nevermore Oluşturma zamanı: Kasım 3, 2022 Paylaş Oluşturma zamanı: Kasım 3, 2022 Lohusa Sendromunun Al Ana/ Alkarısı/Albastı Olarak Kültüre Yansıması Yapılan araştırmalardan elde edilen verilere göre doğum sonrası psikolojik sorunlar yaşayan kadınlarda intihar riski yüksektir ve bu popülasyon içinde ikinci ölüm nedeni olarak tıp literatürüne girmiştir. Tıbbi camiada böylesi ehemmiyetli bir tablo ile karşımıza çıkan vakalar haliyle halkbilimi içinde binyıllardır sebebi ve izahı aranan bir sorun olarak zuhur etmiştir. Modern tıp öncesi doğum sonrası süreçte kadınların gösterdikleri bu tepkimelere getirilen izah ise mitolojide de yer edinmiş olan Albiz, Almış-Abası, Albıs, Almıs gibi kavramlar ile de ifade edilen Al Ana/Alkarısı/Albastıdır. Nitekim mitolojide Alkarısı, kötülükleri simgeleyen dişi ruhlara verilen bir isimdir. Halk arasında ve mitolojide yeni doğum yapmış kadınlara ve onların bebeklerine musallat olduğuna inanılan Alkarısı; çirkin, saçları dağınık, güçlü kuvvetli ve uzun boylu olarak tasvir edildiği gibi, dünyadaki en güzel kadından çok daha güzel olduğu şeklinde de tasavvur edilmiştir. Dünyanın pek çok yerinde itikat edilen Alkarısı inancı Türk kültür ve inanç dünyasında da ciddi bir konuma oturmuştur. Buna göre doğum sonrası lohusa kadının yaşayacağı en büyük tehlike “Albasması”dır. Yani “Alkarısı”nı görmesidir. Nitekim Albasması; Alkarısı denen cinin meydana getirdiği lohusa hastalığıdır. Türk inançlarına göre doğum yapan kadın yedi gün süre ile yalnız bırakılmamalıdır. Aksi takdirde Alkarısı adlı cin gelir ve albastı hastalığını meydana getirir. İzahlara göre Albastı, uyuyan insanlara zarar verebilmekte ve onları boğmaya çalışmaktadır. Böyle bir durumda insanlar zar zor uyanmakta ve nefes almakta güçlük çekmektedirler. Netice olarak bu durum, “Albastı hastalığı” olarak isimlendirilmektedir. Tüm Türk dünyasında varlığına inanılan Albasması spesifik olarak Anadolu topraklarında farklı isimlerle de anılmaktadır. Buna göre Albasması; Elazığ’da “El karısı”, Erzurum’da Alkarısı, Malatya’da Hibilik, Bingöl’de Kapoz, Gaziantep’te Tepegöz şeklinde karşılık bulmuştur. Siirt, Batman, Bingöl ve Diyarbakır çevrelerinde benzer anlatımlar Pirevok, Pirebok, Piraboçik, Pirhevok adıyla bilinen dişi cadı ya da cin olarak tanımlanır. Albasması hastalığı yaşayanların tariflerine göre Alkarısı, genellikle kırmızı-siyah renkleri içinde barındıran uzun bir elbise giymektedir. Genellikle “sarı albastı” ve “kara albastı” şeklinde görülmektedir. Sarı albastı sarışın bir kadın görünümünde olup, keçi ve tilki suretinde gözükebilmektedir. Kara albastı ise daha ağırbaşlı, ciddi olup, keçi, tilki, kedi, köpek, buzağı, örümcek, kuş gibi çeşitli şekillerde görünmekle birlikte daha çok, uzun boylu, uzun parmak ve tırnaklı, dağınık saçlı, yağlı vücutlu, el ve ayakları küçük, dişlek, bir dudağı yerde bir dudağı gökte, çıplak gezen, çok büyük göğüslü, tepesinde gözü olan çok çirkin, al gömlek giyen bir varlık olarak telakki edilmektedir. İnanışa göre lohusalara musallat olan bu kötü ruhu yakalamak için elbisesinin yakasına bir iğne saplamak gerekmektedir. Ayrıca Türk halk kültüründe Alkarısı’nın ana karnındaki ceninleri de korkuttuğu düşünülmektedir. Anadolu’nun pek çok bölgesinde olduğu gibi Nevşehir Çat Kasabası’nda da yaygın bir inanış olan Albasması’nın özellikle doğum esnasında çok kan kaybeden kadınlarda meydana geldiği düşünülmektedir. Ayrıca Albasması’ndan korunmak için bölgede “al ocağı” mevcuttur. Lohusa kadın için al ocağından kırmızı bir bez ya da al ocağı olan kişinin herhangi bir eşyası alınır ve lohusa kadının üzerine örtülür. Böylece lohusanın korunduğuna inanılır. Bölgede Albasmasına karşı kullanılan en etkili yöntem lohusa kadının eşine ait olan herhangi bir eşyayı (ceket, gömlek, hırka, atkı…vb) yanında bulundurmasıdır. Alkarısı’nın erkek olan yere gelmediğine inanan yöre kadınları bu yöntemi sıklıkla uygulamaktadırlar. Ayrıca Nevşehir Çat Kasabası’ndan farklı olarak Anadolu’nun pek çok yerinde küçük farklılıklar bulunmakla birlikte Alkarısı’ndan korunmak için belli başlı uygulamalar