nevermore Oluşturma zamanı: Kasım 5, 2021 Paylaş Oluşturma zamanı: Kasım 5, 2021 Harvey T. Bowe – Otto H. Muck- Yüzyıllardan beri bilim adamlarını ve edebiyatçıları düşündüren bir muamma nihayet çözülüyor mu? Bundan on bin yıl önce dünyamızda Atlantis ülkesinde zamanının çok üstünde bir uygarlık vardı ve bu uygarlık birkaç dakika içinde sulara gömülmüştü. Atlantis neredeydi, neden yok olmuştu? Bugüne kadar ortaya atılan birçok kuramlar bilim adamlarını tamamıyla ikna edememişlerdir. Fakat şimdi bilim adamları Atlantis ülkesinin üzerine M.Ö. 6 Haziran 8498 yılında göksel bir cismin düştüğünü ve patladığını hesap etmişlerdir. Felaket tam iki dakika bile sürmemişti. Bu iki dakika içinde milyonlarca insan ölmüş, hayvan ve bitkiler yok olmuş, geniş bölgeler ortadan kalkmış, dünyanın yüzü ve iklimi bir daha gerisin geriye gelmeyecek şekilde değişmişti. Bu, Atlantis’in battığı ve onunla beraber insanoğlunun dünyada meydana getirdiği o yüksek uygarlığın da yok olduğu gündü. Olay milattan önce 8498 yılının 6 Haziranı’nda yersel saatle tam saat 19’da meydana gelmişti. Nereden geldiği belli olmayan yabancı bir göksel cisim birdenbire kuzey-batı ufkunda belirmişti. 300 eğilimli düz bir yörünge izleyerek 1000 metre uzunluğunda bir cisim büyük bir hızla dünyaya doğru geliyordu. İlk önce ufak kayan bir yıldız gibi, 30 saniye sonra bir kuyruklu yıldız kadar büyük, 60 saniye sonra güneş kadar parlak ve yakıcı. Kuzeybatıdan 33 enlem derecesi yüksekliğinde sessizce Kuzey Amerika kıyılarına yaklaşıyordu; burada bugün Güney Carolina Eyaleti’nin Charleston şehri vardır. Göksel cismin inanılmaz bir hızla yoğun hava katmanları içine dalması, sürtünmesi yüzünden, sıcaklığı 20.000 dereceye kadar çıktı. O anda parlaklığı o kadar müthişti ki, göğü 100 güneşten daha fazla aydınlatıyordu. Ona bakan gözler bir an içinde kör oluyordu. Fakat zaten görseler de o gözler için yaşayacak fazla bir zaman kalmamıştı; bu yakıcı ışığın ışınları birkaç saniye içinde yoluna çıkan her şeyi yakıp küle çevirmişti. Isının etkisi altında göksel cisim 200 kilometre yükseklikte patladı ve binlerce kızgın ateş parçası dünyanın üzerine serpildi, her tarafa ölüm ve yıkım saçarak. En büyük iki parça ise Porto Riko’nun kuzeydoğusunda Atlantik Okyanusu’na düştü. 30.000 hidrojen bombasının patlama gücüne eşit olarak yeryüzünün kabuğunu denizin dibine indirdiler. Trilyonlarca ton kızgın, ağdalı akıcı mağma yeryüzünün içine girdi, buhar haline gelen deniz suyu ile birleşerek atmosfere kadar yükseldiler. Meydana gelen bulutlar 30 kilometre yükseklere kadar çıktılar. Patlamanın sesi yerküresinin etrafında her yerden işitilecek kadar kuvvetliydi. Göz kamaştırıcı ışık, ta 2000 kilometre ilerlere kadar geceyi gündüze çevirmişti. Bin metre yükseklikteki bir dalga, denizlerin üzerinden geçti. Kıtaların kıyılarını, adaları suya bastı ve bütün ekili araziyi yok etti. Fakat asıl Okyanus’un ortasında, efsanelerin adası Atlantis, bütün zenginliği, kudreti ve kültürüyle denize gömülmüştü ve insanlığın uygarlık tarihi yeniden sıfırdan başlamak zorunda kalıyordu. Acaba bu felaketin nedeni neydi? “Adonis” grubunun küçük bir gezegeni güneş etrafındaki yörüngesinde giderken birdenbire dünyanın