Jump to content

Bedri Ruhselman'ın Eserleri


nevermore

Önerilen Mesajlar

ESERLERİNE GENEL BAKIŞ

 

Bedri Ruhselman, uzun sayılamayacak yaşamı boyunca, spiritizma konusunda devamlı bir şeyler veren, çok üretken bir insandı. Dergilere yazılar yazmış, dergiler yayınlamış, makaleler yazmış, kitaplar yazmış, konferanslar vermiş, dersler vermiş; araştırmalarını, öğrendiklerini, bildiklerini hep başkalarına aktarmaya çalışmıştır. Bunu yaparken de, hayatından ve hayatına kronolojik bakıştan anlaşılacağı gibi, çok zor şartlarda mücadele etmiştir. Yazılarının, makalelerinin ve konferanslarının yayınlandığı başlıca dergiler; Fener (1939), İç Varlık (1951), Ruh ve Kâinat (1952), Altın Kitap (1955) ve Ruh ve Madde (1960) dir. Bu dergilerden sadece Ruh ve Madde Dergisi günümüzde de yayın hayatını sürdürmektedir.

 

Bu aylık süreli dergi, Ruhselman’ın yazılarını, makalelerini vermekte, spiritüalizm/spiritizm konusunda yayın yapmaktadır. Konferanslarının arasında, 1948 yılında, Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde verdiği konferans dizisi1 (toplam 29 adet) önemlidir. Ayrıca 21 Ağustos 1952 yılında, MEB’nın isteği üzerine, Tecrübî Spiritüalizma Hakkında adlı bir bildiri hazırlamış ve göndermiştir. Bu arada müzik dalında yazdığı 16 sayfalık Yeni Şarkılar (1927) adlı bir kitapçık da vardır.

 

Ruhselman’ın kitaplarından bahsederken; İNK kitabı öncesi eserleri ve İNK kitabına yardımcı eserleri (iki küçük kitapçık) olarak ele alacağım. Bunun sebebi; Ruhselman’ın da böyle yapmasıdır. İNK kitabını düzenleyip, arkadaşları adına, şartlar oluştuğunda açılmak üzere, notere teslim ettikten sonra, önceden yazdığı kitapların yeniden basımını pek istememiş, isteyenlere kısmen fotokopi verilebileceğini söylemiştir. Ona göre İNK kitabı, ana bilgi kitabıdır ve önceki kitaplarındaki bazı konulara açıklık getirmektedir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

İNK KİTABI ÖNCESİ ESERLERİ

Ruh ve Kâinat

 

Ruh ve Kâinat kitabı, 1946 yılında 3 cilt olarak yayınlandı. Toplam 1064 sayfadır (304+352+408). Bu kitap Ruhselman’ın yaklaşık yirmi beş yılda hazırladığı en önemli ve bilinen kitabıdır. Bu kitaptaki çoğu fikir ve görüş o zamana kadar hiç söylenmemişti. Bu yüzden o zaman yadırgayanlar olmuş. Kitapta, insanların bedene bağlı arzulara esir olup şuursuzca yaşamaları, oradan oraya sürüklenmeleri, kurtuluşu sadece fen bilimlerinde ve doğa bilimlerinde aramalarına karşın, esas kurtuluşun maneviyatta ve ruhsal bilgilerde olduğu ortaya konuyor. Burada önemli olan, Ruhselman’ın ortaya koyduğu fikir ve görüşlerini deneylere4 dayandırmasıdır. Deneyden kastedilen, ruhsal irtibat celseleri ve bu celselerde alınan bilgilerin, başka celselerdeki bilgilerle karşılaştırılmasıdır. Bu yolla mucize gibi görünen çoğu olaya, mantıklı ve bilimsel cevaplar verilebilmiştir.

 

Kitapta (üç ciltte) konular dokuz bölüm halinde ele alınmıştır. Şöyle ki: 1. bölümde; insan ve bilgi, madde ve şuur, kâinat ve buut nedir ne değildir konuları; 2. bölümde; ruh, ruh ve beden ilişkisi (ruh nedir, ruh bedene nasıl etki eder, perispiri/ara beden/astral beden nedir?), ölüm, spatyom, enkarnasyon (doğum, bedenlenme) konuları; 3. bölümde; realite, tesadüf, imajinasyon, determinizma, tekâmül konuları; 4. bölümde; perispri-beden münasebetleri, hipnoz5 (perisprinin; bedenden az çok ayrılmış, daha doğrusu bedenle münasebetlerini az çok gevşetmiş bir hâli, yani bir degajman6 hâli), psikolojik infisal7 (bedenin kendiliğinden gevşeyerek dış dünya ile bağlantısını kesmesi, hayal âlemine geçmesi), ekminezi8 (yaşamın herhangi bir kesitini bütün teferruatı ile hatırlama, unutulanları hatırlama), dedublüman9 (kendisini bedenen başka bir yerde tezahür ettirmek), materyalizasyon ve demateryalizasyon10 (bir şeyin hiç yoktan ortaya çıkması veya kaybolması, madde olma veya maddelikten çıkma hâli), idrak konuları; 5, 6, 7, 8 ve 9. bölümlerde, reenkarnasyon11 konusu ele alınmaktadır.

 

Ruhselman, son beş bölümde, yani üçüncü cildin neredeyse tamamında (363 sayfa) reenkarnasyondan bahsetmektedir. Bu önemli kavramı da üçüncü bölümde ele alacağım. Ruhselman’ın ortaya koyduğu Neo-Spiritüalizm görüşünde, amaç tekâmül etmektir. Amaç tekâmül etmek olunca da reenkarnasyon zorunlu olur. Bu dokuz bölümün sonunda, ‘Sözün Kısası’12 bölümünde, 41 madde halinde, Neo-Spiritüalizm’in ve dolayısıyla kendi ilkelerini ortaya koymaktadır.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Ruhlar Arasında

 

Ruhlar Arasında kitabı, 1949 yılında yayınlandı. 195 sayfadır. Ruhselman, bu kitabında ruhsal varlıklarla irtibat nasıl kurulur, spatyom hayatı nedir, intihar edenlerin, katillerin, hasislerin ve bencillerin, avarelerin, kibirlilerin, bilgisizlerin ve dogmatiklerin spatyom hayatı nasıldır, yine spatyomdaki teşevvüş (şuursuzluk, bocalama ve karışıklık hali) hâli nasıldır sorularına cevaplar vermektedir. Bu cevapları verirken kendisinin ve yabancı spiritüalistlerin yaptıkları celselerden faydalanmaktadır. “Ruh, dünyamızda ve madde kâinatında ancak maddi vesaitle (araçlarla) tezahür zemini bulan müessir bir kudrettir. Bu kudret mütemadi bir tekâmül halindedir. Şu hâlde, ruhlar derece derece yükselerek birbirinden ayrılırlar.” Ruhselman, kitabında, tam katılmamakla beraber, Allan Kardec’in ruhsal varlık tasnifine de yer vermiştir. Buna göre 3 ana ve 10 alt sınıf ayırımı yapılmıştır.

 

Şöyle ki; 1. grup: saf ruhlar (1. sınıf), 2. grup: iyi ruhlar (2, 3, 4 ve 5. sınıflar), 3. grup: mütekâmil olmayan ruhlar (6, 7, 8, 9 ve 10. sınıflar).

 

İnsanların ölümden sonra, ruhsal varlıklarının tekâmül derecelerine göre, az çok geçirecekleri ilk safhaya teşevvüş hâli deniyor. Bu hâl, dünyada yapılan ve yapılamayan vazifeler hakkında bir muhasebe ve murakabe hâlidir. Bu hâl, ‘spatyom hayatının’ ilk aşamasıdır. Bu aşamada; a) Ruhsal varlıkların birçok melekeleri henüz gelişmemiştir veya kapanık haldedir, araştırıcı ve keşfedici kudretleri de uyuklama halindedir, b) İmajinasyon halindedir, dünya yaşamından şuur alanında kalan, otomatik iradesinin getirdiği imajinasyonlarından sıyrılamaz, c) Spatyoma yeni geçmiş ruhsal varlıkların, dünyadan henüz yeni ayrılmış olmalarından dolayı, dünyasal arzularından, alışkanlıklarından ayrılamamışlardır. Spatyom hayatının 2. aşamasında; ruhsal varlık yavaş yavaş öldüğünü idrak eder, çevresindeki varlıklarla münasebet kurar (şuurlu tahayyül devresi). 3. aşamada ise; ruhsal varlıklar, tekâmül derecelerine göre oldukça ilerlemiş, bilgi, görgü ve tecrübeleriyle, bazen de daha yüksektekilerden aldıkları yardımlarla, kâinatın ahenk ve nizamını sağlayan ilâhî kanunları uygulamaya kendi kudretleri çerçevesinde hak kazanmışlardır.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Allah

 

Allah kitabı, 1951 yılında yayınlanmıştır. 127 sayfadır. Ruhselman bu kitabında Allah (Kâdir-i Mutlak, Yaradan, Yaratıcı) mefhumunu, yine ruhsal varlıklarla yaptığı celselerden elde ettiği bilgiler, felsefî araştırmaları ve tefekkürü çerçevesinde ele almaktadır.

 

Ona göre Allah’ı aramanın iki yolu vardır:

 

1) Objektif araştırma yolu, yani eşya, olaylar ve varlıklar aracılığı ile araştırma. Yaratılana bakıp Yaradan’ı anlama yolu.

 

2) Sübjektif araştırma yolu, yani iç âlemdeki kudretlerin idraki yoluyla, kalp ve tefekkür ile araştırma yolu.

 

Bu iki metot ayrı değil, birlikte kullanılmalıdır. “Sübjektif yüksek ruh faaliyetlerine ancak objektif ruh faaliyetlerinin hazırlayıcı ve yetiştirici yardımları ile ulaşılabilir.” Ruhselman’a göre; beşerî idrakle, Mutlak (Kâdir-i Mutlak, Allah) hakkında bir şeyler söylemek gerekirse, Onun hiçbir şeyle, hiçbir şekilde nispet ve kıyas kabul etmediğini, Ona hiçbir kıymetin yakıştırılamayacağını düşünmek ve kabul etmek gerekir. ‘Mutlak mefhumunun’ kavranması imkânsızdır.

 

O halde; Mutlak’a hiçbir sıfat izafe edilemez, O hiçbir şeyle benzerlik ve zıddiyet kabul etmez, her türlü noksanlık ve tamlıklardan münezzehtir, Ona hiçbir şey tesir edemez, Ona beşeri idrakle anlaşılabilen ve yokluğa nispet edilen bir varlık mefhumu da izafe edilemez, Onun varlığını hiçbir yaratılmış idrak edemez ve edemeyecektir. Mutlak değişmez. O, zamandan ve mekândan münezzehtir.

 

“Allah’ı bulmazdan önce, insanın kendi hakikî varlığını araması ve bulması lazımdır. Kendisini kaybetmiş ve bir madde yığını içine bütün kıymetleri ile birlikte ruhunu gömmüş bir insan; Allah’ı ne duyabilir, ne bulabilir, ne de arayabilir. Bu da bir hakikattir.” Her insanın Allah’ı duyuşu, Allah’a yönelişi, erişmiş olduğu tekâmül seviyesinin sağladığı kudret ve kapasite ile uyumludur. Ruhselman, kitabını ‘Allah’a Yakarış’ adını verdiği güzel bir dua ile bitiriyor . Bu dua hislerine tercüman olmuştur.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Medyomluk

 

Medyomluk kitabı, 1952 yılında yayınlanmıştır. 66 sayfadır. Bu kitap, merkezi Londra’da bulunan Uluslararası Ruhçuluk Federasyonu’nun (International Spiritualist Federation – ISF) 1951 Eylül ayında Stockholm’de (İsveç) tertip etmiş olduğu kongrede, Dr. Bedri Ruhselman’ın İngilizce olarak takdim ettiği raporun Türkçe yayınıdır. Bu raporun İngilizce orijinali 62 sayfa olup 1951’de İstanbul’da yayınlanmıştır. Raporun tam adı; Medyomluk ve Ruhların Dünyamızdakilerle Görüşme ve Münasebetlerinin Neo-Spiritüalizma Görüşü İle İlmî İzahı’dır. Orijinal adı ise Study and Exposition the Mediumship and the Relation and Communication Between the Incarnate and Disincarnate Beings, According to the Idea of the Neo-Spiritualism’dir.. Bu rapor kongrede takdim edildiğinde çok büyük beğeni almıştır. Bu konu üzerine yapılmış, bütün yönleriyle ilk detaylı araştırmadır. ISF Başkanı P. J. Hitchcock’un, kongre sonrasında,

 

Ruhselman’a gönderdiği yazının tercümesi şöyledir:

Uluslararası Spiritüalizma (Ruhçuluk) Federasyonu-Londra

1 Ekim, 1951

Aziz Dr. Ruhselman,

1951 Stockholm kongresine takdim edilmiş olan raporunuzu çok büyük bir alaka ile okudum. Bu raporda yapmış olduğunuz işten dolayı sizi hayranlıkla tebrik etmeme müsaade etmenizi bekliyorum. Bunun ilmî bir vesika olduğuna inanarak henüz raporunuzu almamış bulunan milletlerarası spiritüalizma gruplarına raporunuzun suretlerini gönderiyorum. Aynı zamanda onun kıymetini takdir edecek hususî azalara da gönderiyorum… İlh.