yapılmaktadır. Albasması’na karşı alınan ilk ve en önemli tedbir hiç şüphesiz lohusa kadının ve yeni doğanın yalnız bırakılmamasıdır. Fakat bu tedbiri uygulamak her zaman mümkün olmamaktadır. Lohusa ve bebeğini devamlı, hiç olmazsa 40 gün gece gündüz, beklemek veya bekleyecek birini bulmak çok zordur. Çünkü bekleyicilerin hiç uyumamalarına imkân yoktur. Alkarısı ise bu gibi durumları beklemekte ve ilk fırsatta lohusayı veya çocuğunu basmaktadır. Albasması’na karşı geliştirilen bir diğer önlem ise lohusanın bulunduğu odada ateş yakmaktır32. Anadolu’nun pek çok yerinde tıpkı Nevşehir Çat Kasabası örneğinde olduğu gibi lohusaya “Ocaklı Takkesı” veya “Gömleğı” giydirilmektedir. Ayrıca bazı yörelerde lohusa ile bebeğine kırmızı beze bağlanmış altın takıldığı gibi, alkurdele ile alyazma bağlandığı da görülmektedir. Bunlarla birlikte lohusayı Alkarısı’ndan korumak adına annenin ve bebeğin bulunduğu odaya; süpürge, elek, ayna, orak, bıçak, maşa, kurgu, ocaklı kılıcı, demir aygıt, erkek pantalonu veya yeleği, at yuları, sarımsak, çörek otu, mavi boncuk konulmaktadır. Görüldüğü gibi yukarıda zikredilen korunma yöntemlerinin neredeyse tümü Şamanızım itikadıyla bağıntılı uygulamalardır. Bunların yanı sıra İslamiyet’in Türkler arasında yaygınlaşması ile birlikte Alkarısı’na karşı İslami önlemler de alınmaya çalışılmıştır ki, bunların başında lohusa ve yeni doğanın bulunduğu odada Kuran-ı Kerim okumak gelmektedir. Tüm bunlarla birlikte alınan tedbirlere dair yapılan uygulamalarda Şamanizm ve İslamiyet’in mürekkebinden oluşan uygulamalar da görülmektedir. Buna göre bazı yörelerde Albasması’na karşı lohusa ile bebeğinin yataklarının etrafı Ayetül Kürsî okunurken, urganla çevrilmektedir. Böylesi bir uygulama sihirsel bir hareket olarak kabul edilmekte ve İslamiyet ile herhangi bir alakası bulunmamaktadır. Tüm bu tedbirlere rağmen uygulamalar esnasında herhangi bir eksiklik veya aksama olduğu takdirde Alkarısı’nın, lohusa veya bebeğini bastığına inanılmaktadır. Bu durum karşısında derhal geleneksel sağaltma çarelerine başvurulmaktadır. Geleneksel tedavi yöntemlerinin başında “Al Ocağı” uygulaması gelmektedir. Bununla birlikte lohusanın başucunda özellikle demir eşyaları birbirine vurarak gürültü yapılmaktadır. Nitekim inanışa göre Alkarısı demir sesinden korkmaktadır. Bu uygulamanın altında ise hiç şüphesiz demirin Türkler için kutsal bir maden olduğu izahı yatmaktadır. Ayrıca tedavi yöntemlerinden bir diğeri de Albasan’ın üzerine dökülen arpalar odaya alınan bir ata yedirilmektedir. Bu uygulama sırasında Alkarısı, kırmızı renkten korktuğu için al at kullanılmaktadır. Anadolu’da Albasması’na karşı uygulanan bir diğer tedavi yöntemi ise “hoca” ile yapılan sağaltmalardır. Ancak ilk bakışta burada dinsel bir esas varmış gibi görünse de aslında hoca, yere bıçak ile daire çizmekle sihirsel bir işlem gerçekleştirmektedir. Bu görüş bize, hoca ile duanın, bıçak ile sağaltma usulüne sonradan girdiğini anlatmağa yetmektedir. Nihayetinde itikada göre tüm bu tedavi/sağıtma yöntemlerine karşılık vermeyen lohusa Albasması’ndan kurtulamazsa hayatını kaybedecektir. Netice olarak bugün modern tıbbın şiddetine göre üç sınıfa ayırarak irdelediği ve Postpartum (doğum sonrası) Sendrom adı verilen lohusalık döneminde yaşanan psikolojik tepkimelere halkbilimi Albasması demiş ve hemen hemen her toplumda görülen bu vakaya el yordamıyla çareler, kaçınmalar ya da tedavi/sağıtma yöntemleri üretilmeye çalışmıştır. Zira itikada göre lohusa kadınlarda meydana gelen bu hal değişimlerinin yegâne sebebi dişi bir şeytanın/cinin işidir ve söz konusu olan bu kötülükçü gücün yazılı kaynaklarda görülen ilk kökeni ise Sumerlilere dayanmaktadır. 