çekim alanına girmiş ve bunun sonucu olarak da bu feci çarpışma meydana gelmişti. Tabii bütün bunlar Alman fizikçi, yüksek mühendis Otto Muck’un Atlantis adasının yok oluşu hakkında ortaya attığı bir hipotezdir. Otto Muck müthiş hayal gücüne sahip bir adamdı, fakat ona yalnız hayal sever demek haksızlık olur, çünki o 2000’den fazla yeni buluş yapmış ve bunların patentlerini almış bir adamdır. İkinci Dünya Savaşı’nda denizaltı gemilerinin solungacını (Snorkel) da bulan oydu ve Almanlar’ın ünlü roket araştırma merkezi Peenemünde’de çalışmıştı. Otto Muck bütün hayatı boyunca insanları M.Ö. 2400 yılından beri uğraştıran büyük bir muamma ile, Atlantis’in yok oluşu ile ilgilenmişti. Ölümünden bu kadar yıl sonra Almanya’da Econ Kitabevi “Atlantis Üzerine Her Şey” adında bir yapıtını yayınlamıştır. Her şey, M.Ö. 427’den 347 yılına kadar yaşamış olan ünlü Yunan filozofu Platon (Eflatun) ile başlamıştı. Platon ölümünden kısa bir süre önce “Timaios” ve “Kritias” adlı iki kitap yazmıştı. İşte bunlarda ilk kez olarak bir Atlantis adasından söz ediliyordu ve bu ada çok eski zamanlarda dehşetli bir felaketin kurbanı olmuştu. Atlantis -Platon’a göre- Herkül’ün sütunları önünde idi, bu da o zaman Cebelütarık Boğazı’na verilen addı. Bu ada, Küçük Asya ile Kuzey Afrika’nın toplamından daha büyüktü: Olağanüstü bir ülke idi ve burada senede iki kez ürün alınıyordu. Burada hindistan cevizi palmiyeleri ve muz yetişiyor, filler, krokodiller yaşıyordu. Başkentin çapı 23 kilometreyi geçiyor ve içinde altınla parlayan saray ve tapınakları bulunuyordu. Platon burada bahar açmış geniş bir kültürden, örnek olacak şekilde konulan ve uygulanan kanunlardan söz ediyordu. Atlantis adalarının savaş gücü de önemliydi: 480.000 piyadesi, 120.000 süvarisi, savaş arabalarında savaşan 160.000 askeri, 240.000 savaş gemicisi, tüm olarak silah altında bir milyon eri vardı. Sonra birden o müthiş felaketle karşılaşınca -ki o Platon’a göre bir tek gün ve bir tek gece sürmüştü- Atlantis tümü ile denize gömülmüştü. Atlantis ile ilgili söylenen şeylerin en eskisi Platon’un yazdıklarıdır. Bundan sonraki bütün öyküler Platon’un sözlerinden alınmıştır. Fakat Platon da bu bilgileri ikinci elden almıştır. O bunları bir akrabası olan Kritias’tan işittiğini yazmaktadır. O da büyük babasından, bu ise ünlü Yunan devlet adamı ve kanun yapıcısı Solon’dan işitmiştir, ki Solon Platon’un doğumundan 100 yıl önce ölmüştü. Solon’a gelince, o bu bilgiyi Sais’teki Mısırlı bir tapınak katibinden, Firavunlar’ın ülkesine yaptığı bir gezi sırasında öğrenmişti. Platon’un 20 sayfalık Atlantis öyküsünden günümüze kadar 25.000 yayın yapılmıştır: Yazarlar ve bilim adamları, gemiciler ve gaipten haber verenler, bilginler ve şarlatanlar hep bu batan esrarengiz Atlantis adasını aramış durmuşlardır. Bulanlar da olmuştur. Adriyatik’te, Spitzbergen yakınında, İsveç’te, Seylan adası önünde, İspanya kıyıları önünde, Britanya’da, Pomeranya’da, hatta Büyük Sahra’nın ortasında. Alman Papası Jürgen Spanuth Atlantis’in Helgoland ile eşit olduğunu ortaya atarak epey bir heyecan uyandırmıştı. Başka araştırmacılar da, Atlantis’in batışının aslında Girit adasindaki Minoik kültürünün, yaklaşık milattan 1500 yıl önce yıkılışından başka bir şey olmadığını iddia etmişlerdir. O zaman Ege Denizi’ndeki volkanik Santorin adası birkaç kuvvetli patlama ile havaya uçmuştu ve 100 metre yüksekliğinde bir met (gel) dalgası, yakınında bulunan Girit adasının kıyılarını çöle çevirmişti. (Bilim ve Teknik bu hipotezden iki yazı halinde 2. cildinde söz etmiştir.) 