nevermore Oluşturma zamanı: Şubat 20, 2021 Paylaş Oluşturma zamanı: Şubat 20, 2021 Son derece sınırlı bir mekânda, aynı zamanda şaşırtıcı ölçüde geniş bir uzayda yaşıyor ve bu açıdan o hem bir Zen paradoksunun hem de kuantum mekaniğini kuşatan paradoksları sergilemektedir. Stephen Hawking’in geçmişini araştırırken onun fiziksel durumunun ne benim onun hakkındaki izlenimimi ne de Einstein’den bu yana fizikteki en büyük zekâ olarak değerlendirilen bir adama ilişkin okuyucunun izlenimini büyük ölçüde etkilemeyeceğine karar vermiştim. Okuduğum pek çok makale hastalığının onun için itici bir güç oluşturduğu yönündeki kararımı güçlendirmiş, Cambridge’e trenle giderken yolda bu kararımı yenilemiştim, 1985 Temmuz’unun ortalarında serin ve hoş bir günün öğle sonrasında bu üniversite şehrini dolaşırken, Stephen Hawking’in mesleki hayatının çoğunu geçirdiği Cambridge’in havasım verecek bir şeyler yakalamaya çalışıyordum. Orası tamamen öğretmenlerin ve öğrencilerin ihtiyaçları doğrultusunda yapılandırılmış, güzel, sade akademik bir şehirdi. Ne var ki o öğleden sonrasının geç vaktinde Stephen Hawking’le ofisinde karşılaşınca fiziksel gerçekliği karşısında benim önceki kararım yıkıldı. Onu tekrar toparlamak imkânsızdı. Mistisizmin sorumluluktan kaçış olduğunu düşünüyorum. Teorik fiziği ve matematiği çok zor bulursanız mistisizme yönelirsiniz. Fizikte mistisizmin bulunduğunu düşünen insanlar bence, matematiği gerçekten anlayamayan insanlardır. Esasen tutarlılık başlıca kılavuz ilkedir. Hawking, evinden ofisine kadar uzanan yarım millik uzun düzlük yolunu kat etmesini sağlayan kontrol kollarını ve düğmeleri yöneterek, motorlu tekerlekli sandalyesi içinde epey geç geldi. Onun durumu hakkında yazılmış pek çok notun beni hazırlıklı kılması gerekirken kendimi hâlâ hazırlıksız hissediyordum. Bunun nedeni onun neredeyse bütünüyle kaybettiği hareket etme yeteneğinden çok konuşmak için verdiği mücadeleydi. Hastalığı tüm eklemlerini etkilemişti. Gerçekte genç çevirmeni Colin Williams’ın yardımı olmasaydı bu söyleşi gerçekleşemezdi. Buna karşın birlikte geçirdiğimiz zamanın sonlarına doğru Hawking’le ilgili izlenimim büyük oranla değişti. Hawking ofisinde her zaman olduğu gibi hayli resmi görünüyordu; gri pantolon, spor bir ceket, gömlek ve kravat. İnce ve zayıftı, uzun yüzünde kırk üç yaşını göstermeyen genç bir delikanlı ifadesi vardı. Kolları ve bacakları gevşek biçimde tekerlekli sandalyenin içinde atıl duruyordu. Ta yirmili yaşlarından itibaren vücudunu etkisi altına almaya başlamış tedavisi olmayan ve ilerleyen motor nöron hastalığına (amyot-ropic lateral sclerosis) yakalanmıştı. Bedeni yenik düşmüş olsa bile zihni ve zekâsı kötü talihine karşı koymuştu. Tedricen ilerleyen felç dolayısıyla yüzünün ifadesi sınırlanmış olsa da bir ölçüye kadar ondan kurtulabilmişti. Muhteşem bir yüzü vardı; yaşlı kadınların taktığı cinsten kaim gözlüklerin ardında mavi gözler, bugün arada bir dişlerini göstererek gülen geniş bir ağız, hepsinin üstünde Beatles tarzı kesilmiş ve alnını kaplayan uzun perçemleriyle kahverengi ipeksi saçlara sahip bir kafa. Gözlerim sık sık ince, uzun, hassas ve güzel ellerine -her ne kadar bileklerini kavuşturmuş halde uzattığı kucağında tuttuğu kolu artık sürme isteğine karşılık veremeyecek durumda olsa da- kayıyordu. Doğu mistisizminin evreni bir illüzyondur. Onunla kendi çalışması arasında bir bağ kurmaya çalışan fizikçi, fizikçi olmaktan çıkmıştır. Masasının arkasında oturdu, yanında Colin Williams vardı. Hawking yalnızca benim sorularımı değil Williams’ın düzenli bir seyir içinde çevirdiği cevaplarını da dikkatle dinliyordu. Birkaç yerde memnun kalmayınca Hawking, Williams’dan cümlelerini yeniden kurmasını istedi. Williams yirmi beş yaşında İngiliz bir fizikçi olup bir buçuk yıldır Hawking’in araştırma asistanlığını ve çevirmenliğini yapıyordu ve görünüşe bakılırsa kendini tamamen ona adamıştı. Çay molası sırasında duygusallıktan uzak bir halde işi gereği Hawking’in bütün ihtiyaçlarını gördü. İki adam arasındaki eksiksiz uyum ortadaydı. Williams az bulunur bir yetenekle ve onun için çalıştığının farkındaydı ve ona ve kıla-vuzluğuna öylesine alışmıştı ki, dışarıdan birisi için anlaşılmaz görünen konuşma tarzını anlayabiliyordu. Çevirili konuşma yorucuydu ve her keşi bitkin bıraktı: Hawking, Williams ve dinleyici. Yine de sonunda uyumlu bir iletişim sağlandı ve engellere rağmen Hawking’in görüşlerinin dosdoğru çevrildiğinden herkes emin oldu. Yaptığım şey evrenin başlangıcının bilimsel kurallarla açıklanabileceğinin mümkün olduğunu göstermekti. Bu sayede, evrenin başlangıç kararının bir Tanrı’ya başvurularak açıklanmasının gereksizliği ortaya çıkar. Bu bir Tanrı’nın olmadığını kanıtlamaz, sadece Tanrı’ya bir ihtiyaç olmadığını gösterir. Bunun