nevermore Oluşturma zamanı: Mart 26, 2016 Paylaş Oluşturma zamanı: Mart 26, 2016 PSİKOLOJİDE NORMAL VE ANORMAL KAVRAMI Psikolojide psikolojik davranışlar ve reaksiyonlar bakımından normal olamn ne olduğunun incelenmeye başlaması çok eski değildir. Önceleri daha ziyade şu veya bu psikoz veya nevroz tanısı konulmakta ve tedaviye gidilmekteydi. Ancak Psikolojide son 40-50 yılda özellikle ruh hekimliğinde önemli evrimler olmuş; özellikle tam normal hâl ile anormal hâl anlayışı çok değişmiştir. Önceleri hekimler genel olarak hemen yalmz açık organik ve ruhsal bozukluklar gösterenlerle uğraşırken normal pek dikkate alınmamaktaydı.Sağlık büyük ölçüde anormal bozukulukları olmamak; hastalık ise gözle görünür derecede tabiî olmayan belirtilerin bulunması hâliydi1. Tıptaki ve özellikle nöroloji ilmindeki ilerlemeler, klinik psikolojide de normal ve anormal kavramım etkilemiştir. Bu zamana kadar,psikolojide normal ve anormal kavramını etkileyen en önemli etkenlerin başında tıptaki ilerlemeler gelmekle beraber, bu alanda yazılan kitaplardan çoğunun normallik hâline yer vermemeleri ve her hangi bir tarifte bulunmamalarıdır. 1990’lara kadar pek az psikiyatri kitabının indeksinde normallik hâli yer almaktadır.Son zamanlarda klinik psikolojide bu konudaki değişiklikler yalnız genel hekimliğin ilerlemelerine değil, kendi alanında psikanaliz-psikosomatik, hekimlik-sosyal psikiyatri gibi dalların yeniliklerine de bağlıdır. Karen Horney normal ve patolojik olanın ayrımının tamamıyla tahmini olduğunu söylemektedir. Zira medeniyetin veya kültürün bazı gereklerine göre nörotik sayılan bir davranış diğer bir toplumda tabii sayılabilir. Örneğin bazı ilkel kabilelerde ölmüş ataların ruhlarıyla zaman zaman konuşmalar yapmak normal kabul edilebilirken, bizim toplumumuzda bu anormal kabul edilmektedir. Veya puta tapan bir topluluk için görmediği bir şey huzurunda secde eden Müslüman anormal kabul edilebilir. O hâlde her tarihî dönem ve toplum için geçerli olan bir normal ve anormal standardı yoktur2. Psikanalistlerden bazılarına göre ruh fonksiyonu bakımından gerçek sağlık hayalî bir şeydir. Nitekim biyoloji ve fizyolojik olaylarda olduğu gibi objektif bir kriter yoktur. M. Klein’e göre “Ruhu itibariyle sağlam insan, psikolojik eylemler bakımından bütünlüğüne birleşimler yapan bir kişiliğe sahip olan insandır” demekte ve bunun içinde şu ölçüleri vermektedir3. Karakter gücü. Çatışmalarım yenebilmek yeteneği. İçsel hayatın gerçekliğe uyumu. Çeşitli kişilik kısımlarının bir bütüne amaçlı olarak yönelmesi. Normali,düzene ve norma uyan olarak tanımlayabiliriz. Ancak norm, bütün toplumlarda aynı anlamı taşımamaktadır. O hâlde normu, kabul edilen değerlerin bileşkesi oluşturmaktadır. Her hareketin, her düşüncenin, her duygunun normal ve normal olmayan sınırları vardır. Bu normalliği de şüphesiz ortak kabuller ve topluluk belirlemektedir. Toplumların normallik ve anormallik üzerindeki etkilerini bir kenara bırakmak mümkün değildir.İnsanın günlük yaşantısında ortaya çıkan doğal durumlar,aşırı bir hâl alır, sürer ve içinde yaşanılan topluluk ölçülerine aykırı gelirse anormal sınıra girilmiş demektir.Bu bakımdan ruhi sıkıntıların normalliğini belirlemede işlevsellik ve sosyalleşme oldukça önemli bir ölçü kabul edilmektedir.4 İstatisikî bakımdan, ortalamadan çok sapmış bulunan herkes anormaldir.Sosyal açıdan normal insan hayattan zevk alabilecek derecede çevresine uyum sağlamış olan,anormal ise uyumsuz olan insandır. Bu bakımdan psikolojik olarak normal ve anormal değerlendirmesinde insanın hayat reaksiyonlarına bakılır. Bireyin ailesine, çocuklarına, dostlarına karşı tutumu, konuşma tarzı, fikirleri, heyecanları, düşünceleri gibi hususlar psikolojik açıdan kişiyi normal veya anormal sınıfına koymak için gerekli ölçütlerdir.5 Tüm bunlara ek olarak psikiyatri alanında bir kişinin normal olup olmadığı konusunda en önemli ölçülerden birinin hezeyanları olduğunu belirtmek gerek. Hezeyan, genel olarak kişinin gerçeğe uygun olmayan fikirleridir. Kişi bunları