Başkan: P. J. Hitchcock

 

Raporun birinci kısmında, konuyu genel olarak ele alan Ruhselman, medyumluğun; spatyom denilen ruhsal varlıklar âlemi ile üç buut şartlarının geçerli olduğu dünya arasındaki münasebet, tarz ve imkânların tetkik ve izahını gerektiren bir konu olduğunu düşünmektedir.

 

İnsan (ruhu), fizik bedeni ile dünya hayatı içinde faal ve müessir bir varlıktır. Bir varlığın herhangi bir ortamda yaşaması demek; onun orada meydana gelen olaylara fikriyle hisleriyle ve eylemleriyle karışmış olması demektir. Ama bunun aksine o varlık hiçbir duygu almaz ve o olaylar üzerinde müessiriyet göstermezse, o varlığın yaşadığı kabul edilemez. Bu durumda, bir olayın meydana gelmesi için; a) Az çok ince veya kaba (frekans bakımından) maddi unsurlardan meydana gelmiş bir ortamın, b) Bu unsurlar üzerine etki edebilecek hareketlerin, c) Bu hareketleri meydana getirme kudretine sahip bir âmilin mevcut olması gerekir. Bu üç şartın mevcut olmaması durumunda herhangi bir olayın meydana gelebileceğini söylemek, ilmî realiteye uymaz. Örnek olarak; bir taşın gelerek camı kırması, cam olmasa kırılacak bir şey olmazdı (ortam), hareket halinde olan bir taş olmasaydı cam kırılmazdı (hareketli taş, taş+hareket) ve taşa hareketi veren biri olmasaydı cam kırılmazdı (âmil). Ruhselman, medyum ve medyumluk olayını, ki ortada böyle bir gerçek vardır, bu şekilde ele alıp incelemektedir.

 

Perispri (ara beden, astral beden) denilen ruhsal varlık, ruhun dünyadaki tesir aracıdır. Perispri olmadan bir ruh dünya varlıkları üzerinde hiçbir müessiriyet gösteremez. Ruhun müessiriyet kudretleri perispride tezahür eder. Ama biz, dünyada, bu perispri tezahürlerini ruhun tezahürleri olarak kabul ediyoruz. Dünya varlıklarına perispri üzerinden gelen bu tesirler, hislerimiz ve duyu organlarımız tarafından sinir sistemimize (beynimize-kumanda merkezimize) iletilir ve böylece hareketler meydana gelir.

 

Bu hareketler ve olaylar sonucu meydana gelen bizdeki idrak ve etkiler aynı şekilde geri dönerek perispri üzerinden ruha intikal eder ve onda fehim (anlayış, kavrayış) denilen hâli oluşturur. O hâlde herhangi bir idrakin oluşması için, önce bu idraki meydana getiren olayın gerçekleşebilmesine ve bunun için de bir ortama ihtiyaç vardır. Bu ortam perispridir. İkinci olarak, bu ortama tesir edecek hareketleri taşıyan unsura ihtiyaç vardır. Bu tesirdir. Son olarak da bu tesirleri meydana getirecek bir âmil gereklidir. Bu da sinir sistemimizin muhtelif merkezleridir.

 

Medyumik yetenekleri olan kimselerin ruhsal varlıklarla kurdukları tesir alışverişi de bu şekilde meydana gelmektedir. “Ruhun maddelerden intibalar alması ve madde üzerine tesir etmesi, elbette ancak bir takım hadiselerin meydana gelmiş olması sayesinde ispatı mümkün bir realite hâline girer. Ruhta kalmış ‘Sübjektif’ veya dışarı aksetmiş ‘Objektif’ ruhî faaliyete ait hiçbir hadise göstermeyen ruhun, herhangi bir muhitteki hayatından bahsetmek abes olur.”

 

Buradan şu ortaya çıkıyor ki, ruhun dünyada yaşayabilmesi (maddeye etki edebilmesi, etkisini gösterebilmesi) için maddi bir bedene ihtiyaç duymasının zorunlu olduğunu kabul etmek gerekir.

Ruhselman, raporunda, bu düşünceyi kuvvetlendiren fizik, fizyolojik ve ruhsal düşüncelere ve gözlemlere yer vermektedir. Şöyle ki:

1) Fizik değerlendirmelerde; spatyom ve dünyamızdaki buut farkı ortaya konarak ve Mendeleyev’in element tablosundan yola çıkarak perisprinin maddesinin, bilinen dünya maddelerinden olamayacağı delillendirilmektedir. Yani perispri, dünyamızın atom ve molekülleri arasında bulunamayacak, beşerî idrakle anlaşılamayacak kadar seyyal bir yapıya sahiptir. Perispri denilen şey, dünyada bulunup, insanlar tarafından bilinmeyen madde hallerinden birisidir. Perispri, maddelerin manyetik alanlarından ibarettir.30

2) Fizyolojik değerlendirmelerde;

insan vücudundaki her faaliyetin, fizyolojik olarak sinir sistemine bağlı olduğu, vücudun gerekli organlarını sinir sisteminin yönettiği, sinir sistemini de harekete geçirenin perispri olduğu ortaya konmaktadır. Perispri, bu harekete geçirmeyi sinir sisteminde bulunan çok ince (yüksek frekanslı) bir madde olan sinirsel akışkan ile yapmaktadır. Ruhselman’ın, bu sinirsel akışkanın varlığını nasıl delillendirdiği konusuna fazla girmeyeceğim. Ama kabaca günümüzden, radyo ve televizyon yayınlarından örnek verilebilir. Basitçe anlatırsam; burada ses ve görüntü enerjileri, verici de kodlanarak, elektrik enerjisine çevrilmekte ve bu kodlu enerji de elektro manyetik sinyallerle anında alıcıya iletilmektedir. Biz bu elektro manyetik sinyalleri göremiyoruz, depolayamıyoruz ama varlar ve yayını naklediyorlar. Yani taşıyıcı görevi görüyorlar. Alıcı da hangi frekansa ayarlı ise o yayını alarak tekrar ses ve görüntü enerjisine dönüştürüyor. İşte yukarıda anlatılan sinirsel akışkan, bu elektro manyetik sinyaller gibi işlev görmektedir. Bu sinirsel akışkan kaybolursa veya vazife yapamazsa perispri hiçbir şekilde bedene tesir edip intiba alamaz ve ruhî herhangi bir idrak oluşmaz. Ölüm hadisesi de böylelikle meydana gelir.32 Ruhselman, sinirsel akışkanı (asabî seyyale) dünyanın en akışkan (frekans olarak en yüksek) ve ancak sinir sistemi içinde mahiyetini ve inceliğini koruyabilen bir cevher olarak kabul ederek, perisprinin bundan daha yüksek bir akışkanlık derecesinde bulunduğunu ve bu yüzden perisprinin dünyanın maddî ölçüleriyle anlaşılamayacağını vurgulamaktadır. Dolayısıyla, kendisiyle özel bir şekilde ayarlanmış bulunan sinirsel akışkandan mahrum kalmış bir perispriye, herhangi bir dünya maddesi ile bağlantı yapması için, başka varlıkların sinirsel akışkanları da artık yardımcı olamaz.

 

 

3) Spiritizma bakımından; ruhsal araştırmalar yoluyla alınan sonuçlar, ölüp spatyoma intikal etmiş varlıkların (perispri) artık dünyadan doğrudan doğruya tesir alamadıklarını izah ve hatta ispat edici niteliktedir. Ruhselman konuyu üç yoldan ele almaktadır. Sonuçları şöyledir:

a) Spiritüalist değerlendirmeler; ilâhî irade kanunu ve bunun anlayışımız bakımından tecellisi olan alaka kanununa göre, her âlemde her madde safhasında (bitki, hayvan, beşer, vs.) yaşayan varlıkların doğrudan doğruya maddî tesir sahaları, ancak kendi perisprilerinin o âlem için ayarlanmış sınırları içerisinde meydana gelir ve onun dışına çıkamaz. Ancak o varlık artık başka bir maddi safhaya geçecekse, tabiat kanunları çerçevesinde, perisprisinde geçeceği âleme uygun gerekli değişiklikleri yapar. Ruhsal varlıklarla dünya arasında herhangi bir medyum aracılığı olmadan irtibat kurmak mümkün değildir. Bunlar ruhçularca bilinen ve kabul gören olaylardır.

 

 

b) Spirit gözlemler; çeşitli ruhsal bağlantılarda gözlemlenen bilgiler ve olaylar grup grup ele alınıyor. Birinci grup gözlemler; aslında telepat (zihinsel bağ kurabilen kimse) olmayanların medyumluklarında, ruhsal varlıklarla medyumun çevresinde hazır bulunanlar (hâzırun) arasında telepatik (zihinsel) belirtiler ve düşünce aktarımı mümkün olmaz. İkinci grup gözlemler; operatörler (celseleri yöneten ve soru soran kimseler) tarafından iyi düzenlenmeyen ve karışık sorulduğu için veya medyumun herhangi bir anlayışsızlığı yüzünden, medyum tarafından anlaşılamayan sorulara ruhsal varlıklar da cevap veremezler.

 

Yani doğru ve net cevaplar için medyumların bu soruları iyice anlamış olmaları gerekir. Otomatik medyumluk gibi bazı özel durumlarda bu değişir (raporun ikinci kısmında anlatılacak). Bu gruba ait diğer önemli bir sonuç; özellikle pek ilerlememiş durumda bulunan ruhsal varlıkların, bazı sebeplerden dolayı operatörün sorularını işitmemesi gerekir. O soru, ruhsal varlığın o sırada spatyomdaki durumunu ve tekâmülünü güçleştirebilir, ruhsal varlık operatörün sorusuna cevap verebilme liyakatine ve kudretine sahip değildir ya da cevabın insanlar arasında yayılması sakıncalıdır, operatör ve hâzırun sorulan soruyla ilgili verilecek cevaptan henüz fayda sağlayamayacaklardır. Bu ve buna benzer daha başka sebeplerden dolayı, o sorunun cevaplanmaması gerekiyorsa, ya ruhsal varlık baştan savma cevap verir, ya da, bunu idrak edecek liyakat ve kudrette değilse, daha yüksek bir planın müdahalesi ile o soru ruhsal varlığa iletilmez, medyumun iletmesi engellenir. Transtan çıkarılan medyum, soruyu anlasa bile tekrar transa girince yine nakledemez. Üçüncü grup gözlemler; ruhsal varlıklar sadece dünyada değil, celse esnasında medyumla irtibat halinde olsalar bile, celse odasında da meydana gelen olaylardan haberdar değildir. Ruhsal varlıklar, medyumlara tebliğ verirken onların bu tebliğleri nasıl, ne şekilde ve hangi dille naklettiklerini bilemezler. Medyumun bilgisi, kelime hazinesi vs. de naklettiği tebliğin sıhhati ve doğru anlaşılması bakımından çok önemlidir. Dördüncü grup gözlemler; bu gruptaki örneklerin sonuçları da üçüncü grup gibidir. Ruhsal varlıkların, dünya ile bir ilgilerinin olmadığı, hatta bu ilgisizliklerinin celse odalarındaki olaylar için de geçerli olduğu anlaşılmaktadır.

 

c) Spiritüalist tebliğlere göre; bu bölümde Ruhselman’ın ruhsal varlıklardan tebligatlar yoluyla elde ettiği bilgiler anlatılmaktadır. Tüm bu bilgilerden çıkan sonuçlar; ruhsal varlıklar doğrudan doğruya perisprileri aracılığıyla dünya maddelerini etkileyemezler ve onlardan etki de alamazlar. Ruhsal varlıkların dünya maddeleriyle ve olaylarıyla olan münasebetleri, ancak dünyada yaşayan varlıkların perisprileri aracılığıyla mümkün olur.

 

Ruhselman, raporunun birinci kısmında, yukarıda anlattığımız gibi, medyumluk hakkında genel bilgiler vererek konuyu açıklamaya çalışmıştır. Raporunun ikinci kısmında ise medyumluğu Neo-Spiritüalizm’e göre ele almıştır. Ruhselman’a göre; medyumluğun ilmi esasları üzerine inşa edilmiş spiritizma görüşü, diğer akademik ilimlerde olduğu gibi, ama onlardan daha kapsamlı, ilme dayanan, felsefî, ahlâkî ve en önemlisi ilâhî bir konudur.