yeterince önem verilemeyen bir mesele olduğunu anladım. Nitekim sesinin Hawking için isteğini dünyada eyleme çevirmede son fiziksel araç olduğu birden içime doğdu. Colin Williams yalnız olduğumuz zamanlarda Hawking’in bu konudaki hassasiyeti hakkında beni uyardı. Çok sayıdaki konferans yolculukları sırasında havaalanı personeli ve diğer görevliler tarafından ünlü bir fizikçi kimliğine sahip olduğunun bilinmesinden ötürü en üst saygı ve destekle karşılanmış. Ancak kimi zamanlar onu tanımayanlar tarafından hor görüldüğü de olmuş. Buna rağmen Hawking sık sık yolculuk yapmakta ve yoğun ölçüde aktif bir hayat sürerek kendisinden hiçbir şeyi esirgememektedir. Daha birkaç gün önce Cambridge’in ev sahipliği yaptığı bir konferansa davet edilmiş ve söyleşimizden bir gün sonra da başka bir toplantı için Cenova’ya uçmuştu. Söyleşimize “Bugün yorgunluktan dolayı iyi bir günümde değilim; gerçekten bu yorgunluğun sebebini bilmiyorum” diyerek başladı. Daha sonra Colin Williams da bu hükmü doğruladı. Buna rağmen çay molasını saymazsak bir buçuk saat muntazaman konuştuk. Çay molası sırasında ise onunla rahat ve kadirşinas bir ilişkileri olduğu görülen bir gurup genç fizikçinin sık sık uğradığı bitişik odaya geçtik. Kozmoloji üzerine ne zaman ders verilse, ben Büyük Patlama’dan önce ne olduğunu sık sık sormuştum. Önce’nin olmadığı, şüpheyle karşılanır. Çünkü Büyük Patlama zamanın ortaya çıkışını sağladı, bir şey ona sebep olmuş olmalıdır. Fakat ‘neden’ ve ‘etki’ zamana ait kavramlardır. Ve zamanın var olmadığı durumlara uygulanamazlar. Bu yüzden soru anlamsızdır. Hawking’in gelmesini beklediğim kayda değer zaman boyunca ofisini gözlemleyip kişiliğine ilişkin bir ipucu bulmaya çalıştım. King’s Parade’in başındaki Silver Caddesi’nin üzerinde bulunan Uygulamalı matematik ve Teorik Fizik Bölümü binasının -Cambridge’in ünlü gotik mimarisinin güzelliğinden yoksun, niteliksiz bir bina- içindeki Hawking’in ofisi, binanın kendisi kadar niteliksiz birkaç sandalye ile bir masadan başka mobilyası olmayan mütevazı bir yerdi. Göze çarpan üç şey vardı; baştan sona denklemler (insan onların evrenin nasıl meydana geldiği sırrını taşıyıp taşımadığını merak ediyor) dolu bir kara tahta, bir duvarda bir Einstein’ın fotoğrafı, bir Newton kabartması ve üç tane güzel ve coşkulu görünen çocuğunun kitap rafları boyunca uzanan çok sayıdaki fotoğrafları. Bu sonuncusu ise bir duvarı bütünüyle kaplamış, kütlesel çekim, kuantum çekimi, erken evren ve kozmolojideki diğer konular hakkında yazılmış kitaplar. Hawking’in masasının tam karşısındaki duvarda, göz hizasında yer alan büyük ve güzelce yazılmış bir poster göze çarpıyordu. Ortaçağ el yazmalarını anımsatan, parşömen kâğıt üzerine el yazısıyla zarif bir şekilde yazılmış Einstein’dan uzun bir alıntıyı içeriyordu. Kâinat karşısında mistik bir haşyet duygusuna yakın duygular uyandıran Einstein’ın ifadelerinin yer aldığı bu alıntıya sık rastlanılır. Onu görmek benim için sürpriz oldu, zira Hawking’in bilim ile mistisizmi ilişkilendirme amaçlı tüm girişimleri “salt saçmalık” diye nitelendirdiğini okumuştum. Einstein’ın posteri söyleşimizde de geçtiği için, Hawking onun mesajını reddetse de -okuyucunun göreceği üzere- söz konusu alıntıya burada yer vermek istiyorum. Einstein şunu söylüyordu: “Yaşayabileceğimiz en güzel duygu mistik duygudur. O tüm gerçek sanatın ve bilimin gücüdür. Bu duygunun kendisine yabancı geldiği kişi bir ölü kadar iyidir. Bizim kavrayamadığımız şeyin gerçekten mevcut olduğunu, kendini en yüce bilgi ve en ışıltılı güzellik olarak gösterdiğini, bizim körleşmiş yetilerimizin onu ancak en ilkel formlar içinde algılayabildiğini bilmek, -bu bilgi, bu duygu gerçek dindarlığın merkezi(nde)dir- bu bağlamda ve sadece bu bağlamda kendimi halis dindarlar mertebesine ait hissediyorum…” İnsan teki bütünün bir parçasıdır… Kendini, duygularını, düşüncelerini geri kalan her şeyden ayrı bir şeymiş gibi duyumsar -bu bilincinin bir çeşit optik yanılsamasıdır- Bu yanılsama onun için bir çeşit hapishanedir. Bizi kendi kişisel arzularımızla ve çevremizdeki birkaç insanın ilgi ve sevgisiyle sınırlandırır. Bizim görevimiz, sevecenlik çemberimizi tüm canlı varlıktan ve bütün güzelliğiyle tüm doğayı, kuşatacak derecede genişletmek suretiyle bu hapishaneden kendimizi kurtarmaktır. Hiç kimse bunu tam olarak başaramaz, ama böyle bir başarı için mücadele etmek kendi başına kurtuluşun bir parçası ve içsel güvenlik için bir temeldir.” (Einstein, The World as I See It) Söyleşiden sonra Hawking’in mesleki yaşamı ve geçmişi hakkında detaylar topladım. Bir üniversitede kazanılan itibar belli bir fakülte üyesine sağlanan destekle ölçülebilirse, Cambridge’in gözünde Hawking bir hazinedir. Görevliler onun çevresinden hiç eksik olmazlar. Yalnızca Colin