kesin doğrular olarak kabullenir ve aksini kesinlikle kabul etmemektedir. Psikiyatride hâkim kanaat, cinlerin var olmadığı ve cin gördüğünü veya kendisine cinlerin musallat olduğunu iddia eden insanların anormal olduğu şeklindedir. Buna göre cin gördüğünü veya cinlerin çeşitli kılıklarda göründüğünü söyleyenler “vizüel halüsinasyon” (Görsel halüsinasyon) yaşamaktadır 6. Yine basit ışıklar, parıltılar, fosforlu çakmaklar, renkler,sesler, uğuldamalar söz konusuysa “elementler halüsinasyonu”bulunmaktadır. Hayvan, insan, sözler, fısıltılar, müzikli parçalar söz konusuysa bunlar da genellikle “kompleks halüsinasyonlar” olarak değerlendirilmektedir”. Bedenlerinde şeytan dolaştığı iddiası, elektriklenme, organların yerlerinin değişmesi, görünmeyen bir şeyin kendilerine tecavüz ettiği gibi iddialar da klinik psikiyatride “Senestezik Halüsinasyonlar”olarak değerlendirilmektedir7. Klinik psikolojide cinlerle ilişkilendirilen birçok hususun (ses duyma,dokunma, çarpılma, garip varlıklar duyma vb.) fizyolojik temellerle açıklanması ve anormal olarak değerlendirilmesi elbette basit bir tercih değildir. Yapılan araştırmaların çoğunda ateşli hastalıkların, LSD, alkol, afyon gibi uyuşturucu maddelerin, aşırı stresin veya kafa çarpması sonucu oluşan travma gibi fizyolojik sonuçları olan durumların başta wernicke halüsinozu (işitme halüsinasyonları ile birlikte giden taşkınlık,saldırganlık) olmak üzere, paranoya, sara, korsakof psikozu (çevre sinirlerine ilişkin bozukluklar ile birlikte gelen bellek bozuklukları, bunama, bilinç bulanıklığı) ve başka türlü bazı halüsinasyonlara ve psikolojik rahatsızlıklara sebep olduğu bilinmektedir8. 2 Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Mart 26, 2016 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Mart 26, 2016 TARİHİ SÜREÇTE CİN-RUH SAĞLIĞI İLİŞKİSİ Tıp tarihini, özellikle de psikiyatri tarihini incelediğimizde,insanların tarih boyunca, herhangi bir rahatsızlık için ilk önce mistik birtakım çareler aradıkları ve çözüm bulamadıkları hastalıkları kötü ruhlarla (cinlerle) ilişkilendirdikleri görülmektedir. Bu, hemen her kültürde aynı şekilde tezahür edegelmiştir9. Şamanist Türklerde, şaman hekimler, tedavi sırasında kendisine yardımcı olacak cinleri bir takım şiirsel ifadelerle çağırır, içinde bulunan koruyucu cinle, iyi ruhla bağlantı kurar, bu iyi cin vasıtasıyla hastalığın sebebini öğrenir, hastanın bedenini bırakıp giden asıl ruhun nerede ve ne durumda olduğunu araştırırmış. Yine şaman kendi buyruğu altında bulunan çeşitli cinler yardımıyla hastalık yapan kötü cinleri kovar ve hastanın bedenini bırakıp giden asıl ruhu bularak yeniden hastanın bedenine dönmesini sağlardı. Şaman son olarak yardımları için cinlere teşekkür ederek tedavisini bitirirdi.10 Yine Yusuf Has Hacip tarafından 1068 yılında yazımı tamamlanan“Kutadgu Bilig” adlı manzum eserde, bedenî ve ruhsal hastalıklara, bunların tedavisine de yer verilmiş, hastalıkları ilaçla tedavi eden hekimlerin yanında, eski Türk toplumlarında yer alan ve büyü yapan, kötü cinleri, ruhları, şeytanları kovan, Gök Tanrı ile bağlantı kuran büyücülerin bulunduğu ve bunların “efsuncu” adıyla tanındıkları belirtilmiştir11. Akıl hastalıklarının cinlerle ilişkilendirilmesi tarih boyunca oldukça yaygın olarak benimsenmiş bir durumdur. Nitekim deli olarak nitelendirilen veya akıl ve ruh sağlığını kaybetmiş olan kimselere “mecnun” yani cinlenmiş denmesi de bunun en güzel örneğidir. Burada “cinlenmiş” ifadesi, cinlerle ilgili sık kullanılan bir ifadeyi “içine cin girme”, “cinlerin musallat olması” veya “obsesyon” deyimlerine karşılık gelmektedir ki, yaptığım kaynak araştırmalarında cinlerin en sık belirtilen vasfının insanın vücuduna girebilmesi olduğu görülmektedir. Buradaki obsesyon kelimesi, psikiyatrideki takıntıları ifade eden obsesyon teriminden farklı anlama sahiptir. Nitekim burada obsesyon, Arapça tabiriyle tasallut anlamına gelmektedir. Yani cin gibi ruhsal varlıkların insan bedenine uzaktan veya yakından, hatta içine girerek çeşitli derecelerde insana hükmetmesi, ona etkide bulunması anlamındadır.12 Cinlerin insan bedenine girerek hastalıklara sebep olması anlayışı eski Türklerden başka neredeyse her kavimde karşılaşılan bir anlayıştır. Kuzey Afrika ve Orta Doğu, Avrupa ve Amerika, Çin,Japonya ve Asya gibi pek çok coğrafyada bir şekilde cin ve cinlerin sebep oldukları hastalıklar anlayışı bulunmaktadır.Mesela Kuzey Fas’ta cinlerin sebep olduğu hastalıklar “tütsü büyüsü” de denilen yazılı bir büyü ile tedavi edilmekteydi13. Eski Mısısrlılar da hayatlarının her alanına cin korkusunu yaymışlardır. Örneğin mısırda yaşayan biri sıvı bir şeyi yere dökecekse hemen “destûr” (müsaade) veya “destûr yâmubârekîn” (müsaade ey azizler) diyerek cinleri uyarır, zira ansızın yapılan bu işten cinlere zarar gelirse yerdeki ifritlerin intikam alabileceklerinden korkulurdu 14. Yine Güney Arabistan tasavvurlarına göre cinler, ahırlardaki atları huzursuz ederler, köpekler sebepsiz yere sokaklarda kavgayı teşvik ederler, ineklerin kuyruklarına diken batırırlar yumurtlayan tavukların altlarındaki yumurtaları kırarlar.Öfkelendirilen cinler düşmanlarını ekseriya hasta eder veya mecnun yaparlar. Hatta cinler, bebekleri kaçırıp kendi göğüslerinde emzirirler. Bu çocuklar da genelde çirkin ve yaramaz olurlar.15 İlkel dönemlerde insanların ruhlara inandıkları ve birçok ilkel kültürde, “çalılık ruhu” (bush spirit) kavramı olduğu görülür. Bu kavrama göre kişiler kendileriyle bir olduklarını düşündükleri bir ruhun diğer konağı olan canlıya yapılan bir girişimi aynen kendi bedenlerinde hissedebilirler. Vodoo inancında olan budur. Burada ruhun sembolik bir cisme tutsak edilmesi ve o cisme kişi için murad edilen kötülüğün yapılarak, hedeflenen bireylere, hatta aynı ruha bağlı olan bütün canlılara ulaştırılması mümkündür16. İlkel kabilelerin birtakım kimselerin kendi iradeleri dışında uygun olmayan hareketlerde bulunmaları ve bir kısmının da yaptıkları hareketleri hatırlamamaları ruhun o sırada olmayışı ya da başka bir ruhun bedene girmiş olmasıyla açıklanmaktaydı. Nitekim bu sırada kişi kendi durum ve tutumuna aykırı davranışlar gösterdiğine göre, ya ruhu tarafından terk edilmiş olan beden kendi başına kalıp bağımsız hareket etmekte ya da içine giren ruhla bedeni ve kendi ruhu arasında bir çatışma ortaya çıkmaktadır17. Cin gibi ruhsal varlıkların insan bedeninde yaşaması anlamına da gelen tasalluta olan inanç, antik döneme kadar uzanmaktadır. Bu konunun kapsamı içine sokulan patolojik fenomenler, çağımızda sara, epilepsi, nevroz, histeri ve psikoz gibi hastalıklara tekabül etmektedir18. Yine Kongo ırmağı aşağı kıyılarında yaşayan Mayonbe kabilesine göre epilepsi, Mukuani ve Makumi adlı ruhların verdiği bir cezadır. Bu ruhlar, suçlu buldukları kişiye Ndoki adlı ruhu gönderirler. O kişinin gözleri önünde bir sis belirir; o zaman kişi ağacın tepesinden veya yüksek bir yerden düşer. Çare ruhların dışarı çıkarılmasıdır. Diğer bir yöntem ise doğada bağımsız olarak dolaşan dost ve iyi ruhların yardıma çağrılmasıdır19. Batı literatüründe özellikle de Hristiyan teolojisinde cinlerin insan bedenine girmesi konusu üzerinde ehemmiyetle durulmuştur. Bu hususta batı dillerinde “obsesyon” veya “exorsizm”isimlerini taşıyan başlıklar altında ayrıntılı şekilde inceleyen çok önemli kitaplar olduğu bilinmektedir.20 İncil’de cin girme olaylarından sıkça bahsedilmektedir. 21Cinlerin insan bedenine girdiklerine olan inanç, Doğu ve Batı’da eskilere dayanmaktadır. Batı kaynaklarındaki genel kanıya göre hekimlik karşısında tanımlanamayan hastalıklar, genellikle hiçbir ilaç ve tedaviye cevap vermez. Bu durum içine cin girdiği şüphesini artırmaktadır. Bu durumdaki hastalara hiçbir doktor faydalı olamaz. Bu hastanın iyileşmesi için bir “eksorsist”e(cin çıkarıcı) götürülmelidir. Eksorsizm ise Tanrı’ya yakarış yoluyla cin yahut şeytanların kovulması ameliyesidir.22 Ortaçağ Avrupası’nda ruhsal rahatsızlıklar bedene girmiş olan şeytân!