nevermore Oluşturma zamanı: Eylül 3, 2023 Paylaş Oluşturma zamanı: Eylül 3, 2023 1. Orta Asya Halklarında Bitki ve Hayvanların Büyü Amaçlı Kullanımı a) Hayvan Bağırsaklarından Geleceği Okuma Teknikleri Bugün üzerinde çokça tartışılmakla birlikte Orta Asya halklarında, hayvanların bağırsaklarından geleceği okuma tekniğine ilişkin bilinenlerin oldukça sınırlı olduğu söylenebilir. Roux, Plan Carpin’in Moğolların bağırsak aracılığıyla kehanette bulunduklarını söyleyen tek batılı gezgin olduğunu belirtir. Bu kehanet biçiminin varlığı sadece Moğollar, Hunlar ve Vuhuanlarda kanıtlanabilmiştir. Hunların Kralı Attila’nın Katalonya meydan savaşı öncesinde kâhinlere başvurarak geleceği öğrenmek ister; kâhinlerin verdikleri haberler Attila için iç açıcı değildir. Ancak tüm bunlara karşın bu tekniğin Moğollarda kullanıldığına dair kanıtları Gizli Tarih’te bulmak mümkündür. “Ogadai-hahan orada hastalanarak dili tutuldu. Birçok büyücü ve kâhinleri toplayarak fala baktıkları zaman; (…)” Yukarıdaki metinde yer alan sözcüğün kehanette bulunmak anlamına geldiğini belirten Roux, Çince çeviride sözcüğün bağırsaklar ile karşılandığını söyler. Eldeki bu kısıtlı bilgilere rağmen Orta Asya halklarından bazılarında özellikle Moğollarda ve Hunlarda hayvan bağırsaklarına bakarak kehanette bulunma, geleceği okuma yöntemine, kâhinler ve bilgeler tarafından daha çok olağanüstü dönemlerde başvurulduğu anlaşılmaktadır. b) Kürek Kemiğiyle Kehanette Bulunma Dünyanın tüm bölgelerinde izleri sürülebilecek olan bu yöntemin, Türk-Moğol kehanet yöntemleri arasında en eskisi ve sürekli uygulananıdır. Roux bu yöntemin Yukarı Asya’da tarihöncesi çağlardan beri uygulandığını belirtir. Cengiz hanlılarla birlikte hayvan kemiklerinden geleceği okumak önem kazanır ve bu önemini hiçbir zaman kaybetmez. Bu yöntemde öncelikle koyun kürekkemiği kullanılır. Koyun yetiştirilmeyen ya da ender bulunan bölgelerde keçi veya başka bir hayvandan faydalanılabilinir. Kuzey’de, Çukçelerde rengeyiği kürekkemiğinin çatlakları incelenirken, Koryaklar fokun kürekkemiğiyle kehanette bulunurlar. Burada önemli olan hususlar hayvanın yakın zamanda öldürülmüş olması ve kemik üzerindeki etlerin iyice temizlenmiş olmasıdır. Etlerinden iyice temizlenen kürekkemiği ateşin üzerinde, çatlaması için iyice kavrulur; böylece kâhin bu çatlaklara bakarak meydana gelecek olayları önceden tahmin edebilecektir. Bu yöntemde kâhin kemiklerde neye bakar ve nasıl yorumlar. Bu konuda G. De Rubrouck’un tanıklığına başvurabiliriz; “(Kemikler) kavrulduğunda, görevli bu kemikleri getirir ve ısının etkisiyle boylamasına yarılıp yarılmadıklarına bakarlar. Eğer yarılmışsa yapılacak olan iş için yolun açık olduğu anlamına gelir. Eğer enlemesine yarılmışsa ya da küçük parçalar kopmuşsa işten vazgeçilir. Kemikler kaçınılmaz bir biçimde ateşte yarılırlar… bu üç kemikten bir tanesi bile boylamasına yarılırsa işin olacağına karar verilir.” Kürekkemiğinden kehanette bulunma tekniğinin sadece olağanüstü olaylar (savaş, kuraklık vb.) için değil her şey için kullanıldığı anlaşılıyor. Bu noktada Raux’un Müslüman Türklere ilişkin ilginç