Williams değil şahsi sekreteri Laura Ward da. Ziyaretimin ayarlanması için kendisiyle sık sık görüştüğüm Bayan Ward, onun mektuplarını ve programım düzenliyordu ve görünüşe bakılırsa zamanının çoğunu ona adamıştı. Benim ricam üzerine Hawking’in aşağıdaki özyaşam öykûsünü bana temin etti: Stephen Hawking 1942’de ocak ayının 18’inde doğdu. Babası tropikal hastalıklar dalında araştırma doktoruydu, annesi ise vergi müfettişiydi. Highgate, Kuzey Londra’da büyüdü. Oxford, Üniversite Koleji için burs kazanınca, 1952 İla 1959 yılları arasında St. Albans Okuluna devam etti. 1962’de Oxford, fizik bölümünden diploma aldı ve sonra Dr. D.W. Sciama’nın asistanı olarak kütlesel çekim ve kozmoloji alanında doktora yapmak üzere Cambridge’e gitti. Bu sıralarda A.L.S. veya motor nöron hastalığının ilk belirtileri ortaya çıktı- 1965’de Jane Wilde ile evlendi ve aynı yıl Gonville and Caius Kolejine araştırma görevlisi seçildi, İlk erkek çocuğu Robert 1967 yılında doğdu, ardından 1970’de kız çocuğu Lucy dünyaya geldi, diğer erkek çocuğu Timmy ise 1979’da doğdu, Jane, kendisi ve ilk iki çocuğu 1974-1975 yıllan arasını Caltech’de geçirdi. 1977’de kendisine Cambridge’de Kişisel Profesörlük verildi ve ardından 1979’da Lucasian Profesörlüğüne [Isaac Newton’un Kürsüsü] seçildi. Hawking’in onur ve ödül listesi hayli uzundur. Burada ancak birkaç örneğe yer verme imkânım var: Royal Society bursu, The Royal Astronomical Society’nin verdiği Eddington madalyası ve Hughes madalyası, Biritanya İmparatorluğu Komutanlığı, Amerikan Sanat ve Bilim Akademisi üyeliği, Oxford, Princeton, Chicago, Nötre Dame, New York v.b. üniversitelerinden verilen onur doktorlukları. Yayımladığı eserlerin listesi de upuzundur: The Large Scale Structure of Spacetime (G.E R. Ellis ile birlikte), General Relativity: An Einstein Centenary Survey (ed. W. Israel), Superspace and Supergravity (ed. G.W Gibbons ve S.T.C. Sik-los) -kitaplarının tümü Cambridge Üniversitesi Press’den çıkmıştır -. Bunlann yanında 1965 ila 1985 yılları arasında yazdığı yüzü aşkın makalesi vardır. Bazılarının başlıkları şunlardır: “Cosmological Event Horizons”, “Space-time Foam”, “Euclidean Quantum Gravity’, “The Limits of Space and Time”, “The Cosmological Constant”, “The Quantum State of the Universe”, “Wave Function of the Universe”, “The Unification of Physics”, “The Edge of Spacetime”, ve “The Arrow of Time in Cosmology”. Benim aklıma ilk gelenleri bunlar, bunlardan ayrı doksanın üzerine makalesi daha var. Şimdiye kadar yaşadığı her yıla ortalama olarak beş makale veya kitap düşmektedir -daha dar kapsamlı problemlerle ilgilenen birisi için bile müthiş bir basarıdır bu. Onun bibliyografyasından alınan bu örneklerin de gösterdiği gibi, Hawking geniş ilgi alanlarına sahip birisi olduğu için, onun çalışmasının bir özeti, en iyi olasılıkla, birkaç temel fikirle, fizik ve kozmoloji alanlarında son yirmi yılda ortaya çıkmış her büyük meseleyi ele almış bir çalışmanın unutulmaz kısımlarıyla kendini sınırlı tutacaktır. Üç tane anahtar teorem Hawking’in çalışmasını kabaca da olsa en azından anlamamızı sağlar. Birincisi o, genel izafiyet ile kuantum mekaniğini birleştirmeye çalışmaktadır. Bu atom içindeki anlık -dolayısıyla düzen ve tahminden çok uzak- mikro-dünyayla yıldızlar ve galaksiler gibi büyük nesnelerin makro-dünyasını uzlaştırmayı gerektirmektedir. ]Evrenin sınırlılığı hakkında çok önemli bir şey olmalı, sınırsız bir evrenden daha özel ne olabilir? İkincisi ve belki de şu anda Hawking’in başlıca ilgisi “erken evren” diye adlandırılan, astrofizikteki bir alt uzmanlık alanıdır. Bu alan kozmosun kökeni, özellikle de zaman kavramıyla ilgilenir. Hawking’in zihnini meşgul eden husus, evrenin 15 milyar öncesi, onun ilk saniyesidir. Giderek alevlenen tartışma, evrenin doğuşu -varsayılan Büyük Patlama- ile bir saniyelik genişlemesi arasında ne olduğudur. Başka bir deyişle Hawking, evrenin olası tarihini varlığının 10-33 saniyesi kabilinden bir şeye kadar geri götürmektedir. Bununla da kalmayıp onun 10-43 saniyeye, bir çarpanın bir milyar katı büyüğüne kadar geri götürülmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Hawking, Büyük Patlama’dan sonraki bu saniyenin bölünemeyecek kadar küçük biriminde evrenle ilgili tüm soruların – ve hayat da dahil olmak üzere- cevabının yattığını söylemektedir. Hawking’in evrenin zaman içinde kesin bir başlangıcının olduğuna dair görüşü, Einstein’ın genel izafiyet teoreminin geçerliliğine dayanmaktadır. “Büyük Patlamadan sonraki üç saniyeden itibaren sorun yoktur diyor, “ama ilk hayati saniye hakkında pek bir şey bilmiyoruz.” Bu çok küçük ve anlaşılması zor zaman düzlemi onun zihnini en çok meşgul eden konudur. Öte yandan Hawking, Büyük Patlamanın olmayabileceğini, ayırt edilebilecek ve