(satanik) veya cinnî (demonik) güçlerin eseri ve cadılık olarak telakki ediliyordu. Bunun en güzel örneği 1487’de dominiken rahibi Henrich Institoris ve gene dominiken olan Jacob Sprenger’in Salzburg’da “Cadı Çekici” (malleus Malleficarum) adıyla yazdıkları kitaptır. Bu kitap, Papa VIII. Innosent’in 1484’te yayımladığı, cadıların cezalandırılması zorunluluğuna ilişkin tavrı destekliyordu. Bu kitabın üçüncü bölümü, 17.yüzyılın sonuna kadar bütün Avrupa’da bir ceza yasası gibi etkin olmuştu. Bu kitap, bugün bilinen her türlü psikiyatrik bozukluğa ilişkin belirtileri, bedene girmiş şeytan veya cinlerin eseri olarak değerlendiriyor, şeytanla kişinin kurmuş oldukları anlaşmanın ortaya çıkarılması için her türlü işkence yöntemini kabul ediyor, sonunda ceza olarak da ateşte yakılma hükmünü içeriyordu23. İslâm kültüründe de cinlerin insan bedenine girebileceği ve bir takımruhsal ve bedenî hastalıklara sebep olabilecekleri anlayışı bulunmaktadır. Nitekim Mu’tezileden bir grup hariç olmak üzere,Ebu’l-Hasan el-Eş’arî’ye göre ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat,cinlerin insan bedenine girerek sara hastalığına sebep olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Buna göre cinlerin bedene girmesine ve insana etkide bulunabilmesinin varlığına delalet eden Kur’ânî delil Bakara Suresinin 275. ayetidir. Mealen “Faizyiyen kimseler, kendisine şeytan çarpmış olan nasıl kalkarsa,mezarlarından öylece kalkarlar” buyrulan ayette şeytanın insan ruhuna, düşüncelerine hatta bedenine tesir edebileceğine delil olarak düşünülmektedir. Yine şeytanın insana tasallut olması anlamına gelen vesvesenin varlığı da Kur’an’da Nâs suresinde anlatılmaktadır. Yine cinlerin insan bedenine girebileceği yönündeki bir hadis 24hadis de cinlerin insan bedenine girebileceğinin hadisten delili olarak öne sürülmektedir. Toplumlarda akıl ve ruh hastalıklarının görünmeyen varlıklar tarafından meydana getirildiği anlayışı, yakın zamana kadar etkisini sürdürmüştür. Hatta bugün dahi bu anlayışa sahip kimseler bulunmaktadır. Bu telakki tarihsel süreçte korunsa da önceleri cin çıkarma törenleri ağırlıklı tedavi yöntemleri, yerini gittikçe farklılaşan tedavi yöntemlerine bırakmıştır. Nitekim özellikle Türkler için konuşmak gerekirse M.S. 840-1244 yılları arasında Karahanlılar döneminde hastanelerde ruh hastaları için müstakil mekânlar yapılmaya başlanmış bu hastaneler Selçuklular ve Osmanlılar dönemlerine kadar yapılmaya devam etmiştir. Bu şifahanelerin içinde de mutlaka mecnunlar (cinlenmişler) için yerler ayrılmış, hatta darül-mecanin adı verilen müstakil binalar da yapılmıştır25. Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu döneminde Anadolu’da ve İstanbul’da ruh ve sinir hastaları darüş şifaların kapsamı içinde bulunan Bimarhanelerde bakılıp tedavi edildikleri gibi, çeşitli mezheplere, tarikatlara bağlı tekkelerde, şeyhler tarafından da tedavi edilirdi. Bu mekânların en önemlilerinden biri de Karaca ahmet’tir26. Söylentilere göre, hekim olan ve halk arasında ermiş olarak kabul edilen Karaca ahmet’in kurduğu tedavi ocaklarında ruh ve sinir hastalarına da tedaviler uygulanırmış. Buna göre, ocaklara getirilen hasta, bağırıp çağırır, taşkınlık belirtileri gösterirse ocağa kabul edilir, donuk, durgun, ilgisiz ve sessizse geri çevrilirmiş. Ocağa kabul edilen hasta önce bağlanır,geceyi kapalı, karanlık bir hücrede kendi başına geçirir, sabah ocak şeyhi veya yardımcısı tarafından durumu değerlendirilirmiş. Hastaya da tedavi boyunca cüher adı verilen toz haline getirilerek suda eritilip süzülen bir ilaç içirilir, ağır yemek ve et verilmez, sebze, tuzsuz ekmek, çorba ve su ile beslenirmiş27. Sonuç olarak örneklerde de görüleceği gibi mecnunların, bugünkü tabirle ileri derecedeki ruh ve sinir hastalarının tedavileri,giderek gelişmiş ve günümüze kadar gelmiştir.Ayrıca geçmişe doğru gidildikçe ruh ve sinir hastalıklarının cinlerle ve metafizik varlıklarla ilişkilendirilmesi artmakta,günümüze yaklaştıkça azalmakta hatta modern tedavi usulleri içerisinde bu tip bir düşünce sıfırlanmaktadır. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Mart 26, 2016 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Mart 26, 2016 MODERN SÜREÇTE RUH SAĞLIĞI VE CİN KAVRAMI Psikiyatride hâkim kanaat, cinlerin var olmadığı ve cin gördüğünü veya kendisine cinlerin musallat olduğunu iddia eden insanların anormal olduğu şeklindedir. Buna göre cin gördüğünü veya cinlerin çeşitli kılıklarda göründüğünü söyleyenler psikolojik bir problem yaşamaktadır . Ancak bu anormalliğin psikolojik ölçütleri, semptomları nelerdir, sınırları ne olmalıdır?sorusu bu husustaki en önemli soru olarak karşımıza çıkmaktadır. Psikiyatri alanında bir kişinin normal olup olmadığına genellikle hezeyanıyla hükmedilmektedir. Kişide görülen hezeyan veya saçma fikir (delire, delusion) önemli bir ruhsal bozukluğu ortaya koymaktadır28. Konumuz açısından mistik hezeyanlar, cinlere inançla yakından alâkalı bir husus olmakla beraber, cinlere inancın psikopatlojisini tümüyle kapsamamaktadır. Ancak mistik hezeyanlar cinler ve psiko patolojik semptomlar mevzu bahis olduğunda oldukça önemli ve muhakkak değinilmesi gereken bir konu olmaktadır. Nitekim birçok mistik hezeyanda, görünmeyen varlıkların tasallutu, vücudunda dolaşmaları, kendilerini kontrol ettiği, kulağına bir takım seslerin geldiği gibi şikâyetler yer almaktadır ki bunların birçoğu hastalar tarafından metafizik varlıklarla ilişkilendirilmektedir29. Hezeyan klinik tanımlamaya göre “gerçeğe uygun olmayan fikirleri kişinin doğru zannetmesi hâli” olarak tanımlanmaktadır30. Ayrıca “dikkatin kolayca dağılması ve yeni dışsal uyarıcılara yönlendirilememesi, zihin bulanıklığı, şaşkınlık, zaman ve mekân bağlamında yönelim kaybı, bellek sorunları,düzensiz-tutarsız düşünme ve konuşma,algısal bozukluklar (yanılsamalar ve sanrılar), kuruntu, heyecan,belirgin hiperaktivite, özerk sinir sisteminde aşırı etkinlik,huzursuzluk, uyku bozukluğu gibi semptomlarla kendini gösteren ruhsal bozukluk” olarak da tarif edilmektedir. Tam bu noktada karşımıza fikirlerin garipliği ve hakikate uymaması gibi hususların belirlenmesinde neyin ölçü olduğu problemi çıkmaktadır. Bu husus bu işin biraz felsefî tarafını teşkil ediyorsa da mistik hezeyanlar gibi karmaşık bir konuda kendini daha da hissettirmektedir. Hezeyanların zenginliği ve çeşitliliği karşısında, primitif inançların mantıkî tutarlılığı bir yana, büyük dinlerin çok dağınık mezhep ve tarikatlarının değişik inanç yorumları, anlayışları ve uygulamaları içerisinde bazılarına velî bazılarına deli denmesi gerçekten anlam kazanmaktadır. Burada temel olan norm deli ile veli arasındaki ayrımı belirlemektedir. Nitekim günümüzde biri gelse ve Cebrailin kendisiyle konuştuğunu söylese, Allah’tan haber aldığını söylese ve insanları kendisine inanmaya davet etse psikiyatrik olarak teşhisi hemen koymakta zorlanmayız. Ancak bu iki bin yıl önce olduğunda yani İsa diye biri çıkıp bunları söylediğinde durum değişecektir. Tam bu noktada psikiyatri açısından temel ayrım ve problem noktaları devreye girmektedir.Nitekim belki bugün peygamberlik iddialarının teşhisi konusunda sıkıntı duyulmuyor olsa da özellikle metafizik varlıklar açısından teşhis koyma ve psikopatolojik sınıflandırmalar açısından problemler devam etmektedir. Öyle ki cin, 31 melek, şeytan gibi metafizik varlıklar konusunda İslâm’ın kabulleri kesindir . Aynı şekilde bu anlayış Musevilik ve İsevîlikte de (Hıristiyanlık) vardır. Demek istenen mistik hezeyanlar konusunda psikopatolojinin semptomları belirlerken nelere dikkat edeceği, alt kültür ve inançları ne derece kuşatacağı hâlâ daha devam eden bir problemdir. Ancak burada özellikle mistik hezeyan belirtilerini normal dînî inançtan ayırabilmek için söz konusu ifadelerin bahsedilen din içerisinde ne kadar doğru ve tutarlı olup olmadığı, hastanın eğitim seviyesiyle örtüşüp örtüşmediği, hastanın iç görüsü, yaşam kalitesini etkileyip etkilemediği, fizyolojik herhangi bir bozukluk olup olmadığı gibi farklı cephelerden alacağımız verilere bakılmalı ve bu veriler bir bütünlük içerisinde değerlendirilmelidir. Zaten