1969 yılında nihayet Amerikan dalgıçları Atlantis’i Andros’un kıyıları önünde bulduklarını (Bahama Adası) sanmışlardır. Onlar kristal kadar berrak sularda kiklopik duvar kalıntıları ve sütunlar görmüşlerdir. İşin asıl garip tarafı bu noktanın Amerika’lı kahin medyom Edgar Cayce’in 40 yıl önce Atlantis’in 1969 yılında tekrar ortaya çıkacağını söylemiş olduğu yer olmasıydı. Batmış kıtaların dünyanın birçok yerlerinde izlerine rastlanmaktadır. O bakımdan bu o kadar hayret verici bir şey değildir. Son buz devrinin sonundan beri, (yaklaşık M.Ö. 7000), Avrupa’nın geniş kısımları üzerine yayılan buz örtüsünün eriyen suları, su düzeyini 200 metre yükseltmişlerdir. Bu yüzden o zaman alçakta bulunan kıyı şeritleri ve ülkeler deniz tarafından su altına alınmıştır, bunların arasında üzerinde insanların oturduğu karalar da vardır. Örneğin İngiltere o zaman daha bir ada değildi. Kuzey Denizi karaydı, Times, Ren’in bir koluydu. İtalya bir kara parçasıyla Kuzey Afrika ile birleşikti. Son bin yılda birçok kara parçaları denize gömüldüler; Hollanda’daki Zuldersee 13. yüzyılda bir deniz basması yüzünden meydana geldi. Almanya’da Wilhelmshaven’deki Jade Körfezi 1511 yılına kadar sürülen bir arazi idi. Helgoland’ın 1649’da yapılmış bir haritası, ileriye doğru çıkan kum kıyısının o zaman ona ada ile bağlı olduğunu gösterir. Bütün bu denize batan yerler ve karaların ortak bir tarafı vardır, hepsi kıtaların kıyı bölgelerinde sığ denizlerdedirler. Atlantis ise -Platon’a göre- uzakta Okyanus’un ortasında idi. “Oradan” öteki adalara gidilebilirdi ve onlardan da karşılarındaki kıtaya geçilebilirdi. “Öteki adalar” denince herhalde Karaib Adaları ve Bahamalar, “kıta” denince ise Amerika kıtası söz konusu olacaktır. Öyleyse Atlantis, Amerika ile Avrupa arasında olmalıdır, bugün Azor adalarının bulunduğu yerde. Azorlar, Atlantik Okyanusu’nun içinden kuzeyden güneye uzanan muazzam denizaltı dağ sırtlarının denizden dışarı çıkan en yüksek sivrilerinden başka bir şey değildir. Azorlar bölgesinde dağlar 500 kilometre geniş ve 1000 kilometre uzun bir düzlük halinde genişler. Bu düzlük denizden yalnız 3000 metre derinliktedir, oysa Atlantik Okyanusu’nun iki yanında 7000 metre kadar bir derinliği bulur. Otto Muck’a göre bu, bir zamanlar batmış olan Atlantis adasıdır. Kozmik bir felaket, dünya ile Adonis Grubu’ndan bir planetoidin çarpışması onun yok olmasına neden olmuştur. Bununla ilgili olarak o daha birçok kanıtlar ileri sürer. 