Dolunay Oluşturma zamanı: Eylül 18, 2007 Paylaş Oluşturma zamanı: Eylül 18, 2007 PARMAK ÇOCUK Vaktiyle fakir bir köylü vardı. Akşamlan ocağın başına oturur, ateşi eşelerdi. Karısı da iplik bükerdi. Bir gün köylü dedi ki: «— Çocuğumuz olmayışı ne fena. Evimiz ne kadar sessiz. Halbuki öbür evlerde ne kadar gürültü var, ne kadar neşeli onlar...» Kadın içini çekti: «— Öyle», dedi, «keşke bir çocuğumuz olsaydı da boyu baş parmak kadar olsaydı... Buna bile razıydım. Onu candan severdik». Gel zaman, git zaman kadın hastalanır gibi oldu. Yedi ay sonra da bir çocuk doğurdu. Çocuğun her organı tamamdı ama boyu bir baş parmaktan uzun değildi. Bunu görünce: «— İstediğimiz gibi oldu », dediler, « bizim sevgili çocuğumuz da bu olsun!» Boyuna posuna uygun olsun diye de adını parmak çocuk koydular. Çocuktan hiçbir yiyeceği eksik etmediler ama, çocuk büyümedi, doğduğu zamanki boyda kaldı. Fakat gözlerinden, her şeyi anladığı seziliyordu. Çok geçmeden akıllı, çevik bir şey olduğunu gösterdi. Hangi işe girişse onu başarıyordu. Günün birinde köylü ormana gidip odun kesmeye hazırlanırken kendi kendine: «— Ah biri olsa da arabayı arkadan getirse!» diye söyleniyordu. Parmak çocuk bağırdı: «— Arabayı ben getiririm baba», dedi, «hiç merak etme. Araba tam vaktinde ormanda bulunacak». Adam bunu duyunca güldü: «— Nasıl olacak bu ?» dedi, «atı yularından tutup idare etmeye boyun yetmez ki». «— Zararı yok baba, annem hayvanı arabaya koşarsa ben atın kulağına girip yerleşirim, nasıl gideceğini kulağına söylerim. Babası: «—Pekâlâ bir deniyelim!» Vakti gelince anne arabayı koştu, parmak çocuk da atın kulağına girip yerleşti. Sonra ata seslendi: «— Deeeh... Dooorrr...» Bir usta idaresindeymiş gibi işler yolunda gidiyordu, araba ormana doğru ilerliyordu. Gel gelelin, bir köşeyi tam döneceği sırada iki yabancı adam çıkageldi. Biri: «—Bu ne?» dedi. «Bu araba gidiyor, bir arabacı «Deeeh!» diye bağırıyor ama ortada görünen yok!» Öbürü: «— Bu işte bir acaiplik var. Arabanın peşine takılalım, nerede duracak bakalım!» dedi. Araba ormana girdi. Tam odun yanlan yere kadar geldi. Parmak çocuk babasını görünce seslendi: «— Gördün mü baba, işte arabayla geldim. Haydi şimdi beni yere indir!» Baba sol eliyle atı tuttu, sağ eliyle küçücük oğlunu kulaktan çekip çıkardı. Oğlan neşeli neşeli saman çöpünün üzerine oturdu. İki yabancı parmak çocuğu görünce şaşkınlıktan ne diyeceklerini bilmediler. Biri arkadaşım bir kenara çekerek: «— Bana bak, şu küçüğü büyük bir şehirde âleme seyreltirsek ihya olurduk. Haydi şunu satın alalım» dedi. Köylüye gittiler: «— Şu küçük adamı bize satın, yanımızda rahat eder!» dediler. Baba: «— Hayır», dedi. «O benim ciğerimin köşesidir. Dünyanın bütün altınlarım verseler yine satmam». Bu pazarlığı işiten parmak çocuk babasının ceketindeki kıvrımlara tutuna tutuna yukarıya çıktı, omuzuna dikildi, kulağına fısıldadı: Bunun üzerine babası birçok altın alarak onu verdi. Adamlar: «— Nerede oturacaksın?» dediler. «— Bu da mesele mi? Şapkanızın kenarına koyuverin beni! Orada aşağı yukarı gezinir, etrafı seyrederim; yere düşmem, merak etmeyin!» İstediğini yaptılar. Hep birlikte çıkıp gittiler. Böylece akşamın alacakaranlığına kadar yol aldılar. Bir aralık Parmak Çocuk: «— indirin beni, işim var!» dedi. Kafasında oturduğu adam: «— Otur oturduğun yerde. Ne işin varsa orada gör. Bazan kuşlar da tepeme şunu bunu salıverirler, zarar