nevermore Oluşturma zamanı: Şubat 20, 2021 Paylaş Oluşturma zamanı: Şubat 20, 2021 Cadılık ateizmdir; ateizm ise en büyük suç ve günahtır. Cadı şeytani araçlar yardımıyla bir şeyi denetlemeye ve yürütmeye “bilinçli” olarak çalışan kimsedir. Bilinçli olması hukuksal olarak cadılığa yargı yolunu açar. (Jean Bodin) Savaşları, veba salgınları, açlığı, sefaleti, vahşiliği ile ortaçağ; çileli, sert, acımasız bir çağdır. Kilisenin yaymak istediği bilgileri adeta unutarak yeni bir düzen kurmak amacıyla hâkimiyetini sağlamlaştırmak istemesi, eski medeniyetlerin, ilkel toplumların bilgini sayılan büyücüleri ‘cadı’ya dönüştürür. Artık o, şeytanın bir aracısı, bir uşağıdır. (Scognamillo) Cadılık üzerine düşünmeye başlamak, bizi çok yönlü bir araştırmaya yönlendirir ister istemez. Bir yandan tarih ve özellikle inanç tarihi ve siyasal tarih alanına, bir yandan da antropoloji ve cinsiyet çalışmalarına değin pek çok bağlamda düşünmeyi ve tartışmayı gerektirir. Hatta günümüzle bağlantı kurmaya çalıştığımızda popüler kültür bile işin işine girer. Ancak biz meseleye cadılık anlayışları üzerine giden bir incelemeyle yaklaşmayı deneyeceğiz. Yapmaya çalışacağımız şey, ortaçağ boyunca kilisenin hışmına uğrayan, engizisyon kararlarıyla ve şiddet kullanılarak yok edilmeye çalışılan cadıların kim olduklarını tartışmak ve cadının nasıl tanımlandığı ve cadılığın ne olduğu sorularına cevap aramak olacak. 16. Yüzyıl hukukçusu Jean Bodin’e göre dinin ve ahlakın reddi evrensel ve eskidir. Bu açıdan antik dünyanın cadılarıyla 16.yüzyıl cadıları aslında birbirlerinden çok farklı değildir. İyi ve kötü ruh arasındaki farklılığı bilen, kendi çocuklarını kurban etmekle kalmayıp, ayrıca şehvet düşkünlüğü ve cinsel sapıklık içinde bulunanlar putperest olmakla birlikte cadıdır da. Bodin’e göre cadılık ateizmdir; ateizm ise en büyük suç ve günahtır. Cadı şeytani araçlar yardımıyla bir şeyi denetlemeye ve yürütmeye “bilinçli” olarak çalışan kimsedir. Bilinçli olması hukuksal olarak cadılığa yargı yolunu açar. J.Bodin’in bu düşüncesine karşı William Perkins cadılığın evrensel olarak varolmadığını, fakat anti-hristiyan karaktere sahip olduğunu; vaftizi reddetmeyi ve dinden dönmeyi içerdiğini ileri sürüyordu. Bu anlamda cadılık yalnızca hıristiyanlıkta mümkün olabilirdi ve sadece bir hıristiyan cadı olabilirdi. 16. yüzyıl fizikçisi Johann Weyel’e göreyse cadılar zayıf, bunak, aldatılmış ve yanlış yola sapmış yaşlı kadınlardır ve biz onlara ceza vermek yerine sempati göstermeliyiz. Fiziksel olarak tehlikeli zehir kullanan cadılar olsa bile bu laik bir suçtur; kimse inançlarından ve ibadetlerinden ötürü yargılanmamalıdır. Tüm bu düşüncelerin yanında, biraz ayrıksı ve farklı olan bir başka yaklaşım ise İsveçli fizikçi Paracelsus tarafından dile getirilmiştir: Büyülü nesneleri ve kimyasal maddeleri, yıldız ve gezegenlerle birlikte kullanmak evrenin büyük ve doğal enerjisini kontrol sağlar ve bu enerjiyi kullanan kimse felaketler de yaratsa cadı olmaktan çok doktordur. Bununla birlikte, özellikle köylerde, kara büyüyü yok etmek için ak büyüyle uğraşanlar da vardı. Yararlı görülen bu insanların şeytanla ve cadılarla başa çıkmaları konusunda komşularına yardımcı olduklarına inanılıyordu. Halk tarafından desteklenen bu insanlar da zaman zaman kilisenin vahşetinden paylarını alırlar. Görüldüğü gibi iki tip cadılık anlayışı ortaya çıkmakta: bir yanda cadıları zarar verici büyü kullananlar olarak görenler, diğer yanda ise cadıları örgütlenmiş bir grup olarak şeytana tapanlar olarak görenler. Gerçekten bu anlamda cadılar var mıydı? Ortaçağ Avrupasında Cadılar Çoktanrılı dönemin bilge kişisi kabul edilen büyücüler, ortaçağda kilisenin yorumuyla “şeytanın uşağı” cadılara dönüştüler. Önce, bütün aksiliklerin sorumlusu olarak yaratıldılar(!) sonra da engizisyon mahkemelerinde öldürüldüler. Günümüzde fantastik edebiyat oldukça popüler. Bugün büyü denen şeyin aslında var olmayan, yalnızca masallarda kendine yer bulabilecek bir uğraşı olduğunu biliyoruz. Ne var ki, tarihin her döneminde durum böyle değildi. Her ne kadar bugün dünya onları televizyon dizilerinden burunlarını oynatarak istedikleri her şeyi yapabilen tatlı yaratıklar olarak tanısa da cadılar, özellikle ortaçağda birçok kimsenin korkulu rüyasıydı. Geceleri dolaşarak kötülük yaptıklarına inanılan 50 yaşlarında, dul, tırnakları uzun, pis ve şehvet düşkünü kadınlar için kullanılan cadı tanımlaması aslında bir dinin nasıl yozlaştırılabileceğinin en iyi örneklerinden birini de oluşturuyor. Peki neden kadınlar? Çünkü Kitab-ı Mukaddes’te, “Efsuncu kadını yaşatmayacaksın” (Çıkış 22:18) hükmü yer alıyor. Aziz Augustine göre, ‘havai güçler’ olan iblisler göklerden aşağı süzülerek kadınlarla cinsel ilişkiye giriyorlardı. İşte cadılar, bu yasak ilişkinin ürünüydü. Cadılık inancının tarihi, ilk insan topluluklarına dayansa da, Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra kabusa dönüşmeye başlıyor. Şehirler, bu tek tanrılı dinin yayılmasına karşı çıkmazken, köylerde çoktanrıcılık devam ediyor. Ancak bu, kilisenin, Pagan adı verilen köylüleri şeytanla işbirliği yapan cadılar olarak tanımlamasına neden oluyor. Şeytanla işbirliği yaptıklar ve havada uçtukları, kötülüklerini dünyaya yaydıkları söyleniyordu. Bunlar çoğunlukla halkın cahilliğinden kaynaklanan hurafelerdi. Ne var ki, ortaçağ Avrupa’sında cehalet o kadar yaygındı ki, açıklanamayan her şey büyüye yoruluyordu. Kilisenin çeşitli amaçlarla yürüttüğü cadı avları