tespitini vermekte fayda görüyoruz; “Kürekkemiğinin okunması tekniği, “şaman ortamlarından çok uzak kalan” ve bunun varsaydığı evren temsilini gözden kaybeden toplumlarca korunmuştur. böylece Müslüman Türklerde hep sevile gelmiştir.” Kürekkemiğiyle kehanetin Moğolca ve Türkçede belirli bir ismi vardır; Moğolcada dallaci, Türkçede de yagrıncı kullanılmaktadır. Ancak dallaci’nin kimliği hakkında bilgi sahibi olunamamıştır. Dallaci, kâhin midir yoksa bu işi yüklenmiş bir şaman mıdır? Sonuç itibariyle kavrulmuş kürek kemiklerini okuma işini toplumda saygınlığı olan birisinin yüklendiğini söyleyebiliriz. Bağırsakla kehanette bulunma yöntemiyle karşılaştırıldığında, kürekkemiğiyle kehanetin çok geniş bir alanda yaygın olarak başvurulan bir geleceği okuma yöntemi olduğu söylenebilir. c) Yağmur Taşı Yukarıda anlatılan öngörü tekniklerinden bir diğeri de ‘yağmur taşı’dır. Özellikle Altay halklarının yaşamında önemli rol oynasa da, tartışmasız çok geniş bir alana yayılmış bir kehanet aracıdır. Yağmur taşı adından da anlaşılacağı gibi hava koşullarında değişiklik yaratmaya neden olan bir taştır. Abdülkadir İnan bu taş hakkında şu bilgileri verir; “Türk kavimlerinde çok eski devirlerden beri yaygın bir inanca göre, büyük Türk tanrısı Türkler’in ceddi âlâsına yada (yahut cada, yat) denilen bir sihirli taş armağan etmiştir ki bununla istediği zaman yağmur, kar, dolu yağdırır, fırtına çıkarırdı. Bu taş her devirde Türk kamlarının ve büyük Türk komutanlarının elinde bulunmuş, Şamanistlere göre, zamanımızda da büyük kamların ve yadacıların ellerinde bulunmaktadır.” Roux panzehir taşı anlamına gelen bézoard sözcüğünün Farsça badzehr’den geldiğinden hareketle bu maddenin olağanüstü özelliklerinin tüm antikçağ boyunca, özellikle İran’da bilindiğini ve taşın batılılardan alınma ihtimalinin hiç uzak olmadığı ihtimali üzerinde durur. Ancak Orta Asya halkları arasında pek çok farklı şeye yada taşı adı verildiği bilinmekle birlikte; ister ormandan toplanmış, ister gökten düşmüş, isterse de dağda bulunmuş, olsun yada taşı iklim koşullarına müdahale edebilmek için birebirdir. Taşın bazı hayvanların midesinde ya da kafasında bulunan vücut taşlarından biri olması ihtimali kıymetini arttırmaktadır. “Anadolu yağmur dualarındaki taş unsurunun menşe’i de her halde Türklerin meşhur yada taşı an’anesi olmalıdır. Yada taşı ile ilgili âdet ve an’aneler de, umumi olarak, yağmur duaları merasimlerine bağlanabilir. Moğollarda dzada yağmur taşı, yani yağmur yağdırmak için kullanılan sihri kuvveti haiz taş man- asına gelir. (…) (Moğollar) Bu taşın üç yıl te’sirini muhafaza ettiğine, sonra öldüğüne inanırlar; ölmemesi için, hangi hayvanın kafası veya karnı içinden çıkarılarak elde edilmiş ise, o hayvanın tüyleri içinde saklanması, öldüğü tak- dirde, yeniden diriltmek için, o hayvanı kesip, onun nefesi ile ıslatılması gerek- tiğine inanılır.” Pertev Naili Boratav’ın da belirttiği gibi Anadolu’da yağmur yağdırma ritüelinin bir parçası olan ‘yada taşı’nın Orta Asya’dan gelmiş olma ihtimali yüksektir. Bu bağlamda taşın özellikleri kadar taşı kullananın da kimliği de önem kazanmaktadır. Yada