Jump to content

Dialektik Yöntem


Rimmon-ex

Önerilen Mesajlar

DIYALEKTIK YONTEM

 

 

"DİYALEKTİK materyalizm denmesinin nedeni, doğa olaylarını ele alış biçimi, araştırma ve tanıma yöntemi diyalektik, ve doğa olaylarını yorumlayışı ve anlayışı, teorisi materyalist olduğu içindir."

 

 

 

 

Yontem Nedir

"Yöntem"den, bir amaca varılan yol anlaşılır. Descartes, Spinoza, Hegel gibi en büyük filozoflar, yöntem sorununu özenle incelemişlerdi; çünkü, onlar, gerçeğe varmanın en usa-uygun yolunu bulmayı kendilerine iş edinmişlerdi. Marksistler, anlık ve aldatıcı görünüşlerin ötesindeki gerçeğe doğrudan bakmak isterler; bu yüzden, yöntemin onlar için çok büyük bir önemi vardır. Yalnız bir tek bilimsel yöntem, dönüştürücü, devrimci bir eylemi, bilimsel dünya anlayışı içinde oluşturmak olanağını sağlar.

Diyalektik, materyalist bir dünya anlayışına tamıtamına uygun gelen tek yöntem, işte bu yöntemdir.

Bu incelemenin önümüzdeki altı dersini diyalektik yönteme ayıracağız. Ama, kendimizi, özet niteliğinde bir başlangıçla bu işe hazırlamamız uygun olur. Diyalektik yöntem (bilimsel olan) ile metafizik yöntem (bilimsel olmayan) arasında bir karşılaştırma, bunu kolaylaştıracaktır.

 

 

 

 

Meta Fizik Yontem

a) Nitelikleri

 

Bir çift sarı ayakkabı satın aldık. Belli bir süre sonunda, birçok tamirden taban ve topuk pençesinden, yamalandıktan vb. sonra, artık bunların aynı olmadığının farkına varmaksızın, hala "sarı ayakkabılarımı giyeceğim" deriz. Ama biz, ayakkabılarımızın ansızın değişmesini önemsemiyoruz, onları, hiç değişmemiş olarak, aynısı olarak kabul ediyoruz.

Bu örnek, metafizik yöntemin ne olduğunu anlamamıza yardım edecektir. Böyle bir yöntem, Engels'in deyişiyle şeyleri "kesin biçimleriyle", değişmez olarak "meydana gelmiş gibi" kabul eder. Hareket, ve bunun sonucu olarak, değişmenin nedenleri de, bu yöntemin dikkatinden kaçar.

Metafiziğin tarihsel bir incelemesini yapsaydık, bu inceleme, kendisi için yeterli olmayan gösterişsiz bir çift ayakkabıyı çok gerilerde bırakırdı. Kısaca belirtelim ki, "metafizik" sözcüğü, Yunanca, ötesi diye yorumlanabilen meta ve doğa bilimi demek olan fizik sözlerinden gelir. Metafiziğin konusu (özellikle Aristoteles'te), doğanın ötesinde bulunan varlığın incelenmesidir. Doğa, hareket halinde olduğu halde; doğaötesi varlık (doğaüstü varlık), değişmez ve sonsuzdur. Bazıları bu varlığa tanrı derler, bazıları ise Mutlak, vb... Yalnızca bilime dayanan materyalistler, bu varlığın imgesel olduğunu kabul ederler (9. derse bakınız). Ama eski Yunanlılar, hareketi açıklayamadıkları için, bazı Yunan filozofları, hareket halindeki doğanın da ötesine bir sonsuz ilke koymak zorunda kaldılar.

Şu halde metafizik yöntemden sözederken, hareketin ve değişmenin gerçeğini bilmeyen ya da bilmezlikten gelen bir yöntemi anlıyoruz. Ayakkabılarımızın artık aynı ayakkabılar olmadıklarını görmemek, metafizik bir tutumdur. Metafizik, durgunluk yararına hareketi, özdeşlik yararına değişmeyi bilmez. "Güneş altında yeni hiçbir şey yoktur" der. Kapitalizmin sonsuz olduğuna, kapitalizmin insanlarda oluşturduğu ya da sürdürdüğü kötülüklerin ve kusurların (ahlak bozukluğunun, bencilliğin, hunharlığın vb.) her zaman varolacaklarına inanmak, metafizikçi gibi uslamlamaktır. Metafizikçi, hayalinde, sonsuz, yani değişmez bir insan canlandırır.

Niçin? Çünkü, metafizikçi, insanı, çevresinden, toplumdan ayırır. Der ki: "Bir yanda insan, öte yanda toplum. Kapitalist toplumu yıkıyorsunuz, sosyalist bir toplumu kuracaksınız. Ya sonra? İnsan, insan kalacaktır." Burada metafiziğin bir ikinci çizgisini yakalıyoruz: Metafizik, gerçekte birbirinden ayrılmaz olanı, keyfi olarak ayırıyor. İnsan, gerçekte, toplumların tarihinin bir ürünüdür: İnsan, toplumun dışında değildir, ancak, toplumdadır. Metafizik yöntem, gerçekte birlik olanı ayırır. Şeyleri kesin [değişmez] olarak sınıflandırır. Ömeğin der ki: siyaset burada, sendika orada. Kuşkusuz siyaset ve sendika iki ayrı şeydir. Ama yaşam deneyimi bize gösteriyor ki, siyaset ile sendika, birbirlerinden çok az ayrılır. Sendikada olup bitenler siyaset üzerinde de etki yapar; ve tersine, siyasal eylemin de (devlet, partiler, seçimler, vb.) sendika üzerinde bir karşı etkisi vardır.

Bölmelere ayırma, metafizikçiyi, her durumda şöyle uslamlamaya götürür: "Bir şey, ya budur, ya şudur. Aynı zamanda hem bu hem şu olamaz." Örnek: Demokrasi diktatörlük değildir; diktatörlük demokrasi değildir. Öyleyse, bir devlet, ya demokrasidir, ya diktatörlüktür. Peki yaşam bize ne öğretiyor? Yaşam, bize bir ve aynı devletin aynı zamanda hem diktatörlük, hem demokrasi olabileceğini öğretiyor. Burjuva devlet, (örneğin Birleşik Devletler'de) bütün haklara, bütün iktidara sahip olan bir büyük para sahipleri azınlığı için demokrasidir; çoğunluk üzerinde, ancak aldatıcı hakları olan küçük insanlar üzerinde diktatörlüktür. Halk devleti (örneğin Çin'de), halk düşmanlarına karşı, devrimci zaferin iktidardan uzaklaştırdığı sömürücü azınlık için bir diktatörlüktür; büyük çoğunluk için, ezilmekten kurtulmuş emekçiler için demokrasidir.

Kısacası, metafizikçi, şeyleri kesin (değişmez) olarak tanımladıği için (şeyler ne iseler öyle kalacaklardır!), ve birbirlerinden özenle ayırdığı için, onları, tamamen uzlaşmaz olarak birbirinin karşısına koyar. İki karşıtın aynı zamanda olamayacağını düşünür. Bir varlık ya canlıdır, ya ölüdür, der. Bir varlığın aynı zamanda hem canlı, hem ölü olabilmesi, ona anlaşılmaz görünür: bununla birlikte, ömeğin, insan bedeninde, her an yeni hücreler, ölmekte olan hücrelerin yerlerini alırlar: bedenin yaşamı, açıkça bu karşıt güçler arasındaki sürekli bir savaşımdır.