da kısa sürede toplumsal bir histeriye neden oldu. Kilise, 1233’te, mezhep sapkınlıklarını önlemek ve Hıristiyanlıktan uzaklaşan tarikatlarla uğraşmak için engizisyonu kurdu. Cadılar da bu mahkemelerden nasibini aldı. Ortaçağda Avrupa’da cadılık ve büyücülük suçlamasıyla yüzlerce kişi canlı canlı yakıldı. Peki, bütün bu histerinin ardında yatan şey neydi? Yüzyıllar boyunca ortada görülmeyen cadılar ne olmuştu da ortaçağ Avrupa’sında böylesine ortaya çıkmıştı? Kilise birdenbire cadılara neden düşman kesilmişti? Büyücü avına ilişkin yaygın kuramlardan ikisi, ağırlıklı olarak tıbbi gerekçelere dayandırılmış ve kitlesel bir çılgınlık varsayılmıştır. Savlardan ilkine göre köylü halk aklını kaçırmıştır. Yani büyücü fenomenine, elinde yanan bir meşale ile simgelenen, kana susamış köylü lümpeninin kitlesel öfkesi ve kitlesel paniğinin yarattığı bir salgın hastalık olarak bakılmalıdır. Bir diğer psikiyatrik açıklamaysa daha da inanılmayacak bir savla, bizzat büyücülerin kendilerinin, ruhsal bir bunalım içinde dünyayı tımarhaneye çevirdiği yolunda. Oysa gerçekler ne illegal bir lümpen hareketi ne de histeriye kapılmış kişilerin hezeyanları olarak açıklanabilir. Hemen hemen dünyanın her toplumunda bir çeşit cadı kavramı vardır. Ama Avrupa’nın cadı çılgınlığı başka yerde patlak veren herhangi bir benzerinden daha canavarca, daha uzun süreli olmuş ve çok daha fazla sayıda kurban ortaya çıkmıştır. İlkel toplumlarda suçu ya da suçsuzluğu belirlemenin bir parçası olarak acı veren çok çetin deneyler kullanılmış olabilir. Ama hiçbirinde cadı olduğu düşünülen kişilere, diğer cadıların adını vermeleri için işkence yapılmamıştır. Hatta Avrupa’da bile işkence, ancak 1480 tarihinden sonra bu amaçla kullanılmıştır. MS. 370 İskenderiye Tarihin ilk bilinen kadın matematikçisi Hypatia, rüyalar, astronomi ve matematikle uğraştığı için, kilisenin iftirası üzerine cadı ilan edildi. Suçlama: “Kadının okumuşu cadı olur” idi. Elbette bu farklı bir yorumdu, lakin cadılığın nasıl türediğini bize açıklayabilirdi. MS 1000 yılından önce komşusu tarafından sözde şeytanla görüldüğü için öldürülen hiç kimse yoktur. İnsanlar birbirini sihirbaz ya da cadı olmakla ve kötülük yapmak için kullandıkları doğaüstü güçlere başvurmakla suçlamışlardı. Havada uçabilen ve korkunç hızlarla büyük mesafeler geçen bazı kadınlar hakkında çeşitli şeyler anlatılıyordu. Ama yetkililer sözde cadıları yakalayıncaya kadar bunları kovalamak, bulmak için araştırma yapmak ve suçlarını itiraf ettirmek için işkence yapmak benzeri eylemlerle ilgilenmiyorlardı. Aslında, Katolik kilisesi başlangıçta havada uçan cadı gibi şeylerin var olmadığını, süpürgeye binmelerini şeytanın yarattığı bir hayal olarak kabul edildiğini ısrarla belirtmiştir. MS 1000 yılında böyle uçuşların gerçekten yapıldığına inanmak yasaklanmıştır; sonraları, yaklaşık 500 yıl sonra, 1480 yılındaysa bu uçuşların yapılmadığına inanılması yasaklanmıştır. MS 1000 yılında kilise, cadıların süpürgeye binme eylemlerini şeytanın ürettiği bir simge olarak görüyordu. Beş yüz yıl sonra kilise süpürge sopasına binme olayının yalnızca bir simge olduğunu savunanların, şeytanla birlik olduğunu resmen öne sürdü. Araştırmacı yazar ve tarihçi Giovanni Scognamillo “Medeniyetler Çatışmasında Batı’nın İnanç Temelleri” adlı kitabında engizisyon mahkemeleri ile ilgili şunları anlatıyor: “1834’e kadar süren bu mahkemelerde, papaların kararları ve desteği ile kilise, tarihin en kanlı ve korkunç sahifelerini katliamlar ve işkenceler ile dolduruyor. Dini bir kuruluş olan engizisyon, bağlı olduğu kurumu, hiçbir şeyden kaçınmadan ve hiç kimseden korkmadan vargücüyle savunuyor. Cadılık adı altında siyasi çıkarları destekleyerek, kilisenin en korkutucu silahı oluyor. Jeanne d’Arc, cadı olarak yakılıyor.” (Jeanne d’Arc: Fransız halk kahramanı. Erkek kılığına girerek İngiliz işgaline karşı savaşmış; esir düştükten sonra diri diri yakılmış. Engizisyon tarafından dine karşı gelmek ve büyücülük yapmakla suçlanan Jeanne d’Arc, 1920’de Vatikan tarafından azize olarak kutsanmış.) Amerikalı Fizikçi Carl Sagan‘da, “Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı” adlı kitabında, “Cinselliği bastırılmış, erkek egemen bir toplumda, yargıçları bekar kalmaya mahkum edilmiş rahipler tarafından gelen bir ortamdan bekleneceği gibi, engizisyonda güçlü cinsel ve kadın düşmanı öğelerin de söz konusu olduğu biliniyor” yorumunu yapıyor. Katolik kilisesi başlangıçta havada uçan cadı gibi şeylerin var olmadığını, süpürgeye binmelerini şeytanın yarattığı bir hayal olarak kabul edildiği görüşü Canon Episcopi denilen bir belgede düzenlenmiştir. Cadı çetelerinin geceleri uçtuklarına inanan Canon, şöyle uyarır: “Aklı imansız olan kişi bu şeylerin ruhta değil, vücutta olup bittiğini sanır. Başka deyişle, şeytan sizi ya da başkalarını geceleri uçtuğunuza inandırır, ama ne siz ne de başkaları gerçekten uçuyor olamazsınız.” “Gerçekten” sözcüğünün ne anlama geldiğinin ve gerçek sözcüğünün daha sonraki tanımlarından farkının kesin ölçüsü bulanık olmuştur: Sizin ya da düşçü arkadaşlarınızın, başkalarıyla havada uçtuğuna inandığınız bir kişi günah işlemiş olmakla suçlanamaz. Başkalarının orada bulunmuş olmaları yalnızca bir düştür, başkaları sizin düşlerinizde yaptıklarınızdan sorumlu tutulamazlar. Ancak, düş gören burada kötü düşünceler taşıyordur ve bu nedenle cezalandırılmalıdır. Bu ceza şekli sonradan olacağı gibi yakılmak değil, aforoz edilmekti. Engizisyon Sapkınlığı