başlangıç noktasını (tekilliği) işaret edecek bir “sınırının” bulunmayabileceğini ummaktadır. Onun bu husustaki ısrarı bir sınırın Tanrı’yı – hiç değilse belirli bir başlangıç noktası işlevi görecek bir nedensel esas- gerekli kıldığı inancından kaynaklamaktadır. Hawking alternatiflerinin olabildiğince lehine tavır takınarak bu hipoteze karşı çıkmada ısrar etmektedir. Hawking’in üçüncü ana alanı kara deliklerdir. Bu alana kendi ismini taşıyan –Hawking ışıması– bir etkinin varlığını ileti sürerek önemli bir katkıda bulunmuştur. Hawking’in çalışmasından önce kara delikler (kendi kütle çekimsel ağırlıkları dolayısıyla sönen yıldızlar) ışık dahil hiçbir şeyin onların güçlü çekim alanlarından kaçamadığı, son derece yoğunlaşmış, görünmez, büyük madde kütleleri olarak düşünülüyordu. Hawking 1973’de kara delikler için yeni bir model ileri sürdüğünde, astrofizik dünyası şaşkına döndü ve ilk başta buna inanamadı. Hawking’in hesaplamaları kara deliklerin, sanıldığı gibi sarf edilmiş madde olmadığını, gerçekte parçacık akımları yayarak “patlayabildiğini” öne sürüyordu. Bu öneri kara deliklerin hiçbir şey yayamayacağını savunan hakim teoremi geçersiz kılıyor ve sabit bir parçacık akımı (gamma ışınları) yayan çok sayıda küçük kara deliklerin mevcut olduğunu ileri sürüyordu. Bu görüş öylesine şaşırtıcıydı ki, ilk başta pek çok fizikçi tarafından kabul edilmedi, ama Hawking, 10 milyarlık ömrü olan, çok küçük bir hacime (10-13 cm, kabaca konuşursak neredeyse bir protonun hacmiyle aynı) sahip, buna karşın bir protondan bir milyar ton daha ağır, hemen hemen yeryüzünün en yüksek dağının, Everest Dağı’nın ağırlığında olan pek çok minicik kara deliğin mevcut olduğunu gösteren ayrıntıları dikkatlice hesaplamıştı. Onlara mini kara delikler adını taktı. Hawking ışıması yayan parçacıklar (atomaltı parçacıklar) – kuantum mekaniğinin alanına, kara delikler de izafiyet teoreminin alanına girdiğini için, Hawking bir adım daha ileri atarak kuantum mekaniğiyle genel izafiyeti birleştirebileceğini ümit etti. “Quantizing gravitation” (niceleştiren kütlesel çekim) adında bir bileşimi amaçlıyordu, ve eğer bunda başarılı olursa şimdiye kadar fizikçilere meydan okumuş bir problemi çözmeye yaklaşacaktı. Matematik denklemleriyle tartışmaya girilmez. Söyleşide Hawking mantıklı, akılcı ve tutarlı kelimelerini -ona göre bunlar tüm bilimlerin zorunlu temelini oluşturan kavramlardır- sık sık kullandı. Hem bilimin hem de mistisizmin temelinde yer aldığını ileri sürdüğüm birliğe gelince, Hawking kelimenin tüm metafizik çağrışımlarını reddederek ona sadece mantıksal bir kavram olarak yaklaştı. Hawking’in bu sıradan tutumu aslında çok kapsamlıdır ve her defasında karşınıza çıkar. Bu beni her nasılsa şaşkınlığa uğrattı. Hawking’in düşünsel parlaklığı ve bilimsel yaratıcılığına hayran kalmakla birlikte -Einstein, Heisenberg, Schroedinger ve Bohm’un aksine -çalışmasına kasıtlı bir şekilde yüklediği felsefi sınırlamalar beni hayal kırıklığına uğrattı. Bu saydığım şahısların sahip olduğu bir şey Hawking’de yoktu; keşiflerinin insanoğlu için ifade ettiği anlamı ve içeriği araştırmaya yönelik geniş bir felsefi boyut. Galiba o denklemlerde görülen, onların ötesindeki şiirsel bir boyut olmalı ki, Hawking bunun bilimsel çabayla ilişkisiz olduğuna karar verip hesap dışı bırakmıştır. Yine de oradan etkilenmiş ve esinlenmiş bir halde ayrıldım. Bunun nedeni hem o insanın kendisi hem de etkileyici başarılarıydı. Trenle Londra’ya dönerken yolda bunu düşünüyordum, birden bilincin gücüne yaşayan bir kanıt aranacaksa onun Stephen Hawking olduğunu anladım. Onun tüm sıradan engellerden yalnızca düşünmek için kurtulmuş -pek çok biyografi yazısı onu böyle betimliyordu- “mükemmel derecede zeki insan” olduğu gerçeğini aşıyordu bu. Bu yorum Kartezyen düalizmden epey etkilenmiş bir yorumdur. Hawking’in, konumsallaştırdığı ve tekerlekli sandalyeyle, “onun” ikamet ettiği bu ufacık yerle sınırlandırdığı düşünülen bir maddenin içinde hapis olduğunu ifade etmektedir. Bir yorum olarak bu, kaba bir gerçekçiliğin, en sıradanlığın, yüzeysel anlayışın -bu düzeyde o elbette doğrudur- ötesine geçemeyip yetersiz kalmaktadır. Zamanı meydana getirmeye Tanrı’nın sebep olduğunu söylemek ne manaya gelir? Nedenlilik zamansal bir etkinliktir. Zaman daima neden olunmuş şeyden önce var olmalıdır. Tanrı’nın naif imgesinin evrenden önce var olması, ‘zaman’ önceden yok idiyse, açıkça saçmalıktır. Ancak daha derin bir anlamda Hawking, şaşırtıcı ölçüde geniş bir mekânda yaşamaktadır, zira o sadece evrenimizin mekanını ve süper mekanını “düşünüyor” görünmektedir. Bu onun mucizevi zekasının ve enerjisinin zamanının çoğunda odaklandığı temel gerçekliğidir. Ortak kanıyı -dualist olmayan veya Spinozacı tüm görüşlere dair- bütünüyle geçersiz