1931’de Güney Carolina Eyaleti’nin havadan fotoğrafları alındığı zaman, değerlendiriciler kökenlerini bir türlü anlayamadıkları 3000’den fazla krater saptadılar. Bunların arasında 100 taneden fazla, çapı 1,5 kilometreden fazla olan huni vardı. Bu huni “tarlası” 156.000 kilometre karelik bir alanın üzerine dağılmıştı ki bu, örneğin, Almanya’da Bavyera Eyaleti’nin iki katında bir yüzölçümüdür. Merkezi Atlantik kıyılarındaki Charleston bunların yakınlarında bulunuyordu, artık muazzam bir meteorit çarpmasının bunlara sebep olduğu su götürmez derecede doğru idi. Porto Riko bölgesinde olağanüstü büyük iki derin deniz çukuru planetoidin iki muazzam parçasının çarpmasından ileri gelmişti. Muck’un hesaplarına göre bu parçaların en azından 10 kilometrelik bir çapı olmalıdır. Bu parçalar yeryüzünün kabuğunu delmişler ve bunların o muazzam çarpışı ile kabuk bir fermuar gibi ikiye açılmıştı. Meydana gelen çatlak hemen hemen Atlantis adasına kadar erişmişti. Sıvı ateş halinde kayalar yerin içinden atmosfere fırlayınca bir boşluk meydana geldi ve çatlağın iki tarafında yer kabuğu 3000 metre derinliğe oturdu. Atlantis denize gömülmüştü. Bunu bir dizi felaketler izledi. Yükselen lav külleri ve buhar haline gelmiş olan deniz suyu 30 kilometre yükseklikte bir bulut duvarı oluşturdu, bu da Alize rüzgarları tarafından doğuya, Avrupa’ya, Afrika‘ya ve Asya’ya doğru sürüldü. İşte Tufan başlamıştı. “40 gün ve 40 gece” diyordu Kutsal Kitap, “durmadan yağmur yağdı ve 150 gün su yeryüzünde kaldı ve canlı ne varsa, hepsini öldürdü.” Otto Muck’un, hesaplarına göre bu oldukça güvenilebilir bir süre idi. Aynı zamanda öldürücü muazzam bir gaz bulutu da yeryüzünü sardı ve yerin içinden gelen gazlarla o bölgelere erişenleri havasızlıktan öldürdüler. Burada dünyada eski zamanlardan beri çözülmeyen bir bilmecenin çözümünün de bulunduğu sanılmaktadır: Sibirya’daki mamutların mezarlığı. Orada, donmuş sonsuz bir zemin üzerinde zamanımızda bulunmayan bu eski çağlara ait hayvan devleri bulunmuştu. Bunlar soğuktan, o binlerce kilometre yol içinde o kadar iyi konserve olmuşlardı ki, sanki daha dün öldüklerine inanılabilirdi. Bu muazzam hayvanların ani ölümlerine ne sebep olmuştu? Bu hayvanlar uzmanlar tarafından incelendi. Tanı: Hepsi havasızlıktan boğularak ölmüşlerdi. Herhalde ölüm herhangi bir dış yaralanma meydana getirmeden ani olmuş olmalıydı. Hayvanların karnında son yedikleri yemeğin kalıntıları vardı: Sivri uçlu çam yapraklarıyla kızılağaç yaprakları. Fakat bu ağaçlar hayvanların bugün bulunduğu yerde yoktu. Onlar 3500 kilometre daha güneyde bulunan bölgelerde çok daha ılıman olan bir iklimde büyüyorlardı. Eğer mamutlar orada ölseydi, cesetleri çok geçmeden çürüyecek ve biz yalnız iskeletlerini bulmuş olacaktık. Burada, iklimi bir saat içinde bu kadar değiştirebilen bir şey olmalıydı. Muck, bunu da açıklayabilmektedir: Planetoidin yeryüzüne o şiddetli çarpışı, dünyamızın ekseninin yerinin değişmesine sebep olmuş, kutup noktası yerinden oynamış ve 3500 kilometre uzaklara gitmiştir. Onun eskiden bulunduğu yerde bugün manyetik kutup adını verdiğimiz kutup noktası bulunmaktadır. Sonuç: Bunun üzerine iklim bir an içinde değişti ve zehirli bulutların etkisiyle boğulan mamutlar aynı zamanda doğal bir buzdolabında konserve oldular. Yedikleri şeylere gelince: Felaketten önce bu bölgelerde çamlar, kızılağaçlar ve daha başka ağaçlar vardı. Otto Muck hayret verici kanıtlarının zincirine başka bir halka daha ekler: Bu da Golfstrim’dir. Gerçek şudur ki, Batı Avrupa ılıman iklimini her şeyden önce bu doğal “sıcak su kaloriferinden” almaktadır. Böylece İngiltere adaları yaklaşık olarak 10 C’lik ortalama bir yıllık sıcaklığa sahip olur. Oysa Okyanus’un aynı kuzey enlemde bulunan ve sıcak bir su akımı ile iklimi ılıklaşmayan Labrador’un yıllık ortalama sıcaklığı 0 C’dir. Şimdi Muck soruyor: Acaba neden Golfstrim’e rağmen, yaklaşık M.