Canon Episcopi’nin hükümlerinin tersine çevrilmesi birkaç yüzyıl aldı. Bu süre sonunda cadıların kendilerini hem beden hem de ruhça havada uçurduklarını yadsımak, dinsel öğretiye karşı işlenmiş bir suç sayıldı. Gezi gerçeği saptandıktan sonra itirafta bulunan her cadıyı, Sabbat olarak adlandırılan cadı ayininde bulunan öteki insanlar hakkında sorguya çekmek olanağı bulunurdu. İşte bu durumda uygulanan işkence, zincirleme bir tepkime gibiydi. Her cadı otomatik olarak iki ya da daha çok sayıda yakılacak aday bulunmasına yol açardı. Sistemin pürüzsüz yürümesini sağlamak için geliştirilmiş başka yöntemler de vardı. İşkencecilerin ve cellatların hizmetlerine ilişkin harcamalar cadının ailesine ödetilir, böylece harcamalar düşük gösterilirdi. Yerel makam sahipleri arasında cadı avcılığı için büyük bir coşku oluşabiliyordu, çünkü bunlar cadılıktan hüküm giymiş birinin mülklerine el koyma yetkisine sahiptiler. Bir cadı avlama sisteminin üzerinde daha on üçüncü yüzyılda durulmuş, ama bu sistem cadılarla savaşın bir parçası olarak değil de, Hıristiyanlığın içinde ortaya çıkan sapkın mezheplere karşı kullanılmıştı. Katharlar, Waldesyenler, Dolcinienler, Bogomiller gibi Katolik kilisesini tehdit eden unsurlara karşı savaşmak için Engizisyon mahkemesi kuruldu. Fransa, Almanya, İtalya gibi ülkelerde Engizisyon’un kovuşturmasına uğrayan dinsel gruplar yer altına çekildiler, gizli hücreler oluşturdular ve saklı toplantılar yapmaya başladılar. Engizisyon, düşmanın gizli etkinlikleri yüzünden çabalarının sonuçsuz kaldığını görünce, sapkınları itirafa ve suç ortaklarını açıklamaya zorlamak üzere onlara işkence yapmak için Papa’dan izin istedi. Bu izin Papa 6. Alexander tarafından verildi. Sapkınları, dine küfredenleri, büyücüleri, şeytani işlerle uğraşanları meydana çıkarıp halkı bu kötü insanların şerrinden korumak için, Kutsal Roma Kilisesi 12. yüzyılda bütün Avrupa’da etkili bir soruşturma komitesi kurulmasına karar verdi. Aslında daha önce de böyle yerel komiteler kuruluyor ve zararlı sapkınların cezası veriliyordu. Ama, cezalandırmalarda ipin ucunu kaçıranlar artınca, Papalık bu işi ele almak zorunda kaldı. Adını “soruşturma” anlamındaki Latince “inquisitio” kelimesinden alan bu kuruluşun yetkileri, ancak 1908 yılında Papa Pius X tarafından Kilisenin modernizasyonu sırasında kısıtlanabilmiştir. Umberto Eco, Gülün Adı adlı romanında, yedinci bölümde rahip Jorge’nin ağzından Kilisenin felsefesini çok anlamlı bir biçimde dile getirir: “Kilise kanununun adı Tanrı korkusudur. Halk devamlı korkmalıdır ki Tanrı’nın gölgesi olan Kilise ayakta kalabilsin.” Engizisyon işte bu amaçla kurulmuştu ve uzun yıllar boyunca görevini hiç acımadan yerine getirdi. Engizisyon’un en çok hışmına uğrayanlar, hiç şüphesiz cadılardı. Aslında cadılığın kökünde, Avrupa’ya kuzeyden gelen barbar kavimlerin doğaya ve bilinmeyene olan tutkusunu bastırıp halkı batıl inançlarla korkutmaya çalışan Kilise’ye karşı bir protesto vardır. Bu protesto en çok İngiltere adasında kendisi göstermiş ve halkın yoğun tepkisi sayesinde buraya Engizisyon girememiştir. Günümüzde Margaret Murray tarafından gayet iyi bir yorumla sunulan bu Witch kültü, Batı Avrupa’da Hıristiyanlığa karşı pagan dinlerin yeniden ayaklanışı anlamını taşır. Murray’in 1921′de yayınlanan The Witch-Cult in Western Europe adlı araştırmasında, cadılarla periler ve elfler arasındaki bağlantı şöyle tanımlanır: (App.I) “Bir zamanlar Avrupa’da yaşayan cüce ırktan çok az elle tutulur bakiye kalmıştır günümüze. Ama bu ırk elfler ve perilerle ilgili birçok hikayede varlığını koruyabildi. Her yedi senede bir kendi tanrılarına bir insanı kurban etmelerinden başka bunların dini inançları ve gelenekleriyle ilgili bir bilgimiz yok… Cadıların, bu periler olarak bilinen ırk ile güçlü bir bağlantısı olduğu kesindir. Tahminimce, üç yüz yıl öncesine kadar, peri ırkına bağlı gelenekler devam etmiştir ve bu gelenekleri sürdürenlere de cadı (Witch) denmiştir.” Sapkın mezhepler işkence gördüğü sırada cadılar hâlâ Canon Episcopi’nin hükmü altındaydı. Cadılık bir suçtu ama dinsel bir sapkınlık değildi. Çünkü sabbat adı verilen cadı toplantıları imgesel bir uydurmaydı. Zamanla Engizisyon sorgucuları cadılık davaları konusunda yargı yetkisinden yoksun olmaları nedeniyle, gittikçe hoşnutsuz bir tavır içine girdiler. Onların anlayışına göre, cadılık artık Canon Episcopi’nin uygulandığı dönemlerdeki gibi değildi. Yeni ve çok tehlikeli bir cadı türü gelişmişti. Bu cadı türü sabbatlara gerçekten uçarak gidebiliyordu ve diğer sapkın mezheplerin gizli uzantıları gibi davranıyorlardı. Eğer cadılar da öteki sapkınlar gibi işkenceden geçirilebilirlerse, onların itirafları çok daha geniş bir suikast örgütünü açığa çıkarabilirdi. Sonunda Roma bu yönde gelen taleplere boyun eğdi. 1484’de Papa Innocentius VIII, kendi kurtuluşlarına aldırmaksızın katolik inançtan saparak şeytana teslim olanları cadı ilan ederken kafasında bu düşünce vardı. Kilise, kendisinden farklı olanları hazmedemeyecek/kabul edemeyecek ve onları engellemenin ve cezalandırmanın yollarını arayacaktır. Almanya’nın her yerinde cadıların kökünü kazımak için 1484 yılında yayımladığı bir kararnameyle, Engizisyoncu Heinrich Institor Kramer ve Jakob Sprenger‘e, Engizisyon’un bütün yetkilerini kullanma izni verdi. Kramer ve Sprenger Kramer ve Sprenger 1497’de, her cadı avcısının el kitabı olarak kullanılan “Cadıların Çekici” (Malleus Maleficarum) adlı bir kitap yazdılar. Kitapta