 

Neo-Spiritüalizm’e göre; medyumluk, dünya ile irtibatları kesilmiş ruhsal varlıkların (perisprilerinin), dünyadaki insanların ruhsal varlıkları (perisprileri) üzerindeki tesir ve faaliyetlerinin, yine bu insanların ruhsal varlıkları (perisprileri) tarafından, psiko-fizyolojik yollarla, dünyada zihnî veya fiziksel belirtiler şeklinde açığa çıkarılması halidir. Medyumluk, hangi tarz ve safhada olursa olsun, ruhsal varlığın (perisprisinin) kendi bedeni üzerindeki etkisini kullanma işine bağlı bir faaliyettir. Ruhsal varlığın bu faaliyeti, bir tür konsantrasyon ile başlar. Bu konsantrasyon ise, ruhsal varlığın, o sırada, medyumluk icabı olan bütün psiko-fizyolojik çalışmalar üzerinde faaliyetlerini toplaması demektir. Bu da insanın dünyadaki maddî âlem ile bağının az çok kesilmesini gerektirir.39 Ruhselman, İnsanlarla ruhsal varlıklar arasında kurulacak irtibatın çeşitli safhaları olduğunu öne sürerek, bu safhaları ayrı ayrı ele almaktadır. Bunlar; 1) Psişik Safha, 2) Metapsişik safha ve 3) Fizyolojik ve fiziksel safhadır.

 

1) Psişik safha, sadece ruhsal varlıklar arasındaki, yani perispriler arasındaki, irtibattır. İki dünya dışı varlığın birbiri ile görüşmesi söz konusudur. Ruhlar spatyomda ancak perisprileri vasıtasıyla varlıklarını gösterebilirler. Dolayısıyla, perisprisiz bir ruhun madde kâinatında varlığını gösterebilmesi, yaşayabilmesi mümkün değildir. Ruh, bu perisprisi ile sonsuz madde kâinatında bir mekân (yer) tutar ve bağlandığı bedeni ile tesir alışverişinde bulunur. Ancak birinci kısımda anlatıldığı gibi, perispri, maddî olmakla beraber, bizim tabi olduğumuz üç buutlu âlemimizin maddelerinden ayrı, çok ince (yüksek frekansta), algılayamayacağımız bir maddeyi haizdir. Ruhsal varlıkların, yani ölmüş veya yaşayan insanların perisprilerinin, bulunduğu spatyomda bizim anladığımız manada ne mekân ne zaman ne de hareket vardır. Orada sonsuz seyyâliyetlerde (inceliklerde, frekanslarda, vibrasyonlarda) çeşitli yaşam sahaları vardır. Dünyamıza en yakın olan bölgelerde dahi bizim üç buut realitemize uygun veya benzer hiçbir hareket yoktur. Perispriler, ne kadar mütekâmil ve dünyanın (maddenin) cazibesinden kendilerini kurtarmış olurlarsa, spatyomda o kadar daha yüksek titreşim bölgelerinde bulunma, yani sempatize olma, imkânına kavuşurlar. Bu bir tekâmül meselesidir. Her perispri, kendi çevresinde bulunan diğer perisprilerle, o çevrenin şartlarına (icaplarına) uygun bir şekilde irtibat kurar. Spatyomda görüşmek isteyen perispri, bizim üç buutlu realitemizde anlayamayacağımız, kıyaslayamayacağımız, bir çeşit çok yüksek titreşim ile görüşme isteği gönderir ve bu istek başka bir perispri ile sempatize olabilir ve kabul edilirse görüşme başlar. Bunu, daha önce kabaca örnek verdiğimiz, radyo frekanslarının yayını ve alınması gibi düşünebiliriz. Sempatize olma, dünyaya bağlı, nispeten daha kaba frekanstaki, perisprinin ve dünya ile bağını koparmış, nispeten daha ince frekanstaki perisprinin durumlarını birbirlerine göre ayarlamasıdır. Burada bahsedilen tanımların, spatyomdaki maddelerin ve titreşimlerin, tamamen sembolik olduğunu hatırlatalım. Bunlar bizim üç buut realitemize göre benzerlik gösterir ancak aynı değildir. Anlayabilmemiz için benzetme yapılarak kıyasen söylenmiştir. Bir serbest ruhun irtibata girebilmesi için, medyumun ya da herhangi bir insanın, ruhsal olarak, az çok maddî bağlarından ayrılmış olması gerekir. Örnek olarak trans hali, somnambül hali (uyurgezer), koma, baygınlık, uyku hali gibi. Bu durumda, yani kendini az çok serbestleştirmiş olan insan ruhunun, irtibata geçtiği ruhtan aldığı veya ona verdiği bilgiler orada kalır, tekrar bağlantı koptuğunda bu bilgileri hatırlamaz, ancak dünya hayatındaki bilgilerini orada hatırlar.

 

Ruhselman bu kanıya, yapmış olduğu irtibat celselerinde elde ettiği bilgilerden, medyumik çalışmalarından, gözlemlerinden ve diğer spiritüalistlerin tecrübelerinden faydalanarak varmıştır.

Psişik safha, perisprileri vasıtasıyla iki ruh arasında geçen ve birtakım manaları taşıyan vibrasyonların alınıp verildiği bir safhadır. Bu yüzden asıl görüşme bu safhada olmaktadır. Burada ruhtan ruha (perispriden perispriye) geçen bu vibrasyonların taşıdığı manalar, dünyamızda olduğu gibi bir takım imgelere bürünmüş değildir. Bu imgeler (imajlar) meselesi çok önemlidir. Bütün imgelerimiz, maddî idrakimizin ihtiyaç gösterdiği oranda, bir takım manalara işaret eden, üç buutlu âlemimizin maddî şartlarına bağlı birer sembol ve idrak vasıtasıdırlar. Yani mana imge demek değildir, hatta ondan tamamen ayrı ve bağımsızdır. Üç buut realitesinde yaşamaya mecbur olan insanlar, pek tabiidir ki, ruhun öz dili olan manaları anlamak için böyle maddî imgelere ve sembollere muhtaçtırlar. Bu maalesef kanıksanarak unutulmuştur. Hakikatte, bütün madde âlemi ancak manaları taşıyan birer imgedir, birer semboldür. İmgelerin ve sembollerin taşıdığı manalar ruhtan gelir. Manalar ruhun, imgeler de maddenin malıdır. Mana da, ruhta oluşan herhangi bir duygunun idrakidir diye tanımlanabilir.

 

Bizler, üç buutlu realitemizde, duygularımızı imgelerle ve sembollerle (renkler, şekiller, sesler, kelimeler, işaretler gibi) ifade edebilmekteyiz. Örnek olarak; ‘korku’ kelimesi her dilde farklıdır, ama onun içerdiği mana (his) hep aynıdır. Korkuyu ifade eden farklı farklı semboller, imgeler tek bir manayı (korku hissini) anlatır. İmgeler, ruha manaları aktarma rolünü oynayan maddî oluşumlardır. Anlaşılacağı gibi, spatyomda perispriler vasıtasıyla yapılan bilgi alışverişleri ve görüşmeler, manaların aktarılması şeklinde gerçekleşmektedir. Medyumun ruhunda (perisprisinde) manalar halinde toplanan bu bilgiler (vibrasyonlar), sinirsel akışkanlar sayesinde maddî imgelere bürünerek sinir sistemine aktarılır.

 

Her ne kadar konuya girmeyeceksem de, Ruhselman’ın bu izah tarzının; öldükten sonra spatyomdaki ‘teşevvüş’44 halinin (kabir azabı da diyebiliriz), tasallut ve obsesyon vakalarının vs. açıklanmasına çok yardımcı olduğunu söyleyeyim.

 

Özetlersem, ruhlar arasındaki psişik irtibat (görüşme, bağlantı) sadece manalar halinde kalırsa ve sinir sistemine geçmezse, bu bağlantının insanların bilinç ve idrakinde yer tutabilmesi mümkün değildir. Bunun mümkün olabilmesi için, medyumun ruhunda (perisprisinde) toplanmış bulunan manaların, birtakım psişik ve fizyolojik işlemlerle daha maddî vasıtalara aktarılması ve bu vasıtaların taşıyabileceği yoğunluktaki (uygun vibrasyonlara) imgelere ve sembollere dönüştürülmesi gerekir. İnsanın bağlı bilinç ve idraki, ancak bu işlemlerden sonra manaları anlayabilir. Ruhlarla görüşmenin psişik safhasından ayrıldıktan sonra medyumluğun diğer safhalarına geçmeden olağan hayatına dönen bir insanda, ruhlarla görüşmeye dair zihnî ve fikrî hiç bir iz kalmaz. Medyumluğun asıl ortaya çıkışı ikinci ve üçüncü safhalardadır.

 

2) Metapsişik safha, medyumluğun psişik ve fizyolojik safhaları arasındaki geçiş safhasıdır. İnsanlarla ruhsal varlıklar arasındaki ilişkiler ve görüşmeler sadece psişik safhada kalsaydı, dünya idrakinde bir izi olmazdı. Ancak medyumluk da bir gerçektir. O halde, medyumlukta birinci safhanın her ne kadar doğrudan doğruya görülecek ve anlaşılabilecek bir tarafı olmamasına rağmen, belirtiler açısından, medyumluk bu metapsişik ve fizyolojik safhada ortaya çıkar denebilir. Medyumluk olayını ortaya çıkaran sübjektif belirtiler bu safhadaki psiko nörolojik olaylardır. Bundan sonraki fizyolojik safha da medyumluğun objektif safhasıdır. Psişik safhada aktarılan manalar, bu safhada medyumun perisprisi tarafından bir takım imgelere dönüştürülür ve medyumun ilgili beyin merkezlerine iletilir. İşte perispriyle sinir sistemi arasındaki bu faaliyete metapsişik safha diyoruz. Bu faaliyet karşılıklıdır. Yani bu safhada, dünyaya bağlı bir perispri iki yönlü çalışır; manalar sembol ve imgelere Teşevvüş; Ruhsal olarak bir varlığın bir bilgi ve olay karşısında gösterdiği şaşkınlık hali, bir realiteden diğerine geçerken içine düşülen şaşkınlık, şuur bulanıklığı, intibaksızlık vs. gibi haller. Detaylı bilgi için: Bkz. Arıkdal, Ansiklopedik Metapsişik Terimler Sözlüğü, s. 223-225.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Obsesyon; ruhçulukta maddesel düşünce, hırs, arzu, tahakküm (tasallut), nefsanî tatminsizlik, kin, nefret, gücenme, intikam gibi haller (maddî temas-bağlı olduğu maddî niteliğe uygun titreşimler), sembol ve imgeler de manalara (ruhsal temas-ruhsal manalarla ilgili titreşimler) dönüşür. Dünyadan yeni ayrılmış, yani dünya ile bağını yeni kopartmış, ruhsal varlığın (perisprinin, dolayısıyla ruhun), az veya çok, bir süre ruhsal hayata alışamamasının (teşevvüş hali) sebebi de, perisprinin maddî yönünün henüz faaliyette olması ve spatyomun yüksek titreşim seviyesine uyum sağlayamamış olmasıdır. Bu imgelerin ve sembollerin insan idrakinde ortaya çıkması, çeşitli psiko nörolojik haller şeklinde olur. Örneğin bu haller; uyku sırasında rüya olarak, koma, baygınlık, dalgınlık sırasında hezeyanlar olarak, vecd (konsantrasyon hali) esnasında rüyet (kalp gözü ile görme) olarak belirir. Bu hallerin uyanık halde olanlarına psikologlar halüsinasyon demektedirler.

 

3) Fizyolojik ve fiziksel safha, medyumluğun objektif sahasıdır. Dolayısıyla medyumluk belirtileri bu safhada görülür. Önceki safhada sübjektif olarak medyumun zihninde yerleşmiş olan imgeler ve semboller bu safhada, fizyolojik ve fiziksel vasıtalarla, ortaya çıkar. Bu ortaya çıkma, medyumun (ruhsal varlığın değil) fiziksel yeteneklerine göre, olağan veya olağandışı yollardan olur. Şöyle ki:

a) Olağan morfolojik organlar; el, ayak, kafa gibi beden organları yoluyla ortaya çıkan belirtilerdir. Bu belirtiler de üç kısımda ele alınabilir;

a1) Bunlar doğrudan doğruya el ve ayak gibi organların meydana getirdiği, doğrudan doğruya hareket halinde görülen belirtilerdir. Bunlar; medyumun önündeki masaya vurması, tıklatması, yumruk atması; harfler ve sayılarla basit tebliğler ve ifadeler; fincan sürükleme (fincan celselerinde), masayı, sandalyeyi itekleme; farklı dillerde yazılar yazma; medyumun kas gücüyle ilgili her türlü hareketlerdir. Otomatik veya sezgisel medyumluk da denir.

a2) Bunlar da ses ve söz meydana getirebilen organlarla ortaya çıkan belirtilerdir. Bu kısımdaki belirtiler; sevinç, hayret, haykırmak, korku, ıstırap, ümitsizlik, inleme, bütün konuşma ve sesler, ağlamalar, gülmeler, bağırıp çağırmalardır.