taşı ve onu kullanan büyücünün ilk kez Uygur döneminde görülmeye başladığı sanılmaktadır. Kâşgarlı Mahmûd’un sözlüğünün pek çok yerinde yat ve yatçı’dan söz eder ve “yağmur ve kar yağdıran, rüzgâr estiren bir tür kamlık” olduğunu açıklar. Dönem kaynakları içinde en uzun yada taşı tanımı Divânü Lugâti’t-Türk’te yapılmıştır; “yat. Yağmur, rüzgar ya da benzer şeyler getirmeye yarayan bazı özel taşlar [yada (?)] kullanarak icra edilen bir tür kamlık. Bu, Türkler ara- sında yaygın olan bir şeydir. Ben buna Yagma ülkesinde bizzat şahit Oldum; her yanı saran bir yangını durdurmak için yapıldı. Cenab-ı Hakk’ın izniyle yazın ortasında ar yağdı ve gözlerimin önünde yangını söndürdü.” Bu tekniğin giderek büyü amaçlı kullanımına iyi bir örnek Gizli Tarih’te yer alır; “Ertesi gün her iki tarafın orduları harekete geçti; biri birine doğru Yürüyerek Koyiten’de karşılaştılar. Biri birini bir aşağı bir yukarı sıkış- tırarak, karşılıklı muhabere nizamı almaya çalışıyorlardı. Bu savaş (Camuha tarafından) iştirak edenlerden Buyiruh-han ile Huduha sihirbazlıkla yağmur yağdırmak kudretine maliktiler. Onların yağmur için büyü yapmasiyle hakikaten yağmur yağmaya başladı, fakat fırtına, yağmuru kendi aleyhlerine çevirdi. Onlar ileri hareket edemeyerek hendeklere yuvarlandılar ve : “Biz herhalde tanrının lûtfuna mazhar olmadık! “ diyerek dağıldılar” Yada taşı’nın kullanımı kadar üzerinde tartışılan bir konu da, tam olarak ne olduğu hakkındadır. Roux, yada taşı’nın günümüzde hayvanların, atların, domuzların midesinde bulunan bir salgı olarak kabul edildiğinden bahisle; bu salgının ceviz büyüklüğünde kemikli bir madde, kül renginde, beyaz ve kırmızı benekleri bulunan yumurta iriliğinde bir taş olarak tanımlanabileceğini; bu ve benzeri tanımlara ilaveten çoğu kez bir meteorit olabileceğini kaynaklara atfen belirtiyor. Yukarıda söylenenlere ilaveten, muska, nazarlık, talisman olarak kurt dişi taşınması, kurdun gövdesinden bir parçanın evin önüne konulması; bazı Altay halklarında olduğu üzere bedende korunma amaçlı kuştüyü taşınması vb. çok sayıda gelenek söz konusudur. Son tahlilde, kötücül olmayan, sağaltım ve iyi amaçlı büyünün uygulanmasında, bitki ve hayvanların varlığı söz konusudur. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Eylül 3, 2023 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 3, 2023 2. Ortaçağ Avrupa’sında Bitki ve Hayvanların Şifa ve Büyü Amaçlı Kullanımı Ortaçağ Avrupa’sında bitkilerin ve hayvanların büyü ve benzer kötücül amaçlarla yaygın olarak kullanıldığını biliyoruz. Ancak bu kullanımın her zaman kötü amaçlı olmamakta (kara büyü), sağaltım ve yenilenme amacıyla da (ak büyü) hayvanlarda ve bitkilerde var olduğuna inanılan doğaüstü güçler yardıma çağırılmaktadır. Kuşkusuz bu noktada doğaüstü güçleri yardıma çağıranın niyeti önem kazanmaktadır. Hıristiyanlık inancına göre tüm kötülüklerin kaynağı olarak görülen şeytan, kötücül amaçlarını gerçekleştirebilmek amacıyla ihtiyaç duyduğu işbirlikçileri bulmakta hiçbir zaman zorluk çekmemiştir. Şeytan ve demonları emrine girenlere, yapılacak zararlı büyüyü ilişkin malzemenin