Ö. 7000 yılında bitmiş olan buz devri, İngiliz adalarının, Kuzey Almanya’nın, İskandinavya’nın daha geniş kısımlarını sonsuz buzla örtebilmiştir? Onun cevabı şaşırtıcıdır: Çünki o zaman Golfstrim Avrupa’ya kadar gelemiyordu. Meksiko Körfezi’nden çıkan bu akıntı yarı yolda geçemeyeceği doğal bir duvarla karşılaşıyordu: Bu, 1000 kilometre uzunluğunda ve 500 kilometre genişliğinde Atlantis adası idi. Akıntı batı kıyısına çarpıyor ve oradan sonsuz bir dolaşım yapmak üzere, geldiği yere, Karaibler’e dönüyordu. Ancak Atlantis’in batması üzerine Golfstrim’in Avrupa’ya doğru yolu açıldı. Bu ısıtıcı deniz akıntısının etkisi altında, İngiliz adalarında ve Kuzey Avrupa’da buzlar erimeye başladı, bu binlerce yılı içine alan ve bugün bile hala tamamıyla bitmiş sayılamayan bir olaydır. Avrupa kıyılarındaki yılan balıklarının bile o garip gezileri, Muck’un kuramına hayret verecek derecede uygun gelmektedir. Bilindiği gibi, bu yılan balıkları, Sargasso Denizi’nde çiftleşir ve yumurtlarlar, burası Batı Atlantik Okyanusu’nda etrafını Golfstrim’in dolaştığı ve üzeri yoğun bir deniz yosunu kitlesi tarafından örtülmüş bir deniz yüzeyidir. İşlerini bitiren yılan balıkları Golfstrim’in sıcak sularıyla kendilerini Avrupa’ya doğru sürdürürler. Avrupa’ya erişince orada küme parçalanır. Erkekleri denizde kalırken, dişileri nehirler boyunca içerlere girerler ve cinsel olgunluğa erişmeleri için ihtiyaç gösterdikleri 5 yıl süreyle tatlı sularda kalırlar. Sonra erkekleriyle beraber, çiftleşmek ve yumurtlamak için Sargasso Denizi’ne doğru o uzun ve tehlikeli dönüş yolculuğuna girişirler. Aslında, binlerce mil uzakta olan Avrupa’ya gelmeleri anlaşılmaz ve mantıksız gibi görünür. Fakat Otto Muck bunun da cevabını bilmektedir: Eskiden yılan balıkları uzak Avrupa’ya doğru sürülmüyorlardı: Golfstrim onları çok daha yakın olan Atlantis kıyılarına getiriyordu. Atlantis battıktan ve Golfstrim yolunu Avrupa’ya doğru çevirdikten sonra yılan balıkları da içgüdüsel olarak onu izlediler ve bugüne kadar da Atlantis’i unutamadılar… Muck, “İçgüdüleri binlerce yıl sürdü ve onları hala böyle anlamsız bir davranışa zorluyor.” diyor. Kozmik felaketin bir sonucu olarak havaya karışan muazzam lav ve kül yığınları, Muck’un hesaplarına göre, 2000 yıl süreyle Avrupa’yı karanlığa boğmuştur. Işık yüzü göremeyen bitkiler renk pigmentlerini kaybettiler ve soldular. Çok az açık ışığa çıkan insanlar gibi. Muck’un düşüncesine göre kalıntılarını Güney Fransa’daki mağaralarda bulduğumuz ve bugünkü soluk benizli Avrupalılar’ı meydana getiren aslında kızılderili olan bir ırk da olabilir. Felaketin tarihini Otto Muck şöyle hesap etmiştir: O ilk önce Platon’un verdiği bilgileri ele almaktadır ki, bunlara göre Atlantis 8500 yıl önce batmıştır. Sonra o bu tarihi Orta Amerika’nın Maya uluslarının takvimiyle karşılaştırır. Bu takvim tam bir sıfır günüyle başlar ve bunu kesin olarak saptamak mümkündür: M.