 

a3) Bunlar; tavır ve hareketler, mimikler, jestler, bakışlar gibi birtakım hallerde, bazı manaların ifade ediliş belirtileridir. Bu halin en belirgin özelliği yüz ifadeleridir. Enkarnasyon medyumluğu da denir.

b) Olağandışı neo-formasyonlar (radyasyonlar, ektoplazmalar); her ne kadar bu grupta toplanan belirtiler (a) grubundakilerle benzerlik arz etse de, bunlar da yine medyumun ruhsal faaliyeti sonucunda ortaya çıkan bir takım olağandışı geçici belirtilerdir. Bu gruptaki belirtiler daha akışkandır (daha yüksek titreşimlidir). Aslında insanlardaki çeşitli karakterli bazı radyasyonların (elektro manyetik radyasyonlar ve iyonize etmeyen radyasyonlar gibi) hayatî önemi vardır. Bu gruptaki belirtilere sebep olan oluşumlar; vücuttan çıkan ısı, elektrik ve manyetik etkenler; manyetizörlerin auraları ve manyetik akışkanları; okültist (gizli öğretilerle uğraşan, doğaüstü güçleri olan) bazı araştırmacıların düşünce biçimleri; hatta irtibat kurulan ruhsal varlıkların ektoplazmaları, fantomları, materyalizasyonları, kaba maddeleri hareket ettiren tesirleridir. Burada adı geçen radyasyonlar ve de ektoplazmik oluşumlar ruhsal varlığın değil, bedenin materyalleridir. Bu husus önemlidir. Bu grubun belirtilerini de iki kısma ayırarak ele alalım;

b1) Bu grup belirtiler insanlardan çıkan radyasyonlarla ilgilidir. Bu radyasyonlar, ruhsal varlığın faaliyeti derecesinde, diğer maddelerin parçacıklar arası bağlarına tesir ederek, maddelerin bünyelerinde bazı değişimlerin meydana gelmesine sebep olurlar. Yani o maddenin akışkanlık kazanmasına (titreşiminin yükselmesine) sebep olurlar. Celse esnasında bu titreşimler yeteri kadar yükselirse demateryalizasyon olayları meydana gelir. Sonra bu radyasyonların tesiri azalınca, eski haline dönme hali olur ki, buna da materyalizasyon deniyor. Celse sırasında cisimlerin hafifleyerek kendi kendine havaya kalkması (levitasyon) da bu grup belirtilerdendir. Ayrıca celse sırasında ortaya çıkan; ışık saçan cisimler, darbeler, masa-sandalye gibi materyallerin hareket etmeleri, işitilen her türlü ses ve gürültüler, kendi kendine çalan müzik aletleri, fantomlar gibi belirtileri de bu gruptan sayabiliriz. Telepat, durugörülü, radyestezist gibi hassas yetenekli insanların durumu da bu gruba girer. Burada ortaya çıkan bütün bu akışkan (seyyal) yeni oluşumlar (neo-formasyonlar) ne ruhtur ne de perispridir,

 

ancak medyumun perisprisinin tesiri ile insan organizmasından çıkmış, dünyasal, maddî parçacıklardır.

b2) Bu grup belirtiler, (a) grubundaki belirtilerin biraz daha maddileşmiş halidir. Bu gruba (b) grubunun ektoplazmik (ya da teleplazmik) safhası da denebilir. Medyum, kendi ruhsal kuvvetiyle çıkarmış olduğu ektoplazma cevherinin maddî özelliğinden faydalanarak (b1)de bahsedilen imge ve sembolleri, herkesin görebileceği bir yoğunluğa kadar maddîleştirebilir (materyalizasyon). Ektoplazma, (b1)de bahsedilen radyasyonların ileri derecede maddîleştirilmesinden meydana gelen yeni oluşumlardır. Bu olayda hem materyalizasyon hem de demateryalizasyon söz konusudur. Ruhselman’ın irtibat celseleriyle bilgi aldığı ruhsal varlıklardan ‘Üstad’ın, bu konudaki tebliğinden

 

özetle; “biliyoruz ki, bir insan bedeni milyonlarca canlı ve ruh sahibi hüceyreden müteşekkildir. Yani bir insan nasıl kendi beden faaliyetlerinde müstakil bir ruh sahibi varlık ise, onun bedenini teşkil eden hüceyrelerin her biri de öylece müstakil, fakat umumî beden organizasyonu nizamında insan ruhuna bağlı birer ruha maliktir.” Medyumun, dışarıda yeni bir organizma kurabilmek için, önce bedeninin herhangi bir kısmını demateryalize etmesi gerekir. Bunun için medyum, olağandışı bazı faaliyetlerle, mesela ‘kussmaul’ ile, adeta vücudunu zehirlemeye çalışır. Bu hareketlerin sonucunda vücutta biriken zehirli maddeler, medyumun perisprisinin belirlediği yönde, ama beyin gibi hayati faaliyetleri bakımından önemli organlara dokunmadan, doğrudan doğruya demateryalize olması istenilen hücreler ve organlar üzerinde toplanır ve bir kısım hücrelerin ölmesine yol açar. Böylece perispri, bu hücrelerden kalan organik maddeleri dağıtmaya başlar. Böylelikle atomlar giderek görünmez olurlar. Perisprinin etkisi azaldığında veya aksi yönde değiştiğinde bu dağılan atomlar tekrar birleşirler ve materyalize olurlar. Böyle yetenekleri olan medyumun, bu gibi belirtiler esnasında veya sonunda, sağlık bakımından zarara uğramaması için celse operatörü tarafından çok iyi kontrol edilmesi gerekir. İşte spiritizma celselerinde görünen materyalize ruhsal varlıkların veya fantomların niteliği ve oluşması, demateryalizasyon ve materyalizasyon olayları ile meydana gelmektedir.

 

Medyumluğa ait belirtiler esnasında, medyumun idrak ve iradesinin görünüp görünmemesi bakımından üç farklı durum vardır; 1) Medyum kendi idrak ve iradesiyle hareket etmiyor gibi görünür, mekanik medyumluk. 2) Medyumun hareket hakkında idraki vardır, ama iradesi görünmez, otomatik medyumluk. 3) Medyum yaptığı işleri hem idrak eder hem de bunların kendi iradesiyle olduğunu bilir, sezgisel medyumluk. İnsanın sinir sisteminin de üç türlü faaliyeti vardır; a) Bilinçli ve iradî faaliyetler, b) Otomatik faaliyetler, c) İdrakli ama iradesiz görünen faaliyetler. Beynin organize ettiği bu faaliyetlere sebep olan perispridir, yani ruhsal etkidir. perisprinin sinir sistemine, yani sinirsel akışkan (insanın manyetik alanı, aurası) üzerine etkisi sonucu, beyinin biri aktif, diğeri pasif iki türlü faaliyeti söz konusu olur. Bu faaliyetlerle ilgili olarak da metapsişik ve fizyolojik sahalarda üç çeşit modalite (tarz, biçim, görünüş) meydana gelir. Beynin aktif faaliyeti demek, perisprinin ruhtaki manaları taşıyan imgeleri ilgili beyin merkezlerine de yerleştirmesi demektir (beynin göreceli faaliyeti, activite). Beynin pasif faaliyetinde ise, perispri ruhtaki manaları taşıyan imgeleri, yine sinir sistemi kanalıyla, beyin merkezlerine yerleştirmeden hareket organlarına gönderir (beynin göreceli eylemsizliği, passivite). Perispri ile organizma arasında bu pasif beyin mekanizması yolu daima açıktır. Bu yolu bile tıkayabilecek kadar ilerlemiş maddî ve ruhsal tesirler ‘ölüm’ denilen ayrılığı getirir.

 

Örnek olarak, trans halinde bir medyumu ele alalım. Bu medyumun az çok bedenle bağı gevşemiş ve perisprisi, spatyomda, bedeninden ayrılmış bir ruhun perisprisinden bazı titreşimler almaktadır (psişik safha). Bu durumda titreşimler, birtakım imgeler halinde ya aktif ya da pasif beyin mekanizması yoluyla vücudun çeşitli ifade merkezlerine, hareket organlarına aktarılırlar. Eğer aktif yolla bu işlem gerçekleşirse (idrakle birlikte objektif olaylar), medyum yaptıklarından tamamen haberdar olur ve bunu kendi iradesiyle yaptığını idrak eder. Eğer bu işlem pasif yolla gerçekleşirse (otomatik objektif olaylar), o zaman medyumun ne belirtilerden haberi olur, ne de herhangi bir iradesinin varlığını idrak edebilir. Medyum, trans esnasında, önceki halin tamamen aksine kendi kimliğini inkâr eder ve temasta bulunduğu ruhu kendisi sanır. Eğer bu aktif ve pasif yollar birlikte (dönüşümlü olarak) kullanılırsa (idrakli veya otomatik karışık objektif olaylar), bu durumda, bu safhadaki olayları az çok idrak eder, ama onların yabancı bir irade tarafından kendisine zorla yaptırıldığını zanneder. İşte, medyumluk, psişik ve metapsişik safhalardan sonra fizik-fizyolojik safhada üç modalite şeklinde kendisini gösterir. Böylece, bu son safhada olağan ve olağan dışı yollardan olmak üzere, iki türlü olay grubu şeklinde belirtiler meydana gelir.

 

Önemine binaen, Ruhselman’ın Medyomluk kitabını detaylı bir özet şeklinde ele aldım. Ruhselman bu raporu 1951 Eylül’ünde sunduğunda, o zamana kadar medyumluk hakkında, dolayısıyla spiritüalizm/spiritizm hakkında, böylesine detaylı ve ilmî bir çalışma yapılmamıştı. Ruhselman, bu raporunda, medyumluk kavramı içine giren her türlü belirtiye de ilmî ve tatminkâr açıklamalar ortaya koymuştur. Raporun sonundaki sonuç kısmını aynen alıntılayarak özeti bitireyim;

Netice:

1) Ruhlar ancak alaka peydah ettikleri maddelere tesir ederler ve onlardan tesirler alabilirler.

2) Ruhlar alakalı olmadıkları maddelere, bu maddelerle alakalanmış diğer ruhlarla irtibata geçmek suretiyle ve onlar vasıtasıyla müessir olurlar.

3) Kâinatta hiç bir madde basit veya yüksek herhangi bir ruhun vasıtalı veya vasıtasız tesirinden azade değildir.

4) Dünyaların ilâhî irade kanunlarına göre sevk ve idareleri, çok yüksek varlıkların, dünyalarda zerre be zerre maddelere hâkim ve müessir olan veya onlara bağlı bulunan ruhların nüfuz ve hulul etmeleri yolu ile vaki olur.

5) Yüksek varlıklar basit ruhlarla doğrudan doğruya temas haline geçmezler. Bunlar tekâmüllerine göre bir sistem dâhilinde, milyonlarca ruhla bir anda ve zincirleme olarak temas haline geçebilirler ve müessiriyetlerini yine bu yoldan bir anda en basit ruha kadar ulaştırabilirler.

Şu halde meselâ, dünyamızın idaresinde, ilâhî irade kanunları icabına göre nâzım rol oynamak vazifesiyle mükellef kılınmış yüksek bir varlık, bizim için bir an bile sayılamayacak kadar kısa bir zamanda bu dünyayı dolduran milyarlarca kere milyarlarca nebat, hayvan ve insan ruhlarının ahvali hakkında – bu zincirleme irtibat yolu ile ve belki aradaki mutavassıt ruhların da haberi olmadan – en ince teferruatına kadar bilgi edinebilirler.

Keza o yüksek varlık dünyanın umumî nizamının ilâhî irade kanunları gereğince yürütülmesindeki ilâhî vazifesini yine bu mertebeler silsilesi dâhilinde kullandığı müessiriyeti ile ifa eder. Bu mertebe yükselişinin sonu yoktur. Ve bu sonsuzluk, sonsuzluk mefhumunu da yaratan Allah’ın iradesi kanunlarının icabatı dâhilinde uzanıp gider.

 

Ruhselman, kitap olarak yayınlanan bu raporunun sonuna eklediği dipnotta, bu raporunun, daha önce yayınladığı Ruh ve Kâinat isimli kitabındaki, perispri hakkındaki bilgiler ve perispri ile ilgili, ruhların dedublüman ve degajman hallerine ait bilgilerdeki bazı müphem noktaları tamamladığını belirtmektedir. Bu da bu raporun spiritüalizm için ne kadar önemli olduğunun altını çizmektedir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Mukadderat ve İcabat

 

Mukadderat ve İcabat kitabı, 1953 yılında yayınlanmıştır. 347+6 (içindekiler) sayfadır. Ruhselman bu kitabında, kader konusunu ele almış ve konuyu yine celselerden elde ettiği bilgiler ve Neo-Spiritüalizm görüşü çerçevesinde incelemiştir. Kader konusu, herkesin ilgilendiği ve merak ettiği bir konu olmakla beraber bizim üç buutlu yaşam sistemimiz içinde kolayca anlayabileceğimiz bir konu da değildir. Ancak Ruhselman, kitabında kader, karma ve nedensellik kavramlarını adım adım ele almakta ve belli prensipler üzerine inşa etmektedir. Kitabının girişinde, celselerde medyumik irtibat kurulan ve bilgi alınan ruhsal varlıkları tanıtmaktadır. ‘Üstat’ haricinde, bunlar; ‘Kadri’(R… Ö…), ‘Akın’(Nezihe Bayurgil), ‘Mustafa Molla’(Macit Aray), ‘Şihap’(Reşat Bayer)tır. Ayrıca bu ruhsal varlıklarla irtibat kuran medyumları (parantez içinde verildi) da tanıtmaktadır.

Ruhsal varlıkların bu isimleri sembolik takma isimler olup, genelde tek bir ruhsal varlığın değil, plansal olarak vazifelendirilmiş ruhsal varlık topluluklarının isimleridir.

 

Ruhselman, kader konusuna girmeden önce, determinizm ve fatalizm terimlerini ele alıyor. Determinizm (icabiye), hareketten evvel, onu zorunlu kılan sebeplerin varlığı demektir. Her şey, bir fiil ve hareketin sebebi, başka bir fiil ve hareketin sonucudur. Bu yüzden, ‘sebep-sonuç’ veya ‘illet-netice’ yasası, prensibi olarak da isimlendirilir. Bütün kâinat olayları, sebep-sonuç ilişkisi neticesinde meydana gelir. Her olay kendinden önceki olaylar tarafından hazırlanmıştır. Tabiatta hiçbir şey kaybolmaz, hiçbir şey yoktan var olmaz. Ancak enerji halleri değişmektedir. Bu prensip, Yaradan ile yaratıkları arasındaki ilişkiyi de açıklamaktadır. Enerjinin sakınımı prensibi, varlıklar arasındaki hiyerarşiyi, yani mertebeleri doğurmuştur. Sebepsiz istek yoktur. Ne zaman iradeyle hareket edersek, hareketimizin mutlaka bir sebebi vardır. İnsan bir amaca varmak için karar verir. Sonra irade, kendisini harekete sürükleyen sebeplerin arasından en kuvvetlisini seçer, onun gösterdiği amaca varmak ister. İradeye yön veren sebepleri iç ve dış olarak ayırabiliriz. Dış sebepler her türlü olabilir, iç sebepler ise istek ve tutkularımızdır. Bu sebeplerin etkisi altında hareket ederiz. Kendimizi hür zannetmemiz, hareketlerimizi zorunlu kılan sebepleri bilemeyişimizden ileri gelir. Bilgisizlik ve kibir sebebiyle kendimizi hür sanıyoruz. Kaderimizi kendimiz, iç sebeplerin yanı sıra dış sebeplerin de etkisiyle, sebep-sonuç yasası içinde belirleriz. Fatalizmde(cebriye) ise, her şey, her hadise ve her hareket, ön bir hükümle, ezelde Allah tarafından tayin ve tespit olunmuştur. Bunların değiştirilmesine imkân yoktur (alın yazısı). Fatalist görüşe göre müstakil ve serbest bir insan iradesinin faaliyeti söz konusu değildir. Ancak bu görüşe dayanarak herhangi bir varlığın, varlığının sebep ve hikmeti hakkında tatminkâr bir açıklama yapmakta zorlanırız. Cansızlar belki dış görünüşleriyle tam bir otomatizma ve mutlak bir hürriyetsizlik içinde hareket ediyormuş gibi görünebilir. Fakat bu hâl bize göredir. Yani, mikro kozmik kanunlar karşısında onların da kendilerine göre bir hürriyeti vardır.

 

Tekâmül, görgü ve tecrübe ile mümkün olur. Görgü ve tecrübe ise, ancak, varlıkların bizzat sarf edecekleri cehit ve gayretleriyle, iradelerini serbestçe kullanmalarıyla kazanılabilir. Şu halde tekâmül, bir emek karşılığı olarak kazanılmış bir liyakattir. Cehit ve gayrete karşılık lütfedilmiş ilâhî bir ihsandır. Kendi fiillerinin yaratıcısı olmayan varlıkların (robot örneği), tekâmül etmeleri mümkün olamaz. Mademki tekâmül bir realitedir, o halde tekâmül için iradi faaliyete bağlı cehit ve gayret gereklidir. Bu durumda dar manadaki fatalistik bir görüşün geçerli olmaması icap eder.

 

Ruhselman, kitabında bu fatalist görüşün ortaya çıkardığı aykırılıkları ele alıyor ve bu aykırılıkların eleştirisini yapıyor.

 

Bu aykırılıklara tek tek girmeyeceğim. Çünkü bu fatalistik görüş, Neo-Spiritüalizme ve dolayısıyla Ruhselman’ın görüşlerine uygun değildir. Ancak ‘Mustafa Molla’nın 22 Mart 1948 tarihli tebliğinin bir kısmını burada verelim; “İnsan işkencenin adını koyan yegâne âmildir. İnsan ancak gene kendisi için kıymettar olan işkenceyi kendisine, kendi iradesiyle yaratır. Ve ilâhî muradın tecellisi de buna mesağ (izin) vermek şiariyle (âdetiyle) muttasıftır (vasıflanmıştır)…”Bu tebliğ, ‘insanlığın hali ne olacak’ suali karşısında verilmiştir. Mukadderi, fatalist görüşe göre açıklamanın, insanlığın kurtuluşu bakımından, büyük sakıncaları vardır. Bu suretle vicdanî sorumluluğundan kaçmaya çalışan bir beşeriyetin maddî, manevî ve ahlakî bakımdan çöküşü mukadder olur. İnsanlık, içinde bocaladığı nefsanî ihtiraslarının sürükleyici tesirleri altında, iradesini nefsaniyetinin emrine vererek, kendi ıstıraplarının ortaya çıkmasına ve artmasına gene kendisi etken olmaktadır. Böyle bir duruma, ‘Allah’ın takdiri’ demek doğru olmaz. Çünkü insanlık, akıbetini kendi fiil ve iradesi ile tayin etmektedir. İlâhî irade kanunları, insanların kendi tekâmüllerini, gene kendi iradeleriyle sarf edecekleri cehit ve gayretin neticesinde, sağlayacak yolları ve imkânları temin etmektedir. Yine ‘Mustafa Molla’dan 2 Şubat 1949 tarihli bir tebliğ; “İnsan o derece hür bir varlıktır ki, isteklerine mümanaat (muhalefet) edecek bir irade şöyle dursun, onları terviç (geçerli) ve teshil (kolay) eyleyecek her türlü avamil (sebepler) halk olunmuştur.”

 

Her hadise, belirli şartlara göre diğer belirli hadiselerin meydana gelmesine sebep olur. O halde, eğer bir hadise mevcut ise, bunun mutlaka bir sebebi veya illeti bulunmalıdır. Hadiseler zinciri şeklindeki ‘illet-netice’ sürecinde (sembolik olarak aşağıdan yukarıya doğru) bir kesit alalım. Bu kesit/düzlem, bize göre anı temsil etsin. Buna göre; bu düzlemin altında kalan kısım geçmişi ve aynı zamanda illetler ağını, üstünde kalan kısım ise, geleceği ve aynı zamanda neticeleri ifade eder. “Kâinatta hâkim olan illiyet (determinizm) prensibi, bir şebeke (illiyet şebekesi, ağı) teşkil etmek üzere namütenahi (sonsuz) istikametlere doğru yayılıp gider. Bu şebekenin illet ve netice mefhumları halinde tebarüz eden (ortaya çıkan) mütesalip (?-mütesadif olmalı; rastgelen, karşılaşan. TYN) noktaları birbirine nazaran o kadar karışık ve mudil (yanıltıcı) bir vaziyet arz eder ki, bunu tam manasıyla, sadece bir insan kafasının değil, herhangi bir varlığın bile kavrayabilmesine kolay kolay imkân bulunamaz.” ‘Üstat’ isimli ruhsal varlık verdiği tebliğlerin bir yerinde; “Her muhitin, her zamanın ve her halin bir icabı vardır.”

 

diyor. İcap ise, tabiat kanunlarının değişmez neticeleri demektir. Bir diğer ruhsal varlık ‘Akın’ da tebliğlerinde şöyle diyor; “(31 Temmuz 1948)-Bütün hadiseler birbirine bağlıdır. Bir evvelki, bir ondan sonrakini hazırlar. Ve netice daima yükseğe doğrudur. (14 Ağustos 1948)-Söylediğim gibi, bütün kâinatın büyük bir devri ve gidişi vardır. Her şey şüphesiz birbirine bağlıdır. Ve bütün hareketler birbirinin hem menşeini (kökünü, başlangıcını), hem de müntehasını (nihayetini) teşkil eder. Hem illeti hem de neticesidir. Bu bakımdan her şey, bütün hareketler, kâinatın bütün gidişi, her tesadüf edeceğiniz hadise planlanmış ve çizilmiştir. (24 Ağustos 1948)-Bütün dünya nizamı kurulmuştur, demiştim. Bu nizamın başlangıcını ve sonunu bilmiyoruz.” Burada dikkat edilecek nokta, bu tebliğlerdeki planlanma ve önceden tespit edilme hali, hiçbir zaman fatalist bir esası işaret etmemektedir. Bu çelişkili gibi görünen durumun içinde derin bir mana gizlidir. Buradaki önceden tespit edilme ve planlanma, illî (deterministik) kanunların imkânları ve çerçevesi içerisinde, hadiselerin belirli bir yönde gelişmesini temin edecek şekilde, icapların neticelerine bağlı olarak takdir edilmedir. Böyle bir takdirin ise, elbette ki, belirlilik esaslarına dayanan bir mukadderin gerekli sebeplerini ortaya koymakta olduğu açıktır. İlliyet prensibi, kâinatın, nizam, ahenk ve tertibini sağlar. Bu nizam, ahenk ve tertibin dışına hiçbir hadise, nesne ve varlık çıkamaz. Yani kâinatın nizamı, ilâhî irade kanunlarının icaplarından doğan bir ahengin sonucudur. İnsan ne ekerse onu biçer. “En ufak bir sinek kanadının hareketi bile bütün kâinatı titreştirir-Papus (Dr. Encausse)”, kelebek etkisi. Mekânın zamana tabi olan hareketi, bir hadisedir. Hadise ise, bir vasatın maddeleriyle alakalanarak onları tahrik eden bir âmilin meydana getirdiği tezahürlerdir.

 

Kısmen tabiat kanunları olarak da adlandırdığımız, ilâhî irade kanunları, hiçbir tesir, hareket ve kuvvet ile değişmez. Kâinat bu kanunların icaplarıyla ayakta durabilmektedir. İlâhî irade kanunları sonsuzdur. Buna göre varlıkların her türlü hareketleri, bu kanunlara tabidir. Dolayısıyla, insan iradesi, bir ilâhî irade kanununun icaplarına uymak suretiyle hareket imkânı bulabilir. “Bir varlık neyi düşünebilirse, daha doğrusu neyi istemek kudretini gösterebilirse, iradesini o yolda kullanmak hürriyetine her an maliktir.”Ancak, herhangi bir nesneyi düşünebilmek veya herhangi bir şeyi istemek, zannedildiği kadar kolay olmayıp, liyakat ile sınırlandırılmıştır. Ruhta doğan bir isteğin yönlendireceği irade, serbestçe hareket imkânına sahiptir. “İşte bu şartlar altında faaliyete geçen herhangi bir iradeyi, ilâhî irade kanunlarından icaplarından başka dışarıdan herhangi bir mânianın durdurmasına ilâhî irade kanunları cevaz vermez.” Şuursuzluğun bir ifadesi olan otomatizm veya daha da ilerisi robotluk hali tekâmül imkânlarını ortadan kaldırır.