terkibini, nerelerden elde edilebileceğini, hangi yöntemlerle daha etkin hale getirebileceğini, uygulanma şeklini vb. pratik bilgileri aktaracaktır. Şeytanın işbirlikçileri olan cadılar, büyücüler, falcılar, astrologlar, medyumlar, zehir terkipçileri vb. bu sürecin sonunda kendilerine öğretilenleri uygulamak için çeşitli malzemelere ihtiyaç duyarlar. Amacına uygun bir muska veya iksir hazırlayabilmek için doğanın dilini bilmek gerekir. İşte bu yüzdendir ki yaşlılar, bilge kadınlar (otacı) ve ebeler daima cadılık ve büyücülükle suçlanmışlardır. Hangi bitkinin hangi derde derman olduğuna dair bilgi yüzlerce, binlerce yıllık bir tecrübe ve birikim sonucunda nesilden nesile aktarılarak kazanıldığı için kıymetli ve paylaşılmazdır. Bu durum, sağaltım amacıyla yararlanılan şeye (bitki, taş, hayvan) gizemli bir hava verecektir. Binlerce yıldır insanlara şifa vermek için otacılar, rahibeler, bilge kadınlar tarafından hazırlanan iksirlere, sağaltıcı karışımlara çoğu zaman şüpheyle bakılacaktır. Bu şüphenin temel nedeni, ortaçağda tıp ile büyü sanatını çok ince bir sınırın ayırıyor olmasıdır. Otacı dışında kimsenin tanımadığı bir otla hazırlanan bir ilaç amansız bir hastalığa çare olabileceği gibi, kötü niyetli birinin (büyücü-cadı) elinde güçlü bir silaha dönüşebilmektedir. Bizi bu noktada ilgilendiren bu endişenin gerçeklik temeli olup olmadığından çok, başta kilise ve sivil otorite olmak üzere çevrenin nasıl tepki verdiğidir. Geç ortaçağdan itibaren Avrupa’da başta yaşlı kadınlar olmak üzere çok sayıda masum insan, büyü sanatlarının icrasında başrol üstlendikleri gerekçesiyle takibe uğramışlar ve acımasızca işkence görerek cezalandırılmışlardır. Şifa ve büyü sözcüklerinin ortaçağda bu denli yan yana kullanılmasında en önemli etken, doğaüstü güçlerin insanların yaşamlarından işgal ettiği önemli yerdir. Kuraklığa karşı yağmur yağdırmak, ineğin sütünü artırabilmek, çocuk doğurabilmek, özlemlerini gerçekleştirebilmek vb. gündelik yaşamın somut gerçekleri için doğaüstü güçlerin yardımından medet umulmaktadır. Çoğu zaman, sihirli formüllerin, kilisenin hilafına, başarılı olması giderek uygulayanı büyücülük suçlamasıyla karşı karşıya bırakırken insanların aklı karışmakta ve Tanrı inancı sorgulanmaya başlamaktadır. Anılan bu süreçte faydalı amaçlarla kullanıldıkları zaman kurtarıcı gözüyle bakılan, yardımlarından medet umulan insanoğlunun en önemli yoldaşları bitkiler ve hayvanlar, büyücülerin kötücül amaçlarına malzeme oldukları zaman zan altında kalacaklardır. Bu ikilem insanoğlunun hurafelere verdiği kıymet ve bu dünyadan umudunu kestiği sürece devam etmiştir. a) Bitkilerin Büyü Amaçlı Kullanımı Kuşkusuz bitkilerin sağaltım ve benzeri iyicil amaçlarla kullanımının geçmişi kadim çağlara kadar uzanmaktadır. Antik çağdan günümüze bu konuda kaleme alınmış birçok belge intikal edebilmiştir. Hipokrat’tan Bergamalı Galenos’a, İbn Sina’dan Constantinus Africanus’a çok sayıda hekim sağaltım amacıyla bitkilerin şifa veren gücünden faydalanmış giderek ilâç biliminin (farmakoloji) temelleri atılmıştır. Diğer yandan bitkilerin sağaltım dışında (veya sağaltımla