Değişmenin reddi, ayrılmaz olanın ayrılması, karşıtların sistemli olarak dıştalanması, işte metafizik yöntemin çizgileri bunlardır. Bunları, önümüzdeki derslerde, diyalektik yöntemin özelliklerini belirleyen çizgilerin karşısına koyarak daha yakından inceleme olanağını bulacağız. Ama, daha şimdiden, gerçeğin araştırılmasına ve yeryüzünde eyleme gelince, metafizik yöntemin tehlikelerini sezebiliriz. Metafizik, gerçeğin sürekli değişen özünü, kaçınılmaz olarak, unutur: Sonsuz derecede zengin olan bu gerçeğin bir tek görünümü ile her karşılaştığında, onu görmek istemez, ve bütünü kısımlarından birine, bütün ormanı onu oluşturan ağaçlardan birine götürmek istemez. Diyalektiğin yaptığı gibi, kendini gerçeğe uydurmaz, ama canlı gerçeği kendi ölü çerçeveleri içine hapsolmaya zorlar. Başarısızlığa mahkum bir çaba.

Eski bir Yunan efsanesi, Procrust adlı bir haydudun kötülüklerini anlatır: Bu haydut kurbanlarını bir yatağa yatırırmış. Eğer kurbanı yatağa sığmayacak kadar büyükse, haydut, onun bacaklarını yatağın boyuna göre keser; eğer kurbanın boyu yataktan küçükse, ayaklarını gererek uzatırmış... İşte metafizik de gerçekleri böyle baskı altında tutar. Ama gerçekler inatçıdırlar.

 

 

 

b)Tarihsel Anlami

Hareket halindeki nesneleri çizmeyi bilmeden, önce onları hareketsiz çizmeyi öğrenmek gerekir. Bu, biraz da insanlığın tarihidir. İnsanlık, henüz diyalektik bir yöntemi özümleyebilecek düzeyde olmadığı zamanlarda, metafizik yöntem ona büyük hizmetlerde bulundu.

"Hegel"in 'metafizik' yöntem dediği, verilmiş ve değişmez nesneler olarak düşünülen şeylerin incelenmesiyle uğraşmayı yeğleyen ve kalıntıları hâlâ zihinlere musallat olan eski araştırma ve düşünme yönteminin doğruluğu, zamanında, tarihsel olarak ortaya çıkmıştır. Süreçleri [yani hareketleri ve dönüşümleri] incelemeden önce şeyleri incelemek gerekiyordu. Bir şeyde oluşmuş değişiklikleri gözlemlemeden önce şu ya da bu şeyin ne olduğunu bilmek gerekiyordu. Ve bu, doğa bilimlerinde de böyle oldu. şeyleri, kesin biçimleriyle oluşmuş şeyler olarak ele alan eski metafizik, ölü ve canlı şeyleri kesin biçimleriyle oluşmuş olarak inceleyen bir doğa biliminin ürünü idi."

Başlangıcında doğa bilimi başka türlü davranamazdı. İlkin, canlı türleri tanımak, onları özenle birbirlerinden ayırdetmek, sınıflandırmak gerekiyordu: bir bitki bir hayvan değildir, bir hayvan bir bitki değildir vb.. Fizikte de gene aynı: birbirine karıştırma tehlikesi karşısında ilkin ısıyı, ışığı, kütleyi iyice ayırmak, başlangıç için en basit olayların incelenmesine kendini vermek gerekiyordu. Bu yüzdendir ki, bilim, çok uzun bir süre hareketi çözümleyememiştir. Bilim asıl önemi dinginliğe verdi. Sonra, (Galilei ve Descartes'la birlikte) hareketin bilimsel olarak incelenmesine sıra gelince, ilkin hareketin en basit, en anlaşılır biçimiyle (yer değiştirme) yetinildi.

Ama, bilimlerin ilerlemeleri, onları metafiziğin çerçevelerini kırmaya götürüyordu.

"Ama, bu inceleme tarzı, kesin bir ilerlemenin, yani bizzat doğanın bağrında bu şeylerde oluşan değişmelerin sistemli bir biçimde incelenmesine geçişin olanakları yaratılıncaya kadar geliştiği zaman, işte o anda felsefe alanında da eski metafiziğin ölüm çanları çalmaya başladı."

 

 

 

3.Diyalektik Yontem

a)Nitelikleri

 

"Diyalektik, tersine, bununla yetinmez; o şeyleri ve kavramları, zincirlenmeleri, karşılıklı bağlantıları, karşılıklı etkileri ve bundan kaynaklanan değişiklikleri, doğuşları, gelişmeleri ve yokoluşları içinde gözönünde tutar."

Bu yüzdendir ki, diyalektik, her noktada metafiziğe karşıdır. Diyalektik, ne dinginliği, ne de gerçeğin çeşitli görünümleri arasındaki ayrımı kabul etmediği için değil. Ama diyalektik, dinginlikte, gerçeğin göreli bir yönünü görür, oysa hareket mutlaktır; diyalektik bütün ayrımların da göreli olduğunu kabul eder, çünkü, gerçekte her şey şu ya da bu biçimde birbirine bağlıdır, her şey, aralarında birbirini etkileme durumundadır. Biz aşağıda, altıncı derste, diyalektiğin yasalarını inceleyeceğiz.

Hareketi (yalnız basit bir yer değiştirmeyi değil, sıvı olan suyun, su buharı olarak gaz haline geçişi gibi durum değiştirmelerini de), bütün biçimleriyle dikkate alan diyalektik, hareketi, karşıtların savaşımı olarak açıklar. Bu, diyalektiğin en önemli yasasıdır (5, 6 ve 7. derslerimizi buna ayıracağız). Metafizikçi, karşıtları tecrit eder, sistematik olarak bağdaşmaz kabul eder. Diyalektik, karşıtların biri olmadan ötekinin de olamayacağını ve her hareketin, her değişikliğin, her biçim değiştirmenin, karşıtların savaşımıyla açıklandığını ortaya koyar. Bu dersin II. kesiminde bedenin yaşamının yaşam güçleri ile ölüm güçleri arasındaki sürekli savaşımın ürünü olduğunu, yaşamın durmaksızın ölüme karşı zafer kazandığını, ölümün durmaksızın bu zaferi elde etmeye uğraştığını belirtmiştik.

"... her organik varlık, her an, hem aynı, hem aynı-olmayan şeydir; her an, yabancı maddeleri özümler ve başka yabancı maddeleri dışarı atar, her an vücudundaki hücreler yokolur ve yeni hücreler oluşur: azçok uzun bir zaman sonunda, bu vücudun maddesi tamamen yenilenir, başka madde atomları ile değiştirilir; öyle ki, her organik varlık hem hiç değişmez, hem de bir başkasıdır. Şeylere biraz yakından bakınca, bir çelişkinin, olumlu ve olumsuz gibi iki kutbunun, karşıt oldukları kadar ayrılmaz da olduklarını ve bütün antitez değerlerine karşın, karşılıklı olarak birbirlerine karıştıklarını; aynı biçimde, neden ve sonucun, ancak özel bir duruma uygulandıklarında geçerliği bulunan kavramlar olduklarını, ama bu özel durumu, dünyanın bütünü ile genel bağlantısı içinde düşünmeye başladığımız andan başlayarak, bu kavramların, neden ve sonuçların sürekli olarak görev değiştirdikleri, şimdi ya da burada sonuç olanın, başka yerde ya da daha sonra neden, ve vice versa durumuna geldiği, evrensel karşılıklı etki görünümü içinde birleştiklerini, birbirlerine dönüştüklerini de görürüz."

Toplum için de durum aynıdır: karşıtların savaşımının toplum içinde sınıf savaşımı biçiminde bulunduğunu göreceğiz. Bundan başka, düşüncenin devindiricisi de, karşıtların savaşımıdır (altıncı dersin III. kesimine bakınız).

