KATA Oluşturma zamanı: Eylül 3, 2007 Paylaş Oluşturma zamanı: Eylül 3, 2007 yazının son paragrafını ılgılı lınkten okuyabılırsınz....ben tarıhı yönunu alıntıladım:) İLÜSTRASYON: HİCABİ DEMİRCİ Devlet özellikle Cumhuriyet tarihiyle ilgili eleştirileri baskılıyor. İlköğretimden üniversiteye uzanan, Aydınlanmacı olduğunu söyleyen, ama gerçekte skolastik ve dogmatik bir eğitim düzeniyle dayatılan tabulara dayalı bilginin dışına çıkılmasına izin verilmiyor HALİL TURHANLI (Arşivi) İngiliz edebiyatının tartışmasız en büyük şairlerinden biri sayılan, püriten devrimcilerin saflarında eski rejime karşı mücadeleye katılan ve özgürlükçü düşünce geleneğinde çok özel bir yere sahip olan John Milton'ın, 1644 yılında klasik retorik kurallarını izleyerek parlamentoya hitaben kaleme almış olduğu Areopatigica bugün dahi ifade özgürlüğü konusunda temel bir metin sayılıyor. Milton bu ünlü politik risalesinin başlığında Isokrates'in İ.Ö. 355 yılında yaptığı ve yetkileri kaldırılan Areopagus Konseyi'ne (açık mahkemeye) yeniden işlerlik kazandırılmasını talep ettiği söylevine göndermede bulunuyordu. Peki, nedir Areopatigica'yı böylesine önemli kılan? Bu soruyu cevaplayabilmek için öncelikle metnin yazıldığı tarihsel koşullara göz atılmalı. Kralın ayrıcalıkları Kral I. Charles'a karşı savaşan ve Stuart monarşisini deviren parlamento yanlılarının ilga ettikleri eski düzen kurumlarından biri de kısaca Yıldızlı Oda (Star Chamber) olarak anılan ve adını sarayda toplandığı odadan alan mahkemeydi. Kralın danışma kurulu Privy Council'in bir uzantısı olan bu mahkeme politik muhalifleri huzura çağırıyor ve sorguluyordu. Matbaalar ve yayınlar üzerinde de drakoniyen bir denetimi vardı. Sınırlı sayıda matbaacıya çalışma izni tanımıştı ve bunların kralın ayrıcalıklarını eleştiren yayınları basmalarına asla izin vermiyordu. Kralın tahttan indirilmesiyle, iktidar boşalmış, bir temelsizlik yaratılmıştı. Boşalan iktidarın yerinde tartışmaların yapıldığı, toplumsal-siyasal enerjinin dolaştığı bir kamu alanı açılmıştı. Bu gelişmede matbaalar üzerinde denetimin kalkmış, kitap yayımlamanın izne bağlı olmaktan çıkmış olmasının elbette büyük payı vardı. Özellikle politik risaleler elden ele dolaşıyor, herkesçe okunuyor ve sokakta, ordu kamplarında, her yerde hararetle tartışılıyordu. John Milton'ın sözleriyle Londra, 'özgürlüğün büyük evi' olmuş, özgürlük Londra'dan bütün ülkeye yayılmıştı. Ta ki, 1643 Haziran'ında parlamento kralcı propagandayı önleme amacıyla yeni bir düzenlemeyi kabul edinceye değin. Yeni düzenleme ile bir bakıma eskiye dönülüyordu. Belirli sayıdaki matbaacıya kitap ve risale yayımlama yetkisi tanınıyor, kitapların yayımlanması da önceden izin şartına bağlanıyordu. Yayınlar için parlamento içinden oluşturulacak komisyonlar karar verecekti. Aslında böyle bir yasaya ihtiyaç duyulmasının asıl nedeni anti-monarşist ittifakta çözülme belirtilerinin baş göstermesiydi. Milton, Areopatigica'da parlamentoya kararını gözden geçirme ve bu yasası geri alma çağrısı yaparken