Ö. 6 Haziran 8498. Bu Atlantis’in battığı gün müdür? Muck tarihlerin birbirine benzemesinin bir rastlantı olamayacağı fikrindedir. Sonra o bu tarihe göre astronomik bir konstellasyonu (yıldız kümeleri) hesap ettirir. Bu, Dünya, Venüs ve Ay’la ortak olarak konjönksiyon (kavuşma konumu) adı verilen bir hesaptır. Kaba şekliyle bu üç gök cismi tam bir çizgi üzerindedirler ve Planetoid grubu Adonis de Dünya’nın yakınında bulunmaktadır. Dünya, Venüs ve Ay’ın konstellasyonu tek bir planetoidi normal yörüngesinden ayırıp Dünya’nın çekim alanına çekmeye yeter mi? Pek olanaksız da değildir. Gerçi buna benzeyen birçok, daha küçük “kazalar” Dünyamız’ın başına gelmiştir. 30 Haziran 1908’de sabah saat 7’de bir meteor Sibirya’ya düşmüş ve 20000 metre yüksekliğinde bir ateş sütunu göğe fırlamıştır. Bu ışık görüntüsü 500 kilometre uzaklardan görülmüş, çarpmanın gürültüsü ise 1500 kilometre mesafeden işitilmiştir. 650 kilometre uzaklıkta bulunan insanlar ve atlar hava basıncının şiddetiyle yere yuvarlanmışlardır. Buna rağmen bu meteor Atlantis’in ortadan kalkmasına sebep olan Planetoidin yanında bir cüce gibi kalmaktaydı. Tabii, Atlantis’i yalnız Platon’un uydurduğu bir saçma olarak kabul etmek isteyen birçok insanlar da vardır. O altın damlardan ve gümüş tanrı heykellerinden söz ederken, onlar şöyle diyorlar: Yeni araştırmalara göre, Avrupa’nın ilkel sakinleri yaklaşık M.Ö. 4000 yılına kadar madenin ne olduğunu bilmemişlerdi. Atlantis ordusunun 70.000 savaş arabasından bahsedilirken de atların ancak M.Ö. 1000 yıllarında savaş amaçları için kullanıldığını ileri sürerler. M.Ö. 8498 yılında Avrupa’da ilkel Neanderthaller yaşarlardı ve bunlar alet olarak yalnız kemik ve taşlardan faydalanırlardı. Fakat Platon, Avrupa’nın kültüründen değil, Atlantis’in kültüründen söz etmektedir. Eğer bu Atlantis 24 saat içinde insanları, atları ve arabalarıyla batıp ortadan kaybolmuşsa, şiddetli bir kozmik felaket dünyanın yüzünü ve iklimini tamamıyla değiştirmişse, tabii, bu yüksek kültürün izlerini bulmaya imkan olmayacaktır. O zaman Kutsal Kitap’ın tufandan önce iddia ettiği şeylerden başka bir şeyi ispat etmeye de olanak olmayacaktır: İnsanlığın bir kere daha baştan başlamak zorunda kaldığını… Atlantis’in gerçekten yaşayıp yaşamadığını güvenilir bir şekilde öğrenemeyeceğiz. Eğer yaşamışsa, kalıntıları deniz yüzeyinin 3000 metre derinliğinde sular tarafından alınıp götürülmüş ve yok edilmiştir. Esaslı olarak bildiğimiz bir şey varsa, o da pek hoşa gitmeyen bir gerçek olarak Adonis gezegen grubunun 10.500 yıl önceki gibi, Güneş’in çevresinde olağanüstü düz ve canımızı sıkacak kadar yeryüzüne yakın bir yörünge ile dolaştığıdır. Son olarak Şubat 1936’da Dünya’ya 300.000 kilometre kadar yaklaşmıştı ki bu, Dünya’ya Ay’dan daha yakın demektir. Belki bu sefer Dünya, Venüs ve Ay arasında bir konjönksiyon olmamıştır ve bugünkü uygarlığımız için büyük bir şans olmuştur. Otto H.Muck. Alles aber Atlantis. Econ Verlag, J. V. Luce Atlantis, Legende und Wirklichkeit. Lübbe Verlag, Edgar Cayce. (Türkçesi: Tufan Öncesi Atlantis, Ruh ve Madde Yayınları.) On Atlantis. Warner Brooks. Hans Biedermann Die Versunkenen Lander. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar