki, biri veya birileri tüm insanlara bunun egitimini farkli yer ve zamanlarda ortaya cikarak vermis :) Ama ne gariptir ki insanlar ya bunu hep red etmis ve zamanla unutmus.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

TÜRKLER’DE CİNCİLİK, BÜYÜCÜLÜK VE BÜYÜ

Türkler’de de büyü, kehanet, falcılık, cincilik vardı. Eski Türklerde özellikle şamanizmle birlikte büyüsel-dinsel ayinler ve uygulamalar yaygın olarak kullanılmıştır.

Şaman,Türklerde “kam” kelimesiyle ifade edilirdi. Şamanın, bu göreve Gök-Tanrı tarafından getirildiğine, tanrı ile insanlar arasında bir aracı olduğuna, bazı tanrısal nitelikler ve gizli bilgiler taşıdığına inanılırdı. Bütün Şamanların derin sezgileri ve geniş hayal güçleri vardı. Derin bir coşkunluğa kapılarak kendinden geçen bir “kam”ın, bütün gökleri, yer altı ülkelerini gezdiğine, ruhların yaşayışlarını gördüğüne,bütün gizil dünyaları dolaştığına inanılırdı.

 

Şamanın okuduğu hayır dualara “alış” denilirdi. Kamdan alkış alan bir kimse, dileklerinin yerine geleceğine, umduğunu bulacağına inanır. Türklerde Şamanların ak ve kara gibi, iyi ve kötü şaman gibi iki gruba ayrıldığı da görülmektedir. Davulunu çalarak,cinleri perileri toplayan şamanın elindeki ip ya da asa, evrenin söz konusu bölgelerinden birini, öbürüne bağlayan “yol”dur.Kısacası eski Türklerde şaman (kam) ruhlar, tanrılar ve cinlerle ilişki kurabildiğine inanılan, afsun ve büyü yapan, kâhinlik yapan, gaipten haber veren, cin çarpmasını ve hastalıkları tedavi eden, anlaşılmayan afsunlu sözler söyleyen, çeşitli hayvan taklitleri yaparak ve seslerini çıkararak ayinler yapan,davul döven, kendinden geçerek görünmeyen varlıklarla ilişkiye geçen biriydi. Kam ve üfürükçüye “ürüng” denilen bir ücret de verilirdi.

Şamanlık,bir dinden çok, temel ilkesi ruhlara, cinlere, perilere buyruklarvermek, gelecekten haber almak düşüncesiyle yapılan çeşitlibüyüsel ayinler bütünüdür. Yalnız, Eski çağ ve Orta çağ’da çok yaygın olan sihirlerden farklı olarak, onların kişisel olmasına karşılık, Şamanlığın Orta Asya ve Kuzey Asya toplulukları arasında ve dünyanın başka birçok yerinde az ya da çok kalabalık cemaatleri bulunmaktadır. Bazı araştırmacılar Şamanlığın bir sihir sistemi olduğunu söylemişlerdir. Öte yandan birçok Asya halkında görülen Şamanlık, eldeki tarihî belgelere göre, Moğol istilasından sonra Türkler arasında yayılmıştır.

Türklerin şaman olmasının konumuzla alakalı kısmı; “yel”lerle(cinlerle) irtibat kurarak yapılan uygulamaların şamanizmin başlıca unsurlarından biri olmasıdır. Özellikle büyü, fal gibi faaliyetler bu grupta değerlendirilebilir. Fal eski Türkçe’de“ırk” kelimesiyle ifade edilmiştir. Kaşgarlı Mahmud “ırk”kelimesini “falcılık, kâhinlik ve bir kimsenin gönlündekini bilmek” diye açıklamaktadır.

 

Besim Atalay’ın Divân-ı Lügat- it-Türk tercümesinde bu kelimeye ilâve ettiği nota göre “bu kelime Türkiye’nin birçok yerlerinde kader, tâlih, fal anlamında kullanılmaktadır.Irkım açıldı-tâlihim açıldı temektir” ; “kam ırkladı”cümlesinin izahını yaparken de şu notu ilâve ediyor; “Batı Anadolu’da ve hele Kütahya vilâyetinin bazı yerlerinde “ırk bakmak” fal bakmak anlamındadır.