 

b)Tarihsel Olusumu

 

Diyalektiğin ilk taslağını yapmak onuru, Yunan filozoflarınındır. Onlar, doğayı bir bütün olarak anlıyorlardı. Herakleitos, bu bütünün durum değiştirdiğini öğretiyordu: biz, hiçbir zaman aynı ırmaka girmiyoruz, diyordu. Yunan filozoflarında özellikle savaşımın verimliliğini önemle belirten Platon'da karşıtların savaşımı büyük bir yer tutar: karşıtlar birbirlerini doğururlar. Diyalektik sözü, doğrudan doğruya Yunancadan gelir: dialegein � tartışmak; karşıt fikirlerin savaşımını ifade eder.

Çağdaş dönemin en güçlü filozoflarında, özellikle Descartes ve Spinoza'da en parlak diyalektik uslamlama ömeklerini buluruz.

Ama, diyalektik yöntemi ilk kez, dahice ifade edecek olan, büyük Alman filozofu Hegel'dir (1770-1831); Hegel'in yapıtı, hemen Fransız Devrimini izleyen dönemde gelişip ortaya çıkacaktır. Fransa'da, kendisinin sonsuz olduğuna inanan feodal toplumu alaşağı ederek zafere ulaşan burjuva devrimin hayranı olan Hegel, fikirler alanında da buna benzer bir devrim yapar; metafiziği ve onun sonsuz gerçeklerini tahtından indirir. Gerçek, her olgunun ilk nedenlerinin bir dermesi değildir. Tarihsel bir süreçtir, bilginin alt derecelerinden üst derecelerine geçiştir. Gerçeğin hareketi, ancak kendi öz sonuçlarını durmadan eleştirmek ve onları aşmak koşuluyla ilerleyebilen bilimin kendi hareketidir. Ve böylece görüyoruz ki, Hegel'e göre her dönüşümü oluşturan şey, karşıtların savaşımıdır.

Bununla birlikte Hegel, idealistti. Yani, ona göre, doğa ve insan tarihi yaratılmamış Fikrin (Idée) kendini göstermesinden, açığa vurmasından başka bir şey değildir. Demek ki, hegelci diyalektik salt tinsel alanda kalır.

Marx (ki, önce Hegel'in öğretilisi olmuştu), diyalektikte tek bilimsel yöntemi tanımayı bildi. Ama, aynı zamanda materyalist olarak, onu doğru koymayı da bildi: Maddi evreni Fikrin bir ürünü sayan idealist dünya anlayışını reddeden Marx, diyalektiğin yasalarının maddi dünyanın yasaları olduğunu, ve düşüncenin diyalektik oluşunun insanların bu dünyanın yabancısı olmamalarından, bu dünyaya katılmış ve onun parçası olmalarından ileri geldiğini anladı.

"Hegel'de, diyor Marx'ın dostu ve uğraş arkadaşı Engels, doğada ve tarihte kendini gösteren diyalektik gelişme, yani zikzak halindeki bütün hareketler ve bütün ani geri çekilmeler boyunca kendini ortaya çıkaran aşağıdan yukarıya doğru ilerlemenin nedensel zincirlenişi, demek ki, Fikrin bütün sonsuzluk boyunca nerede olduğu bilinmeyen, ama her halde, düşünen her insan beyninden bağımsız olarak süregiden özerk hareketinin kopyasıdır ancak. İşte çıkarılıp atılması sözkonusu olan, bu ideolojik tersyüz olma durumuydu. Biz yeniden beynimizin düşüncelerini, onları Mutlak Fikrin şu ya da bu derecede yansıları olarak, gerçek nesneler sayacağımız yerde, onları materyalist açıdan nesnelerin yansıları olarak kavradık. Bundan ötürü, diyalektik, dış dünya için olduğu kadar insan düşüncesi için de hareketin genel yasalarının �temelde özdeş olan ama ifadede birbirinden ayrılan, insan beyni onları bilinçli olarak uygulayabildiği halde, doğada ve şimdiye dek büyük bölümüyle insanın tarihinde de bu yasaların yalnız bilinçsiz olarak görünüşte sonsuz bir dizi raslantılar içinde dış zorunluluk biçiminde kendilerine yolaçmaları anlamında birbirinden ayrılan iki yasalar dizisinin� bilimine indirgeniyordu. Ama bu yolda Fikrin kendisinin diyalektiği gerçek dünyanın diyalektik hareketinin yalnızca basit bir bilinçli yansısı haline geldi ve böylelikle Hegel'in diyalektiği başı yukarda olmak üzere doğrultuldu, ya da daha tam ve doğru bir deyişle, başının üzerinde dururken yeniden ayakları (sayfa 51) üzerine kondu."

Kısacası, Marx, hegelci sistemin "usa-uygun çekirdeğini", yani diyalektiği alıkoyarak idealist kabuğunu attı. Bunu, Kapital'in ikinci sonsözünde kendisi de açikça söylüyor (Ocak 1873):

"Benim diyalektik yöntemim, hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel için insan beyninin yaşam süreci yani düşünme süreci �Hegel bunu'Fikir' ("Idea") adı altında bağımsız bir özneye dönüştürür� gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarı olup, gerçek dünya, yalnızca 'Fikir'in dışsal ve görüngüsel (phénomenal) biçimidir. Benim için ise tersine, fikir, maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir."

Marx ve Engels bu diyalektik anlayışı, kesin olarak tersine döndürmeyi nasıl başardılar? Bunun yanıtı onların yazılarındadır. Onları, diyalektiğin nesnel bir temeli olduğunu düşünmeye götüren, 18. yüzyılın sonu ile 19. yüzyılın ilk on yıllarında, doğa bilimlerindeki ilerleyiştir.

Bu konuda üç büyük buluşun belirleyici bir rolü olmuştur:

1. En karmaşık organizmaların gelişmelerinin başlangıcı olan canlı hücrenin bulunuşu.

2. Enerjinin dönüşümünün bulunuşu: ısı, elektrik, mıknatıs, kimyasal enerji vb. aynı maddi gerçeğin nitel bakımdan farklı biçimleridirler.

3. Darwin'e borçlu bulunulan dönüşümcülük. Taşıllar biliminin (paleontolojinin) ve hayvan yetiştiriciliğinin verilerine dayanarak, dönüşümcülük, bütün canlı varlıkların (insanın da) doğal bir evrimin ürünleri olduğunu gösteriyordu. (Darwin'in Türlerin Kökeni, 1859.)

Zamanın bilimlerinin tümünde olduğu gibi (örneğin, güneş sistemini bir bulutsudan başlatarak açıklayan Kant ve Laplace'ın varsayımı; ya da yeryuvarlağının tarihini yeniden düzenleyen yerbilimin doğuşu gibi), bu buluşlar da, doğanın diyalektik niteliğini, zorunlu yasalara göre, durmadan yeni yönler doğurarak gelişen, oluş halindeki sınırsız bir bütünün birliği olarak aydınlığa çıkarıyordu; insan türü ve insan toplumu, bu evrensel oluşumun bir anıdır.

Marx ve Engels'in vardıkları sonuç, derin bir şekilde diyalektik olan bu gerçeği anlamak için, dünyanın birliğini önleyen ve onun hareketini donduran metafizik yöntemden vazgeçmek gerektiği oldu; şu, Hegel'in nesnel temellerini ortaya koymadan üne kavuşturduğu yöntem, diyalektik bir yöntem gerekliydi.

Demek ki, diyalektik yöntem, Marx ve Engels tarafından dışardan, keyfi olarak geliştirilmiş değildi. Marx ve Engels, diyalektik yöntemi, diyalektik olan nesnel doğayı konu olarak aldıklarına göre, bilimlerin kendisinden çıkardılar.