1 Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Kasım 3, 2022 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Kasım 3, 2022 Lohusa Sendromunun Mezopotamya’daki Kökeni: Lilith Gerçeği Alkarısı, albastı ya da değişik yörelerde değişik adlarla karşımıza çıkan ve yeni doğum yapmış olan kadına ve bebeğine zarar verdiği düşünülen bu gücün kadınsı özellikler taşıdığı düşünülmektedir. Nitekim al, albastı, özellikle de alkarısı, alanası, alkızı gibi isimler bu varlığın kadın olduğunu göstermektedir. Albasması’nı tecrübe eden hastaların tasvirlerinde adı geçen ruh, çoğunlukla cadı kadın kimliğiyle kendini göstermektedir. Bilim insanları bu dişilikçi kötü ruhsal gücün kökenlerinin Sumerlere dayandığını belgelendirmektedirler. Nitekim tarihi bulgulardan edinilen bilgiler alruhu inanışının Sumerlerde de bulunduğunu belirtmektedir. Zira araştırmacılar “al” kelimesini Sumerlerin ALU kelimesine bağlamak suretiyle, alruhu inanışının Sumerlerden geldiğini iddia etmekte ve bu ruhun yeni doğan bebeklere ve lohusa kadınlara musallat olan ve bebekleri öldüren Lilith figürüyle bağdaştırmaktadırlar. Ancak kadın fizyolojisiyle yakından bağıntılı olan ve tedavi edilmediği taktirde ölümle neticelenecek sonuçlar doğuran postpartum sendrom gerçeğinin tarihsel temeline inilmek istenildiğinde ulaşılacak olan zaman dilimi hiç şüphesiz ilk kadının doğurganlığı ile başlayacaktır. Lakin tarih ilim dalının başlangıç sürecini ve müdahil olabileceği sahayı yazı ve yazılı belgenin varlığına bağlayarak onu kısırlaştıran modern dönem bilginlerinin çizdiği çerçeve dâhilinde bir cümle kurmak gerekirse Türk toplumunda Alkarısı olarak karşılık bulan dişil kötülükçü ruh ilk defa yazının yaratıcısı olan Sumerlilerin Gılgamış Destanı’nda Lilith ismiyle karşımıza çıkmaktadır denilebilir. Ancak Sumer kültüründe Gılgamış Destanı dışında başka hiçbir anlatıda rastlanılmayan Lilithin yazılı dönem öncesinde de Mezopotamya kültüründe ve teolojisinde ehemmiyetli bir noktaya sahip olduğunu düşünmekteyiz. Yukarıda da izah ettiğimiz gibi kadın ve kadının doğurganlığı kadar eski olan bu realite salt yazıya bağlı bir gerçek olmayacak kadar insanoğlunun yaşam düzleminde önem kazanmıştır. Lakin meseleye yazılı kaynaklardan hareketle bir izah getirilmek istendiğinde başvuru yapılacak olan ilk kaynak Gılgamış Destanıdır. Bilim dünyası uzunca bir süre Gılgamış Destanı’nı on bir tabletlik bir yapıt olarak kabul etmiştir. Ancak Ur kazıları neticesinde destana ait olduğu düşünülen ve M.Ö. 2. bin yılda yazılmış olan bir tablet daha ele geçirilmiştir. “Gılgamış, Enkidu ve Yeraltı Dünyası” adını taşıyan bu tablet akış yönünden destanı bozsa da muhteva yönünden Gılgamış Destanı ile uyumlu olması sebebiyle söz konusu destanın bir parçası olarak kabul edilmiştir. Metin asıl konu ile ilgili olamayan yirmi yedi satırlık bir girişle başlamakta ve ardılından da Fırat Nehri kıyısında yetişen “Huluppu Ağacı” kıstasıyla devam etmektedir. Buna göre tabletin ilgili kısmının tercümesi şu şekildedir: “bir zamanlar bir huluppu ağacı vardı. Sularıyla beslendiği Fırat Irmağı’nın kenarına dikilmişti. Ama Güney Rüzgârı onu kökünden söküp çıkardı ve ağaç ırmağın sularıyla sürüklendi. O sıra oradan geçmekte olan gök-tanrıça İnanna ağacı alıp anu tapınağın merkezi Uruk’a getirdi ve kendi kutsal bahçesine dikti. Ona binbir özenle baktı. Çünkü ağaç büyüdüğü zaman kerestesinden kendisi için bir iskemle ve sedir yapmayı tasarlıyordu. Yıllar geçti ağaç olgunlaştı ve büyüdü. Ama İnanna ağacı kesmek istediğinde bunun hiç de kolay olmadığını anladı. Çünkü ağacın dibine “Çekicilikten Nasibini Almamış” yılan yuva yapmıştı. Tepesine Zu-kuşu yavrusunu koymuş, dallarına da harabe hizmetçisi Lilith evini kurmuştu. Her zaman şen, güler yüzlü olan genç tanrıça zavallı İnanna bunu görünce acı gözyaşları döktü. Ve tan yeri ağarıp da kardeşi güneş-tanrısı Utu uykusundan uyanınca, İnanna ona huluppu ağacının başına gelenleri anlattı. Sumer kahramanı Gılgamış, İnanna’nın sızlanmalarını duyup onun yardımına koştu. Elli mina’lık zırhını kuşandı ve yedi talent yedi mina’lık yol baltasıyla ağacın dibindeki “çekicilikten nasibini almamış” yılanı öldürdü. Bunun üzerine Zu-kuşu yavrusuyla dağa kaçtı ve Lilith evini yıkıp, arkasına bile bakmadan avlanmaya alışkın olduğu harabelere kaçtı. Görüldüğü gibi Lilith Sumer metinlerine “Harabelerin Hizmetçisi” sıfatıyla yansımıştır. Burada kasıt gören ifadeden Lilith’in Sumer toplumunda ölümle bağdaştırıldığı anlaşılmaktadır. Bunun dışında Lilith’in cinsiyetine ya da yaşamsal dünyada sahip olduğu diğer herhangi bir misyonuna değinilmemiştir. Toplumsal şuur mitoloji kahramanını zaman içerisinde yücelterek onu olgunluk çağına ulaştırmaktadır. Bu çağ söz konusu kahramanın yaratıldığı toplum nezdinde erişebileceği en popüler süreçtir. Ardılından ise, itibar açısından zirve noktasına erişmiş olan kahraman ilerleyen zaman karşısında zayıf düşerek toplum nezdinde popülaritesini yitirmekte ve salt söylence olarak hatırlarda yaşamaya devam etmekte ya da tamamen yok olmaktadır. Nitekim çok az mitolojik kahraman vardır ki, bu sürecin akıbetinden kendini koruyabilmeyi başarmıştır. İşte bunlardan biri de hiç şüphesiz Lilith’dir. Zira toplum hayatına mitolojik bir anlatı içerisinde silik bir figüran olarak dâhil olan Lilith; zaman içerisinde kendini yaratan toplumun mitolojik anlatısı içerisinden sıyrılarak, kendisine biçilen kimliği pekiştirmiş ve farklı meziyetleri bünyesine dâhil ederek daha sağlam bir karakter olarak figüranlıktan başrol safhasına geçiş yapmıştır. Gerçekten de Gılgamış Destanı’nda salt “Harabelerin Hizmetçisi” olarak nitelendirilen Lilith Sumer toplumunun görsel sanatına daha farklı özellikleriyle ve ihtişamlı bir biçimde yansımıştır. Nitekim Lilith’e dair ilk görsel betimleme de tıpkı yazılı kaynağının kökeni gibi Sumerlilere aittir. Ancak Sumer yazılı kaynaklarında sınırlı geçen Lilith aynı şekilde görsel kaynaklara da nadir yansımıştır. Öyle ki, M.Ö. 2. yüzyıldan kalma kilden bir kabartma dışında Lilith’in Sumer toplumunda tasvir edilmiş başka bir görseline henüz rastlanılmamıştır. Ayrıca orijinal boyutu 37ᵡ49,5ᵡ4.8 cm olan ve uzun yıllar “Burney Rölyefi” olarak adlandırılan eserin üzerindeki tasvirin net olarak Lilith’e ait olduğunu iddia edenler olduğu gibi, bu görüşe itiraz edenler de bulunmaktadır. Zira yaklaşık olarak M.Ö. 1800-1750 yıllarına tarihlenen rölyefte hiçbir şekilde yazı kullanılmamış ve Lilith ibaresi nakşedilmemiştir. İlk olarak nerede gün yüzüne çıkarıldığı bilinmeyen ve muhtemelen tarihi eser kaçakçıları yoluyla 1924’te İngiltere’ye ulaşan rölyef ilk olarak 1933’te British Museum’a bilimsel test için geçici bir süreliğine emanet edilmiştir. Rölyef hakkındaki ilk bilimsel yayın 1936’da Illustrated London News’de yayımlanmıştır. Uzun yıllar özel koleksiyonlarda muhafaza edilen Burney Rölyefi 2003 yılında British Museum 250. yıldönümü onuruna müzenin envanterine “Gecenin Kraliçesi” adını alarak dâhil edilmiştir. British Museum Direktörü ve Mütevelli Heyeti tarafından oluşturulan raporda rölyef üzerindeki figürün, Mezopotamya’nın aşk ve savaş tanrıçası İştar’a ya da İştar’ın kız kardeşi ve rakibi, Yeraltı Dünyası’nın yöneticisi tanrıça Ereşkigal’e ya da Sumer mitolojisinde veya Eski Ahit’te Lilith olarak geçen dişi şeytana ait olabileceği yönünde bir rapor hazırlanmıştır. Bunlar arasında rölyefin Lilith’i temsil ettiğini özellikle vurgulayanlar olmuştur. Ayrıca rölyefin muhtemelen bir Sumer tapınağı için yapıldığı ve orada muhafaza edildiği düşünülmektedir. Ayrıca rölyefin arka planının siyah renge boyanmış olması onun gece ile ilişkilendirilmesinin nedeni olmuştur. Pişmiş kil üzerine nakşedilen oldukça güzel, kıvrımlı ve çıplak olan kadın figürü ise yapıldığı dönemde sanatçısı tarafından kırmızıya boyanmıştır. Söz konusu bu görsel betimleme sanatsal güzelliğinin yanı sıra içerisinde barındırdığı birbirinden önemli sembol değeri ile büyük bir görsel ve zihinsel şölen sunmaktadır. Lakin bünyesinde birden fazla simgesel motifi barındıran bu rölyefin şifrelerinin çözülebilmesi ve yalın bir dil halinde anlattıklarının tam olarak aktarılabilmesi mümkün görünmemektedir. Nitekim bir sözcük ya da resim, açık olan ve ilk bakışta anlaşılabilenden daha fazla anlam içerdiği zaman simgesel hale gelmektedir. O zaman tam olarak tanımlanamayan, bilinemeyen, daha geniş, “bilinçdışı” bir yön kazanmış olmaktadır. Bunun tanımlanması ve açıklanması umulamaz bir hal almaktadır. Öyle ki, insan aklı böylesi simgeler bütününü araştırırken, mantığın kavrayabileceğinden daha ötedeki kimi düşüncelere de ulaşmaktadır. Gerçekten de Gecenin