önce sansürün tarihine ilişkin bazı saptamalarda bulunuyor, ardından kitabın ontolojisine dair çok ilginç düşünceler ileri sürüyordu. Milton'a göre sansürün tarihi oldukça yeniydi. Antik Yunan dünyasında, Roma toplumunda sansür bilinmiyordu. Sistematik sansür 1418'de Roma Katolik kilisesince Wycliffe ve Jan Huss'un yazılarına karşı başlatılmış, Trent konseyi'nin, Engizisyonun ceza ve infazları da nihai biçimini almıştı. (Risalenin 1644 tarihli olduğu dikkate alınırsa, Milton'a göre sansürün 226 yıllık bir geçmişi vardı.) Sansürün sistematik olarak uygulanmasından sonra her hangi bir eser ancak kilisenin 'İmprimatur' (Bırakınız Basılsın ) mührüyle onaylandıktan sonra yayınlanabiliyordu. Kilise Tekvin'deki'deki ifade biçimiyle izin veriyor veya yasaklıyordu. İşte, radikal püriten John Milton kilisenin bu dili konuşma yetkisin de itiraz ediyordu. Katolik kilisesi, tanrı adına, kutsal kitap diliyle insanın düşüncesine, karar almasına ve yaratmasına müdahalede bulunamazdı. Böyle bir onay şartı sansürü daha yazma sürecinde işler hale getiriyordu; çünkü onay koşulunun varlığında yazar, çoğu zaman farkında olmadan kendine sansür uygulayarak yazıyordu. Kilisenin onay şartı öncelikle otosansürü getiriyordu. Karar verme yeteneği Milton'a göre sadece yazarın yaratma sürecine değil, okurun karar verme yeteneğine de müdahalesi söz konusuydu kilisenin. Oysa tanrı insanı akıllı bir varlık olarak yaratmış ve ona iyiyi kötüden ayırt etme yeteneğini bahşetmişti. Bundan ötesi insanın sorunuydu, seçimini serbestçe yapmalıydı. Kilise bu aşamada araya girerek tanrı adına müdahalede bulunamazdı. Milton'ın kitabın ontolojisine dair düşünceleri özellikle önemli. O, kitapların sıradan nesneler, dahası cansız nesneler olmadıklarını, 'yaşam kudreti' taşıdıklarını vurguluyordu. Kitabı 'canlı zihnin en yararlı ürünü', yazarları ise 'bilginin derin maden ocaklarında sıkıntıyla ağır işçilik yapanlar' olarak tanımlıyordu. Bu nedenle kitap yakmanın insan yakmakla neredeyse aynı şey olduğunu ileri sürüyordu. Chaucer'da da rastlanılan bir terimi, 'ussal ruh' terimini kullanıyor, kitapların 'ussal ruhun yaratısı' olduklarını ileri sürüyordu. (Milton'ın Protestanlığında materyalist bir damar vardı. Mortalist bir eğilimle bedenin yanı sıra ruhun da fani olduğuna inanıyordu. Buna göre, İsa tanrısal değildi, insandı ve ölümlüydü.) Areopatigica'da okuma, öğrenme bilgilenme hakkını da savunuyordu büyük şair. Farklı düşüncelerin çarpışmasından, canlı bir kamu kültürünün oluşmasından yanaydı. Farklı düşüncelerin bir arada bulunması okurun yargı yeteneğini geliştirecekti. Musa ve Danyal peygamberlerin, Pavlus gibi azizlerin, erken Hıristiyanlığın büyük teologlarının putperest yazarları da okuduklarını hatırlatıyordu. Yazma, yayımlama ve okumayı bir arada düşünüyor, okumanın teşvik ettiği tartışmaların toplumsal hayat açısından önemine değiniyordu. Kitapların, kitapların içerdiği düşüncelerin yaratacağı tartışmaları toplumsal hayat açısından hayati önemde sayıyordu. Gerçekten, düşüncelerin