Bunun içindir ki, Marx ve Engels, bütün ömürleri boyunca, bilimlerdeki ilerlemeyi çok yakından izlediler; böylece diyalektik yöntem de, evren bilgisi derinleştiği ölçüde belirlendi, kesinleşti. Marx ile (ki, kendi yönünden, ekonomi politiğin temellerine inerek, Kapital'i kaleme alıyordu) anlaşma içinde Engels, uzun yıllarını, felsefenin ve doğa bilimlerinin özenle incelenmesine ayırdı. Böylece, 1877-78 yıllarında Anti-Dühring'i yazdı. Engels, engin bir tahlil yapıtını, Doğanın Diyalektiği'ni yazmaya başlamıştı; diyalektik yöntemle dikkat çekici bir şekilde aydınlatılan çağının bilimlerinin düzeyini saptayan bu yapıtın birçok bölümleri kalmıştır.

Diyalektik yöntemin bu verimliliği, gittikçe daha çok genişleyen bir hareketle, her bilim kolundan sayısız bilginleri marksizme kazandıracaktı. Fransa'da bu bilginlerin klâsik örneği, aynı zamanda büyük bir yurttaş, hayran olunası bir yurtsever olan büyük fizikçi Paul Langevin'dir.

Diyalektik yöntemin bu verimliliği, bizzat Marx ve Engels'le de yararlılığını gösterecekti. Düşünce adamı oldukları kadar, savaşan devrimciler olan Marx ve Engels, onlardan önce gelen en dahi kişilerin doğru olarak koyamadıkları sorunu, diyalektikçi oldukları için, çözümlediler: materyalist diyalektiği insanlık tarihine uygulayarak, gerçekte (genel teorisi tarihsel materyalizm olan) toplumlar bilimini kurdular. Bu temel buluşun nasıl yapıldığını göreceğiz (ondördüncü ders). Bununla, sosyalizme, bilimsel bir temel sağlıyorlardı.

Öyleyse, burjuvazinin, sınıf çıkarlarından dolayı, diyalektiğe karşı savaş açmış olmasını anlamak kolaydır. "... usa-uygun biçimiyle diyalektik, burjuvazi ile onun doktriner sözcüleri için bir rezalet ve iğrençliktir, çünkü şeylerin mevcut bugünkü durumunu olumlu yanlarıyla kavrar, aynı zamanda bu durumun yadsınmasını, onun kaçınılmaz çöküşünün anlaşılmasını içerir; çünkü diyalektik, tarihsel olarak gelişmiş olan her toplumsal biçimi, akışan bir hareket içinde görür ve bu yüzden, onun geçici niteliğini, onun anlık varlığından daha az olmamak üzere hesaba katar; hiçbir şeyin zorla kabul ettirilmesine izin vermez, özünde eleştirici ve devrimcidir." (Italikler bizim, -G.B.-M.C.)

Bunun içindir ki, burjuvazi metafizikte kendine sığınak arar; bunu göstermek olanağını bulacağız.

 

 

 

 

4.FORMEL MANTIK VE DIYALEKTIK YONTEM

 

 

Bu ilk dersi mantık üstüne birkaç gözlemle biraz daha uzatmak yararlı olur.

Bilimlerin, başlangıç dönemlerinde ancak metafizik bir yöntem kullanabildiklerini (II. kesim, B görmüştük.

Bu yöntemi genelleştirerek, Yunan filozofları (özellikle Aristoteles), kendini yanılgılardan korumak için, düşüncenin her durum ve koşul altında izlemek zorunda olduğu birtakım evrensel kurallar ortaya koymuştu. Bu kuralların birliğine mantık adı verildi. Mantığın konusu, gerçeği araştırmada düşüncenin izlemesi gereken ilkelerin ve kuralların incelenmesidir. Bu ilke ve kurallar, bir fanteziden ibaret değildirler, insanın doğa ile yinelenen alışverişinden ortaya çıkarlar: insanı "mantıklı" kılan, insana gelişigüzel herhangi bir şeyin yapılamayacağını öğreten doğadır!

İşte formel mantık denen geleneksel mantığın üç bellibaşlı kuralı:

1. Özdeşlik ilkesi: bir şey, kendisiyle özdeştir. Bir bitki bir bitkidir; bir hayvan bir hayvandır. Yaşam yaşamdır; ölüm ölümdür. Mantıkçılar bu ilkeyi formülleştirerek a, a'dır, derler.

2. Çelişmezlik ilkesi: bir şey aynı zamanda hem kendisi, hem karşıtı olamaz. Bir bitki hayvan değildir; bir hayvan bir bitki değildir. Yaşam ölüm değildir; ölüm de yaşam değildir. Mantıkçılar buna a, a-olmayan değildir, derler.

3. Üçüncünün dışarılması ilkesi (ya da üçüncü durumun dıştalanması): birbirinin karşıtı iki olanak arasında bir üçüncünün yeri yoktur. Bir varlık, ya bitkidir ya hayvandır: üçüncü olanak yoktur. Yaşamla ölüm arasında seçim yapmak gerekir, üçüncü bir durum yoktur. Eğer a ve a-olmayan birbirinin karşıtı ise, aynı bir nesne ya a'dır, ya a-olmayan'dır.

Bu mantık geçerli midir? Evet, çünkü, yüzyıllar boyunca biriktirilmiş deneyimi yansıtır. Ama araştırma derinleştirilmek istendiği andan başlayarak yetersizdir. Gerçekten de, yukarda sözü edilen ömekleri yeniden ele alacak olursak, kesinlikle hayvanlar ya da bitkiler kategorisinde sınıflandırılamayan canlı varlıkların varoldukları ortaya çıkar. Bu varlıklar, hem biri, hem ötekidirler. Aynı şekilde, ne mutlak yaşam, ne mutlak ölüm vardır: her canlı varlık, her an ölüme karşı savaşımda kendi kendini yeniler; her ölüm kendi içinde yeni bir yaşamın öğelerini taşır (ölüm, yaşamın ortadan kaldırılması değildir, bir organizmanın çözülüp dağılmasıdır). Belirli sınırlar içinde geçerli olan klâsik mantık demek ki, gerçeğin daha derinliğine inme gücünde değildir. Bu mantıktan, verebileceğinden fazlasını istemek, işte bu, tam metafiziğin içine düşmektir. Geleneksel mantık kendi niteliği gereği olarak yanlış değildir, ama onu kendi sınırları dışında da uygulamak hevesine kapılınırsa yanlışlığa neden olur.

Bir hayvanın bir bitki olmadığı doğrudur; çelişmezlik ilkesine uygun olarak, onu buna, bunu ona karıştırmaktan sakınmak gerektiği de doğrudur ve doğru olarak kalır. Diyalektik, karışıklık, şeyleri birbirine karıştırma değildir. Ama diyalektik, bazı varlıkların hayvan ve bitki oldukları noktada hayvan ile bitkinin, gerçeğin birbirinden ayrılmaz iki görünümü oldukları da doğrudur der (karşıtların birliği).

Bilimlerin şafağında kurulmuş olan formel mantık, günlük kullanım için yeterlidir: sınıflandırmaya, ayırmaya olanak sağlar. Ama tahlili daha ileri götürmek istediğimizde artık yeterli değildir. Niçin? Çünkü gerçek, harekettir ve özdeşlik mantığı (a, a'dır), fikirlerin, gerçeği kendi hareketi içinde yansıtmasına olanak vermez. Çünkü, öte yandan, beşinci derste göreceğimiz gibi, bu hareket, iç çelişkilerin ürünüdür; ve özdeşlik mantığı, karşıtların birliğinin ve birinden diğerine geçişin kavranılmasına olanak vermez.

Kısacası, formel mantık, gerçeğin en yakındaki görünümlerine varabilir ancak. Diyalektik yöntem daha öteye gider, bir sürecin bütün görünümlerine ulaşmayı kendine amaç edinir.

Diyalektik yöntemin, bilen, anlayan düşüncenin yasalarına uygulanmasına diyalektik mantık denir.