Kraliçesi Rölyefi’nde başının üzerinde boynuzlu bir taç barındıran kadının Sumer toplumunda bir tanrıça olarak kabul gördüğü anlaşılmaktadır. Zira M. Tosun, Sumer ve Babil toplumlarında boynuzlu taç kullanma hakkının tanrılar katına ait olduğunu söylemektedir. Dua pozisyonu alarak kaldırmış olduğu ellerinde ise “yaşamı” sembolleştirilen iki halka tutmaktadır. Yaşamı sembolize eden benzer motif birçok farklı toplumda da karşımıza çıkmaktadır. Nitekim Eski Mısır sanatında görülen, kuyruğunu ısırarak halka şeklini alan yılan motifi yani “uroborus” da buna benzer özellikleri taşımaktadır. Ayrıca bu simgeye Roma’dan Hindistan’a, Mısır’dan Çin’e kadar geniş bir coğrafyada rastlanılmakta ve genel olarak ebedi dönüşü, döngüsel zamanı ve yaşamı, bölünmezliği bununla birlikte de sonsuzluğu simgelediğine inanılmaktadır. Budistler de bu çember sembolünü “samsara” döngüsüyle özdeşleştirmişlerdir. Bununla birlikte yapılan çalışmalar göstermiştir ki, bazı doğu krallarının taht odaları daire biçimindedir. Taht odalarının, tahtların ve hatta tapınakların bu dönme kavramı “güneş”in varsayılan dönüşüyle ilişkilendirilmiştir. Bizim için ilginç olan şey ise Eskiçağ toplumlarında bu astral salonların adaletin yerine getirildiği mahkeme salonları olarak kullanılmış olmasıdır. Bilindiği gibi Mezopotamya teolojisinde adaleti yerine getirecek olan hiç şüphesiz tanrının kendisidir. Bu da böylesi bir izahtan söz konusu olan rölyefin üzerindeki figürün yaşamı ve adaleti temsil eden bir tanrıçaya ait olduğu fikrini pekiştirmektedir. Kabartmada en baskın olan sembol değeri ise hiç şüphesiz ki, hayvanlardır. Buna göre Lilith olduğu düşünülen kadın iki aslandan oluşan bir tahtın üstünde ayakta durmaktadır. Birçok toplumda aslanın, hayvanların en güçlüsü ve “kralı” olarak kabul edildiği görülmektedir. Ayrıca aslan, güneş ve altın renkleri ile özdeşleştirilmiştir. Bu anlamda her zaman güçlü bir egemenlik simgesi olmuştur. Başta aslan olmak üzere, hayvan figürlerine atfedilen anlam ve özelliklerden dolayı bu betimlemeler tanrıların ve kralların simgeleri olmuştur. Rölyef üzerinde hatırı sayılır ehemmiyeti olan bir diğer hayvan sembolü de baykuştur. Zira tüm dişiliği ile endam eden kadının ayakları bir baykuşun pençeleriyle denk tasvir edilirken, her iki yanında da aynı ebatta iki ayrı baykuş ana karaktere eşit mesafede durarak eşlik etmektedir. Baykuşun Yunan mitolojisinde “Athena kuşu” olarak uğur simgesi sayıldığı görülmektedir. Athena, Yunan mitolojisinde babası Zeus’un başından zuhur eden aklın ve zekânın tanrıçası olarak kabul edilmektedir. Yine Yunan mitolojisinde baykuş, aklı ve güzel sanatları simgelemektedir. Ancak baykuş Roma coğrafyasına geçerken, misyon değiştirmiş ve ötüşü ölüm haberi sayılan uğursuzluk ve yıkım sembolüne dönüşmüştür. Nitekim Roma’da Augustus, Aurelius ve Sezar’ın ölümlerinin baykuşun ötüşüyle bildirildiği inancı mevcuttur. Aynı şekilde baykuşun düşte görülmesi de kötü talih olarak yorumlanmıştır. Roma İmparatorluğu’nun kültür mirasçısı olarak kabul edilen Avrupa toplumlarında da baykuş cadılıkla ve uğursuzlukla ilişkilendirilmiştir. Avrupa’dan hareketle Amerika folkloruna geçen baykuş kötü alınyazısı ve ölüm diye anlam kazanmıştır. Ayrıca İskoçlar baykuşu gündüz gördükleri takdirde bir uğursuzluğun yaklaştığına iman etmişlerdir. Galliler ise baykuş ötüşüne iki anlam vermişlerdir; ya biri ölecektir ya da bir kız bakireliğini yitirecektir. Baykuş, eski Mısırlılarda ve Hintlilerde de ölüm kuşudur. Çinlilerde baykuş görmek felakete alâmettir, mutluluk ve servet habercisi ankanın karşıtıdır çünkü o karanlığı simgeler. Bu izahlardan hareketle denilebilir ki baykuş simgesi de tıpkı Lilith figürünün toplumsal zihnin zamansal çizelgesinde kendisine çizdiği karakteristik yükselen çizgiye istinaden daha inişli-çıkışlı ve istikrarsız bir düzlemde varlığını bugüne kadar muhafaza etmiştir. Tüm bunlarla birlikte Gecenin Kraliçesi Rölyefi üzerinde yer alan kadının ayaklarının da baykuş pençesi şeklinde tasvir edildiği görülmektedir. A.L. Gourhan pençe motifinin kadını ve kadının jenital organını temsil ettiğini söylemektedir. Ayrıca kadının kuş ile eşleştirildiği figürler M.