kılan paradokslardan biri olarak Hawking, astronomik bir mekanın içindedir veya orada yaşamaktadır ve onunla salt bir düşünce nesnesi olarak meşgul olmamaktadır. Eğer gizli madde gerçekse, o zaman Hawking’in bilinci onun gündelik yaşamında dolaştığı yerlerin çok uzaklarına ulaşacak ölçüde genişlemektedir. Doktorlarının, çalışma arkadaşlarının ve röportajcıların üzerinde durdukları husus hakkında bu bana ipucu vermektedir. İhtimalleri boşa çıkararak, ALS hastaları hakkında verilen istatiksel verilerden on yıllarca fazla yaşamaktadır. Hawking’in zaferi onun eşsiz azminin ve iradesinin yanı sıra, kocasının mümkün olabildiğince normal bir hayat sürmesi için her şeye katlanmaya kararlı harikulade eşinin benzersiz fedakârlığına bağlanmaktadır. Bu iki faktör kuşkusuz Hawking’in dayanıklılığını ve yaratıcılığını büyük ölçüde açıklamaktadır. Bununla birlikte, pencereden dışarı bakıp, hızla gözlerimin önünden geçen Cambridge’in kır manzarasını seyrederken, etrafındaki herkesin varlığından emin olduğu üçüncü faktörü düşünüyordum. Metafordan daha gerçek bir anlamda Hawking, 1025 değerindeki büyüklüklerin yer aldığı bir uzayda yaşamaktadır. Orada bilinci keşfetmek için genişlemekte ve zekâsı enerji kazanıp, canlanmaktadır. Bu gizli anlamda onun çevresi, iki ayakla gezinen pek çok insanın çevresinden çok daha az sınırlıdır. Tam bu tahayyülü -sınırlı ama engelli olmayan bir insanın- düşünürken başka bir tahayyül üzerime çöktü. Stephen Hawking’in konumu kuantum mekaniğinin paradoksunu sembolize etmiyor muydu? Yani varlığın (parçacık, kuvark) çok küçük ve sınırlı bir yanı kendi içinde enginliği mi taşıyordu? Minik parçacık ortak kanıya göre ufacık ve sınırlı olsa dahi devasa bir minikliğe (10-33) sahipti. Kuantum mekaniğinin paradokslarının makro dünyaya pek uygulanamayacağı gerçeğine rağmen, görünüşe bakılırsa onların Hawking’in durumuna uygun düşmektedir. O sadece kuantum mekanîksel maddenin paradoksunu taşımakla kalmıyor, kısaca kendisinin bir parçacık mı yoksa dalga mı olduğu sorusuyla onu keskinleştirmektedir. Her ne kadar böyle bir soru klasik fiziğin makro dünyasında resmen yasaklanmışsa da, az önce kendisinden ayrıldığım, çevresi kuşatılmış titanın (Titan: Yunan mitolojisinde muazzam kuvvet ve kabiliyeti olan kimse ç.n) görüntüsü, tekerli sandalyesinde yavaşça çıkarak önümde canlandı. Bir parçacık şüphesiz konumsal ve sınırlıdır. Ya canlı bir iki emsali gibi uzay-zamanı iyice öğrenmiş muhteşem bir beyin söz konusu olduğunda? Şüphesiz bir dalga kaderinin kontrolü akında sınırsız bir şekilde yayılarak, yokluğunu ümit ettiği bir sınır arayışı içinde evrende gezinmektedir. Weber: Erken evrenle niçin bu denli ilgileniyorsunuz? Hawking: Bence her insan nereden geldiği ve evrenin nasıl oluştuğu meselesiyle ilgilenir. Weber: Bu tamamen çıkarımsal olduğu ve zamanın hayli öncesine dayandığı için çıkarımlarımıza güvenebilir miyiz? Hawking: Elbette bazı şeylere diğer bazı şeylerden daha çok güvenebiliriz, ama Büyük Patlamadan bir saniye sonrasından şu ana kadar gelen evrenin tarihini bildiğimizden oldukça eminiz. Ondan önce ne olduğu ise hayli spekülatif. Çeşitli görüşler var, ama yanlış olabilirler. Ama bir saniye sonrasından itibaren teoremin ne olduğunu bildiğimizden tamamen emin olduğumuzu düşünüyorum. Weber: Beni en çok ilgilendiren kısım tam da o bir saniye. Hawking: Onun en ilginç mesele olduğunu düşünüyorum. Ama o bir saniyede ne olduğu sorusunun cevabını kesinkes biliyor olsaydık, bu çok daha az ilgi çekici olacaktı, çünkü o zaman gerçekten herşeyi bilecektik. Tüm problemleri çözmüş olacaktık ve bu son derece keyif kaçırıcı bir durum olurdu. Weber: O zaman Büyük Patlamanın -tekilliğin- meydana gelmesini sağlayan ana maddenin nasıl ve nereden geldiği meselesini çözebilir miydik? Hawking: Hiçbir tekilliğin var olmadığına karar verebiliriz. Mesele ana maddenin gerçekte herhangi bir yerden gelmesinin zorunlu olmadığıdır. Güçlü kütlesel çekim alanlarına sahipseniz onlar maddeyi yaratabilir. Weber: Bu bir şeyin, maddenin kaynağı olan güçlü kütlesel çekim alanın zaten var olduğunu öngörmektedir. Hawking: Evrende zaman içinde sabit olan her hangi bir niceliğin var olmadığı söylenebilir belki. Maddenin miktarı sabit değildir zira madde yaratılabilir veya yok edilebilir. Lakin evrenin enerjisinin sabit olduğunu söyleyebiliriz, çünkü maddeyi yaratırken enerjiyi kullanmaya ihtiyaç duyarsınız. Bir bakıma evrenin enerjisi sabittir o değeri sıfır olan bir sabittir. Maddenin pozitif enerjisi kütlesel çekim alanının negatif enerjisiyle tamamen dengelenmiştir. Dolayısıyla evren sıfır enerjiyle oluşmaya başlayıp buna rağmen madde yaratabilir. Açıkçası evren belli bir zamanda oluşmaya başlamıştır. Şimdi şunu sorabilirsiniz. Evreni oluşmasını başlatan şey neydi? Weber: Evet. Herşeyden önce nedensel olarak düşünüyoruz. Hawking: Evrenin bir başlangıcının olması aslında zorunlu değildir. Şöyle ki uzay ve zaman, fazladan iki boyuta, zamanın rolünü oynayan enlem derecelerine sahip yeryüzüne benzetilebilir. Bu bağlamda yer yüzünün yüzeyinin kuzey kutbundaki tek bir noktadan başladığını ve enlem boyunca aşağıya doğru hareket ettiğinizde çemberin giderek büyüyeceğini ve bunun da genişleyen evrene karşılık geldiğini söyleyebilirsiniz. Ekvatora geldiğinizde en üst büyüklüğe ulaşırsınız ve bu, maksimum hacme sahip olan evrene tekabül eder. Evrenin sınırı varsa, o sınırda ne olup bittiğine karar vermek gerekiyor. Bu durumda sahiden Tanrı’ya davetiye çıkarmak zorundasınız. Weber: Uzay-zamanın bir sınırının olup olmaması niçin bu denli önemli. Hawking: Bu açıkçası çok önemli çünkü eğer bir sınır varsa, o sınırda ne olup bittiğine karar vermek gerekiyor. Bu durumda sahiden Tanrı’ya davetiye çıkarmak zorundasınız. Weber: Niçin böyle oluyor? Hawking: İsterseniz bu bir totoloji de olabilir. Tanrı’yı evrenin sınırı, her şeyi harekete geçirmekten sorumlu bir unsur olarak tanımlayabilirsiniz. Weber: Tanrı’ya davetiye çıkarıyoruz, çünkü sınırı açıklayacak bir ilkeye ihtiyacımız var. Hawking: Evet, eğer tam bir kurama sahip olmak istiyorsanız, sınırda ne olduğunu bilmek zorundasınız. Aksi halde denklemleri çözemezsiniz. Weber: Bu bağlamda siz, Tanrı’yı, daha çok evrenin yasalarıyla eşanlamlı bir ilke gibi kullanıyorsunuz. O manevi bir varlığa karşılık gelmiyor. Hawking; Maneviyatla bir bağlantının olması gerekmiyor. Weber: Onu mantıksal ve nedensel bir ilke olarak kullanıyorsunuz. Hawking: Evet. Weber: Eğer bir sınır varsa Tanrı’ya davetiye çıkarmak zorunda kalırsınız demiştiniz. Bir sınırın olduğuna dair kanıt var mı sizce? Hawking: Şu anda pek fazla kanıt yok. Görünüşe bakılırsa evrenin şimdiki halini hiçbir sınırın olmadığını varsayarak açıklayabilmekteyiz. Weber: Bu Occam’m Usturası ilkesi nedeniyle mi tercihe şayandır? Hawking: Evet, bu apaçık tercihe şayandır, çünkü kuramdaki keyfi unsurların büyük bölümünü ortadan kaldırmaktadır. Weber: Soruların cevaplarını bilseydik bu pek ilginç olmayacaktı demiştiniz önceden. Ama o cevapları anladığımızı da varsayarsak bu niçin gizemi azaltsın ki? Aksine onu derinleştirebilir. Hawking: Bir gizemin olduğunu düşünüp düşünmemek kişisel zevkinize bağlıdır. Bizler kimyanın yasalarını anlıyoruz ve çoğu insan bunda bir gizem bulmuyor. Weber: Fakat, insanın sahip olabileceği en güzel duygu eşyanın gizemli olduğu duygusudur diyen Einstein’den bir alıntı var duvarınızda. Hawking: Buna tamamen karşıyım. Onu birisi bana gönderdi ve bir kenara koymuştum. Galiba sekreterim bulup ofisi güzel göstereceğine inanarak oraya asmış. Weber: Ne kadar zamandır duvarda asılı duruyor? Hawking: Yaklaşık bir yıldır. Ben ona karşıyım. Weber: Niçin? Hawking: Çünkü mistik ve ben mistisizme son derece karşıyımdır. Weber: Mistisizm hakkındaki görüşlerinizi okudum. Ona niçin bu kadar karşı olduğunuzu sorabilir miyim? Hawking: Onun sorumluluktan kaçış olduğunu düşünüyorum. Teorik fiziği ve matematiği çok zor bulursanız mistisizme yönelirsiniz. Fizikte mistisizmin bulunduğunu düşünen insanlar bence, gerçekten matematiği gerçekten anlayamayan insanlardır. Weber: Aklı kullanmakla onu dağıtmak arasındaki bir karşıtlığın altını çiziyorsunuz. Fiziği doğu felsefesiyle ilişkilendirmeye yönelik son zamanlardaki çabaları saçma bulduğunuzu okumuştum. Bunun nedenlerini merak ediyorum. Hawking: Benim mistisizmden hoşlanmamama dayanıyor. Weber: Sorumluluktan kaçma isnadı bazı kimseler için doğru olabilir, ama denklemleri anlayan, teorik fiziğin ustalarından oldukları halde bir bağlantı kurmaya çalışan Bohm ve Capra gibi insanlar söz konusu olduğunda, neler söyleyeceksiniz? Hawking: En son teoremleri anladıklarından emin değilim, hiç kimsenin anladığından emin değilim. Bilimsel bir teorinin dayandığı fikir, onun belirli bir mantık modeli ve belirli tahminler sunmasıdır. Oysa doğu mistisizmi onu müphemlikle örtmektedir. Hiçbir belirli tahmin yürütmemektedir. Weber: Her ne kadar onun evren modeli de, başlangıcı ve sonu olmayan sınırsız bir model olsa da, öyle mi? Hawking: Sorun onun [Karl] Popper’in belirttiği anlamda iyi bir teorem olmaması, yani yanlışlanabilecek belirli tahminlerde bulunmamasıdır. Weber: Fiziğin birleştirilmesi hakkında yazılar yazdınız. Bu niçin bu denli önemli: Dört veya iki ya da bir temel yasaya sahip olmamız niçin önem teşkil ediyor? Hawking: Onlar birbirleriyle tutarlı oldukları sürece dört tane yasaya sahip olmanız sorun teşkil etmez. Sorun şu anda elimizdeki teoremlerin tutarlı olmamalarından kaynaklanıyor. Weber: Bu bizim tahmin ve kontrol yetimizi sınırlandırır mı veya teorik anlayışımıza kısıtlama