(Alıntıdır)

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

I. BİR ÖRNEK

 

 

Bir yiğit adam barış için savaşıma katılıyor: Stockholm çağrısına imza topluyor. Dünya Halkları Kongresi için kart dağıtıyor, iş arkadaşları ile ya da tanımadığı bir kimseyle Almanya sorununun barışçı yoldan çözülmesi konusunda, Vietnam Savaşının durdurulması konusunda tartışmaya girişiyor ya da barış için ulusal birliği sağlamak üzere kendi evinde öteki kiracıları toplantıya çağırıyor.

Bazıları "Ne yaptığını sanıyor zavallı? Zamanını da emeğini de boşuna harcıyor." diyeceklerdir. Gerçekten de, ilk bakışta, bu adamın yaptığı iş saçma bir şeydir; adam ne bakan, ne milletvekili, ne general, ne bankacı, ne diplomat. Öyleyse? (sayfa 57)

Bununla birlikte, onun hakkı var. Neden? Çünkü o tek başına değildir. Kişi olarak ne denli alçakgönüllü olursa olsun, onun girişkenliği işe yarar, çünkü tecrit edilmiş değildir. Onun eylemi, koskoca bir bütünün, dünya halklarının barış için savaşımının bir bölümüdür. Aynı anda milyonlarca insan, onun gibi, onunla aynı doğrultuda ve aynı güçlere karşı hareket ediyorlar. Aynı zincirin halkaları olan bütün bu girişkenlikler arasında evrensel bağlantı vardır. Ve bu girişkenliklerin her biri, kendi örneğiyle, kendi deneyimiyle, başarısızlıkları ve başarılarıyla ötekine yardım ettiği (karşılıklılık) için bütün bu girişkenlikler arasında karşılıklı etki vardır. Kendi seçeneklerini karşılaştırdıkları zaman, tecrit edilmemiş olduklarını anlarlar, aynı zamanda, her şeyin birbirine bağlı alduğuna inanırlar.

İşte pratikten alınmış pek basit bir örnek. Görülüyor ki, yalnızca diyalektik yöntemin ilk yasası, doğru yorumlamaya olanak veriyor. Burada diyalektik, metafiziğe kökten karşıdır: "Kendini bu kadar sıkıntıya sokmak, basit insanları tedirgin etmek, insanlarla tartışmak neye yarar? Barış bu basit insanlara bağlı değildir..." demek, metafizikçi gibi uslamlamaktır. Metafizikçi gerçekte, ayrılabilir olmayanı ayırır. 1952 Ekiminde, Barış için Asya ve Pasifik Konferansına, Los Alamos'a, ilk atom bombasının yapılışına katılan bir bilgin, Joan Hinton da geldi.

"Nagazaki üzerine atılan ilk bombaya ellerimle dokundum. Derin bir suçluluk hissi duyuyorum ve insanlığa karşı bir cinayetin hazırlanışında bir rol oynamış olmaktan utanç duyuyorum. Nasıl oldu da bu görevi yerine getirmeyi kabul ettim? 'Bilim için bilim' yanlış felsefesine inanıyordum da ondan. Bu felsefe, modern bilimin zehiridir. Bilimi toplumsal yaşamdan ve insanlardan ayırmak demek olan bu yanılgı yüzündendir ki, savaş sırasında, atom bombası yapımında çalışmaya sürüklendim. Bilgin olarak kendimizi 'salt bilime' vermemiz gerektiğini ve geriye kalanın da mühendislerin ve devlet adamlarının işi olduğunu düşünüyorduk. Beni fildişi kulemden çekip çıkarmak ve bana 'salt bilim' olmadığını ve (sayfa 58) bilimin ancak insanlığın çıkarlarına hizmet ettiği ölçüde bir anlamı olduğunu anlatmak için Hiroşima ve Nagazaki bombardımanları faciasının gerekmiş olduğunu söylemeye utanıyorum. Birleşik Devletler'de ve Japonya'da hallen atom silahlarının yapımında çalışan bilginlere sesleniyorum ve onlara 'Ne yaptığınızı iyi düşününüz' diyorum".

Metafizikçi, kendi yaptığı işin, başkalarının yaptıkları ile bağlantılı olduğunu düşünmez; işte bu, atom bilgininin durumuydu, o "bilimsel düşünüce" uygun davrandığını düşünürken, gerçekte bilime karşı bir tutum almıştı, çünkü kendi mesleki eyleminin nesnel koşulları ve çalışmasının yararlılığı üzerinde, kendi kendini sorguya çekmeyi reddediyordu.

Bu gibi davranışlar çok yaygındır. Başka bir örnek almak istersek, örneğin, her firsatta: "Spor, spordur; siyaset siyasettir. Ben hiçbir zaman siyaset yapmadım." diyen sporcunun durumu. Sporla siyasetin başka başka eylemler olduğu doğrudur. Ama onlar arasında hiçbir ilişki olmadığı yanlıştır. Eger sporcunun satınalma gücü azalırsa, ve eğer işsiz kalırsa, spor gereçlerini ve giysilerini nasıl satın alabilecektir? Ve eğer savaş, spor için ayrılan bütçeleri, ödenekleri kemirip yutarsa, stadlar ve yüzme havuzları nasıl yapılabilecektir? Görülüyor ki: spor, metafizikçinin bilmediği, ama diyalektikçinin bulduğu bazı koşullara bağlıdır; ödeneksiz spor olmaz; ama bir barış siyaseti olmadan da ödenek olmaz. Demek ki, spor siyasetten ayrılmıyor. Bu bağı bilmeyen, unutan sporcu, yalnız spor davasına hizmet etmemekle kalmaz, onu savunmanın çarelerini de elinden kaçırır. Niçin? Çünkü her şeyin birbiriyle bağ1antılı olduğunu anlamadığı için, savaş siyasetine karşı savaşım vermeyecektir; bir an gelecektir, sporu, onun koşullarını gerçekleştirmeden istediği için, ister ülkenin yıkımı spor ekiplerini ortadan kaldıracağı için olsun, ister savaş gelmiş olacağı için olsun, artık hiç spor yapamayacaktır.

 

 

II. DİYALEKTİĞİN BİRİNCİ ÇİZGİSİ

 

"Diyalektik, metafiziğin tersine, doğaya, birbirinden (sayfa 59) kopuk, tek başına ve birbirinden bağımsız ayrı ayrı nesnelerin ve görüngülerin (phénomène)[14] rasgele bir araya toplanmış bir yığını olarak değil, nesnelerin ve görüngülerin organik olarak birbirlerine bağlı bulundukları, birbirlerine bağımlı oldukları ve karşılıklı olarak birbirlerini koşullandırdıkları bağlantılı tam bir bütün olarak bakar.

"Bu yüzden diyalektik yönteme göre, hiçbir doğa olayı, tek başına, çevresindeki olayların dışında ele alındığında anlaşılamaz; çünkü doğanın herhangi bir alanındaki herhangi bir olay, çevresindeki koşulların dışında düşünülürse ve bu koşullardan ayrılırsa anlamsız bir şey haline geliverir; tersine, herhangi bir olay, çevresindeki olaylarla çözülmez bağları açısından kendisini kuşatan olayların onu koşullandırdıkları gibi düşünülürse, anlaşılabilir ve açıklanabilir."[15]

Diyalektiğin birinci çizgisinin açıklanışı, onun çok genel olan niteliğini gösteriyor: bu çizgi, doğada ve toplumda, evrensel olarak doğrulanır.

 

 

III. DOĞADA

 

 

Metafizik, kaba maddeyi, canlı maddeyi, düşünceyi ayırır; metafizikçiye göre, bunlar, mutlak olarak birbirlerinden yalıtılmış, birbirlerinden bağımsiz üç ilkedir.

Ama düşünce, beyinsiz varolur mu? Ve beyin, bedensiz? Fizyoloji (canlı varlığın işlevlerinin bilimi) bilinmiyorsa, psikoloji (düşünen eylemi inceleyen bilim) olanaksızdır ve bu da sıkı sıkıya biyolojiye (genel anlamıyla yaşam bilimi) bağlıdır. Ama yaşamın kendisi kimyasal süreçler bilinmeden anlaşılamaz;[16] (sayfa 60) kimyaya gelince, o da molekülleri ele aldığında, onların atom yapılarını bulur; oysa atomun incelenmesi fiziğin alanına girer. Eğer şimdi biz, fiziğin incelediği bu öğelerin kökenini bulmak istersek, bize bu öğelerin oluşumunu gösteren yeryüzü bilimlerine kadar gitmemiz gerekmeyecek mi? Ve buradan, yeryüzünün bir parçası bulunduğu güneş sisteminin incelenmesine (astronomiye) kadar uzanmayacak mıyız?

Böylece, metafizik, bilimsel ilerlemeyi engellediği halde; diyalektik, bilimsel olarak kurulmuştur. Kuşkusuz, bilimler arasında kendilerine özgü ayrılıklar vardır: kimya, biyoloji, fizyoloji, psikoloji farklı, özgül alanları inceler; buna tekrar döneceğiz. Ama bu yüzden, bütün bilimler, evrenin birliğini yansıtan temel bir birlik oluşturmaktan geri durmazlar. Gerçek bir bütündür. İşte diyalektiğin birinci çizgisi bunu anlatır.

Elbette ki, karşılıklı etkilemenin, karşılıklı koşullandırmanın ne olduklarını örnekleriyle iyice belirtmek yararlı olacaktır.

Madeni bir yayı ele alalım. Bu yayı, çevreleyen evrenden ayrı olarak değerlendirebilir miyiz? Yay, insanlar tarafından (toplum) topraktan (doğadan) çıkarılmış bir madenden yapıldığına göre, besbelli ki hayır. Ama daha yakından bakalım. Şurada dururken, yayımız, çevreleyen yerçekimi, ısı, oksitlenme, vb. gibi koşullardan bağımsız değildir. Bu koşullar, onun yalnız konumunu değil, yapısını da değiştirebilir (pas). Yaya bir kurşun parçası asalım: bu yay üzerinde oluşturduğu bir kuvvetle, yay gerilir; yayın biçimi belirli bir direnç noktasına kadar değişir; ağırlık yay üzerinde etki yapar, yay ağırlık üzerinde etki yapar; yay ve ağırlık bir bütün oluştururlar; aralarında etki, karşılıklı bağlantı vardır. Bundan başka; yay, moleküllerden bileşmiştir, bu moleküller birbirlerine öyle bir çekim kuvveti ile bağlıdırlar ki, belirli bir ağırlığın ötesinde yay artık gerilemez, kopar: bazı moleküller arasındaki bağ çözülmüştür. Gerilmemiş olan yay, gerilmiş yay, kopmuş yay — her seferinde, moleküller arasında başka (sayfa 61) bir bağ tipi vardır. Eğer yay ısıtılırsa, moleküller arasındaki bağlar başka bir biçimde değişir (genleşme). Biz diyeceğiz ki, yapısında ve çeşitli biçim değişikliklerinde, yay, kendisini oluşturan milyonlarca molekül arasındaki karşılıklı etkiyle kurulmuştur. Ama bu karşılıklı etkinin kendisi de, yay (bütünüyle) ve çevreleyen ortam tarafından koşullandırılmıştır: yay ve çevreleyen ortam bir bütün oluştururlar; kendi aralarında karşılıklı bir etki yaparlar. Eğer bu etki bilinmezse, o zaman yayın oksitlenmesi (pas), yayın kopması anlamsız, saçma olaylar haline gelir. Stalin, diyalektiğin birinci çizgisini yorumlarken şöyle yazar:

"Bu yüzden diyalektik yönteme göre, hiçbir doğa olayı, tek başına, çevresindeki olayların dışında ele alındığında anlaşılamaz; çünkü doğanın herhangi bir alanındaki herhangi bir olay, çevresindeki koşulların dışında düşünülürse ve bu koşullardan ayrılırsa anlamsız bir şey haline geliverir; tersine, herhangi bir olay, çevresindeki olaylarla çözülmez bağları açısından kendisini kuşatan olayların onu koşullandırdıkları gibi düşünülürse, anlaşılabilir ve açıklanabilir."[17]

En anlamlı karşılıklı etkileme örneklerinden biri de, canlı varlıkları, onların varoluş koşullarına, "ortam"larına birleştiren bağdır. Bitki, ömeğin havadan oksijeni alır, ama o da havaya karbonik gaz, ve su buharı verir. Ama bu, yalnızca, bitki ile ortam arasındaki karşılıklı etkinin en basit görünümlerinden biridir. Güneş ışığının sağladığı enerjiden yararlanarak, bitki, topraktan çekip aldığı kimyasal öğelerin yardımıyla kendi öz gelişmesine olanak hazırlayan bir organik maddeler bireşimi oluşturur. O gelişmekteyken, aynı zamanda, toprağı ve bunun sonucu olarak da, kendi türünün sonraki gelişmesinin koşullarını da dönüştürür. Kısaca, bitki, ancak, kendisini çevreleyen ortam ile birlikte vardır. Bu karşılıklı etki, canlı varlıkların bütün bilimsel teorilerinin hareket noktasıdır, çünkü karşılıklı etki onların varlığının evrensel koşuludur: canlı varlıkların gelişmesi, onların varlık (sayfa 62) ortamlarının dönüşümlerini yansıtır. Miçurinci bilimin ilkesi, başarılarının kaynağı buradadır. Miçurin, canlı türlerle ortamın birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğunu anlayarak, ortamı değiştirmek yoluyla türleri de dönüştürmeyi başardı.

Aynı şekilde, büyük fizyoloji bilgini Pavlov, organizma ile ortam arasındaki ayrılmaz birliği iyi bilmeseydi, üstün sinirsel işleyiş bilimini kuramayacaktı. Beyin kabuğu (korteks), organizma ile ortamın karşılıklı etki süreçlerinin tamamlandığı organdır. Organizmanın tümü korteksin buyruğu altındadır, ama korteksin kendisi de, her an, dış ortamdan (organizmadan) gelen, geçmiş ve şimdiki uyarıların buyruğu altındadır. Bedende oluşan bütün olgular —örneğin bir hastalık— çeşitli görevleri düzenleyen ve doğal ortamda —insan için— toplumsal ortamda varolan koşullardan ayrılmaz olan üstün sinirsel işleyişe bağlıdırlar.

Bu, olguların birliği ve karşılıklı etkisi ilkesi, bu büyük ilke, bütün bilimlerin ilerlemesi için her zaman zorunlu olan bir ilkedir. Bu konuda örnekler çoğaltılabilir. Örneğin atmosfer basıncının Torricelli tarafından bulunuşunu (1644) alalım:

Civa ile dolu bir tüp, gene civa ile dolu bir kabın içine ağzı aşağı gelecek biçimde konursa, tüpteki civa belirli bir yüksekliğin altına düşmez, ve kaptaki civa düzeyinin üstünde kalır.

Bu olgu, kendi koşullarından yalıtıldığı sürece anlaşılamaz. Eğer tersine, tüpün daldırılmış olduğu (kap içindeki) civanın yüzeyinin yalıtılmamış olduğuna, atmosferle temas halinde bulunduğuna ve tüpün içinde olup bitenlerle çevreleyen koşullar arasındaki karşılıklı etkiye dikkat edilirse, o zaman, açıklama olanaklı olur: civa, tüp içinde asılı kalır, çünkü hava, kaptaki civa üzerine bir basınç (atmosfer basıncı) yapar. Torricelli, kap, bir hava okyanusunun dibindeymiş gibi dikkate alınmalıdır, der.