cadıların nasıl büyüler yaptıkları ayrıntılı olarak anlatılır. Sözgelimi süt büyüsü yapan bir cadı için şöyle yazılmıştır: “Süt büyüsü yapacak cadılar, genellikle kutsal günlerde gece yarısı evlerinin herhangi bir cephesinin önünde toplanırlar. Bacaklarının arasında süt teknesi olduğu halde büyüyü uygulamak için çömelen cadı, elindeki bıçağı, baltayı ya da sivri uçlu bir nesneyi ağaca saplar ve inek memesinden süt sağarmışçasına aynı hareketi baltanın, bıçağın sapına uygular. Bir yandan da her zaman yanına gelmeye hazır bekleyen şeytanı çağırır. Büyü yapılan komşunun ineğinin memelerindeki süt, şeytan tarafından saplanmış nesnenin sapından büyücünün teknesine akar.” Kitapta, cadıların nasıl meydana çıkarılacağı ve cinlerle ilişki kurduklarını itiraf etmeleri için hangi işkencelerin yapılacağı ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Kitapta, “Acaba cinler tek başlarına kötülük yapabilirler mi, yoksa bir cadının yardımı gerekir mi?” sorusuna “Onlar mutlaka kendilerine yardım etsin diye birisini bulup kandırır ve onun vasıtasıyla kötülüklerini daha etkili biçimde yayarlar” cevabı verilerek halktan kimin cadı olduğunu tahmin edip hemen bildirmeleri isteniyor. Kramer ve Sprenger, cadıların bazılarının yalnızca simgesel olarak sabbata katıldıklarını; ama çoğunun oraya gerçekten de gövdelerini taşıdıklarını kabul ettiler. Her iki durumda da sonuç aynıydı, çünkü oraya yalnızca imgesinde uçan cadı, olan bitenleri tıpkı gövdesini taşımış cadı kadar güvenilir biçimde görmektedir. Bir kocanın, karısının yatakta yanında olduğuna yemin ettiği ama başkalarının onu sabbat ayininde gördüklerine ilişkin tanıklık ettikleri davalara gelince, burada adamın dokunduğu kadın karısı değil, onun yerini alan bir şeytandır. Belki de Canon Episcopi’nin öne sürdüğü sava göre uçuş yalnızca imgeseldi. Ne var ki cadıların verdikleri zararın imgesel olduğu nasıl düşünülebilirdi ki? Akla gelebilen her yıkım sığırların ve ürünlerin yok olması, çocukların ölümü, acılar ve ağrılar, sadakatsizlik ve delilik cadılardan kaynaklanıyordu. Bütün bunların ardından, Cadıların Çekici adlı kitap, cadıların tanınmaları, suçlanmaları, sorguya çekilmeleri ve işkenceden geçirilmeleri işlemlerinin nasıl yapılacağını anlatan bir bölümle son bulur. “Kim ki birinin zındık ya da büyücü olduğunu bilmektedir ya da duymuştur, ya da kim ki böyle birinin insanlara, hayvanlara ya da tarlalardaki ürüne yönelik, devlete zarar veren herhangi bir uygulamasına tanık olmuştur, on iki günlük süre içinde bizleri haberdar etmek zorundadır…” Büyücü ihbarında ihmali görülen herkes, kiliseden kovulmak ya da fiziki cezalardan birine çarptırılmayı göze almak zorundaydı. Sanıkların suçlarını itiraf etmeleri için tüyler ürperten işkenceler uygulanırdı. Genellikle sanığın önce giysileri çıkarılmakta, sonra da tırnak sökme, çarmıha germe, kemik kırma, susuz bırakma, dayak atma gibi işkencelere tabi tutulmaktaydılar. Sprenger, nedense aklını kadınlara fena takmıştı. Cadıların kesinlikle kadınlar arasından çıktığına inanıyordu. 1631 yılında Friedrich von Spee tarafından kaleme alınan Cautio Criminalis adlı eserde ise bütün bu kepazeliklerin din adına yapılmasının utanç verici olduğunu belirten yazar, bir dedikodu uğruna cadı diye damgalanan kadınları çırılçıplak soyup en mahrem yerlerine kadar inceledikten sonra öldüresiye işkence etmenin ilahi adaletle bir ilgisi olmadığını savunur. Ancak, unutmayalım ki bu tarihte Almanya’da dini reformlar yerleşmiş ve insanlar yobazların baskısından kısmen de olsa kurtulmuşlardı. Carl Sagan, “Cadıların Çekicini”ni, “işkencecinin teknik el kitabı” olarak niteliyor ve cadı yargıçlarının bir ellerinde bu kitap, diğer ellerinde de Papa’nın fermanı ile Avrupa’nın her yerinde mantar gibi türediklerini yazıyor. Cadı avının kısa sürede bir gider hesabı yutturmacasına döndüğünü belirten Sagan, şu bilgileri veriyor: “Tüm soruşturma, dava ve infazların giderleri, davalının kendisinden ya da akrabalarından alınıyordu. Cadıyı avlamak üzere görevlendirilmiş casusların ödülü, gardiyanların şarabı, yargıçların şöleni, daha deneyimli işkenceci getirmek için görevlendirilenin yol giderleri, odun, katran ve celladın ipi, giderler arasındaydı. Mahkeme heyetinin üyelerine, yaktırdıkları her cadı için ikramiye de ödeniyordu. İdam edilen cadının mal varlığı, eğer geriye bir şeyi kalmışsa, kilise ve devlet arasında bölüşülüyordu. Bu yasa ile toplumsal ahlak onaylı kitle cinayeti ve hırsızlık kurumsallaştıkça, çevresinde büyük çaplı bürokrasi oluşarak, ilgi alanı yoksul acuzeler olmaktan çıkıp orta sınıftan dişe gelir kadın ve erkekler olmaya başladı.” Şifa, Hekimlik ve Cinsiyet Cadı olduğu düşünülen bir kadının bir başkasına büyü yoluyla zarar verip vermediğinin, doğal ve diğer felaketlere neden olup olmadığının somut olarak kanıtlanamayacağı, ancak inanç düzeyinde bunun böyle olduğu ortaya konulabileceği düşünüldüğünde; hatta kimin cadı olup olmadığının belirlenmesinin de keyfiyete dayandığı hesaba katıldığında, cadılar için gündeme getirilen yasal düzenlemeler, yasaklar ve ölüm cezalarının iktidar olanlar tarafından, kendi iktidarını özellikle de kadınlar üzerindeki iktidarını güçlendirmek ve yeniden üretmek için kullanılabileceği açıkça görülebilir. Yoksa kim kanıtlayabilir, Batı Almanya’nın güneyindeki bir kasabada şiddetli dolu fırtınalarının sorumlusu görülüp cadı olarak yakılan 63 kadının gerçekten o felaketlere neden olduğunu. Sabbat ayinleri düzenlemekle