gelen) farklı güçlerinin olduğu görülecektir. Bu süreçte Hıristiyan Avrupa, Antik dünyanın köklü mirasıyla, İslam- Arap dünyasının âlimlerinden çok şey öğrenecek, ancak 11. yüzyıldan itibaren kontrolü eline alacaktır. Bu gelişimde, erken ortaçağdan itibaren batı dünyasında manastır kurumuyla birlikte gelişen ‘bahçe kültürü’nün önemli etkisi olacaktır. Manastırların botanik bahçelerinde yetiştirilen her türden ıtriyatın karıştırılmasıyla elde edilen şifa verici iksirlerin formülleri uzun süre rahibelerin gizleri olarak kalacaktır. Ortaçağ tıbbında bitkiler farklı ayrımlara tabi tutularak tasnif edilmektedir; öncelikle bitkinin bedene yararlı mı zararlı mı olduğuna bakılır. Şeytani özelliklere sahip zararlı bitkiler, faydalı bitkilere göre az sayıdadır. Akıl hastalıkları, sara, melankoli, kekemelik vb. rahatsızlıklarla, fiziksel -bedensel- hastalıklara yönelik olarak hazırlanacak terkiplerde kullanılacak bitki ve otlar farklı farklıdır. Yine kimyon, biber, hardal tohumu, pırasa iştah açıcılar olarak görülürken; Benedikten otu, kaya koruğu afrodizyak özelliğiyle öne çıkar. Tüm bu sınıflandırmalar yüzyıllar boyunca tecrübeyle kazanılmış bilgilere dayanır. Ortaçağda şeytan, demonlar gibi kötücül güçlerin insanlara verecekleri zararlar sonucunda oluşacak hastalıkların, karın ağrısıyla baş gösteren herhangi bir fiziksel hastalıktan ayırt edebilmek mümkün değildir. Kötü ruhların verdikleri zararlar insan vücudunda ilk etkisini bozulan akıl sağlığında gösterir. Tutsak alınmış bedenlerin büyüsünü, ancak işini bilen bilgelerin hazırladığı terkipler çözebilir; bu nedenledir ki; sadece Almancada isminde ‘cadı’ geçen 60, şeytan geçen 120 civarında bitki vardır. Özellikle geç ortaçağda ortaya çıkan cadı avı histerisi bu bağlamda önemli ipuçları verir. ‘Modern Cadı’ kavramının temel unsurlarından olan cadıların gece uçuşları, ancak cadı kremiyle gerçekleştirilebilir. Cadı kremine (Hexensalbe) ortaçağ yazınında ilk kez 15. yüzyılda rastlanmakla birlikte, benzer karışımların çok eski dönemlerden beri yapıldığı sanılmaktadır. Cadı kremi, cadıların sabbat ayinlerine (uçarak) katılabilmek için vücutlarına sürdükleri bir merhemdir. İçinde çok sayıda bitki ve otun (kavak ağacı yaprağı, afyon çiçeği, baldıran otu, itüzümü) yanı sıra yarasa kanı, sığır yağı, kurum, doğmamış çocuk eti yer alır. Bu malzemeler bölgeden bölgeye, kültürden kültüre farklılık göstermekle birlikte özellikle banotu, adamkökü ve baldıran otu benzeri sanrı yaratıcı bitkiler cadı kreminin vazgeçilmezleridir. Cadı kremi (uçuş kremi) reçetesini ilk kez yazıya döken Johannes Hartlieb, 1440 yılında kaleme aldığı Bitkiler Kitabı’nda ayrıntılı cadı kremi reçeteleri verir. Ortaçağ boyunca adı kötülükle özdeşleşen bitkilerin başında adamkökü/kankurutan (mandrago) önemli bir yer işgal eder. İnsan benzeyen şekliyle adamotu şeytan tarafından kendisine bahşedilmiş yeteneklere sahiptir. Cadılar ve büyücülerin zehirli iksirlerinin panzehiri olarak kimi bitkilerin öne çıktığını görüyoruz. Örneğin zehirli bir iksir, sinirotu özünün içilmesiyle etkisiz hale gelebilir. Sinirotu benzeri bir özelliğe sahip