İncelenen olgu, kendisini çevreleyen koşullardan ayrılırsa, diyalektiğin birinci yasası bozulur, bilimde buluşlar yapılamaz. (sayfa 63)

 

 

IV. TOPLUMDA

 

 

Metafizik, toplumsal olguları birbirinden ayırır, soyutlaştırır; iktisadi gerçek, toplumsal yaşam, siyasal yaşam da bir o kadar birbirlerinden ayrılmış alanlardır. Ve metafizik, bu alanların her birinin içine, binlerce bölmeler sokar. Bu durum, insanı şöyle konuşmalara götürür: "Amerika hükümeti, suçsuz Rosenbergler'i elektrik sandalyesine gönderiyor, bu budalalıktır, anlamsız bir davranıştır." Diyalektikçi bunu şöyle yanıtlar: bu idam olayının bir anlamı vardır; Amerikan yöneticilerinin bütün siyasetini, yalana ve yıldırmaya gereksinme duyan savaş siyasetini yansıtır.

Metafizikçiye göre, toplumların tarihi anlaşılmaz bir şeydir: olumsallıklar (yani nedensiz olaylar), saçma raslantılar kaosudur. Dünyanın esasının kesin olarak saçma bir şey olduğunu öne süren filozoflar (Albert Camus gibi) vardır. Felsefe, felaket kışkırtıcılarının pek işine yarar. Diyalektikçi, doğada olduğu gibi, toplumda da her şeyin birbirine bağlı olduğunu bilir. Eğer okullar yıkılıyorsa, bu, yöneticilerin yeteneksizliğinden değildir, savaş siyasetleri uğruna okul binalarını zorunlu olarak feda etmelerindendir. Aragon'un da belirttiği gibi, yöneticiler, bizim ölüm süremizi uzatmak için yaşam süremizi kısaltıyorlar. "Her şey, yer ve zaman koşullarına bağlıdır." Diyalektik, toplumsal olguları kavramayı ve açıklamayı başarır, çünkü, diyalektik, bu olguları, kendilerini doğrudan, bağlı oldukları ve karşılıklı etki ilişkisi içinde bulundukları tarihsel koşullara bağlar. Metafizikçi, yer ve zaman koşullarını hesaba katmaksızın, soyutta kalır.

Bunun gibi, bazı kişiler, 1944'te, Komünist Partisinin yönettiği Fransız proletaryasının iktidarı alacak güçte olduğuna ve bunu yapmamakla "otobüsü kaçırdığına" içtenlikle inanırlar. İlk bakışta çekici bir değerlendirme ama yanlış. Neden yanlış? Çünkü bu değerlendirme ancak bütünle ilişkisi bakımından bir anlamı olan bir yönü, keyfi olarak bütünden ayırıyor. Daha yakından bakalım. (sayfa 64)

İlkin Direnişin niteliği ve amacı konusunda yanılma var. Elbette ki, devrimci parti, Komünist Partisi tarafından yönetilen işçi sınıfı en büyük güç oldu. Ama Direnişin amacı, proletarya devrimi değil, ülkenin kurtarılması ve faşizmin yok edilmesiydi. Böyle bir amaç, her durumda Fransızı biraraya topladı (büyük bir kesimi Vichy hükümetinden bağını koparan burjuvaziyi bölecek ölçüde). Direniş çok çeşitli biçimler aldı: silahlı savaşım, işçi grevleri, kadınların alış-veriş konusundaki gösterileri, köylülerin ürünü teslim etmeyi reddetmeleri, vişici baskı aletinin (memurlar tarafından) sabote edilmesi, gençlerin STO'ya karşı, öğretmenlerin, bilginlerin hitlerci gerici öğretimine karşı savaşımı, vb., vb.. Direniş büyük bir ulusal davranış oldu. Onun başat çizgisi budur. Fransız komünistlerinin değeri, durumu bütünü içinde anlamaları oldu: onun için Hitler'e ve suç ortaklarına karşı savaşımda geniş bir ulusal cephe kurmaya çalıştılar, ve Direnişin, halkımızın geniş yığınlarından kopmuş bir tekke halinde dejenere olmasına izin vermediler. Gitgide daha çok tecrit edilmiş hale gelen düşmana karşı 1944 ulusal ayaklanması böyle olanaklı oldu.

Eğer o sırada, işçi sınıfı, "devrim yapma"ya, "sosyalizmi kurma"ya kalksaydı ne olurdu? Eğer, 1944'te Hitlere karşı savaş devam etmekteyken, komünistler, "artık Fransayı ve dünyayı nazilerden kurtarmak sözkonusu değildir, derhal proleter devrimi yapmak sözkonusudur" demiş olsalardı, işçi sınıfının, ülkenin kurtuluşu için savaşmaya kararlı, ama devrimci bir hareketi desteklemeye hiç de hazırlıklı olmayan her sınıftan milyonlarca Fransız yurttaşı ile bağlarını kopardığını göreceklerdi. Ve hitlerciler, suç ortakları, gerici burjuvazi, vişiciler bayram ederdi buna. Tecrit edilmiş bir işçi sınıfı, Direnişin yönetimini, en çetin fedakarlıklar pahasına üstlendiği yönetimi kaybederdi. Böylece diktatörlük kapıları, Amerikan ordusunun da yardımıyla De Gaulle'e ardına kadar açılmış olurdu.

Amerikan ordusu, gerçekten de —bu, aydınlatılacak ikinci noktadır—, ancak Sovyet zaferleri Avrupa'da ikinci cepheyi (sayfa 65) kacınılmaz kıldığı için çıkartma yapmıştı. Amerikan yöneticilerinin art-düşüncesi, Hitler'in yenilgisinin, o zamana kadar Wehrmacht'ın işgali altında bulunan ülkelerde komünizme yararlı olmasını önlemekti. Eğer bu nesnel koşulları iyi bilmeyip, işçi sınıfı birdenbire iktidara atılsaydı, halkımız bir kıyıma uğrayacak, Amerikan ordusu, daha o andan itibaren, bugün de sahip olduğu işgal ordusu niteliğini alacaktı: ve bu kez, baskı, yeni Oradourlar yaratmak için geri gelen nazilerin suç ortaklığıyla yapılacaktı. Hitler Almanyası'nın, büyük Alman burjuvazisinin (örneğin, Amerikalıların sayesinde serbest bırakılan Krupplar'ın) umudu, Üç Büyükler arasındaki ittifakta bir kopma meydana gelmesi değil miydi? Münih ittifakı böylece yeniden perçinlenmiş olur, gerici burjuvazinin, sosyalist ülkelere karşı, halkların kurtuluşunda kesin rolü oynayan Sovyetler Birliği'ne karşı Kutsal İttifakı daha 1944'te gerçekleşmiş olurdu. Dört yıllık bütün çabaların bütün acıların kazancı, Fransız halkının kanında boğulurdu.

Buna karşılık, o zaman, "çevreleyen koşulların" tümü, komünistlerin yaptıkları gibi, faşizmin tasfiyesini, bir burjuva demokratik cumhuriyeti istemeye uygundu. Fransız halkının geniş yığınlarınca kabul edilebilir olan bu istem, gerçekleşebilir bir istemdi, ve büyük bir ileri adım sağladığı için de, ilerici bir istemdi. Gerçekten de, işçi sınıfı, burjuva demokratik cumhuriyette kendi sınıf savaşımı için en elverişli koşulları bulur: bu, Fransız işçi hareketinin, kurtuluşu izleyen aylardaki ileri atılımını açıklar, bu atılım, komünistleri iktidara getirdi, halkımıza, ekonomisini yeniden yaratmayı, yaşam düzeyini yükseltmeyi, toplumsal güvenliği, ulusallaştırmaları, işletme kurumlarını, demokratik bir anayasa, oy pusulası, kadınlar için seçilme hakkını, memurlar tüzüğünü vb., vb. sağladı. Bu sayededir ki, işçi sınıfı, 1947'de, gerici güçlerin karşı saldırısına meydan okumak için kendisini en iyi savaşım koşulları içinde bulabildi.