 

Ancak bütün varlıklarda, onları tekâmüle sürükleyici, önüne geçilemeyecek kadar zorlamalar mevcuttur. Var oluş, tekâmül sürecinde hızla yol alıştır. Tekâmüle hizmet edecek çeşitli vasıtalar arasından bize en uygununu, en faydalı olanını seçebilmemiz, bilgi ve liyakatimiz ile ilgilidir. İlâhî irade kanunlarının amaçladığı tekâmül safhaları, bütün varlıklar için ulaşılması zorunlu olan birer yolculuk merhalesidir. Bu merhalelere varlıkların ulaşabilmesi için gerekli vasıta ve yolları, ilâhî irade kanunlarının sonsuz icapları temin etmektedir. Burada diğer önemli bir faktör, insanın o tekâmül mertebesinde bulunmaya hak kazanmış olması, yani liyakat sahibi olması gerektiğidir. Bir de ‘ilâhî ihsan’ konusu var, bu konuda Ruhselman’ın görüşleri şöyle;

“Allah’ın lütufkâr müsaadesine sığınarak ve haddimiz olmadan biraz ileri gidip konuşmaya cüret ederek diyebiliriz ki, hadisatın ifade ettiği manalara göre ilâhî kanunlar muvacehesinde havadan mükâfat almak yoktur. Eğer, diğerlerine nazaran çok az çalışarak ve gayret sarf ederek çok büyük neticeler alanlar da varsa (ki çok vardır), muhakkak bilinmelidir ki, bunların da çok eski hayatlarında, kendilerini bu işlere ve bu hayata liyakatli kılacak bir sürü faaliyetleri geçmiş ve bu liyakatleri onları, bir takım muğlak ve bir tek hayatla izahı mümkün olmayan bu büyük işlere hazırlamıştır. Yani onlar bu işlerinde nail oldukları kolaylığı bedava almış değillerdir. Fakat unutulmamalıdır ki, bu da büyük hem de çok Burada kastedilen tekrar doğuş (reenkarnasyon) konusuna 3. Bölümde yer vereceğim. Zaten tekrar tekrar doğmak, tekâmül için bir zorunluluktur, neo spiritüalizmin ve dolayısıyla Ruhselman’ın önemli bir kavramıdır.

 

büyük ilâhî bir ihsandır. Ancak, ilâhî ihsan, eski padişahların keyiflerine göre etraflarına dağıttıkları ihsanlara benzetilemez. Bunun manası bambaşkadır. Ve keyfi olmak illetinden tamamile münezzehtir. İlâhî ihsan demek, ilâhî irade kanunlarının icaplarına isteyerek ve gayret sarf ederek uymuş olmanın neticelendirdiği bir mükâfat demektir ki, tam manası ile bu, hak edilmiş ilâhî teveccühün, insan mukadderatında tezahür eden, bir büyük tecellisidir.”

 

Yukarıdaki alıntıda, zaman zaman ilâhî adalet hakkında, kendimize sorduğumuz bir sorunun cevabını buluyoruz. Tekrar tekrar doğuşlar olmasaydı, bu soruya mantıklı, akılcı ve en önemlisi adaletli bir cevap vermemiz mümkün olamazdı. İhsan konusunda ruhsal varlık ‘Mustafa Molla’nın tebliği; “İhsan, bir kere, yüreğinizde açılmış, bir ilâhî cihete doğrulmuş temennilerin dua ve yalvarmalarla birlikte vüsunuz (gücünüz) dâhilinde çalışmanızın bir armağanı demektir.”

 

Mukadderat, illiyet prensibinin geniş kapsamı içinde oluşur. İdrakin genişlemesi ve liyakatin artması oranında mukadderatın derin manasını anlama ve hissetme belirginleşir. Yani farkındalığımız artar. Ancak illiyet prensibinin tüm detaylarını, bir bütün olarak, kimse bilemez ve bilemeyecektir. Çünkü bu ilâhî bir konudur. Allah hiç bir hadiseyi sebepsiz yaratmaz. Her şeyin yaratılışında anlayamayacağımız büyük hikmetler, maksatlar ve illetler vardır.

 

Mukadderat, ilâhî irade kanunlarını kavramamız oranında düşünce ve tetkik alanımıza giren bir konudur. Ancak konunun ‘Mutlak’a ait cepheden ele alınması, ne kadar üstün mertebelere ulaşmış olursa olsun, hiçbir varlık tarafından, hiçbir zaman mümkün olamayacaktır. Onun için mukadderat hakkında söylenecekler beşeri sınırlar dâhilinde kalmaya mahkûmdur. Mukadder olan her şey, varlıkların, bilerek veya bilmeyerek kendi istek ve iradeleriyle tutmuş oldukları bir yolun neticesidir. Bu neticeler ise, sonsuz tecelliyat arz eden ilâhî irade kanunlarının icabatından başka bir şey değildir. Mukadderat ve icabat konuları birbirinden ayrı değil, bir arada ele alınması gereken konulardır. İlâhî irade kanunlarının hangisinin gelişim sürecine katılmaya karar vermişsek, o sürecin icaplarından olan neticeler bizim için mukadder birer akıbet olur. İcabat ve mukadderat kısaca budur. Hayatın acı veya tatlı görünen her hadisesi, muhakkak, geçmiş bir zamanda insanın iradesiyle yapmış olduğu, ilâhî irade kanunları icabatına göre sırası gelmiş ve tahakkuk etmiş bir hareketin neticesidir.

 

Bazen bu sebeplerin kaynağını yakalayabilmek için, bir hayat boyu gerilemek kâfi gelmez. Örneğin, bazen bir insan ruhu o kadar durgun bir hal almış olabilir ki, uzun bir müddet vicdanını harekete geçirtmek mümkün olmaz. Bu hareketsizlik ve durgunluk devam ettiği sürece onun bu kusurundan kurtulmasına da imkân kalmaz. Hâlbuki İlâhî İrade ve İlâhî Murat, bu şekildeki bir tekâmüle uygun değildir. Dolayısıyla, onun henüz durgun bulunan vicdanının harekete geçmesi gereklidir. İşte bunu temin için, yardımcı varlıkların (rehber varlıklar, melekler gibi), ilâhî irade kanunları çerçevesinde, yapacakları koruma ve yardımları mühim rol oynar. Bu şekilde o insanın iradesi dışında bir takım hadiseler meydana gelmeye başlar. Bu hadiseler, onun hoşuna gitmeyebilir, hatta bazen de isyanına sebep olabilir. Yani, bütün bu sebepsiz ve haksız gibi görünen hadiselerin, bu görünüşleri aldatıcı olabilir. Kâinatta var oluşumuz, mukadderata tâbi oluşumuzun bir ifadesidir. Her insanın kendi tekâmül seviyesiyle alâkalı bir vicdan ölçüsü vardır. Bu vicdana göre hadiseler ve davranışlar, iyi veya kötü şeklinde değerlendirmeye tâbi tutulur. Bizler farkında bile olmadan, kendi akıbetimizi ve mukadderatımızı, bizzat kendi iyi veya kötü hareketlerimizle tayin etmekteyiz. Diğer bir ifadeyle, mukadderatımız, istek, irade ve cehdimize bağlı ve onun bir neticesidir. Ancak, insan iradesi ne kadar hür olursa olsun, onun İlâhî İrade ile çatışması söz konusu değildir. Varlıklar, her türlü iradeli hareketlerinde, Allah’ın Muradının göstergesi olan kanunlarına boyun eğmekten, onlara tâbi olmaktan başka bir kudrete sahip değillerdir.

 

Ruhsal varlık ‘Kadri’nin 26 Nisan 1948 tarihli tebliği; “Kuru bir hüsnü niyet, neticesiz bir işten başka bir şey olamaz. Onu kıymetlendirecek, hareketlerdir. Bunun da sonu, şayet, o istek gibi güzel çıkmazsa, bu mukadderdir. Fakat sen gene, bu hareketlerinle, onu isteğinin yoluna çevirmeye azmetmekle, vazifeni (?-vazifesini. TYN) yapmış bir amele (işçi), çalışkan bir talebe olursun.” Bu tebliğden görüldüğü gibi, zorunlu sebepleri asırların gerisine kadar uzanmış bazı hadiseler, bugünkü arzularımıza paralel bir gidiş takip etmeyebilir. Bu sebeple, biz ne kadar gayret göstersek, o hadiseleri önleyemez ve arzularımız istikametine yöneltemeyiz. Fakat bizim vazifemiz, vicdanımızın iyi, hayırlı, güzel dediği yolda yürümektir, o yol bir

hüsrana ve başarısızlığa çıksa bile. Netice ne olursa olsun, niyetin temizliği birinci planda gelir. İkinci olarak de gayret ve cehit gelir. Yeri gelmişken, Ruhselman, kitabının ‘İlâhî İrade Kanunlarının Tecelliyatı ve Mukadderat’ bölümünde, öteâleme yeni geçmiş mürşit bir hoca, bir öğretmen ile yapılan üç adet celseye yer vermiş. Bu celseler içeriği bakımından enteresan olup, konuşmalar birebir kaydedilmiştir. Celseler, İlâhî Murat, perisprinin spatyom hayatı ve oradaki vicdan muhasebesi hakkında (kabir azabı da diyebiliriz) bilgiler içermektedir.

 

Mukadderat ve İcabat kitabının buraya kadar olan kısmı, genel olarak kader konusu üzerineydi. Kader konusu; mukadderat, icabat, ilâhî irade kanunları ve illiyet prensibi çerçevesinde açıklandı. Kitabın bundan sonraki konuları kader ile bağlantılı konulardır. Bunları, başlıklar halinde, kısa tanımlar ve açıklamalar şeklinde ele alacağım. Böylelikle Ruhselman’ın çeşitli konu ve kavramlar hakkındaki görüşlerini de ortaya koymuş olacağım.

 

Mukadderat ve talih; illiyet prensibi ve ilâhî irade kanunları çerçevesinde, kendi serbest irademizin faaliyeti neticesinde kendi yolumuzu kendimiz çizdiğimize göre, talihli olmak veya olmamak bizim elimizdedir. Gözü kapalı bir insanın yolda yürürken bir çukura yuvarlanması bir talihsizlik ise, bunu biz kendimiz hazırlıyoruz demektir. Talih, insanın kendi basiretli hareketlerinin, talihsizlik ise, akılsızca yaptığı işlerin neticeleridir. İnsanlar, talihlerini, kendi arzularıyla meydana getirirler. Yüksek bir kudret tarafından, hiçbir kimsenin alnına zorla vurulmuş bir kara talih damgası yoktur. Yani kötü talih diye bir şey yoktur. Bir insan, belirli bir anda, hangi durum ve hadise içinde bulunuyorsa, bu hal, onun için, onun tekâmülü için, o anda en gerekli ve hayırlı olanıdır. Kâinatta her ne olursa iyi olur, yerinde olur ve layığını bulur.

 

Mukadderat karşısında varlıkların cehit ve gayretlerinin manası; hayatta kazanılan her kazanç, muhtelif şekillerde gösterilmiş az veya çok bir amelin veya gayretin neticesi olarak ortaya çıkar. Basit bir lokmanın bile vücuda faydalı hale gelmesi için, önce çiğnenmesi gerekir. Bu mukadderdir. Her mukadder olan şeyin

 

tahakkuku bir zorunluluk olduğuna göre, varlıklar (ruhsal varlıklar), tekâmül yolunda, İlâhî İrade kanunlarının icapları olan sonsuz imkânları tam bir serbestlik içinde cehit ve gayret gösterip kullanarak yükselmekle ve böylece ilâhî murada, yani mukaddere uymakla mükelleftirler. Ruhsal varlık ‘Kadri’nin 24 Haziran 1949 tarihli tebliğinden; “İnsanlar, hayatla mücadeleden kaçınmamalıdır. Hayat onlara tecrübe sahası hazırladığı için bundan kaçmak korkaklıktır.”