Ö. 21.000’den başlayarak her şeyin yumurtadan doğduğuna inanan toplumlar için ehemmiyetli bir sembol olmuştur. Lilith ayrıca vahşi bir hayvanı andıran kanatlarıyla da ayrı bir görkeme ve kudrete işaret etmektedir. Mezopotamya coğrafyasında Lilith ile ilgili Gecenin Kraliçesi Rölyefi dışında Pensilvanya Üniversitesi tarafından Nippur’da yürütülen kazılar neticesinde Irak’taki modern Hilla’nın yaklaşık elli kilometre güneydoğusunda çok sayıda dua ve sihir metninin nakşedildiği çanak parçaları ele geçirilmiştir. Bunlar daha çok Lilith’e karşı yöneltilmiş sihir metinlerini içermektedir. Çanakların tarihleri ise yaklaşık olarak M.Ö. 600’ü işaret etmektedir. Dahası yapılan incelemeler bu çanak parçalarının Yahudilere ait olduğunu göstermektedir. Zira M.Ö. 6. yüzyılda Nippur’da yaşayan önemli bir Yahudi kolonisinin varlığı bilinmektedir. Bu çanak parçalarının üzerinde yer alan ve korumaya yönelik olan dua metinleri Lilith’in artık teolojik olarak da farklı bir konuma yükseltildiğinin kanıtı durumundadır. Böylelikle o, salt “Harabelerin Bekçisi” olma özelliğinden sıyrılarak daha ehemmiyetli ve daha kutsal bir noktaya getirilmiştir. Ancak Lilith en büyük ününü hiç şüphesiz ki, Yahudi teolojisi içinde Hz. Adem’in ilk karısı olarak anılmaya başladığında kazanmıştır. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Kasım 3, 2022 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Kasım 3, 2022 Yahudilik İtikadında Lilith Pagan inanç içerisinde doğmuş olan Lilith ilerleyen süreçte tek tanrı itikadının içinde de yer edinmiştir. Ona bu misyonu yükleyen ise bizatihi Yahudi din adamları olmuştur. Ulaşıla bilinen en erken tarihi M.Ö. 2000’ler olan Lilith bu kez de M.Ö. 600’de kimlik değiştirerek daha karizmatik ve daha kararlı olarak Yahudilik itikadı içinde geri dönmüştür denilebilir. Bu yeni kimliğe geçiş Yahudi teolojisi içinde de tedrici bir biçimde gerçekleşmiştir. İlk olarak M.Ö. 500’lerde derlenmiş olan Babil Talmudu mısraları arasında karşımıza çıkan Lilith burada dört kez zikredilmiştir, ancak bu bahislerin hiç birinde Hz. Adem’in karısı olarak adlandırılmamıştır. Niddah 24b, de Lilith’in kanatları olduğuna ve hamileleri etkileyebildiğine değinilirken; Bava Batra 73a, da ise Lilith’in oğlu Hurmin’den bahsedilmektedir. Eruvin 100b, Lilith’i uzun saçlı bir şeytan olarak tasvir etmektedir. Shabbat 151 b, de ise bir evde yalnız uyuyan herkesin şeytani ruh Lilith tarafından ele geçirileceği söylenmektedir. Söz konusu bu bahsi pekiştirmesi adına Erubin 18b de yer alan ve Talmud’da Lilith’e dair Sumer yazılı ve görsel tasvirlerinden farklı olarak zikredilmiş en dikkat çekici izah ise şu mısralarda aktarılmıştır. Buna göre; “İlk insan olan Âdem Havva’dan ayrıldığı o yıllarda (Cennetten kovulduktan sonra) gulyabanilerin, iblislerin ve Lilin’in babası oldu dedi. Haham Meir ise Âdem çok dindar ve dünyaya ölüm gelmesine neden olduğunu bulan ilk insan 130 yıl oruç tuttu, 130 yıl karısından ayrı kaldı ve 130 yıl incir yaprakları giydi. Burada bahsedilen kötü ruhların babası olma ıslak rüyaların sonucu ortaya çıktı” diyerek Lilit’in Rabbi Hanina’nın söylediği gibi rüyada erkeklere musallat olduğuna işaret etmektedir. Burada kullanılan Lilin, Lilit’in çoğuludur” denmektedir. Talmud’da yer alan bu anlatı ve daha fazlası detaylarıyla Kabalisttik öğretinin kitabı Sohar’da da yer almıştır. Buna göre Kabala yandaşları Lilith’i bir fahişe olarak nitelendirmişlerdir. Tabi ki, böylesi bir fahişenin ilk kurbanı da tanrının suretinde çamurdan yaratılmış olan Hz. Adem’dir. Sohar, I, 54b Hz. Adem’in ilk günahtan sonra günahının kefaletini 130 yıl cinsel perhiz yaparak ödemek niyetinde olduğu yazmaktadır. Yine Sohar, I, 19b’de Lilith’in gece boyunca insanoğlunun arasında dolaştığını ve onların kendilerini kirletecek kadar çok onları rahatsız ettiğini bildirmektedir. Ayrıca ne zaman bir evde yalnız uyuyan insanlar olursa onların üzerine uçarak onlarda arzu uyandırdığını ve üzerlerine abanarak döllendiğini yazmaktadır. Bu birleşimle birlikte insanoğluna