getirir mi? Hawking: Pratik amaçlar için bu pek önemli değildir. Söz konusu teoriler tutarlı olmasa bile çoğu normal durumda ne olacağını az veya çok tahmin edebilecek kadar bilgimiz var. Ancak teoremin derin anlamını anlamak -evrenin kökenini anlamak- istiyorsak, o zaman tutarlı bir teoreme ihtiyacımız var demektir. Bulmaya çalıştığımız da bu. Esasen tutarlılık başlıca kılavuz ilkedir. Weber: Anlıyorum. Ama niçin böyle olmak zorunda? Hawking: Çünkü elimizdeki teoremler çok yüksek enerjiler -taklit edemeyeceğimiz kadar yüksek enerjiler- söz konusu olduğunda farklı tahminlerde bulunuyor. Weber: Bu durumda bir veya birden fazla teoreme sahip olmak salt teorik değil aynı zamanda pratik sonuçlarda doğuruyor, öyle mi? Hawking: Taklit edebileceğimiz enerjilerde onların hepsi fikir birliği içinde. Weber: Benim asıl sormak istediğim: Birlik isteği mantıksal mı yoksa mantıkdışı mı? O estetik bir istek mi yoksa bilimin doğasından kaynaklanan bir şey mi? Hawking: Her makul teoremin tutarlı olması gerektiğini düşünüyorum. Weber: Bu tutarlılık veya birlik vurgusu içinde ruhsal veya panteist bir ilkeyle karşılaşmaktan mı çekiniyorsunuz? Hawking: Bunun aslında bir tanım meselesi olduğunu düşünüyorum; diğer teoremlerle tutarlı olmayan bir bilimsel teorem beni tatmin etmez. Weber: Ama bu, doğanın en derin düzeyinde tutarlılığın yer aldığına ilişkin sizin zaten var olan bir öngörünüzden kaynaklanmıyor mu? Hawking: Tüm bilim adamları buna inanır. Bu tüm bilimin temelidir. Eğer buna inanmazsak herşeyi bırakmak zorunda kalırız. Weber; Ama bu büsbütün bir sıçrayış değil mi? Hawking: Nereden sıçrayış? Bu zaten inandığımız bir şey. [Doğada temelli bir birliğin mevcut olduğu] eğer evrenin akıl ve mantıkla anlaşılabileceğine inanıyorsanız o zaman tutarlı bir teoremin varlığına da inanırsınız. Weber: Bu tutarlılık aksiyomunun bilimin itici esası olduğunu söylüyorsunuz. Hawking: Evet. Weber: Tutarlılık veya birlik arayışı -faydacı bir ihtiyaca cevap vermese bile- insan zihninin ruhsal bir talebi midir? Hawking: Teorik fizikçinin çoğu pratik uygulamalardan ziyade evreni anlama çabasıyla ilintilidir, çünkü pratik uygulamaları çıkarsamayı zaten yeterince biliyoruz. Weber: Bu konular hakkında David Bohm’la konuştum ve kendisi bana dedi ki, Stephen Hawking ve Roger Penrose gibi kimseler açıkçası tahmin ve kontrolün ötesinde bir şeyin arayışı içinde olsa gerektir, aksi halde tüm bu sıkıntıya katlanmazlardı. Dediğine bakılırsa, evrenin nihai dalga fonksiyonunu ararken siz, saf fiziksel bir esasın ötesinde olan bir şeyi bulmaya çalışıyorsunuz. Bohm haklı mı? Hawking: Bizler pratik uygulamanın ötesindeki bir şeyi arıyoruz, ama onun fiziksel ilkelerin ötesinde olduğunu söylemiyorum. Weber: O denklemlerin ne anlama geldiğini açıklayan felsefi bir model geliştirilebilir mi? Hawking: Onlar herhangi bir modelle aynı anlama sahipler. Bizim şimdiki teoremlerimizin daha detaylı, karmaşık olmasının dışında Newton’un kütlesel çekim teoremiyle bizim teoremlerimiz arasında bir fark yok. Onlar kelimenin tam anlamıyla aynı manaya sahipler. Weber: Fakat 17. yüzyılda bağlam farklıydı. Kepler ve Newton, Tanrı’nın mantıksal, düzenli, güzel aklını gördüklerini düşünüyorlardı. Bizler artık Tanrı’ya inanmadığımız için bu denklemlere baktığımızda neyi görüyoruz. Hawking: Bizler hâlâ evrenin mantıksal ve güzel olduğuna inanıyoruz. Sadece “Tanrı” sözcüğünü defterden sildik. Weber: Onun yerine bir şey koyduk mu? Hawking; Hayır. Weber: Mantık enerji ve maddenin yapısında var mıdır? Hawking: Onlar akıl ve mantıkla anlaşılabilecek yollarla hareket ediyor görünmektedirler. Weber: Evreni kavrayışımıza engel olan, Kant ve Heisenberg’in sözünü ettiği doğuştan getirdiğimiz sınırlamalar var mıdır? Hawking: Sınırlamaların olduğu açık, ama onların evreni prensipte kavramamıza engel oldukları açık değildir. Onu detaylı olarak kavramamıza engel oldukları kesin, çünkü aksi halde evrendeki her bir parçacığın konumunu bilmek durumunda kalırdık ki, bu imkânsızdır. Weber: Bilimin yasalarında tutarlılık ve birlik istediğini belirttiniz, ama bilim adamının kendisi incelediği şeylerin dışında kalıyormuş gibi görünüyor. O da buna katılır mı, katılırsa nasıl katılır? Hawking: Kuşkusuz onun da dâhil edilmesi zorunludur. Evrenin nihai teoremini keşfetmenin insana hayatta kalmada çok avantaj sağlayacağını düşünmüyorum, çünkü onun her hangi pratik bir uygulaması yok. Weber: Ama o kişi gözlemci, dolayısıyla her zaman bir adım geride kalıyor. Yoksa bu geride kalmak değil midir? Hawking: Hayır, aslında değildir. Öncelikle bu gezegenin fiziksel ve kimyasal muhtevasının elverişliliğinden ötürü, belli yüksek organizeli sistemler gelişebilmiştir. Bu gelişmiş beyinler ortaya çıktığında çevrelerini inceleyebilmişlerdi. Bu inceleme