tartışılması bedendeki kan dolaşımı gibidir. Tartışmanın cereyan etmediği bir toplumda zihinsel hareketsizlik, bir tür stagnasyon yaşanır. Tartışılan, çatışan farklı düşünceler çalkantılı ve o denli de canlı bir sivil hayat yaratırlar. Böylesi bir canlılıktan yoksun olan toplumlarda zihinsel tembellik ve uyuşumculuk yaygınlaşır. Kant'tan bu yana Avrupa düşüncesinde özgürlükler seküler bir temelde savunuluyor; ama, Areopatigica sekülerleşmeyi izleyen dönemde de öneminden hiç bir şey yitirmemiş bir belge. Dahası John Milton, sansürler, yasaklamalar, yargılamalarla kuşatılmış, bizlere on yedinci yüzyıldan seslenen bir çağdaşımız. İfade özgürlüğü herhangi bir hukuki düzenlemenin ötesinde tüm insanların payına düşen ahlaki bir hak. Yasalar veya sözleşmelerle yaratılmayan, yasalarla güvence altına alından önce de var olan bu özgürlük, devlete öncelikle negatif bir sorumluluk yükler; müdahale etmeme, engellememe ve sınırlamama sorumluluğunu. Şu da bir kez daha vurgulanmalı: İfade özgürlüğü engellendiğinde sadece kendini ifade eden yazarın özgürlüğü değil, 'zararlı ve tehlikeli' düşüncelerin etkisinden 'korunma'ya çalışılan okurun bilgilenme hakkı da ihlal edilir. Devlet politikaları İfade özgürlüğünün engellenmesinin temelinde devlet politikalarına yönelik eleştirileri ve bu eleştirilerin yurttaşlarda yaratacağı farkındalığı engelleme düşüncesi vardır. Bireylerin sorumluluklar üstlenebilmeleri, tartışmaları, karar almaları, kararlara katılabilmeleri ve Castoriadis'in deyişiyle 'toplumu kurumlandırma'ları için bilgilenmeleri ve farkında olmaları gerekir. Oysa, içinde yaşadığımız coğrafyada devlet özellikle Cumhuriyet tarihiyle ilgili eleştirileri baskılıyor. İlköğretimden üniversiteye uzanan, Aydınlanmacı olduğunu söyleyen, ama gerçekte skolastik ve dogmatik bir eğitim düzeniyle dayatılan tabulara dayalı bilginin dışına çıkılmasına izin verilmiyor. Soru sormayan insanlardan oluşan bir toplum yaratılıyor. Böylesi bir toplumda otoriter kişilik kolaylıkla biçimleniyor. Yukarıda devletin ifade özgürlüğü karşısında bir negatif yükümlülüğünün bulunduğunu söyledim. Devletin bu soy bir yükümlülüğünün bulunduğunu ileri sürmek aynı zamanda devleti ifade özgürlüğünün potansiyel ihlalcisi olarak görmektir. Devletin ihlalleri karşısında nasıl tavır alınması gerektiği konusunda ise Judith Skhlar'ın 'uyanık yurttaşlık' (vigilant citizenship ) terimi bizlere yardımcı olabilir. Bu terim potansiyel ihlalci karşısında hak ve özgürlükleri koruma konusunda duyarlıdan öte, tetikte olmayı, özgürlükleri devletten sakınmayı ifade ediyor. Shklar, Seyla Benhabibin belirttiği gibi Kafka'yı çağrıştıran bir yaklaşımla, dystopien bir bakışla devletten kuşkulanıyor ve buna bağlı olarak yurttaşların devlet kaynaklı muhtemel tehlikelere, suiistimal ve ihlallere karşı uyanık olmaları gerektiğini vurguluyordu. Halil Turhanlı: Yazar, Açık Radyo programcısı http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=215492 Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.