günümüzde yapılmaya çalışılan da genellikle budur. İnsanların inanç ve düşünce zenginlikleri dikkate alındığında hezeyanlar son derece zengin ve çeşitli olmaktadır. Öyle ki bu hezeyanlar,kişinin ruh hâline, önceki yaşantılarına, eğilimlerine, terbiye seviyesine, sosyal çevreye, devrin ideolojilerine, dini cereyanlara, bilimsel bulgulara, fikrî gelişmelere, günlük uğraşılara vb. hususlara göre değişecektir. Her durumda bir düşünce hezeyan hâline dönebilir. Bu hususta bir sınır yoktur.Zira her fikir olağan seyrinden sapabilir. Hezeyanların farklı çeşitleri bulunmaktadır. Hezeyanların patojenileri için bir dereceye kadar uygun bir zemin düşünülse de özellikle kronik hezeyanları ve özellikle bunların en çok toplandıkları paranoya için bir paranoid yapı (konstitüsyon) bahis konusudur. Ayrıca hezeyanları; kendini büyük görme, perseküsyon hezeyanları, aşk hezeyanı (erotomania), mistik hezeyan (religious delusion), icat ve keşif hezeyanı (delusion of invention), küçüklük hezeyanı(delusion of micromania), kendini suçlama- itham hezeyanı (delusionof self accusation), hipokondriyak hezeyanlar (hypochondriacaldelusion), büyük suçluluk hezeyanı (delusion of guilt), ölmezlik hezeyanı (delusion of eternity), metabolik hezeyanlar, kıskançlık hezeyanı, dava-hak iddiası hezeyanı, etki hezeyanı (delusion ofcontrol), rüya hâli hezeyanları (delusion of dream), sanrı hezeyanları ve imgelem hezeyanları (delusion of imagination) olarak da sayabiliriz32. Hezeyanlar genel olarak, güvensiz veya öz güveni düşük kimselerde görülmektedir. Ayrıca sikloid, emotif yapıları bulunanlarda,bazı enfeksiyonlar, alkol ve toksik maddeler, kafa travmaları, bazı organik biyolojik ve hümoral veya hormonal sebepler hezeyana etken olabilmektedir. Yne ölçüsüz ve taşkın muhayyile, her şeyi yorumlama ve durmadan sebepler arama eğilimi, çeşitli tutkular,tatminsizlikler, çeşitli işlerde veya mesleğinde haksızlığa uğramış olma, sevdiği bir yakınını kaybetme, erken yaşlardaki refulman ve kompleksler, aşağılık ve günahkârlık duyguları,çeşitli ruhsal sarsıntılar kişiye ve zamana göre hezeyanların şekillenmesinde son derece rol oynamaktadır33. Dînî(mistik) hezeyanların etyolojisinin ve patojenisinin iyi anlaşılabilmesi için dînî obsesyonların iyi bilinmesi gerekmektedir. Nitekim dinî obsesyonla dinî hezeyan birbirinden farklı hususlardır. Obsesyonlarda hasta, aklından atamadığı ve onu mütemadiyen işgâl eden fikir, duygu ve korkuların saçmalığının ve mânâsızlığının farkındadır. Bu sebeple obsesyon hezeyandan ayrılmaktadır. Nitekim hezeyanda hasta durumunun bilincinde değildir. Kesin bir kanaat mevcuttur. Yani içgörü sıfırdır. Yine obsesyonda muhakeme kusuru yoktur. Buna karşılık hezeyan hâli bir muhakeme kusuru, yani bir düşünce bozukluğudur . Mistik obsesyonlarda hastanın beynine dînî içerikli düşünceler hücum etmektedir. Ölümün ötesinde ne var? Niçin insanlar ıstırap çekerler? İnsanın bir ruhu var mıdır? Ruhun mahiyeti nedir?Hayat Nedir? Allah nedir? Kader nedir? Gibi çok farklı dini içerikli sorular bunlara örnek verilebilir. Bu sorular hastanın olağan düşüncelerine ve kültür seviyesine göre değişebilir.Dini vesvese de denilen bu hâller, metafizik obsesyonlara, musallat fikirlere yakındır. Burada hasta fena itiraflarda bulunmak, kutsal mekanları ve kişileri kötülemek gibi durumlardan çekinir ve korkar. Özellikle ergenlik döneminde bu hâller çok görülmektedir.Aynı şekilde bir adak adayıp adağı olduğu hâlde adağını yerine getirmediği taktirde cezalandırılacağı korkusu da bir grup obsesyonlara sebep olabilmektedir. Yine dini obsesyon çeşitleri arasında bazı mistik tabiatlı olanlarla bazı persekütelerde koruyucu teçhizat (muska, tılsım gibi) bulundurma hâllerinin görülebileceğini belirtmek gerekmektedir. 