yok», dedi. «— Hayır olmaz», diye seslendi, «münasip olanı ben de biliyorum. Çabuk beni aşağı indirin.» Adam şapkasını çıkardı, küçüğü yol üzerinde bir tarlaya bıraktı. Parmak Çocuk toprak yığınlarının arasında bir müddet oraya buraya sıçradı, sürtündü durdu. Sonra, deminden beri aradığı, bir fare deliğine birden kaçıverdi. «—Akşamlar aydın baylar. Memlekete bensiz dönüverin!» diye bağırıp bir kahkaha attı. Parmak Çocuk, delikten sürüne sürüne ilerliyordu. Artık ortalık iyice kararmıştı. Adamlar elleri boş, hiddetli memleketlerinin yolunu tuttular. Parmak Çocuk bunların gittiklerini anlayınca yeraltı koridorundan sürüne sürüne tekrar dışarı çıktı. «— Karanlıkta tarlalar çok tehlikeli olur. İnsanın boyu, bacağı kolayca kırılır!» diye söylendi. Bereket versin boş bir salyangoz kabuğuna rasgeldi: «— Çok şükür!.. Geceyi selâmetle burada geçirebilirim.» diye içeri daldı. Az sonra, tam uykuya dalacağı sırada, iki adamın geçip gittiğini işitti. Biri diyordu ki: «— Şu zengin papazın altınlariyle gümüşlerini aşırmak için nasıl işe başlasak acaba?» Parmak Çocuk oradan seslendi: «— Bunu size ben söyliyebilirim!» «— Neydi o? Birinin konuştuğunu duydum.» Oldukları yerde durdular, kulak kabarttılar. Bu arada Parmak Çocuk: «— Beni yanınıza alın, size yardım edeyim!» dedi. «— Nerdesin kuzum?» «— Toprak üzerinde arayın, sesin nereden geldiğine dikkat edin!» Hırsızlar nihayet onu bulup yukarı kaldırdılar: «— Vay küçük çapkın vay, bize yardım mı edeceksin sen?» Parmak Çocuk cevap verdi: «— Bakın, demir çubuklar arasından papazın odasına girerim, istediklerinizi size uzatırım. «— Haydi öyleyse», dediler. «Bakalım, marifetini göreceğiz». Papazın evine varınca Parmak Çocuk, sıyrıla sürtüne odaya girdi ama o anda avaz avaz bağırmaya başladı: «— Burada ne varsa hepsini istiyor musunuz?» Hırsızlar korkarak: «— Yavaş konuş da kimse duymasın!» dediler. Fakat Parmak Çocuk bu sözleri anlamamış gibi yaparak tekrar bağırdı: «— Ne istiyorsunuz?.. Burada ne varsa hepsini istiyor musunuz?» Orada uyuyan aşçı kadın bu sesleri duymuştu. Yatağından doğrulup kulak verdi. Fakat haydutlar korkudan kaçıp hayli yol almışlardı. Nihayet kendilerini topladılar: «Küçük yumurcak bizimle alay ediyor.» diye geri döndüler: Parmak Çocuğa fısıldadılar: «—Şakayı bırak da bize bir şeyler uzat!» dediler. Parmak Çocuk yeniden gücünün yettiği kadar bağırdı: «— Size her şeyi vereceğim elbette... Haydi ellerinizi içeriye uzatın». Kulak kabartarak bekliyen hizmetçi bu sözleri açıkça duymuştu. Yataktan fırladı. Sendeliye sendeliye kapıdan içeri girdi. Hırsızlar kaçıp gittiler. Sanki arkalarından atlı kovalıyormuş gibi alabildiklerine koştular. Hizmetçi ortalıkta bir şey göremeyince bir ışık yakmıya gitti. Kadın ışıkla beraber geçip giderken Parmak ocuk da görünmeden dışarı çıktı, samanlığa girdi. Hizmetçi bütün köşe bucağı iyice arayıp da bir şeyler bulamayınca tekrar yatağa girdi. Gözleri, kulakları açıkken de rüya gördüğünü sandı. Parmak Çocuk, saman çöplerinin içine sokulup uyumak için kendine güzel bir yer buldu. Gün ağarıncaya kadar burada dinlenmek istedi; sonra ana babasının yanına dönecekti. Fakat daha başına gelecekler varmış meğer! Ortalık ağarırken hizmetçi kadın, sığırlara yem vermek için yukarı çıktı. İlk işi samanlığa gelmek oldu. Buradan bir kucak ot aldı. Aksi gibi Parmak Çocuk da bu otların içinde yatmış uyuyordu. O kadar derin bir uykudaydı