olan başka bir bitki de eğreltiotudur. Eğreltiotu, şeytanın kötülüklerine ve büyüye karşı en güvenilir koruyuculardan biridir. b) Hayvanların Büyü Amaçlı Kullanımı Ortaçağ Avrupa’sında hayvanların büyü amaçlı kullanımı, Orta Asya kültürleriyle mukayese edildiğinde daha sınırlı kalır. Aynı şey sağaltım için de söz konusudur. Bu hayvan bedenine ilişkin kültürel bir geleneğin olmadığı anlamına gelmez kuşkusuz. Hayvana dönüşme mitiyle beliren kurt-adam motifi; yine karga, maymun, domuz gibi hayvanların uğursuzluk ve hastalık getirdiğine dair batıl inançlar, Avrupa halkları arasında çok yaygındır. Avrupa halk kültüründe kurt-adam inancı, kökleri antikçağa uzanan önemli bir figürdür. Eski Yunan’da, Roma’da ve Cermenlerde kurt-adam inancının izlerine rastlanmaktadır. İnanç gereği cadılar genellikle kurda dönüşse de,tavşan, köpek, kedi, baykuş, fare ve kargaya da dönüşmek söz konusu olabilir. Cadı gizlenmiş kimliğiyle kolaylıkla mekân değiştirme (baykuş-karga) imkânı bulurken, diğer yandan insanlara ve özellikle de çocuklara daha fazla zarar verebilir (kurt). Birçok hayvan zan altındadır; dişi domuz, teke ve keçi iffetsizliğin sembolü olarak cadılar ve şeytanla yakınlık içindedir. Bu bağlamda cadıların dönüşecekleri hayvanları kötücül amaçlarına uygun olarak seçtiklerini söylenebilir. Ortaçağda büyü sanatı konusunda en önemli çalışmalardan birini yapan Johannes Hartlieb’in kitabı önemli bilgiler içerir. Hartlieb tüm büyü pratiklerini yedi sanat dalına ayırır; (1) nigromantia ya da kara büyü sanatı, (2) geomantia, (3) hydromantia, (4) aeromantia, (5) pyromantia, (6) chiromantia ve (7) spatulamantia. Hartlieb’e göre geomantia yer, hydromantia su, aeromantia hava ve pyromantia ateş aracılığıyla geleceği okuma ve kehanette bulunma sanatıdır. Hartlieb kilise tarafından yasaklanmış bu yedi sanattan en çok nekromantia’yı ,‘kara sanat’ olarak kabul eder. Nekromantia’ya içine büyü sanatının bilinen bütün önemli pratikleri dâhil edilmiştir; afsun duaları, büyü formülleri, tütsüleme ve kurban ritüelleri, astroloji/yıldız tabirciliği, muska yapımı ve kullanımı, kelime ve işaret büyüsü, büyülü yolculuklar, gece yolculukları, hayvana dönüşme, hava -iklim- büyüsü, ölülerin kemikleri yardımıyla kehanette bulunma ve ruh çağırma. Böylece Hartlieb tüm zararlı eylemleri ölüler aracılığıyla gelecek hakkında bilgi sahibi olmanın çatısı altında toplar. Ölüler üzerinden kehanette bulunmak, falcılık yapmak için öncelikle ölülerle -öbür dünya- ilişkiye geçmek gerecektir. Bu noktada kristal küreye bakarak, taş veya kurşun dökerek şartların oluşup oluşmadığına bakıldığı gibi, görüde bulunmak da mümkündür. Ancak, Orta Asya halklarında olduğu üzere bağırsaklara ve ateşte kürek kemiği kavurarak kehanette bulunmanın Avrupa halkları arasında yaygın olduğunu söyleyebilmek güç gözüküyor. Hayvanların davranışlarına, örneğin kuşların uçuş yönlerine, bakarak kehanette bulunmak sıkça rastlanılan bir olgu olmakla birlikte; iç organlara bakmak, kemiklere bu denli önem atfetmek Orta Asya kültürlerine özgü olsa gerektir. Haydar AKIN Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.