34. Burada şunu belirtmek gerekir ki bu tip obsesyonlar ilerlediği takdirde dînî hezeyanlara dönüşme ihtimali bulunmaktadır. Dînî içerikli anormal davranışlar arasında dînî içerikli histeriyi de saymak gerek. Mesela mevlid okunurken kadınlardan birinin baygınlık geçirmesi, onu taklitle birbiri arkasından beş on tanesinin bağırması, ağlaması, çırpınarak yerlerde yuvarlanması, dönen dervişlerin (donma) dedikleri (catalepsiehysterique) hâline geçişleri buna örnek verilebilir. Burada bazı histeriklerin hezeyan benzeri belirtiler ve davranışlar gösterdiğini belirtmek gerek. Bu gibiler de bilinç dışı bayılmalar hakiki vecd hâli değildir. Daha ziyade çevreye ait vede runi bir telkinin etkisiyle yarı hipnotik bir hâldir. Dini histerikler çeşitli manzaralar arasında çok defa şehvânî hisler de duyarlar35. Hezeyanların bir kısmı doğrudan doğruya benliği ve şahsiyeti, bazıları çeşitli duyguları veya tümüyle zekâyı, bir kısmı da benliğin sosyal çevreyle olan ilişkilerini ilgilendirmektedir.36 Hastanın hezeyana karşı gösterdiği sebat, açıklama ve iddia derecesi göz önünde bulundurularak, söz konusu hezeyanlar,sistematik ve sistematik olmayan şeklinde sınıflandırılır. Bu hezeyanlar zaman zaman geçmişle alakalı, bazen şimdi veya gelecekle yahut hepsiyle birlikte ortaya çıkabilmektedir.37 Hezeyanlarla alakalı olarak sayılan tüm bunlara ek olarak ve belki de sonuç olarak şuraya varmak gerkir ki mistik hezeyanlar hezeyanların kuvvetli ve yaygın bir türüdür ve mistik hezeyanlara diğer hezeyanlar içerisinde de rastlamak mümkün olabilmektedir. Örneğin melankolik delirlerde dinî suçluluk, mukaddesata karşı söz veya fiille küfür, Allah tarafından lânetlenmiş ve cennetten kovulmuş olmak gibi hezeyanlara rastlanabilmektedir. Aynı şekilde hipokondriyak ve matabolik hezeyanlarda, vücuduna şeytanın , deccal hâline gelme; perseküsyon hezeyanlarında,cehenneme ait kuvvetlerin hücum etmesi, semavî kuvvetlerin savunması; büyüklük hezeyanlarında, peygamber, papa, İsa Mesih,din kurucusu ve Allah olduğu hezeyanları görülebilmektedir.38 Netice itibariyle dinî veya mistik hezeyanlar cinlerle alakalı anormal durumlar incelendiğinde oldukça yaygın bir hezeyan türü olarak karşımıza çıkmaktadır. Müstakil bir hezeyan çeşidi olan dînî (mistik) hezeyanları iki kısma ayırabiliriz39.Bunlar; mistik perseküsyon hezeyanı ve mistik gurur ve büyüklük hezeyanıdır. Mistik (dinî) perseküsyon hezeyanında hasta, kötü ruhlar ve şeytan tarafından takip edildiğini, içten ve dıştan bunların tesiri altında olduğunu sanmaktadır. Dînî büyüklük hezeyanında ise hasta, kendisini dînî bakımdan büyük ve önemli bir şahsiyet olarak görmektedir. Bu sayılan hezeyanlar tipik perseküte ve büyüklük hezeyanlarıdır. Bunların haricinde,sayıklama olmadan, hak iddiasında bulunan, sabit ve kısıtlı hezeyanlı, muhakemeli ve dejenere megalomanlar ve mağdur olduğu fikrine kapılanlar vardır. Bunlar muhakemeli ve dejenere mistiklerdir. Bunlar arasında Allah adına bir kilise veya devlet büyüğünü, yahut bir kralı öldüren politik veya dînî mistikler bulunmaktadır40. Bazı mistik hezeyanlar, idrak bozuklukları sonucu yannılsamalar ve daha fazla psiko sansoriyel hâllusinasyonlarla birlikte görülebilmektedir.Mesela mistik paranoyaklarda görme sanrıları ve bazı kronik işitme sanrıları olmaktadır. Bunlar vahiy aldıklarını, miraca çıkarak Allah’la görüştüklerini veya cinlerin kendileriyle konuştuklarını söyleyebilmektedirler. 41 Bazı mistik hezeyanlarda, psikomatris ve bilhassa tenasül organına ilişkin hezeyanlar görülmektedir. Bu gibi hastalarda kendilerini sakat etmek, bilhassa günahlara sebep olarak gördükleri cinsel organını kesme veya zarar verme, intihara yeltenme gibi durumlar görülebilmektedir.42 Hezeyanların bu kadar çeşitli olması şüphesiz mistik hezeyanları da etkilemektedir. Öyleyse burada, dînî olanla olmayanı birbirinden neyin ayırdığı? sorusu sorulabilir. Burada bir tecrübeye veya hezeyana dînî nitelik kazandıran şeyin yaşanan tecrübenin taşıdığı temel unsurla alakalı olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü belli ruh hâli, ancak dînî bir niyet ve yöneliş içerisinde oluşmuş ise “dînî” olarak değer kazanır. Ya da daha özel anlamda söyleyecek olursak, hezeyanlarda dînî bir unsur varsa buna dînî hezeyan veya mistik hezeyan denmektedir. Patolojik