suçlanan ve şeytanla işbirliği yaptığı iddia edilen kişilerin çoğunun kadınlar olması, ortaya değişik savların çıkmasına neden oluyor. Bunlardan bir tanesi dönemin tıbbının ve şifacılığının kadınların elinden alınarak tamamen erkek egemen bir düzenin kurulmasıyla ilgili. Bu sava göre o dönemde büyücü ya da cadı olduğu iddia edilen kişilerin büyük çoğunluğu, bazıları bugün bile farmakoloji alanında kullanılan şifalı otlar yardımıyla insanları sağaltan şifacılardı. Sözgelimi cadı ya da büyücü olduğu iddia edilen kişiler bazı otlar yardımıyla doğumu kolaylaştıran, iltihap dağıtan, ağrı kesici olan ilaçlar elde ediyorlardı. Bu dönemde kiliseye bağlı hekimlerse kadının doğum sırasında çektiği acıların, işlenen ilk günahtan dolayı olduğunu öğreniyordu. Şifa dağıtan cadıların yöntemleri ve elde ettikleri sonuçlar Katolik kilisesi için önemli bir tehdit oluşturuyordu; çünkü cadı olduğu söylenen kişiler uygulamacıydılar. İnanç dünyasının duaları ve kilisenin katı dinsel öğretisinden uzak duruyor, deneme yanılma yöntemiyle elde ettikleri neden sonuç ilişkisine itibar ediyorlardı. Hastalıklar için, gebelik ve doğum için en uygun ilacı bulmak amacıyla çalışıyorlardı. Kilisenin gözüne büyü gibi görünen şeyler bir anlamda o çağın bilimi sayılabilirdi. Kiliseyse tümüyle deneyselliğin karşısındaydı. Kilise için doğadaki fiziksel oluşumların arkasındaki yasaları araştırmak anlamsızdı. Dünya Tanrı tarafından bir anda yaratılmıştı; herhangi bir anda yok edilebilirdi. Büyücü ya da cadı oldukları iddia edilen şifacılar pratik çalışmalarını halk katmanları arasında sürdürürken, egemen sınıflar tıp dünyasında kendi temsilcilerini ortaya çıkarıyordu: Üniversite eğitimi almış doktorlar. Ortaçağın bu döneminde Araplarla ilişkilerin sıklaşması nedeniyle Avrupa’da bilimsel anlamda bir canlılığın başladığı göze çarpıyordu. Tıp da bu canlanmadan etkileniyordu. Ne var ki kilisenin katı baskıcı tutumu, tıbbın belirli bir çerçeveye oturtulmasını ve bunun dışına asla çıkılmamasını zorunlu kılmıştı. Ortaçağ tıp eğitimi kilise doktriniyle çatışmayacak şekilde düzenlenmişti. Okumuş doktorlar bir papazın izin ve yardımı olmaksızın hiçbir tedavi uygulayamıyorlar, günah çıkarmaya rıza göstermeyen hastalaraysa hiç bakamıyorlardı. Doktor bedeni tedavi ederken ruha zarar vermemeliydi. Tıp eğitimi alan doktorlar için bu, zaman zaman akla ters düşecek uygulamalar anlamına gelebiliyordu. Öğrenimi sırasında hiç karşılaşmadığı hastayla ilk defa yüz yüze geldiğinde doktorun yaptığı şey, hurafelere dayanan adetleri uygulamaktı. Oxford Üniversitesi’nden bir tıp doktorası ve teoloji bakaloryası olan Doktor Edwards’ın, diş ağrısına karşı bir hastanın çene kemiği üzerine “baba, oğul ve kutsal ruh adına amin!” yazdığı söylenir. Hekimlik üniversite eğitimini gerektiren bir meslek olarak ortaya çıktıktan sonra, bu mesleği yasal olarak kadınlara kapatmak çok zor olmadı. Böyle bir eğitimin giderlerini kolayca kendileri karşılayabilen üst katmanlardaki kadınların bile önlerinde, yalnızca erkek doktorların mesleklerini uygulayabileceklerini belirten lisans yasaları vardı. Yani ayrıcalıklı kadınlar belki tıp okuyabilir, ama kesinlikle doktorluk yapamazlardı. Aslında bu önleyici yasaları uygulamak o kadar da kolay değildi. Bir avuç okumuş erkek doktorun karşısında birçok sağlık pratisyeni bulunuyordu. Ama bu yasaların asıl hedefi köylüye şifa dağıtan kadınlar değil, okumuş erkek doktorlarla birlikte, aynı şehirli hasta çevresine hizmet veren kadınlardı. Sözgelimi 1322’de Paris Üniversitesi Tıp Fakültesi, Jacoba Felicie adlı bir kadını mahkemeye vermişti. Jacoba, şifa dağıtmakta başarılı ama tıpla ilgili eğitim almamış bir kadındı. Hastaları, ona gelmeden önce öğrenim görmüş ünlü doktorlara gitmiş insanlardı. Mahkemede suçlandığı temel noktalarsa şunlardı: “… hastalarının iç hastalıklarını ve enfeksiyonlarını, hem de dış iltihaplanmaları tedavi etmiştir. Yorgunluk nedir bilmeksizin bütün hasta ziyaretlerini kabul etmiş, doktorların başvurduğu aynı yöntemlerle idrar tahlili, nabız sayımı, vücut ve organların yoklanması ile muayenesini yürütmüştür.” Altı tanık, başka birçok doktora başvurdukları halde ancak Jacopa tarafından iyileştirildiklerini; cerrahide ve tıpta Paris’te hiçbir doktorun erişemeyeceği bir yetkinliğe sahip olduğunu söyledi. Ama bütün bu kanıtlar onun aleyhine değerlendirildi, çünkü öne sürülen asıl suçlama onun yetkin olup olmadığı değil, bir kadın olarak hasta iyileştirmeye kalkışmasını hedef almıştı. Benzer bir gerekçeyle de İngiliz doktorları parlamentoya bir dilekçe vermişler, bazı gereksiz ve muzır kadınların “fizikçilik mesleği”ni icraya cesaret etmeleri nedeniyle yüksek para ve hapis cezalarıyla cezalandırılmalarını istemişlerdi. 