türlü hastalıkların yayıldığını ve bu olayın ay küçülürken, olduğunu zikretmektedir. Ayrıca Babil Talmudu Shabbat 151 b’de yapılan; bir erkeğin bir evde yalnız uyumaması gerektiğine dair ikaz M.S. 1. yüzyıl Yahudi din bilgini Haham Hanina tarafından da yinelenmektedir. Lilith’e dair, Babil Talmudu’nda ve Sohar’da yer alan bu izahlardan anlaşıldığı kadarıyla Yahudi geleneği Lilith’i küçük çocuklara ve hamile kadınlara saldırmaya hevesli bir şeytan olarak tanımlamaktadır. Bu da Nippur kazıları sırasında ele geçirilen çanak parçalarının üzerindeki korunma dualarını açıklamaktadır. Anlaşılan o ki, Yahudi toplumunda Lilith’e dair yapılan tılsımlar geleneksel olarak doğum yapan kadınların yataklarına asılmaktaydı. Bugün bu uygulamanın pek çok benzerine Anadolu coğrafyasında da rastlanılmaktadır. Nitekim Türk-İslam kültürü çevresinde yeni doğanı olumsuzluklardan (albasması, kenafir göz, nazar, haset…vb) korumak için üzerine küçük bir iğneye iliştirilmiş; cevşen, nazar boncuğu, gök boncuk, ayna, okunmuş çörek otu ya da iğde dalı gibi materyaller takma geleneği yaygındır. Anlaşılan o ki, bu uygulamaların kökenini de Lilith’e kadar götürmek mümkündür. Dahası Babil Talmud’unda ve Sohar’da geçen izahlarda Lilith’in evde yalnız yatan erkekleri uyku halindeyken, şehvetiyle tahrik ettiği dile getirilmektedir. Ayrıca bu hal İslami literatürde de “İhtilam” tabiriyle karşılık bulmuştur. Hulm sözünden türetilmiş olan ihtilam ergenliğe ulaşmak manasında olduğu gibi, rüya anlamını da taşımaktadır. Gerçekten de hulum kelimesi Kuran-ı Kerim’de ergenlik çağı ve rüya kelimelerine karşılık olarak kullanılmıştır. Nitekim bu hal geleneksel toplumlarda ergenlik çağına ulaşmış erkeklerin gece uykuları sırasında dişi bir şeytan tarafından kandırıldıkları şeklinde yorumlanmaktadır. Ancak modern tıp ise uyku halindeki bu durumu cinsel davranış bozukluğu olarak nitelendirmektedir. Bu bozuklukların bazıları parasomnilerden bazıları da epileptik deşarjlardan kaynaklanmaktadır. Yatakta başka birisinin varlığı, stres, yorgunluk, alkol ve kullanılan bazı ilaçlar bu bozuklukları tetikleyebileceği gibi, hastaların yarısında başka bir uyku bozukluğunu da göstermektedir. Bu bozuklukların bedensel ve psikososyal etkileri, bazı durumlarda kişilerin hayatlarını etkileyebilecek düzeydedir. Yukarıda izah edildiği gibi modern tıbbın psikolojik bir rahatsızlıktan ya da stresten kaynakladığını söylediği bu durum, pek çok inançta dişi bir şeytanın erkekleri uykularında kandırdığı şeklinde izah edilmiştir. Bu görüş Yahudilik itikadına Lilith’in şehveti olarak yansımıştır. Bu inanış Yahudi itikadında öğlesine etkin ve yaygın olmuştur ki, Sohar kadın ve erkek arasında meydana gelen birleşmeyi bir noktada Lilith’nin sapkınlığı olarak değerlendirmeye başlamıştır. Nitekim Sohar’a göre Lilith bu yolla kendi şeytan soyunun devamını sağlamak için erkekten yaralanmaktadır. Görüldüğü gibi gerek Sumer gerekse de Yahudi itikadı içerisinde şimdiye kadar irdelediğimiz kaynakların içerisinde Lilith salt kötülükçü şeytani bir güç olarak dillendirilmiş ya da tasvir edilmiştir. Bu kaynakların hiç birinde Lilith’in insan soyu üzerinde bu denli yıkımlara sebebiyet vermesinin gerekçesine değinilmemiştir. Peki, Lilith kimdir ve neden gece yalnız uyuyan erkekleri, lohusa kadınları ve yeni doğanları rahatsız etmektedir. İşte tüm bu suallerin cevabını Yahudilere ait olan ve M.S. 600-1000 yıllarına tarihlenen Ben-Sira Alfabesi satırları arasında bulmak mümkündür. Ayrıca bu eser Lilith’ten Hz. Adem’in eşi olarak bahseden ilk eser olma özelliği de taşımaktadır. Buna göre Ben-Sira Alfabesi’nde ilgili kısımlar şu ifadelerle başlamaktadır: “Tanrı ilk insanı yarattığında şöyle konuştu: “insanın yalnız olması iyi bir şey değil”. Ve ona topraktan bir eş yarattı adı Lilith olan. Kısa süre sonra birbirleriyle kavga etmeye başladılar. Kadın erkeğe şöyle dedi: “Ben senin altında yatmak istemiyorum”. Ve ilk erkek karşılık verdi: “Ben senin altında değil üstünde yatmak istiyorum; çünkü sen altta kalan olmayı hak ediyorsun ve ben üstün olmayı hak ediyorum”. Kadın karşılık