anlamda mistik kişi, her düşündüğünü, duyduğunu, yaptığını rûhânî, dînî bir mükâfat veya ceza olarak gören yahut şeytanın telkini anlamında kabul eden kişidir.43 Burada hezeyanlar açısından baktığımızda, gerçeklik algısı kopmuş olan ve benliği çeşitli yönde (asalet, kudret, güzellik vb.) kabarmaları gösteren, dînî duygunun ifadesinde aşırılık,hayatı her bakımdan ruhânî bir ilişkiye dayandırma, ilginç ve gerçek dışı kalma gibi durumlar dînî hezeyanları doğurmaktadır diyebiliriz. Dînî hezeyanların konumuzla en alâkalı olanlarından biri “büyü ve sihir hezeyanları”dır. Halkımız arasında büyü ve sihir yapılarak onun tesiri altında kalmış olma düşüncesi oldukça yaygındır. Mistik hezeyanın diğer bir çeşidi de budur. Bir hipokondriyak, sihirle vücuduna şeytanın girdiğini, bazıları ise şeytan tarafından vücutlarının kaplandığını, fikirlerinin değiştirildiğini söyler. Aynı şekilde cehennem zebanilerinin zulmüne uğradığı fakat meleklerin kendisini koruduğu iddiaları da yaygındır. Büyü yapmak ve büyü tutmak gibi inançlar bazı çevrelerde, bazı kimselerde öylesine yerleşmiştir ki her kötülüğü artık, büyüden bilmektedirler44. Sonuç olarak, cinlerle ilişkilendirilen bir problemin klinik psikoloji ve psikiyatride net bir sınıflaması yoktur. Nitekim cinlerle ilgili belirtilen semptomların hemen hepsi DSM IV ve diğer tanı sistemlerinde ayrı hastalık tanımları içerisinde yer alabilmektedir. Öyle ki, bir kimsenin bir varlık gördüğünü iddia etmesi, visual halüsinasyon kanısı uyandırırken, bu varlığın kendisiyle konuştuğunu veya tecavüz ettiğini,kendisini kontrol ettiğini, içine girdiğini, birtakım emirler verdiğini vb. iddia etmesi işi değiştirmekte ve hezeyan fikrini uyandırmaktadır. Hezeyanlar ise psikotik rahatsızlıkların temel semptomlarından biridir. Ancak bu çalışmada konuyla alakalı yapılan kaynak taramalarından tespit edildiği kadarıyla,problemini cinlerle ilişkilendiren ileri vakalara yaygın olarak,kişilik bölünmesi veya şizofreni teşhisi koyulduğu anlaşılmaktadır45. 1 Rasim Adasal; Medikal Psikoloji; İstanbul: Minnetoğlu Yay., 3. Baskı, 1977, s.551. 2 Karen Horney, Çağımızın Nevrotik Kişiliği, Selma Koçak (çev.), İstanbul doruk Yay. 2003, s.10-12. 3 Adasal, s.555. 4 Stephan F. Davis ve Joseph S. Palladino, Psychology, 2. baskı, NewJersey: Prentice-Hall Publisher, 1997, s.548-550. 5 Davis ve Palladino, s.548-549. 6 Adasal, s.734. 7 Özcan Köknel, Günlük Hayatta Ruh Sağlığı, İstanbul: Alfa Yay., 1999, s.29-39. 8 Köknel, s.272-2283. 9226623 Babaoğlu, s.60-80. 10 Köknel, Kötü Ruhtan Ruh Sağlığına (Türkiye’de Psikiyatri Tarihi), 1. Baskı, İstanbul: Alfa yay., Eylül 1998, s.30-32. 11 Ayrıntılı bilgi için bkz, Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig Uyarlaması: Günümüz Türkçesi ile, trc. Fikri Silahdaroğlu, Ankara: Kültür Bakanlığı, ts. 12 Özbek ve Ullman, s.183. 13 Zbinden, s.31. 14 Zbinden, s.7. 15 Zbinden, s.66-67. 16 Babaoğlu, s.14. 17 Babaoğlu, s.16. 18 Özbek ve Ullman, s.187. 19 Babaoğlu, s.17. 20 Babaoğlu, s.80. 21 Matta 4:24; Markus 1:32-34, 5:7, 16:9; Luka, 4:14. 22 Özbek ve Ullman, s. 188. 23 Babaoğlu, s.80-81. 24 Buhari, Ahkâm, 21. 25 Köknel, Kötü Ruhtan Ruh Sağlığına, s.143-145. 26 Köknel, s.145. 27 Köknel, s.146. 28 Köknel, Günlük Hayatta Ruh Sağlığı s.44. 29 Köknel, s.47-48 30 Cengiz Güleç ve Ertuğrul Köroğlu (editörler), Psikiyatri Temel Kitabı, Ankara: Hekimler Yayın Birliği, 1997, C 1, s.45. 31 Geride ilgili bölümlerde bu konulara ayrıntılı şekilde değinilmiştir. 32 Güleç ve Köroğlu, s.45-50. 33 Adasal, C II, s.138-140. 34 Armaner, s. 114-115. 35 Adasal, C II, s.173. 36 Adasal, C II, s.137 37 Armaner, .s.117-118. 38 Armaner, s.118-119. 39 Armaner, s.119. 40 F. K. Gökay, Ruh Hastalıkları, 3. Baskı, İstanbul, 1935, s.86. 41 F. K. Gökay, a.e, a.y. 42 M.O. Uzman, Tababet-i Ruhiye, 2.Baskı, İstanbul, 1928, C I, s.506. 43 Armaner, s.122. 44 Armaner, s.134. 45 Ayrıntılı bilgi için bkz; Güleç ve Köroğlu, Psikiyatri Temel Kitabı, s.17-23; 355-361; 367-381. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.