 

Mukadderat ve hayat imtihanı (eprövler, testler, sınamalar); dünya hayatında bazen öyle hadiselerle karşılaşırız ki, biz bunları sanki irade ve arzumuzun, cehit ve gayretimizin dışında, bize zorla yaptırılıyormuş gibi algılayarak yanlış mânâlandırırız. Tabii ki bu yanlış değerlendirmemiz, bilgisizliğimizin bir neticesi olarak bizi illiyet prensibinin derin hakikatine ulaşmaktan alıkoyar. Böylece bazı kimseler, daha da ileri giderek, fiil ve hareketleri ile karşılaştıkları hadiseler arasında hiçbir münasebetin bulunmadığını zannedebilirler. Hatta cebrî bir kaderciliğe yönelebilirler. Ruhsal varlık ‘Kadri’nin 4 Haziran 1947 tarihli tebliğinden; “Kaatillerin de bu dünyada birer vazifeleri vardır. Fakat bu vazifenin veriliş tarzının esasları çok evvellere dayanır. Hiçbir ruh kendi isteği ile bir varlığın hayatını söndürmek istemez… Bazen böyle bir vazifeyi üzerlerine almamak için, burada çok direnenler vardır.” Ruhun, pasını silebilmesi için, karşılaştığı bu güç durumu, büyük bir fırsat ve lütuf olarak görmek lazımdır. Çünkü böylece karşılaştığı hayat imtihanı, eprövler, onun muayyen bir kudret ve bilgiye sahip olmasını sağlayacaktır. Kötü bir vazifeşinas olmaktansa, hayırlı bir vazife kaçkını olmayı tercih etmek, hayat imtihanında başarıyı daha kolay sağlar. Geçmiş hayatlarımızdaki niyetlerimizin, iyi veya kötü yaptığımız hadiselerin birer icabı (karma, borç, telafi) olarak, son hayatımızın zorunluluklarına katlanmak mecburiyetindeyiz. Bütün bu zaruretler ve icaplar, bizim eprövlerimizi (imtihanlarımızı) oluşturduğu gibi, kader ve karmamızı (etki-tepki mekanizması da diyebiliriz) da tayin etmektedir. Her imtihan, varlığa bahşedilmiş ilâhî bir lütuftur. Böylece varlık tekâmül etme fırsatlarına kavuşur. İmtihanlarda başarıyı, vicdan sesine uymak sağlar.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Mukadderat ve tekrar bedenlenme (reenkarnasyon); bedenlenmenin, mukadderat ile yakından alakası vardır. Tekâmül için zorunlu olan imtihanlar, varlıkların kudret ve ihtiyaç derecelerine göre gruplara ayrılarak, dünyada birer hayatı dolduran sınıflara taksim olunur. İşte bir okulu bitirmek için, bir talebe nasıl o okulda çeşitli dersler okuyup öğreniyorsa ve bu şekilde sınıfları geçiyorsa, tıpkı onun gibi dünya okulunu bitirmek zorunluluğunda olan bir varlık da, her biri bir sınıf olan dünya hayatının hadiselerinde ayrı ayrı yaşamak ve o hadiselerden faydalandığını ispat etmek mecburiyetindedir. Bu eğitim-öğrenim, dünya okulunu bitirip, başka daha ileri âlemlerden birine atlayabilmek liyakati ve imkânına kavuşana kadar devam eder. İşte bir insanın, dünya hayatını böyle birkaç kere yaşamak üzere gelip gitme hadisesine bedenlenme, yani ruhun bir bedene bağlanması denir. Tekâmül, ilâhî bir zorunluluk olduğuna göre, buna bağlı tekrar bedenlenme de ilâhî bir zorunluluk ve kader olmaktadır. Tembellik, uyuşukluk ve atalet dünya hayatlarının adedini çoğaltabilir. Her hayat, bir önceki hayatın bittiği noktadan ileriye doğru bir yürüyüş imkânı sağlar. Geriye dönüş yoktur. Tekrar bedenlenme hakikati kabul edilmeyecek olursa, hayatımıza dair çoğu hadisenin sebebi saptanamaz ve mukadderat konusunun da anlaşılabilmesi imkânsız olur.

 

Mukadderat, icabat ve tekâmül; içinde yaşadığımız kâinatta, illiyet prensibine göre ortaya çıkan neticeler ve dolayısıyla varlıkların kaderleri, belirli bir nizam ve tertip içinde meydana geliyor. Bu da İlâhî Murad’ın bir tezahürüdür. Bütün hareketler, büyük ve şaşmaz bir nizam içinde, bu nizamı temin eden ilâhî irade kanunlarının icapları dâhilinde meydana gelir. Her insanın, kendine en lüzumlu olan ve layık olduğu bir hayatta yaşaması, illî bir zorunluluktur. Yine aynı zorunluluktan dolayı, dünyada aynı hayata layık insanların bir araya gelerek, kendi tekâmüllerine en uygun düşecek bir topluluğu (milletler, kabileler vs. gibi) meydana getirecekleri tabiidir. Bu icapların zorunlulukları ortadan kalktığı zaman, böyle bir tekâmül vasatına da ihtiyaç kalmayacağı aşikârdır. Ruhsal varlık ‘Mustafa Molla’nın 19 Şubat 1949 tarihli tebliğinden; “Daha ne kadar zaman var olacağı bilinmeyen bu şartlar içindeki âleminizin ileri hâllerini, kendi varlığınızdan anlayabilmelisiniz. O dünya, size göredir. Ve sizinle mütenasiptir. Dilerseniz, dünyanızın da bir harabe olmasını tahakkuk ettirmek elinizdedir. Dilerseniz, dünyanızı nispeten cennet yapmak da elinizdedir.”81 Ve ruhsal varlık ‘Şihap’ın 14 Ağustos 1951 tarihli tebliğinden; “Çün baktığın miratta kendin görürsün (çünkü baktığın aynada kendini görürsün). Ancak sana layık olan yolda yürürsün.” Bu iki tebliğden anlaşılan şudur; 1) Muayyen bir fikrin veya bilginin işaret ettiği yolda yürüyebilmek, her zaman kolaylıkla başarılacak işlerden değildir, 2) Bir bilginin, o kimsede şiddetli bir takım arzu ve ihtiyaçların doğmasına sebep olması gerekir, 3) Bu suretle o kimsenin, cehit ve gayret içinde bulunması, o bilginin benimsenmesine çalışması lazımdır, 4) Bu bilgilerin benimsenmesi ise, o bilgilerin çeşitli yönlerden tekrar tekrar gözden geçirilmesi, ele alınması, üzerinde düşünülmesi ile mümkün olacaktır. Bu bakımdan hakikatlerin, insanlar tarafından, sık sık yeni icapların zorunluluklarına göre, yeniden ele alınması gerekir. Dünya nizam ve icapları insanların, tekâmül zorunlulukları için, böyle bir yolda yürümelerini uygun görmüştür. Çünkü insanlar, bir defada, derhal bir hakikati öğrenip, onu hemen ruhuna mal edebilecek kudretlerle donanmış değildir. Bilinen bir hakikatin, sadece bilinmesi yeterli değildir. O bilginin yolunda yürümek kudretini kazanmak esastır. Yani bilgiyi uygulayıp, hayata geçirmek gerekir.

 

Ruhsal varlık ‘Şihap’ın 20 Mart 1952 tarihli tebliğinden;

 

“Takdiri ilâhî sözünden muradımıza gelince: Bütün âlem ve kâinatları ve bu âlem ve kâinatlarda yaşayan bedenli bedensiz varlıkları yaratan Ulu Tanrı, muhakkak ki, her varlığın bütün hayat safahatını, en ufak teferruatına kadar bilir ve takdir eder. Bu biliş ve takdir ediş, Allah’ın, varlıkları birer kurulu oyuncak gibi hazırladığından, kendi arzusuna göre istediği hareketi ve efali almak için kurduğundan mütevellit değildir. Bu biliş ve takdir ediş, Allah’ın Mutlak Varlığı ile imtizaç etmiş (uyuşan) büyük bir hakikattir.”

“Dostlarım, Allah’ı, oyuncularını kendi heva ve hevesine ve kaprislerine göre tanzim etmek isteyen bir çocuk durumuna düşürmek gafletine kapılmayalım! En basit bir aklıselim bizi bu düşüncelerden uzak tutacak kudrettedir. Eğer böyle olmasaydı, bizler ve sizler ve bütün kâinattaki varlıklar birer bez ve mukavvadan hazırlanmış kuklalar kadar masum ve suçsuz bulunurduk. Bu takdirde de ne tekâmül, ne de bu tekâmülü elde etmek için sarf edilen bunca gayret ve çekilen bunca meşakkat yersiz olur, beyhude olurdu.”

 

“Şimdi bu sözü burada bitirdikten sonra, kendimize: Mukadderat var mıdır, yok mudur? Sualini daha kolayca sorabiliriz. Dostlarım, mukadderat vardır, çünkü onu biz kendi ellerimizle hazırlıyoruz. Mukadderat yoktur, zira biz efal ve harekâtımızı tebdil (değiştirme), tağyir (bozma) ve tenzih (düzeltme) etmekle mukadderatımızı değiştirebiliriz. Sözlerim bu kadar. Hepinizin kendi nefislerinizi ıslah ederek, mukadderatınızı kendi ellerinizle en iyi ve en imkân dâhilinde bir şekilde hazırlamanızı dilerim.”

Bu tebliğ, hazırunun ‘mukadderat var mı, yok mu?’ ve ‘takdiri ilâhî nedir?’ sorusu üzerine verilmiştir. Ayrıca bu tebliğin, buraya almadığım (oldukça uzun bir tebliğ), baş kısımlarında ‘gelecekten haber verme’ konusuyla ilgili bilgiler de veriliyor. Özetlersek; gelecek hakkında evvelden bilgi verilmesinin muhtelif sebepleri arasında, başlıcaları şudur; 1) Bazı insanların ruh hayatı hakkındaki imanlarını ve bilgilerini daha fazla takviye için, gelecekten haber verme zorunluluğu bir icap halinde ortaya çıkabilir. Bu takdirde, bazı varlıklar, bu ilâhî vazifenin yerine getirilmesi için, şuurlu veya otomatik olarak harekete geçerler, 2) İcabında, geleceğe ait bazı mizansenler tertiplemek ve o mizansenler hakkında, önceden insanları haberdar ederek, onların gelecek hayat hakkındaki bilgi ve imanlarını arttırmaktır.

 

Kâinat nizamını sağlayan ilâhî irade kanunları, ruhların tekâmülleri için hazırlanmış ilâhî yolların istikametlerini çizer. İyi niyet ve güzel amaçlara ilişkin hareketlerimizle, tekâmül yolunda erişilmesi mukadder olan merhaleler arasındaki mesafeleri kısaltmış oluruz. Bir kanunun icabını hiçbir varlık doğrudan doğruya değiştirmeye muktedir değildir. Ancak her kanunun icabı, başka kanunların icaplarından faydalanılarak tadil veya tebdil edilebilir. İşte insanların iradelerini serbest olarak kullanmalarının manası budur. Her dünyanın, her âlemin kendine mahsus kanun ve icapları vardır. Hangi tekâmül planı içinde bulunuyorsak, o planın bize temin ettiği imkân ve şartlara boyun eğmemiz, bizim için mukadderdir. Tekâmül okulunun hangi sınıfında bulunuyorsak, o sınıfın mecburiyet ve zaruretlerine tâbi olmamız zorunludur. İster derslere devam eder, istersek etmeyebiliriz. Okulu, sınıfı terk etmedikçe, bu hareketimiz, bizi, hiçbir zaman o okulun nizam ve kanunlarının icap ettireceği neticelerden kurtaramaz. Ateş, insanın elini yakar. Bu, ilâhî irade kanunlarının bir icabıdır. Fakat biz istersek, bu ateşi elimizle tutmayabiliriz. Ancak tuttuktan sonra bu ihtiyarî oluş hali, yerini muayyeniyete terk eder. Buna mukadderat denir. Allah, bütün varlıkları hür yaratmıştır. Onların, başka iradeler tarafından, zorla ve kendi iradeleri dışında, şu veya bu istikamete sürüklenmelerine müsaade etmemiştir. Ancak yardımlar ve ikazlar yapılır ve bu surette istenilen yönde, o varlığın iradesinin harekete geçmesi ve kararlar vermesi sağlanmış olur. Hipnoz halindeki bir süjeye bile bir operatör, istediği ve dayatmaya çalıştığı işleri yaptıramaz. Obsesyonlarda da durum tamamen aynıdır. Çünkü burada da varlık, iradesini, en sıkı bir şekilde, bedensiz bir varlığın iradesine bağlayarak, ona tâbi olmaktan hoşlanmaktadır. Yani bu hâli kendi iradesiyle yapmaktadır. Eğer şiddetle isterse, her an bu bağları koparabilme imkânlarına sahiptir. Şu hâlde, bütün bu hâllerde, yabancı ve üstün bir iradenin, başka bir iradeyi ezip yok etmesi söz konusu olmayıp, sadece karşısındaki iradeyi ikna ederek, kendi arzularına tâbi olmasını temin ediş vardır. Ruhsal varlık ‘Mustafa Molla’nın 7 Eylül 1949 tarihli tebliğinden; “Elden verilen hiçbir kıymet yoktur.” Buna göre, hak ve liyakate erişmeyen hiç kimseye, hiçbir zaman, ne bir hediye, ne de bir ihsanda bulunmak söz konusu değildir. Yani hiçbir cehit göstermeden, istemeden ve çalışmadan hediye edilmiş bir kıymet yoktur.