1400’lerde artık doktorluğun, şehirli okumuş tıp pratisyenlerine karşı verdiği savaş bütün Avrupa’da zaferle sonuçlanmıştı. Bu zafer, üst düzeylerin sağlık hizmetlerinde erkek doktorların tartışmasız tek yetkili olduğunu getirmişti. Bunun dışında kalan sağlık pratisyenlerinin büyücülükle suçlanıp ortadan kaldırılmalarının önü, kilise tarafından açılıyordu. Öyle ki cadılık suçlamasıyla kovuşturulan kadınların büyüyle uğraşıp uğraşmadığına ya da büyülerinin zararlı olup olmadığına karar veren kişiler, doktorlardı. Cadıların Çekici’nde şöyle yazıyor: “Ve bir hastalığın büyüleme yoluyla mı yoksa fiziksel bir etkiyle mi ortaya çıktığını ayırabilmek için her şeyden önce bir doktorun tanısına başvurmak gerekir.” Büyücü avları süresince kilise de, doktorların profesyonel tababetini açıkça yasal olarak tanımlamışken, profesyonel olmayan tababeti, büyücülük uğraşıları içinde sınıflamıştı: “Eğer bir kadın eğitim görmeksizin birini tedaviye kalkışırsa, bu kadın bir büyücüdür ve ölmek zorundadır.” Sonuçta büyücü safsatası, doktora, günlük uygulamalarında kendi dışındakilere çamur atmak için hoş bir fırsat yaratmış oldu. Onun iyileştiremediği her şey belli ki büyücülüğün ürünüydü. Cadı Suçlaması Aslında cadılıkla suçlanmak için öyle olağanüstü bir nedene de gerek yoktu. Birinin vücudunun herhangi bir yerinde beni ya da doğum lekesi varsa, bu, o kişinin şeytanla işbirliği yaptığının kesin kanıtı sayılıyordu. Ya da ormanda yabani otlar toplayıp sebze çorbası yapan kadınlar, emri altındaki cinlere ziyafet vermekle suçlanıp cezalandırılıyordu. Eğer bir kadın, kilisedeki ayin sırasında esnerse, kadının içindeki cinin kutsal sözleri duyup kaçmaya çalıştığı düşünülüyordu. Birisinin cadı olup olmadığını anlamak için Hıristiyan dünyasında yapılan işlemler de ilginçlik gösteriyor. Örneğin, vaftiz suyuna atılıp da batmayanlar, vaftiz suyunun onları istemediği gerekçesiyle cadı sayılıyorlardı. Bir kadının cadı olduğunu anlamak için işkence türleri: Kızgın Demir Deneyi: İki el ile kızgın demir tutturulur. Elleri yanmamış ya da az yanmışsa, şeytanla işbirliği içindedir. Soğuk Su Deneyi: Kadın; çıplak, el ve ayakları birbirine bağlı olarak suya bırakılır, batmadan kalır ve yüzerse şeytanın işgalindedir. Tartı Deneyi: Kadının saçları kesilir, giysileri çıkartılır, kendisine bakılarak bir kilo tahmini yapılır. Gerçekten tartıldığında, edilen tahminden daha ağırsa şeytanla işbirliği içindedir. Gözyaşı Deneyi: Kadın; suçsuz ise ağlar; gözünden yaş gelmiyorsa, şeytan engelliyordur, suçlu bulunur. Aslında suçlamak istediğiniz bir kadına karşı her şey cadılık için kanıt sayılıyordu: Kadının fazla çalışkanlığı ya da tembelliği; kronik bir hastalığı ya da aşırı sağlıklı olması; şifacılığı veya ebeliği; evinin üzerindeki kara bulut olması ya da fazla açık hava olması; doğuştan kızıl saçları olması (İsa’nın eşi Mary Magdelena nedeniyle), iffetsizliği… vs. Cadılığın olmadığını söylemek ise, İncil’i inkar etmek anlamına bile gelebiliyordu. cadi_iskenceleri Bir de Cadı olduğu kesin olanlara yapılan işkenceler vardı, Köln Başpiskoposunun 1757’de cadılar için onayladığı işkence maddeleri de şunlar: Su İşkencesi: Kadın, sıkıca bağlanır, huni yardımı ile zorla ağzından sindirim borusuna su dökülür. Sindirim organları, fazla sudan dolayı patlar. Metal Tıkaç: Armut şeklinde bir alet olup, zorla ağza sokulur, vida ile iyice açılır ve bu esnada tüm dişler kırılır. Cadı, suçunu itiraf etmeye hazır olduğunu işaret edinceye kadar, çene kemikleri birbirinden ayrılır. Ayaklık: Ayakları, kan damarları çatlayana kadar, demir mengenede sıkıştırılır. Bu esnada kemikleri de kırılır. Diri Diri Suda Boğma: Kadının iffetsizliğini sembolize eden bir canlı maymun, baştan çıkartıcılığını gösteren canlı yılan ve cadılığının işareti kedi, kadınla beraber bir torbaya konur ağzı sıkıca bağlanır ve suya atılır. Diri Diri Toprağa Gömme Dört Atla 4 Ayrı Yöne Çekerek Parçalama Kafasını Kesip Yakma İşkence Çarkında Canlı Canlı Parçalama Diri Diri Yakma Cadının ölümüne hemen izin verilmez, işkence ile acı çekmesi temel amaçtır. Ölmeden önce, cadının içindeki şeytandan onu arındırmak böylelikle öte dünyaya daha az günahkar gitmesi amaçlanır. Cadıdan alınan masraflar: Hapiste cadıyı ziyaret eden papazların parası. Yakılacağı odunların parası. Yakılışını izleyen askerlerin içki parası. Ünlü hukukçu William Blackstone, 1765 tarihli “İngiltere Yasaları Üzerine Yorumlar” adlı eserinde şöyle yazdığı belirtiliyor: “Cadılık ve büyücülüğün, bırakınız gerçekten var olduğunu reddetmeyi, olabilirliğini tartışmak kalkışmak; Tanrı’nın, hem eski, hem de Yeni Ahit’in çeşitli bölümlerinde tekrarlanan sözüyle düpedüz çelişmek anlamına gelir.” “Bir cadının yaşamı için uğraş vermemelisiniz” diyen İncil’e uygun olarak yapılan bir işlem de cadıların yakılarak öldürülmeleriydi. Bu infaz şekli, “Kilise kan dökmekten nefret eder” diyen kilise yasaları ile uyum sağlamak amacıyla kutsal engizisyonca benimsenmişti. Cadı avı Avrupa’da sonraları da Amerika’da dönem dönem ortaya çıktı. Yakılan kurbanların büyük çoğunluğu cadı olduklarını ve şeytanla işbirliği yaptığını kabul eden kadınlardı. Ne var ki bu itirafların hepsi işkence altında yapılmıştı. Kurbanlara iki seçenek sunuluyordu: işkence altında yavaş yavaş ölmek, ya da cadı olduğunu itiraf ederse yakılarak ölmek. Birisinin bir suçlamaya uğraması içinse birçok neden olabilirdi. İneğinin ölümünü sevmediği komşusunun üzerine yıkan biri, onu rahatlıkla suçlayabilirdi. Mallarına el konmak istenen zengin biri, ya da birinin aşkına karşılık vermeyen güzel bir kadın cadılıkla suçlanabilirdi. Sonuç çoğu kez değişmezdi: yakılarak ölüm. Sonuç olarak söylenebilir ki cehaletin, toplumsal histerinin ve engizisyonun dayattığı koyu bağnazlığın ürünüydü cadılar. Cadı avıysa bir biçimde ortaçağ tıbbının kadınlardan arındırılması ve kilise yönetiminde erkek egemen bir havaya büründürülmesiyle sonuçlandı. Avrupa’dan Sıçrama Ortaçağı izleyen Rönesans’da da durum değişmedi. Şeytan ve uşakları 17. yüzyılda Eski Dünya’dan Yeni Dünya’ya sıçradılar. 