Uluslararası planda, Hitler Almanyası'na karşı Üç Büyükler arasındaki ittifakın devamı Wehrmacht'ın ezilmesini (sayfa 66) sağladı. Ama hepsi bu olmadı: Birleşmiş Milletler örgütünün kurulmasını ve Potsdam antlaşmalarını vb. mümkün kıldı — ki bunlar, sonradan Amerikan emperyalizminin gizli dolaplarına engel teşkil edeceklerdi. Üç Büyüklerin antantı, Avrapa'nın genç halk demokrasilerinin işini kolaylaştırdı, ve bu nokta da birinci derecede önemlidir, 1944'te Fransız komünistlerinin serüvenci bir siyaseti, bu başarıları tehlikeye düşürürdü: bu başarılar, uluslararası kapitalizmi son derece zayıflatmıştır. Bir ülkenin işçi hareketi hiçbir zaman kendi başına değil, ama bütünle ilişkisine göre değerlendirilmelidir.

Olayları karşılıklı etkileri ve bütünlükleri içinde dikkate almanin ve bir olguyu, onu "çevreleyen koşullar"dan asla ayırmamanın zorunluluğunu gösteren daha başka örnekleri tahlil edebiliriz. Şu örnekle yetinelim:

Faşist burjuvaziye karşı burjuva demokratik cumhuriyeti istemek, Fransız işçi hareketinin bugünkü durumuna tamamıyla uygun düşen bir istemdir. Bu istem, en başta gelen düşmana karşı yaşamını sürdürmek için kendi yasasına uymayanı boğmaktan başka çıkar yolu olmayan gerici burjuvaziye karşı, işçi sınıfının çevresinde geniş bir halk toplaşmasını sağlamaya en elverişli istemdir. Ama Sovyetler Birliği'nde aynı isteme başvurmak saçma bir şey olur. Niçin? Çünkü nasıl ki, burjuva demokratik cumhuriyet, faşizme göre bir ilerleme ise, (emekçilere üretim araçları mülkiyetini sağlayan) sovyet sosyalist cumhuriyeti de burjuva cumhuriyetine göre kesin bir ilerlemedir. Bizim halkımız için ileri bir adım olacak olan şey, Soyyetler Birliği için geri bir adım olurdu. Metafizikçi, kibrinden, zaman ve yer koşullarını bilmez. Demokrasiyi kendi koşullarından ayırır; burjuva demokrasisi ile sovyetik demokrasi arasında ayrım yapmaz. Ve burjuva demokrasisinden başka demokrasi tanımadığı için de, burjuva demokrasisini demokrasiye özdeşleştirir: Sovyetler Birliği'ni "bir demokrasi" olmamakla suçlar. Ve bunun, bir burjuva demokrasisi olmadığı doğrudur, çünkü o, kapitalist sömürüyü tasfiye ederek, bütün iktidan emekçilere veren yeni bir (sayfa 67) demokrasi yaratmıştır.

Kısaca, metafizikçi, politik biçimi, kendisini doğuran ve açıklayan tarihsel koşulların bütününden soyutlar, tecrit eder; diyalektikçi bu koşulları yeniden bulur.

 

 

V. VARGI

 

 

Ne doğa, ve ne de toplum, anlaşılmaz bir kaos değildir: gerçeğin bütün görünümleri zorunlu ve karşılıklı bağlarla birbirine bağlıdırlar.

Bu yasanın pratik bir önemi vardır.

O halde, bir durumu, bir olayı, bir işi kendisini meydana getiren ve açıklayan koşullar açısından değerlendirmek gerekir.

Her zaman olanaklı olanı ve olanaklı olmayanı hesaba katmak gerekir.

"İnsan kendi dileklerini gerçek gibi almamalıdır. Bir devrimci için, her şeyden önce, görüngüleri bütün gerçeklikleriyle ve doğru olarak saptamak sözkonusudur. ... Kabul ediyorum ki, belli bir durumda, belli bir karar alınır, ve bu durum değişince ilkin alınmış olandan farklı bir karar alınır. Başarı için koşullar artık yeterli görünmüyorsa, düşmanın önünden çekilinir; tersine, eğer hareketi şiddetlendirmekte daha büyük bir başarı şansıyla sonuç alabilmek umudu varsa, derhal savaşa gidilir. Her ne olursa, bir formülle, bir kararla bağlı kalınamaz, hareketimiz bu noktada tehlikeye sokulmaz."[18]

Eylemin koşullarını unutmak, dogmatizmdir.

Elbette ki, devrimci proletaryanın, diyalektiğin bu birinci yasasına saygı göstermekte çıkarı vardır, oysa burjuvazi bu yasayı unutturmak isteyecektir, çünkü çıkarı buna karşıdır. Toplumsal adaletsizlikten sözedenlere "Bu, geçici bir kusurdur!" diye yanıt verir. Aynı şekilde, iktisadi bunalımları, yüzeysel ve gelip geçici görüngüler olarak gösterir. Diyalektik (sayfa 68) bilimin yanıtı: toplumsal adaletsizlik, bunalımlar, kapitalizmin zorunlu sonuçlarıdır.

Burjuva filozoflar, gerçeği parçalara bölmek ve bu yolla, sömürücü sınıfın yararına, gerçeği olduğundan başka göstermek olanağını sağladığı için metafiziğe taparlar. Düşünce bütünü içinde gerçek olana ulaşır ulaşmaz derhal karşı çıkarlar: bu artık usule uygun değildir, bu artık "felsefeye" uygun değildir. Felsefe onlara göre, her kavramın uslu uslu yerini koruduğu bir klasördür: burada düşünce, şurada madde; burada "insan", ötede toplum vb., vb..

Tersine, diyalektik, her şeyin birbirine bağlı olduğunu öğretir. Ve bunun sonucu olarak, bir amacın gerçekleşmesi için hiçbir çaba yararsız değildir. Barış savaşçıları, savaşın kaçınılmaz olmadığını bilirler, çünkü savaşa karşı her eylem, değeri olan, barışın zaferini hazırlayan bir eylemdir.

İşte bunun içindir ki, diyalektikle donatılmış her devrimci militan, yüksek bir sorumluluk duygusuna sahiptir: hiçbir şeyi raslantıya bırakmaz, her çabayı gerçek değeriyle ölçer.

Bu, gerçeğin tam olarak kavranılması, uzağı görme olanağını sağlar. Yenilmez bir cesaret verir, öyle bir cesaret ki, Alman askerleri tarafından kurşuna dizilen diyalektikçi filozof V. Feldmann, son nefesinde, "Ahmaklar, sizin için ölüyorum" diye bağırabilir onlara.

Onun hakkı vardı. O, Fransız halkı için olduğu kadar Alman halkı için de savaşım veriyordu, çünkü her şey birbirine bağlıdır. (sayfa 69)

 

 

YOKLAMA SORULARI:D:D:D

 

 

1. Karşılıklı etkiye örnekler arayınız.

2. Neden, bir olgu (doğal ya da toplumsal) koşullarından yalıtıldığı zaman kavranılmaz?

3. Belirli bir örnek üzerinde, burjuvazinin, emekçileri yanıltmak için olayları tarihsel koşullarından nasıl ayırdığını gösteriniz.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...