 

Ruhsal varlık ‘Şihap’ın 19 Aralık 1951 tarihli tebliğinden;

“Merhaba ey hâzırun, ey benim aziz kardeşlerim, ey yolcular, bilirsiniz ki sizler, daha doğrusu bizler de hepimiz aynı yolun yolcusuyuz. İster mutekit (dindar), ister münkir, ister mütedeyyin, ister kâfir olun, hepimiz aynı yolun yolcusuyuz. Hatta isterseniz maddiyun (maddeciler) güruhuna dâhil bulunun, isterseniz âlemi manaya aşina bulunun, hepimiz aynı yolun yolcusuyuz. O yol daima geniş, feyizli, nurlu devam edip gidiyor ve gidecek. Sanmayınız ki, o yol bazen karanlık, bazen hendekli ve uçurumlu olur. Hayır. Her zaman nurlu, açık ve feyizlidir. Eğer içinizde kendini zulmette görenler varsa, sanmasınlar ki, o yolda değildirler. Hayır, gene o yoldadırlar… Ancak, önlerini görmeye yegâne vasıta olan iç varlıklarını, iç nurlarını istimalden (kullanmaktan) aciz bulunuyorlar… Şu halde, sizin düşünce ve görüşlerinize mugayir bulunan zihniyetler ve bunların sahipleri de, emin olunuz ki, belki de aynı hızla, bu geniş ve feyizli, nurlu yolda yürüyorlar. Ve yürüyecekler. Şu halde tekâmül, bir ekol intihap (seçme) neticesinde elde edilir bir keyfiyet değildir… Şu halde, her fikri, her düşünceyi hürmetle, sevgi ile karşılamalısınız. En aykırı göreceğiniz, en saçma bulduğunuz fikirler bile size istifade temin etmekten uzak kalmayacaktır.”88

Yukarıdaki tebliğden çıkan sonuca göre; kâinatların tâbi olduğu ilâhî irade kanunları; her şeyi, her hareketi, kendi icapları içinde istikametlendirir. Hiçbir hareket bunun dışına çıkamaz. Her mevcut olan, tekâmül yolunda yürümektedir. Allah’ın Muradı ve Teveccühü istikametinde bir oluş hali, kâinatların tekâmülünü sağlamaktadır. İlâhî Teveccüh, her yere doğru ve her istikametedir. Veya hiçbir istikamette değildir. Şu halde, ne yaparsak yapalım, daima Allah yolunda bir ilerleyişe sahip oluyoruz demektir. Çünkü başka bir yön söz konusu değildir. Bu tebliğden, her istediğimizi yapmak, iyi veya fena olan fiilleri aynı kıymette kabul etmek manasını çıkartmamalıyız. Burada, hiçbir vakit, ilâhî irade kanunlarının dışına çıkamayacakları anlatılmak isteniyor. Asıl olan, içinde bulunduğumuz planın şart ve vecibelerine uyan bir istikamette bulunmamızın, en faydalı ve bizden beklenen olduğudur. Dikkat edilecek olursa, dünya okulunda ve bilhassa insanlık kademesi sınıflarında, fiil ve davranışlara istikamet veren unsurlar, insanlara ve beşeriyete faydalı olmaya çalışmak ve bu liyakate erişmek faaliyeti etrafında toplanmıştır. Onlar bilsin bilmesin, başkalarının ıstıraplarına iştirak edebilen bir insan, kudretli bir varlıktır. Yani, onların eprövlerine âdeta ortak olmak, bir gerekliliktir. Ruhsal varlık ‘Kadri’nin 28 Şubat 1949 tarihli tebliğinden; “Başkası üzerinde görülen bir ıstırap, sana ne kadar müessir olursa, işte o devre içinde bu da senin için bir tecrübe olur, bir kıymet ifade eder… Her mustaripten bir saadet sızar. O saadet, sizin ondan aldığınız teessür kadar büyük ve kazandığınız tecrübe derecesinde kıymetlidir… Senin tecrüben, yalnız hayatında değil, başkalarının hayatı ve onların tecrübeleriyle de hemahenktir. Sen her şeyi şahsına inhisar ettirirsen, buna ne bir ömür, ne de birkaç ömür yeter.” Çekilen bazı sıkıntıların, başarısızlıkların, ıstırapların asıl sebeplerini ararken, bunların, önceden işlenmiş birtakım fiillerin, verilmiş kararların, bir müddet sonra, illî birer netice halinde karşımıza çıktığını unutmamamız lazımdır.

 

 

Mukadderat ve ölüm; ölüm mukadder bir konudur ve ölüm anını, genellikle, hiçbir varlık önceden bilemez. Bir takım âmil ve icapların, mukadder bir zaruret haline getirdikleri herhangi bir oluş halini durdurmak mümkün değildir. Mukadder bir zaruret olan ölüm ve buna benzer diğer hadiseleri, fatal bir zihniyetle, ezelden beri çizilmiş ve insan iradesiyle hiçbir alâkası bulunmayan bir kalıp içinde düşünmek hatalıdır. Çünkü hadiselerin muayyeniyetini kabul etmemiz zaruridir. Ancak muayyen bir takım icapların, bu yolda, önemli bir role sahip olduğunu da unutmamamız lazımdır. Ölüm anı, varlıkların dünya hayatındaki tekâmüllerinin durumuyla alâkalıdır. Varlıklar, düşünce ve fiilleriyle, kaderlerini hazırlar. Buna göre olayların bir araya getirilip oluşturulması ve düzenlenmesi de, ilâhî irade yasalarına uygun olarak, ‘Yönetici Ruhsal Planlar’ tarafından yapılır. Bir varlığın dünya hayatındaki tekâmülünü tamamlaması, hayatının uzayıp kısalmasına tesir eden başlıca âmildir. Ölüm ve mukadderat konusunda, pek tabiidir ki, dünya imkânları ile sınırlandırılmış bilgi ve kabiliyetlerimize göre anlayabilecek ve kendimize göre bazı neticelere varabileceğiz. Bu konuda akıl ve mantığımıza dayanmakla beraber, ruhsal varlıklardan alınmış tebliğlerin ilhamlarından da faydalanmak zorundayız. Örneğin; bir çocuk, karşılaştığı bir kedi yavrusunu, hatalı bir adım atarak, öldürmüş olsun. Bu durumda, o kedinin ölümünün, o tarihte olması kararlaştırılmış olmalıdır. Şayet çocuk öldürmeseydi, o, gene başka bir sebeple ölecekti. Şu halde, çocuğun kediyi öldürmesi mukadder olmayıp, ölümü mukadder olan kedi ile karşılaşması mukadderdir. Bu suretle, bahşedilmiş serbestiyet imkânları içinde, imtihanı verme hak ve sorumluluğuna sahip olunmuş olur. Bu konuda ruhsal varlık ‘Akın’ın 14 Ağustos 1948 tarihli tebliğinden “İnsanın, dünyada muhakkak geçirmesi lazım gelen mukadder bir ömrü hem vardır, hem yoktur, diyorum. Çünkü kendisi veya bu taayyün keyfiyetine sebep olan varlıklar onu bilmezler. Bu, pek yüksek ruhların, yani büyük tabiat kanunlarını tatbik eden yüksek varlıkların işidir.”

 

Ruhselman soruyor: “ Diğer kıymetli varlıklardan aldığımız tebligatta deniliyor ki, ölüm vakti tespit edilmiştir. Onu ne uzatmak, ne kısaltmak mümkün değildir. Siz bu hususta ne mütalaada bulunuyorsunuz?”

“Söylediğim gibi, bütün kâinatın büyük bir deveran ve gidişi vardır. Şüphesiz ki, her şey birbirine bağlıdır. Ve bütün hareketler birbirinin hem menşeini, hem müntehasını teşkil eder. Hem sebebi, hem neticesidir. Nihayet bunlardan şunu da çıkarabilirsiniz ki, bütün hareketler, bütün kâinatın gidişi, her tesadüf ettiğiniz hadise planlanmış ve çizilmiştir. Bu plan, ilâhî irade kanunları dâhilinde ve onları tatbike memur yüksek varlıklar tarafından tatbik edilir ki, bu derece yüksek varlıklarla, dünyadaki sizler, irtibat haline geçemezsiniz. Ve siz hiçbir vakit ölüm anını evvelden tayin edemezsiniz. Ve bilemezsiniz. Sizin, dünyaya gelirken ancak yapacağınız şey, eksik olan taraflarınızı ikmal edebilmenize yarayan bir planı, burada size yardımcı diğer varlıkların da icap eden yardımları altında, tasavvur ederek dünyaya inmenizdir (bedene bağlanmanızdır-TYN). Fakat ne siz, ne de sizi hazırlayan ruhlar, ölüm zamanınızı tayin edemezler.”

Ruhsal varlık ‘Akın’ın söylediği gibi, her hadisenin evvelden çizilmiş ve planlanmış olması çok doğru ve yerindedir. Ama bu sözü ezelden çizilmiş ve planlanmış manasına almamak icap eder. Burada kastedilen; her şey değişmez şekilde, ilâhî irade kanunları çerçevesinde ‘İdareci Yüksek Ruhlar’ın faaliyeti ile lüzum ve icaplara göre çizilmiş ve planlanmış manasındadır. Tebliğe devam edelim;

Ruhselman soruyor: “Ölüm anı insanlar için evvelden mi taayyün etmiştir?”

“Hem evet, hem de hayır. Çünkü burada dünyaya gelmezden evvel böyle ölüm anını tespit eden bir plan tertibi yoktur. Yani bu âlemde (spatyomda) plan hazırlarken, ölümün şu saatte, şu dakikada vuku bulacağı plana konulmaz. Ancak, söylediğim gibi, insan dünyaya gelecek, cehit ve irade sarf edecek, ruhunun bütün melekelerini kullanacak ve ancak eksik olan melekelerini inkişaf ettirdikten sonra ölecektir. Gene yukarıda söylediğim gibi, bütün bu plan ve onun tatbiki nasıl yüksek tabiat kanunlarının kurduğu nizam dâhilinde oluyorsa, işte şimdi söylemek istediğim ölüm de bu nizam ve intizam dâhilinde cereyan eder. Bu son mana ile de, sualinizin cevabı (evet) dir. Yani yüksek tabiat kanunlarına, onun maksatlı realitesine uygun şekilde bir ölüm, zamanında vukua gelir. Fakat bu zaman, dünyaya inmezden evvel tespit edilmez.”

Buna göre, o ruhun dünya hayatı süresi de, nizam ve ilâhî irade kanunlarının icaplarına uygun olarak uzayabilir veya kısalabilir. İnsanın serbest iradesi ve davranışları, ölüm anının tayininde başlıca role sahiptir. Şu halde, iradeli faaliyet, fiil ve davranışlarımız, ilâhî irade kanunları çerçevesinde, ölüm anına tesir etmektedir. Bu durumu dikkate alan, kıymetlendiren, takdir ve tatbikatını yapan, çok yüksek varlıklar vardır. Yani nasıl yaşarsan, öyle ölürsün… Dinlerde mevcut bulunan bir fikre göre; dünyada yaşayan varlıkların, nefeslerini tamamlamadan dünyayı terk etmeleri imkânsızdır (tekmili enfas, nefeslerin ikmali). Dolayısıyla, bir insanın, gerekli işlerini, imtihanlarını bitirerek, erişilmesi elzem olan muayyen bir seviyeye ulaşmadan, dünyayı terk etmesi söz konusu olamaz. Öldürme ve intihar olayları için de, aynı sebeplerden dolayı, irade serbestiyeti vardır. Bir başka konu olan, ölüm şekilleri konusunu da, aynı bakış açısıyla değerlendirmeliyiz. Bir insan için, geçirdiği tecrübelerin neticelerine, ihtiyacı olan imtihanların icaplarına ve ayrıca onun vasıtasıyla bir takım yeni tecrübelere girişecek varlıkların tekâmül zorunluluklarına uygun olan bir ölüm şekli tespit edilir. Burada da, herhangi bir tesadüfi oluş hâli mevcut olmayıp, illiyet prensibi geçerlidir. ‘Yüksek İdareci’ durumunda bulunan bedensiz varlıklar, bütün bu illî zaruret ve icaplar çerçevesinde, bir insanın tekâmül ihtiyaçlarına göre, dünya hayatının süresini tayin ederler. Bundan sonra bu hükmün dışına çıkmak, o insan için artık mümkün olamaz. Böylece o insanın ölüm anı ve şekli, mukadder bir zorunluluk halinde ortaya çıkar. Tabii ki, ecelin, bu söylenenlerden

 

başka sebep ve zaruretleri de vardır. Ancak bunların neler olabileceğini, bizler, idrak etmekten aciziz.

Ruhselman, kitabının bundan sonraki bölümlerinde, kaderimizin ortaya çıkışında ve şekillenmesinde, bizim nasıl etkili olabileceğimiz konusunu çeşitli bölüm başlıkları halinde ele alıyor. Bu başlıklar şöyle; Mukadderat karşısında vicdan ve mesuliyet duygusu, Ölüm korkusu ve hesaplaşma endişesi, İnsanların dünyada yapmakla mükellef bulundukları vazifeler, Nefsaniyet ve hodkâmlık96, Murakabei nefis. Kitabın sonunda da, sonuç kısmı mahiyetinde, bir bölüm var; Mukadderat ve nizami kâinat. Kitaptaki bu tali bölümler Ruhselman’ın metafizik görüşleri ile alâkalı olmadığından, burada yer vermedim.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...