verdi: “İkimiz de eşitiz; çünkü ikimizde topraktan yaratıldık”. Ve her ikisi de birbirlerini anlamayı reddetti”. Lilith bunun farkına vardığında Tanrı’nın o özel ismini telaffuz etti ve dünyanın göğüne doğru yükseldi. Adem yaratıcısına şöyle seslendi: “Dünyanın Tanrısı, bana verdiğin kadın benden kaçtı”. Bu izah Lilith’in eril Adem’den sonra tıpkı onun gibi topraktan yaratılan ilk dişi insan olduğunu dolayısıyla da Hz. Adem’in ilk eşinin Hz. Havva değil, Lilith olduğunu anlatmaktadır. Metnin devamında ise Hz. Adem ve Lilith’in uzlaşmazlığına değinmektedir. Buna göre sembolik manada cinsellik üzerinden bir örneklem verilirken, kimi çevreler bu anlatıyı kadın ve erkeğin toplumsal yaşam içerisinde eşitliğine dair kadının verdiği ilk mücadele olarak yorumlamaktadır. Dahası bu vesileyle Lilith erkek egemen dünyaya başkaldıran ilk kadın olma hüviyeti de kazanmaktadır. Ben-Sira Alfabesi’nde Lilith ile ilgili metnin ilerleyen kısımlarında Hz. Adem’i terk eden Lilith’in Tanrı tarafından görevlendirilen melekler aracılığıyla yakalanışı ve onların arasında geçen diyaloglardan bahsetmektedir: “Bunun üzerine her şeye kadir olan Tanrı Lilith’in peşinden üç tane melek gönderdi ve onu geri getirmelerini emretti. Her şeye kadir olan Adem’e şöyle konuştu: “Geri dönmek istediği taktirde, tamam; ama şayet istemezse her gün yüz oğlunun ölümüne şahit olmayı göze almalıdır”. Melekler kadını takip ettiler ve ileride bir gün Mısırlıların boğulacağı büyük suyun altında onu yakaladılar. Onlar tanrının sözlerini kadına ilettiler. Ama o geri dönmek istemedi. Ona şöyle dediler: “Seni denizde boğacağız”. Kadın ise şöyle karşılık verdi: “Beni yalnız bırakın; çünkü ben çocukları zayıf düşürmekten başka bir işe yaramam: erkek çocukları doğumundan sekizinci gününe, kız çocukları ise doğumundan yirminci gününe kadar gözetmem emredildi”. Melekler kadının söylediklerini duyduklarında onu yakalamak için daha çok ısrar ettiler, “Yaşayan ve var olan Tanrı’nın adına sizin isimlerinizi ve suretlerinizi Camea’da gördüğüm takdirde o çocuğun üzerinde hak iddia etmeyeceğim”. Ve böylece kadın gün ve gün şeytanlarından yüz tanesinin ölmesini göze aldı. Bu sebeptendir ki biz onların (Meleklerin) isimlerini küçük çocukların Camea’larına yazarız. Kadın bunu görünce verdiği sözü hatırlar ve çocuk iyileşir”. Ayrıca Ben Sira Alfabesi’nde yer alan bu izahların eksik kalan yanlarının Yahudi Mitolojisiyle tamamlandığını görmekteyiz. Bu kaynaklarla birlikte Lilith’in lohusa kadınlara duyduğu kin ve yeni doğan bebeklere neden zarar vermek istediği detaylı olarak bir kez daha pekiştirilmeye çalışılmıştır. Yahudi teolojisinin ve mitolojisinin bir harmanı olarak kabul edebileceğimiz bu anlatılarda konuyla ilgili daha geniş tasvirlerin yanı sıra Lilith’i yakalamaya çalışan meleklerin isimleri de zikredilmektedir. Buna göre bu üç meleğin isimleri: Senoy, Sansenoy ve Semangelof’dir. Yine Ben Sira Alfabesi’nde yer alan metnin bu kısmında Lilith’in neden yeni doğan bebeklere musallat olduğuna açıklık getirilmiştir. Zira Lilith, Tanrı tarafından onu geri getirmekle görevlendirilen meleklerle bir anlaşma yapmıştır. Lilith meleklerle geri dönmeyi reddedince melekler de her gün Lilith’in dünyaya getirdiği yüz iblisi öldüreceklerine ant içmişlerdir. Lilith’de, kendi çocuklarına karşılık dünyaya gelen diğer erkek çocuklarını doğumlarından sonraki ilk sekiz gün yani sünnet oldukları süreye kadar kız çocuklarını da doğumlarından sonraki yirminci güne kadar rahatsız edeceğini, onlara musallat olacağını ve zarar vereceğini söylemiş ardından da bunun üzerine yemin etmiştir. Ancak Lilith, yeni doğan bebeklerin üzerinde melekler Senoy, Sansenoy ve Semange’nin isimlerini gördüğü takdirde onlara dokumayacağını bildirmiştir. Bu cümle de Pensilvanya Üniversitesi tarafından Nippur’da yürütülen kazılar neticesinde ele geçirilmiş olan çok sayıdaki dua ve sihir metninin nakşedildiği çanak parçalarının gerekçesini izah etmektedir. Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi 2018, 5 (17 Ek Özel Sayı), ss.29-60 1 Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.