 

Kıpçak lehçelerinde kullanılan “ırım” kelimesi de “teşe’um”ve “tefe’ul” anlamlarında kullanılmaktadır. Bu kelimenin de“ırk” kelimesiyle bağlantılı olduğu anlaşılmaktadır . Buradan da Türk destanlarında yer alan özellikle de Oğuz destanında bilge ve filozof olarak zikredilen Irkıl Hoca’nın adının anlamının da kâhin ve falcı anlamını ifade ettiği yorumu yapılabilir. Yine Yakut Türkleri’ne göre ilk şamanın adı da “Argıl”dı. Bu isim de Irkıl veya Arkıl Hoca’yı anımsatmaktadır.

Türkler’de falcılar fal açmak için kullandıkları nesneye göre muhtelif isimler almaktaydılar. Hayvanların kürek kemiğine bakıp geleceği keşfedenlere -ki Türkler arasında en yaygın fal bakma şekli budur- “yağrıncı”, koyun tezekleriyle fal açanlara“kumalakçı”, muhtelif şeylerden mânalar çıkaran falcılarada “ırımçı” denirdi.

Şamanist Türkler’de, Müslüman olmuş Türklerden Kırgız ve Kazak Türklerinde ve Nogaylar’da en meşhur fal “kürek kemiği”falıdır. Bu çeşit falın farklı kültürlerde de var olduğu tarihi belgelerden anlaşılmaktadır. Örneğin kürek kemiğiyle fal bakmak eski Yunanlılarda ve Romalılarda da vardı. Buna Yunancaomoplatoskopie”Lâtince “skapulimantia” denmektedir. Anadolu’nun bazı yerlerinde de kürek kemiği falı 1940’lara kadar bilinmekteydi . Araplar bu falı eski Yunan ilimlerinden bir ilim sayarak “kürek kemiği bilgisi” adıyla tedvin etmişlerdir.

Eski Türkler kürek kemiğine büyük saygı gösterirler, kırmadan köpeklere atmazlardı. Günümüzde dahi İstanbul’da ve Anadolu’unun birçok yerinde kasaplar kürek kemiğini kırmadan atmazlar. Hâlâ daha bu görenek yaşamaktadır.

Türklerde özellikle Kırgız-Kazaklarda ve Özbeklerde yaygın fallardan biride “kumalak” denilen faldır. Bu fal için kırk bir taş yahut kırk tane nohut, fasulye, yahut kırk bir tane koyun tezeği kullanılır. Kırgızlar daha çok koyun tezeğini tercih etmektedirler. Bu taşlar kendine has şekillerde dizilerek,karıştırılarak, tasnif edilerek fal ameliyesi icra edilir. Bu faaliyetlerin sonunda kalan taşlar hiçbir şey ifade etmezler.Falcılar taş sayılarına bakıp fal sahibine geleceğini anlatırlar.Bu fal daha ziyade Müslüman Türklerde yaygındır. Bu fal hâlâ İstanbul’da ve Türkiye’nin değişik bölgelerinde yaygın olarak bilinmektedir.

Eski Türklerde çocuklar cinlere ve göz değmesine karşı afsunlanırdı.Yine göz değmesine karşı bağ, bostan ve bahçelerde korkuluk(abakı) ve nazarlık (kögük) dikilirdi.Cin çarpan kimsenin yüzüne soğuk su serpilir, sonra “kovuçkovuç” (kaç kaç) denilerek üzerlik ve öd ağacıyla tütsülenirdi. Oğuzlarda büyücüye “yelviçin” cine de“yelvi” denmekteydi. Orta Asya lehçelerinde “arbağ” da“büyü” anlamında kullanılmaktadır. Yine eski Türklerde dudaklardaki uçuklama kötü ruhlardan bilinir, özel bir törenle afsunlanarak tedavi yoluna gidilirdi. Buna “uçuklama”, tedavi edene de uçukçu”denirdi

.

Türk kavimlerinde çok eski devirlerden beri yaygın bir inanca göre,büyük Türk tanrısı Türkler’in atalarına “yada” (yahut cada, yat) denilen bir sihirli taş armağan etmiştir ki bununla istediği zaman yağmur, kar, dolu yağdırır, fırtına çıkarırdı.Bu taş her devirde Türk kamlarının ve büyük Türk komutanlarının ellerinde bulunmuştu.

 

Kaşgarlı Mahmud yat’ı “taşlarla yağmur ve rüzgâr getirmek için yapılan büyücülük” şeklinde tarif eder.

 

İbn Hâldun da Mukaddime’sinde bundan “..Ayrıca Sûdan ve Türk topraklarında bulutları teshir ederek belirli topraklara yağmur yağdıran sâhirler olduğunu işittik... "diyerek bahseder.

Eski Türkler atın boynuna “moncuk” denen bir taş ve bir çeşit muska takarlardı. Bu gelenek bugün de benzer şekillerde Anadolu’nun değişik yerlerinde devam etmektedir. Yine eski Türkler hastalığı tedavi etmek için kurşun eriterek hastanın başına bulunan kap içindeki suya döker ve bu sudan hastaya içirirlerdi. Kurşun döken, kurşunun suda aldığı şekle bakarak hastalığın sebebini söylerdi. Bu sudan alınan kurşun hastanın elbisesinin göğsüne muska olarak dikilirdi. Kısacası İslâm’dan önceki Türk boylarında her türlü belâ ve musibetlere karşı koruyucu etkisine inanılan muska-tılsım âdeti yaygındı

Türkler’de sihir-büyü geleneği İslâm’ın kabulünden sonra da devam etmiştir. İslâm’ın şiddetle reddetmesine rağmen sihir-büyü geleneğinin sadece Türkler’de değil müslüman Araplarda da devam ettiğini İbn Haldun’un “Mukaddime”sinden anlamaktayız.İbn Haldun, sihre ayırdığı bölümde, sihrin o dönemde nasıl algılandığını ve daha önceki tarihsel süreci çok güzel aktarmaktadır. Ona göre, Hz. Musa’dan önce Nabat ve Keldânîlerin yazmış oldukları kitaplarda bu ilimlere ait bilgilere çokça rastlanmaktadır. Çünkü Musa’dan önceki peygamberler bir şeriat ortaya koymamış, kutsal ise şer’î hükümler yerine sadece vaazlar ve Allah’ın tevhidine çağıran ve iyilerin cennetlik,kötülerin ise cehennemlik olacaklarına dair hükümleri içermiştir.

Yine İbn Haldun’un anlattıklarından, Bâbil’de yaşayan Süryânî ve Keldânîler, Mısır’da yaşayan Kıptîler ve diğer bazı toplumların, sihir ve tılsım bilgileriyle iştigâl ettiklerini,bunlara dâir kitap ve eserler vücuda getirdiklerini anlamaktayız.Buna paralel olarak İbn Haldun, İbn Vahşiye isimli bir zatın,Bâbil kaynaklı sihir bilgilerini Felâhatu’n-Nabatiyye isimli kitabında tercüme yoluyla toplamış olduğunu, bu kitabın da sahada çalışan ulemaya kaynaklık etmiş mühim bir eser olduğunu aktarmaktadır. Aynı

şekilde,sahaya kaynaklık eden diğer bir kitap da yine Felâhatu’n-Nabatiyye gibi tercüme yoluyla oluşturulmuş olan “Mesâhifkevâkibi’s-seb’a”dır.Bunun dışında ulemadan bazılarının Tumtum el-Hindî’nin felekleri, dereceleri ve kevkeblerin sûretleri üzerine yazmış olduğu bir kitabını Arapça’ya çevirdiklerini İbn Haldun’dan öğrenmekteyiz.

Büyü tarihi açısından bir diğer önemli husus hicrî ikinci asırda zuhur eden Câbir bin Hayyân’ın kendinden önce yazılan eserleri inceleyerek, sihir ve tılsımın dallarından olan simya bilgisiyle meşgul olması, bu öğreti hakkında fikirler öne sürüp sözler sarf etmesidir. Simya bir maddenin suretini değiştirerek başka birşekle sokmaktan ibaret olduğu için, sihrin bir çeşidi kabul edilmektedir.

İbn Haldun Câbir bin Hayyân’dan sonra Endülüs’te Mesleme binAhmed el- Macrîtî isimli bir zatın zuhur ettiğini, sihir ve tılsıma dair (daha çok Helenistik karakterli)olan bir çok eseri inceleyerek bu bilgilerin kanunları niteliğini taşıyan Gâyetü’l-Hakîm”isimli bir kitap kaleme aldığını söylemektedir .

İbn Haldun, Kıptî sihirlerine dair eserlerin kendi döneminde hâlâ Kuzey Mısır’da Berârî denilen yerde görülebildiğini bunun da sihrin Mısır’da eskiden beri yaygın olduğunu gösterdiğini söylemektedir. İbn Haldun, kitabında kendi gözleriyle gördüğü bazı sihirlerden ve bunların nasıl yapıldığından bahsetmektedir. Örneğin taklit yöntemiyle yapılan bir büyüyle ilgili gözlemlerini şöyle aktarır:

Gözlerimizle gördük ki, sâhirlerden bazıları meshûrun yani sihir yapılmış kimsenin suretini kastederek, onun niyetine göre birtakım maddelerin özellikleriyle tasvir ederler. Suret hazırlanırken kullanılan isimler ve sıfatlardan ibaret olan bu manaların benzerleri te’lîf (birleştirme) ve tefrik (ayırma) bakımından sihir yapılmış kimsede bulunur. Bilahare sihri çözmek isteyen sâhir, aynen veya manen sihir yapılmış olan kimsenin benzeri olarak hazırlamış olduğu surete hitâb ederek sözler söyler.Kullandığı o kötü sözlerin harfleri sâhirin boğazından çıktığında, o harfleri tekrarlarken ağzında toplanmış olan tükürükleri suretin üzerine üfler. Ayrıca bu maksatla hazırlamış olduğu ipi de düğümler. Sâhir, bu tükürükler üflenerek meshûrun niyetine hazırlanmış olan düğümlerin çözülmesi ve bunun lüzumu için tefe’ülde bulunur. Bu fiilindeki üfürüşüne ortaklık eden cinden ahid alır, bunun için azîmet okur. Üfürdüğü zaman tükrüğü ile birlikte ağzından çıkan bu bünye ve kötü isimlerin çok kötü ruhları vardır. Üfleme sonucu çıkan bu kötü ruhlar sâhirin kastettiği meshûrun bedeninde vâkî olurlar.” ... “Sihri meslek edinmiş olan bazı sâhirlerin, giysi yâhut deriye işâret ederek, gizlice bir kelâm söylediklerinde, o giysi ve derinin parçalandığını gözlerimizle gördük. Ayrıca çayırlarda otlayan koyunların karınlarının yarılmasına niyet edip, işaret ettiklerinde koyunun karnının yarılarak bağırsaklarının yere düştüğünüde müşâhade ettik. İşittiğimize göre Hint topraklarında sâhir, bir insana işaret ettiğinde o insanın kalbi yerinden çıkıyor, insan ölüyor ve göğsü açılıp da bakıldığında iç organlarının arasında kalbine rastlanmıyormuş. Yine sâhir nar meyvesine işaret ettiğinde, içi açılıp bakıldığında hiçbir tanesinin içinde olmadığı görülüyormuş. Ayrıca Sûdan ve Türk topraklarında bulutları teshîr ederek belirli topraklara yağmur yağdıran sâhirler olduğunu işittik..”

İbn Haldun, koyunların karınlarını işaret ederek yaran, giysi ve derilere işaret ettiklerinde yarılmasını sağlayan bu insanlara be’âc adı verildiğini söyleyerek şöyle devam eder:

Ben bu cemaati ve yaptıkları işleri bizzat gördüm. Bu cemaatin bana haber verdiklerine göre, onların küfürden ibaret olan davetleri cin ve kevkeblerin ruhâniyetlerini işlerine ortak etmek üzere,kendilerine mahsus riyâzet ve teveccühleri mevcuttur. Bunların bu bilgileri “el-hızriyye” adını verdikleri müstakil sayfalarda toplanmıştır ve elden ele dolaştırarak bu kitabı okurlar.Dediklerine göre bu sihirler tesiriyle yapmak istediklerine riyâzet ve kevkeblere yönelmek yoluyla ulaşırlarmış. Bununla birlikte onların sihirleri sadece eşya, hayvan ve kölelere tesir etmektedir. Buna karşılık hür olan insanlara tesir edememektedir.Birçoğunu öğrendiğimiz ve şüphemiz kalmayacak kadar bunların birçok türünü de gözlerimizle gördüğümüz sihir ve tılsımlar, işte bu anlatılanlardan ibaret olup, etkileri ve sonuçları her yerde görülmektedir.”

İbn Hâldun’un bu anlattıkları Müslüman Araplarla Türkler arasındasihir-büyü konusunda ne tür etkileşimler olduğunu görmemiz açısından önemlidir.

X. yüzyılda Türk boylarının büyük kitleler hâlinde Müslümanlığı kabul etmelerinden sonra, İslâm’ın kesin bir şekilde yasaklamasına rağmen büyü-sihir, geçmişteki âdetlerle, ayrıca eski İran, Mezopotamya, Mısır ve nihayet Anadolu kültürlerindeki katkılarla günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Öyle ki bunun temelinde;yeni bir dinin yayılmasını önleyemeyen Budist, Maniheist ve Şaman rahiplerin eski geleneklerini yaşatmak ve meslekî çıkarlarını korumak için kendi hurafelerini başka milletlerden öğrendikleriyle birleştirip bunlara çokça da dînî bir görüntü vererek,cincilik, üfürükçülük, muskacılık ve afsunculuğa yeni şekil kazandırmalarının oldukça fazla etkisi olmuştur.

 

Ayrıca İslâm’dan önce de din adamı karizmasıyla iş gören bu insanlar aynı taktiği İslâm’dan sonra da kullanmışlar ve kendilerine “hoca” veya “din adamı” demişler veya yaptıklarının “dua, ibadet, yardım isteme” gibi dînî ritüeller olduğunu kabul ettirmeye çalışmışlar ve başarılıda olmuşlardır. Aynı zamanlarda hastalıklara çare bulma iddiaları ve yanlarında bulundurdukları çeşitli ilaçları da insanlara sunmaları bu geleneğin zamanın yıpratıcı etkisine direnmesinde etkili olmuştur. Yusuf Has Hâcib tarafından XI. yüzyılın ikinci yarısında yazılmış olan Kutadgu Bilig’de kamlar otacı denen hekimlerle birlikte anılmış, her derdin bir dermanı ve iyi edecek bir kamı bulunduğu belirtilmiştir.

 

Aynı zamanda o, “muazzim”leri (üfürükçü ve muskacılar) okuyup üfleyen, muska yazan kimseler olarak yel (cin) ve şeytan hastalıklarını tedavi ettilerinden, “afsuncular” ve“emçiler”in oluşturduğu sınıfın toplumdaki ruhî, cinnî hastalıkların iyileştirilmesinde gerekli görüldüğünden bahseder .

 

Buradan da İslâm öncesi dönemde kam ismini alan rahiplerin artık “muazzim” ismini aldıklarını, eski afsun ve büyü geleneğine dinî bir çehre vermek için Kâbe, arş, levh-i mahfûz,kürsî, zemzem vb. terimleri, Kur’an’dan bazı ayet ve sûreleri büyü unsuru veya malzemesi olarak kullandıkları anlaşılmaktadır.Bu anlayış bugün de devam etmektedir.

Günümüz Türkiye toplumunun metafizik varlıklara özelikle de cinlere inancının şekillenmesini kültürel geçmişten ve geleneklerden ayrı düşünmek mümkün değildir. Binaenaleyh, özellikle Osmanlı döneminde yaygın olarak okunan ve halkın cinlere bakışını şekillendiren, günümüzde de hâlâ yer yer popülerliğini koruyan kitaplar, bugün de halkın metafizik varlıklara ilişkin görüşlerini etkilemektedir. Bu kitaplar vaazlarda sıkça kullanılmakta, hemen herkesin evinde bulunmakta olan yaygın kitaplardı.

 

Bu kitaplara örnek olarak Yazıcıoğlu Mehmed Bîcan(ö.857/1453) tarafından kaleme alınan Muhammediyye, Yazıcıoğlu Ahmed Bîcan (ö. 840/1466) tarafından yazılan Envârü’l-Âşıkin ,Karadâvud zâde Mehmed b. Ahmed’in (ö. 1170/1757) tarafından yazılan Kara Dâvûd,Ebu’l-Leys es-Semerkandî (ö. 373, 375/978) tarafından kaleme alınan Tenbihü’l-Gâfilin,Abdurrahman b. Yusuf Aksarâyî tarafından kaleme alınan İmâdü’l-İslâm ve Erzurumlu İbrahim Hakkı (ö. 1194/1780) tarafından yazılan meşhur Mârifetnâme gibi kitapları verebiliriz

.

Bu kitaplar, yer yer, ruhanî varlıklarla alakalı değişik bilgiler aktarmaktaydılar. Örneğin; kaynaklarda Vehb. B. Münebbihten gelen habere göre Allah nâr-ı semûmdan can kavmini yaratmış, ateşin yalabından önce “Mâric” isminde bir erkek, sonra da “Mârice”isminde bir kadın meydana getirmiştir. Bunlardan cin adında bir oğlan doğmuş ve bütün cinler ondan meydana gelmiştir. İblis de onlardandır. İblis can kavminden “Lehyâ” isminde bir hanımla evlenmiş ve bütün cihan onların çocuklarıyla dolmuştur. Allah can kavmini yere ve göğe yerleşmiştir. Bunlar uzun zaman ibadetle meşgul oldukları halde bir süre sonra Allah’a isyan etmeye başlamışlardır. Yeryüzü de kendisinin itaat eden kulları barındırmak üzere yaratıldığını söyleyerek şikâyette bulunmuştur. Bunun üzerine Allah onlara kendi cinslerinden sekiz yüz peygamber göndermiş, fakat onlar hepsini de şehit etmişlerdir. Bu durum dolayısıyla Allah İblis ve çocuklarını savaşmak üzere yeryüzüne indirmiş, daha sonra gökten ateş göndermiş, ‘cân’ ve ‘cin’in hepsi yanmış, Azâzîl ordusuyla birlikte yerde kalmıştır.

 

Başka rivayetlerde, cinler yeryüzünde bir zaman sonra fesad çıkarıp birbirlerini öldürmeye başlamışlar, Allah da onların üzerine cennetin bekçileri olan bir grup meleği göndermiştir.Reislerinin ismi de Azâzîl’dir. Bunlar yeryüzüne inince cinleri dağlara ve adalara sürmüşlerdir.

Yine cinlerle ilgili başka bir rivayette, Ebu’d-Derdâ Allah’ın cinleri yılan ve köpek şeklinde yeryüzünde yürüyenler, havada uçanlar, itaat etmediklerinde azaba uğrayanlar, ibadet ettiklerinde sevap alanlar şeklinde üç grup olarak yarattığını bildirmiştir.

Yukarıda,söz konusu kitaplarda cin, şeytan ve melek gibi metafizik varlıklarla ilgili geçen rivayetleri anlatan örnekler, bize özellikle halkın yoğun ilgi gösterdiği ve insanlara yapılan vaaz ve nasihatlerde sıkça kullanılan bu kitapların, halk arasında dolaşan cin telakkilerinin nasıl oluştuğunu göstermesi açısından güzel bir örnektir. Bu kitaplarda yer alan rivayetlerde, cinlerin kılık değiştirmesi, şeytanın padişah gibi suyun üstünde kurduğu kürsüde oturduğu ve insanları azdırmak için buradan birtakım ordular göndermesi, cinlerin yaratılışı gibi pek çok hususla alakalı oldukça fazla örnek göstermek mümkündür .

 

Ancak bu kaynaklardaki bilgilerin Kur’an-ı Kerim üslubundan oldukça uzak olduğu fark edilmektedir. Örneğin Vehb. B.Münebbih’ten gelen haberin ilmî gerçeklere ters düştüğü ve kaynağı bulunamadığı için uydurma kabul edildiği, râvisinden dolayı da İsrâiliyat’tan olma ihtimalinin bulunduğu tespit edilmektedir.

 

Yine söz konusu kaynaklarda geçen ve şeytanın gök yüzünden inmesi ve harb etmesiyle alakalı anlatılanların da Kur’an’ın nâzil olduğu dönem Arapları tarafından bilinen bir kıssa olduğu, kıssanın Yahudilerden Araplara geçtiği veya daha eski bir kaynaktan her iki kavme intikal etmiş olabileceği haber verilmektedir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...