1645 ve 1692‘de Amerika’da Salem kasabasında 19 cadı ölüme mahkûm edildi. Cadılara karışan genç kızlarla ilgili ilginç olay 1692 yılında, ABD’nin Massachusetts eyaletinin Salem kasabasında meydana geldi. Ann Putnam, Marry Wadden ve diğer kızların abuk sabuk iddialarla ortalığı ayağa kaldırmaları sonucunda, bir tür Engizisyon mahkemesi kuruldu ve yobazlar kısa zamanda kasabada dehşetengiz bir cadı avına giriştiler. Yıllar sonra her şeyin düzmece olduğu anlaşıldığında ise çoktan iş işten geçmişti. Fransız devrimi ile cadılar ve büyücüler, şeytanlık özelliklerinden çok şey kaybettiler; ceza kanununda sadece birer dolandırıcı sayıldılar. Ortaçağ Avrupası’nda yaşanan “cadı avı”yla ilgili son araştırmalardan biri de araştırmacı Haydar Akın‘a ait. Akın, Almanya’da yazılı kaynaklar, mahkeme tutanakları ve diğer belgelere dayanarak yazdığı, “Ortaçağ Avrupasında Cadılar ve Cadı Avı” adlı kitapta 1430-1780 yılları arasında, yaşlı ve kimsesiz kadınlarla başlayan ancak erkekler, çocuklar hatta din adamları olmak üzere geniş bir kesime yayılan bu av sonucunda 50 bin kişinin öldürüldüğünü ortaya koydu. Cadılık inancına eski Türklerde de rastlanıyor. İnanışa göre, cadı hortlamış bir insandır. Hortlamasına sebep olarak ise, ya gömülmeden ışıksız bir odada bırakılması ya da ölünün üzerinden kedi atlaması gösterilmiş. Günümüzde de hala Afrika’daki Barotse kabilesinde, Yeni Zelanda’daki Maori kabilesinde, Guetemala’daki Kişe Kızılderililerinde genel olarak cadılık inancı bulunuyor. Bunun yanı sıra Amerika’da 31 Ekim gecesi günümüzde bir geleneksel şenlik olarak Cadılar Bayramı olarak kutlanıyor. Amerikalıların Halloween dedikleri cadılar bayramının kökeni ise, M.Ö. 5’inci yüzyıl İrlanda’sına dayanıyor. İrlanda’nın Celtic bölgesinde yaz mevsiminin sonu olarak 31 Ekim kabul edilirdi. İnanışa göre, o sene içinde ölenlerin vücutsuz kalan ruhları 31 Ekim gecesi kendilerine yeni bir vücut aramak için gelirlerdi. Herkes, bedenini bu ruhlara kaptırmamak için, evini ruhları korkutup kaçırtacak şekilde düzenler; mumlar yakıp hayalet kostümleri giyerdi. 16’ncı yüzyılda cadı avı çılgınlığı en üst seviyelere ulaştı. O yıllardaki büyük buhran ve ekonomik krizin yarattığı infiali de önlemek için korku ve baskı yaratılmaya karar verildi. Bunun için de cadılar (büyücüler) seçildi ve sanki her şeyin nedeni cadılarmış gibi gösterildi. Giovanni Scognamillo bu dönemi şöyle anlatıyor: “Savaşları, veba salgınları, açlığı, sefaleti, vahşiliği ile ortaçağ; çileli, sert, acımasız bir çağdır. Kilisenin yaymak istediği bilgileri adeta unutarak yeni bir düzen kurmak amacıyla hâkimiyetini sağlamlaştırmak istemesi, eski medeniyetlerin, ilkel toplumların bilgini sayılan büyücüleri ‘cadı’ya dönüştürür. Artık o, şeytanın bir aracısı, bir uşağıdır.” Scognamillo ayrıca, Fransız tarihçi Michelet‘in “Cadılar” adlı eserinde, “Büyücü (cadı) hangi dönemde doğuyor, sorusuna, ben, umutsuzluk döneminde bu normal, diye cevap veriyorum. Tereddüt etmeden, kilise dünyasının yarattığı derin umutsuzluktan, diyorum. Cadı, kilisenin suçudur” şeklinde yazdığını da belirtiyor. Cadı Kültü Cadı, vahşi (wild) ve wit (bilgi, akıl) sözcüğünden gelir, Antik çağdaki wic ise, söğüt dalı yani kırılmadan bükülebilen dal sözcüğünden türeyerek wiccan adını aldı. Bu bükme, gerçekliğin algısını bükebilen anlamında olup, cadının süpürge ya da asası, bu nedenle söğüt dalından yapılırdı. Sonradan Kilisenin uygulamaları ile bu kelimelerin kökleri witch olarak değiştirilip, kötülük, yaşlılık ve çirkinlikle eş tutularak, aşağılayıcı bir anlam kazanmıştır. İngiltere’de düşmanlarının balmumu heykelcikleriyle ya da diken veya iğneyle delinmiş kulaklarıyla birlikte yakalananlar, düşmanlara zarar vermek için kullanıldığı sanılan lanetli tabletler, büyü amaçlı kullanıldıkları sanılan cesetler (necromany), kasaba mezarcılarına ölü bebeklerin saç ve tırnaklarının çalınmaması için verilen uyarılar, kara büyü yapan cadıların var olduğuna dair kanıtlar olarak sunulabilse de toplumların yaşadığı her felaketten (katillik, hırsızlık, verimsizlik, ürünlerin azalması, fırtınalar, depremler, ırza geçme gibi suçlar) yine onların sorumlu tutulması gibi bir yaklaşımı haklı kılmaz. Kaldı ki, sağaltıma yönelik büyüyle uğraşanların da azımsanmayacak kadar çok olduğu düşünüldüğünde bu yaklaşımın altında ortaçağın (bugüne kadar uzanabilmiş) bağnazlığının kıpırdadığı hissedilir. Günümüzdeki araştırmalar bu büyülerin çoğunlukla etkili olduğunu ileri sürmektedir. Eğer birisi düşmanının kendisine büyü yaptığını bilirse ve büyünün etkisine inanırsa psikolojik baskı, histerilere ve psikomatik etkilere neden olabilir. Yani büyü, gücünü, büyü korkusundan alır. Öte yandan ritüel, ayin ve kutlamalar için toplanan cadı gruplarının varlığı da bilinmekte. Ortaçağın başlarında ünlü bir kilise yasası, geceleri Diana’ya tapınan kadınları suçlar. Bu kadınlar, kanuna göre, yalnızca Tanrının yapabileceklerini şeytanın ya da kendilerinin yapabileceğini düşündürülerek aldatılmışlardır. Kimi ‘May Day’ ve ‘New Year’ kutlamaları en azından pagan törenselliğinin formlarını canlandırır. Sabah törenlerinde biraraya gelen cadıların da varlığı bilinmekte. Gerçek şeytana tapınma ise Alman Luciferianları ve Bohemian Adamiteleri arasında ortaya çıkmıştır. 