yollarından bazıları diğerlerine nazaran daha başarılıydı. Bu nedenle çevresini incelemekte son derece iyi olan insanlara halihazırda sahibiz. Ancak evrenin nihai teoremini keşfetmenin insana hayatta kalmada çok avantaj sağlayacağını düşünmüyorum, çünkü onun her hangi pratik bir uygulaması yok. Weber: Salt estetik veya mantıksal bir haz yani? Hawking: Mantıksal ve estetik hazları tartışamazsınız. Bunlar nesnel nicelikler değildir. Eğer evrene dışarıdan bakarsanız, gelişmiş sinir sistemlerinin çevreleriyle belli bir şekilde karşılıklı ilişki içinde olduğu ve bu sayede hayatta kalan o yaratıkları görebilirsiniz. Ama onların estetik zevkleri hakkında konuşmak anlamsız olur. Weber: Birleşik kuramı çözdüğünüzde bu size bir sevinç ve estetik hazduygusu vermez mi? Hawking: Bu meseleye insani açıdan bakmak olur. Sistemin dışından bakmak değil. Weber: Elbette. Bizler gözlemciyiz, her şey bizden geçiyor, öyle değil mi? Söylediğiniz her şey bir insan bilincinin bakış açısından söylenmiş şeylerdir. Hawking: Lakin şayet sistemin dışında olsaydık -bize dışarıdan bakıldığında- tıpkı karıncalar gibi gözükecektik. Weber; Ama sistemin dışında olsaydık şimdiki tanımımızdan farklı birtanım mı verecektik ki? Sonuçta o aynı evren olmayacak mıydı? Hawking: Dışarıda olmayı konuşmak bir bakıma gerçekten hayli anlamsızdır. Zamanın, uzayın ve geri kalan her şeyin gerçekte içimizde olduğunu düşünüyorum. Onlar evreni tarif etmek için geliştirdiğimiz matematiksel modellerdir sadece. Weber: Çünkü bizler sistemin içindeyiz… Çalışmanız çoğu zaman bu konu hakkında olduğu için, zamanın “içimizde” mi yoksa “dışarıda” mı olduğunu sormak istiyorum. Hawking: Zamanın, uzayın ve geri kalan her şeyin gerçekte içimizde olduğunu düşünüyorum. Onlar evreni tarif etmek için geliştirdiğimiz matematiksel modellerdir sadece. Weber: Fizikçi doğayı mı inceler, yoksa kendi doğa kavrayışını mı? Heisenberg’in ifadesi aklıma geliyor da. [fizikçinin doğa kavramı] Hawking: Bunun anlamlı bir ayrım olduğunu sanmıyorum. Bizler sadece kendi modellerimizi inceliyoruz. Weber: Yalnız zamanın içimizde olduğunu söylemiştiniz. Hawking: Bu da modelimizin bir parçasıdır. Weber: Ve zaman bilimde es geçilemez. Hawking: Geçilebilseydi kesinlikle onun hakkında hiçbir şey bilemezdim. Weber: Erken evrenin, hayat da dâhil olmak üzere her şeyin kökeninin ne olduğu şeklindeki nihai sorunun cevabını taşsıdığını söylemiştiniz. Çalışmanız kozmosun bilinen en eski anından ve onun sonuçlarından başlıyor; çalışmanızı göz önüne aldığınızda, onunla evrende kendini onaya çıkaran yaratıcılığı mı inceliyorsunuz yoksa öteden beri ilk koşullar kümesinde neyin saklı olduğunu mu inceliyorsunuz? Hawking: Determinizmi mi soruyorsunuz? Weber: Bir bakıma. Örneğin, Prigogine, önceden mevcut olan her tür modele, arketipe veya mutlak yasaya karşı çıkmaktadır. Ona göre öteden beri tam anlamıyla yaratıcılık kendini açığa çıkarmakta, neticelendirmektedir. Hawking: İlk anın özel bir şey olduğunu sanmıyorum, tıpkı kuzey kutbunun yeryüzünün özel bir noktası olmadığı gibi. O sırf bizim enlemi kendisinden başlayarak ölçmek için seçtiğimiz bir noktadır. Weber: Bunlar benzeşiyor mu? Hawking: Evet, benzeştiğini düşünüyorum. Zamanı Büyük Patlamadan itibaren ölçmeyi tercih ediyoruz. Ama ben, Büyük Patlamanın, uzay-zamanın diğer herhangi bir noktası gibi bir uzay-zaman noktası olduğunu düşünüyorum. Weber: Ondan önce yasalar geçerli değildi. Hawking: Büyük Patlamadan önce ne olduğunu sormak kuzey kutbundan bir mil ötedeki noktada ne olduğunu sormaya benzer. Evrenin bütünüyle kendi başına var olduğunu düşünüyorum. Onun herhangi bir başlangıcı veya sonu yoktur, ne yok edişe ne de yaratıma sahiptir. Weber: Çünkü onun kendisi bizim ölçümüz. Anlıyorum. Sizce doğanın temelinde yaratıcılık esası mı yatıyor? Hawking: Bu kelimeyi kullanmayı doğru bulmuyorum. Evrenin bütünüyle kendi başına var olduğunu düşünüyorum. Onun herhangi bir başlangıcı veya sonu yoktur, ne yok edişe ne de yaratıma sahiptir. Weber: Onun yasaları değişebilir mi? Hawking: Hayır, çünkü değişseydi, bu, yasalara dâhil olan ve yerden yere değişen başka bir niceliğin varlığına delalet ederdi sadece. Weber: Evrenin bir sınırının mevcut olabileceği ihtimali söz konusu olduğunda, iki yolun da izlenilebileceğini söylemiştiniz; sınırı bir Tanrı veya Tanrıya benzeyen bir tür ilkeyle ilişkilendirdiniz. Hawking: Bir sınırın olmadığını kanıtlamak çok zordur, ama hiçbir sınırın olmadığı hipotezine dayanarak evrendeki her şeyi açıklayabildiğimizi gösterebilseydik, sanırım bu, çok daha doğal ve ekonomik bir teorem olurdu. Kesişmeler Bilim Adamı ve Bilgelerle Diyaloglar Kainatın Bir Sınırı Varsa Bir Tanrı’nın da Var Olması Gerekir Renee Weber, 1985 Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.