14.yy’da olduğu bilinen örgütlü büyücüler yaşamaya devam eden eski muhalif mezhepleri, cadıların self-conscious gruplarını ya da engizisyon tarafından şüpheyle bakılan ve işkence çeken kurbanlarını temsil eder. (Catharists’ler, Albiyensiyans’lar, vb.). Ayrıca Ortaçağa ait bazı putperestlik tanımlamaları, cadı kültünün olduğuna dair kanıtlar sunar. Örneğin İngiliz kaynakları, deriler giymiş, boynuz takmış bir lider eşliğinde yapılan May Day kutlamalarından söz ediyor. Bu cadı kültü, kilisenin 15. yüzyılda gücünü toparlamasıyla yok edilmeye başlansa da pagan ritüelleri bütün o dönem boyunca yaşamaya devam etmiştir. Cadılığının tabanını oluşturan kadınlara farklı yapılardan da katılım olabileceği söylenmektedir ve bu olası katılım da uyumsuz ve muhalif bir katılımdır. Yeni düzene (feodalite) ayak uydurmayıp yitirecek hiçbir şeyi kalmamış köylü erkekler, antik gizemciliğe ilgi duyan aydınlar, libertenler, farklı nedenlerle toplum dışına itilmiş çeşit çeşit nonkonformistler, inançsızlar, inanç arayanlar, eşcinseller, cadılığın potansiyel bir muhalif güç olduğunu düşünen maceracılar… Kilisenin farklı, toplumdışı bulduğu herkesi cadılıkla suçlaması da böyle bir koalisyonu zorunlu kılmış olduğu söylenebilir (eğer böyle bir koalisyonun varlığı öngörülürse). Aslında cadılığın ortaçağ boyunca süren evrimi de şöyle bir kozmopolitliği doğrular gibidir. Pagan kökenli bir kült, giderek Hıristiyanlığın kara yüzü, bir kötülük kamburu olma suçlamasını kendisi de benimser görünüyor. Öte yandan Margaret Murray içinse cadılığın başlıca toplumsal tabanını yalnızca eskicil pagan inançlarına bağlılıklarını sürdürenler oluşturuyordu. Cadılar, doğa güçlerine egemen olmayı amaçlayan binlerce yıllık pratiğin, Neolitik çağlarda olağanüstü bir gelişme göstermiş bir büyü geleneğinin belki de son mirasçılarıydılar. Ortaçağ Hıristiyanlığının ödünsüz dogmacılığına karşı, doğal olgulara alternatif bir açıklama arayarak, bilimsel düşüncenin ortamını hazırlayanlar arasında, ?cadı? denen bir takım adsız öncüleri de saymak gerekir. Antik dünyaya duyulan ilgi, sanatlarda bir yeniden doğuşu etkileyen nedenlerden sayılıyor: yasaklanan pagan bilgi birikiminin yeniden kurcalanması da ?en azından dinsel bağnazlığa göre doğaya daha yakın bir bilgilenme sisteminden kaynaklandığı için- fizik bilimlerinin doğuşunu etkileyen bileşenlerden biri olduğu düşünülebilir. Bacon ve Galile gibi bilim öncülerinin büyücülükle suçlandıklarını hatırlayalım. Güngörenin yerinde bir tepitile ile, bu engizisyon sorgucusu için cadı büyücü, sapkın, vb.nin dışında bir bilim adamı kategorisi bulunmuyordu. Kadın Cinselliğinin Baskı Altına Alınması Ortadoğu çıkışlı üç büyük din her türlü büyücülüğü yasaklayınca, neolitik büyücül doğa dinlerinin açık ve gizli izleyicileri ‘cadı’ konumuna düştüler. Avrupa’yı oluşturan kavimlerin eski pagan inanç ve uygulamalarını Hıristiyanlaştırmalarından sonra da bir ölçüde korudukları söylenebilir. Bunun için kendi mitlerini, Hıristiyan mitolojisinden aldıkları öğelerle kaynaştırarak sürdürme yoluna gitmişlerdir. Oysa bu çaba bile resmi kaynaklarca yapılan ‘cadı’ tanımına göre yargılanmak için yeterli sayılabilir. Yine de cadılık kamburu anahancı törelerini unutmamış bazı kadınların sırtlarında kalmış görünüyor. Cadı görünen bu kadınlar, Havva’nın günahını zoraki üstlenmişlerdi bir anlamda. Bir başka açıdan da, tuhaf bir iyimserliğe kapılmış olabilirler, bu kadınlar. Kanımızca, üç büyük dinin içinde, üç büyük dine karşın, neolitik kökenli büyücül teknik ve uygulamalarını sürdürmenin anlayışla karşılanacağını düşünmüş olma olasılığı bile yeteri kadar tuhaf bir iyimserliktir. Kesin olan şu ki, herkesi potansiyel cadı olarak gören kilisenin bu iyimserliği paylaşmadığıdır. Cadıların hepsinin kadın olmasa da, cadılığa yönelenlerin arasında kadınların çoğunlukta olduğu görüşü önemli bir saptamadır. Şamanîliğe ve elbette bu bağlamda anahanlığa dayanan asıl nedenlerin dışında, bu tarz bir nüfus yapılanmasının bir ucu da cadılığın özünde beliren, geleneksel kalıpların dışında sayılabilecek bir muhalefet biçimidir. Bu muhalefet Hıristiyanlığın ‘doğururken de acı çekeceksin‘ buyruğuna saldıran bir anlayışı da içerir. Kilisenin acısız doğum teknikleri, sezaryen gibi kadının yaşamını kolaylaştıran neolitik kazanımlarını ve sağaltma amaçlı doğal büyüyü günah sayıp yasaklandığını, bununla da kalmayıp cadı olarak mimlediği insanların üzerine ateş ve işkenceyle gittiği düşünülürse, sanırız cadılığın içerdiği muhalefet anlaşılır olabilir. Cadı olarak katledilenlerin % 85 kadındı. Bunların büyük kesimi şifacı bir kısmı da ebeydiler. Özellikle ebeler, ki bir tanesi doğum esnasında bir kadına ağrı kesici verdiği için, cadılık suçlaması ile öldürüldü. Doğumda acı çeken kadın, cinselliğini bir süre, belki de uzun yıllar yaşayamayacak olan, yani kontrol altında tutulabilecek kadındır. Ekonomik özerklikle, cinsel özerklik, birbiriyle yakından bağlantılıdır. Özgür olamayan kadın, kocasına bağlı ve ona tabidir. Yani onun istediği işlerde çalışır ya da hiç çalışamaz. Aynı zamanda kocasının iyi ya da kötülüğünü kıyaslayabileceği diğer erkeklerin bulunduğu ortamlara sokulmayarak, erkeğin kendi üzerindeki sahipliğini pekiştirir. Bunun temeli korkudur. Erkek zihniyet, kadının gücünden korktuğu için bastırmaya çalışmıştır. OSHO, erkeğin en temel korkusunun kadını cinsel olarak da doyuramamak olduğunu söyler. Beri yandan, neredeyse Tanrının bir parçası olan yaratma gücü, rahim vasıtasıyla sadece kadına verilmiştir, erkek bundan yoksundur. O nedenle erkek, bu açığı kapamak için sürekli üretir. Bilim adamlarının ve sanatçıların daha çok erkek olması tesadüf değildir. Kadınsa doğuştan üretkendir ve onun kendi üretkenliğini ispatlamak için başka araçlara ihtiyacı yoktur. ALINTIDIR 1 Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.