ki, hiçbir şeyin farkında olmadı. Otla beraber kendisini de kavrıyan ineğin ağzına gelinceye kadar da uyanamadı: «— Aman yarabbi, bu deri fabrikasına nereden düştüm?» diye bağırdı. Fakat az sonra nerede bulunduğunu anladı. Dişlerin arasına girip de paramparça olmamaya dikkat etti, ama çiğnenmiş otlarla beraber hayvanın karnına kayıp gitti. «— Bu küçük odanın pencereleri unutulmuş, içeriye güneş ışığı girmiyor. Bir lâmba da koymamışlar! diye söylendi». Burası hiç hoşuna gitmemişti. En kötüsü de kapıdan boyuna yeni yeni samanlar geliyor, odadaki yer gitgide damlıyordu. Nihayet korkudan avazı çıktığı kadar bağırdı: «— Bana yeniden yem vermeyin! Bana yenideni yem vermeyin!» Tam osırada hizmetçi ineği sağıyordu. Ortalıkta kimseler görünmediği halde bu konuşulanları işitince, hem de geceleyin duyduğu sesin aynı olduğunu farkedince, o kadar korktu ki, oturduğu iskemleden aşağı kaydı; sütü yerlere döktü. Olanca hıziyle efendisine koştu: «—Aman papaz efendi, ine.k konuştu!» diye bağırdı. Papaz: «— Çıldırdın galiba!» dedi ama, o da ahıra indi, ne olup bittiğini göziyle görmek istedi. Daha adımım kapıdan içeriye atarken Parmak Çocuk tekrar seslendi: «—Bana yeniden yem vermeyin! Bana yeniden yem vermeyin!» Papaz da korkmuştu. İneğin karnına kötü bir cin girmiş sandı, hayvanın öldürülmesini emretti. İnek kesildi, içinde Parmak Çocuğun bulunduğu işkembe de çöplüğe atıldı. Parmak Çocuk bunun içinden çıkacağım diye çok uğraştı, çok didindi. Nihayet bir yer buldu. Tam başını dışarı çıkarırken bir derde daha çattı: Aç bir kurt koşarak gelmiş, işkembenin hepsini birden bir nefeste yutuvermişti. Parmak Çocuk soğukkanlılığını kaybetmedi: «— Belki kurt kendisiyle konuşmama müsaade eder!» diye karnından seslendi: «— Sevgili kurt», dedi «sana göre bir yiyecek biliyorum». Kurt: «— Nerede?» diye sordu. «— Evde. Şuradaki su yolundan sürüne sürüne geçmelisin. Orada çörekler, pastalar, sucuklar bulursun. İstediğin kadar yersin!» diye babasının evini güzelce tarif etti. Kurt bu sözleri ikinci defa tekrar ettirmedi. Geceleyin su yoluna daldı. Ambarda ne bulduysa tıka basa yedi. Karnı doyunca çıkıp gitmek istedi ama o kadar şişmişti ki, aynı yoldan dışarı çıkamadı. Parmak Çocuk da bu zamanı bekliyordu. Kurdun karnında gürültüler koparmaya başladı. Alabildiğine tepiniyor, bağırıyordu. Kurt: «— Sussan a, herkesi uyandıracaksın!» dedi. Parmak Çocuk: «—Ne dedin?.. Sen karnını güzelce doyurdun, ben de gönlümü eğlendireceğim» diye yeniden avaz avaz bağırmaya başladı. Nihayet bu seslerden babasiyle annesi uyandılar. Odaya koştular, tahtaların aralığından baktılar. İçeride bir kurt olduğunu görünce kaçtılar. Adam baltayı, kadın orağı gelirdi.» Adam odaya girerken: «— Sen arkada dur» dedi, «bir vuruşta ölmezse o zaman sen orağı indirir, vücudunu ikiye biçersin.» Parmak Çocuk babasının sesini duymuştu: «— Babacığım, ben buradayım! Kurdun kanundayım!» diye bağırdı. Babası çok sevinmişti: «—Çok şükür sevgili yavrumuz bulundu.» dedi. Parmak Çocuğa bir zarar gelmesin diye karısına orağı bıraktırdı. Sonra gerindi, gerindi de kurdun kafasına öyle bir balta indiriş indirdi ki, hayvan ölü olarak yere yıkıldı. Daha sonra çakı ile makas aradılar. Kurdun karnını yardılar, küçüğü dışarı .çıkardılar. Baba: «— Ah, senin için ne üzüntüler geçirdik bilsen!» dedi «— Oh babacığım, dünyada o kadar çok yer dolaştım ki... Çok şükür, tekrar temiz havaya kavuştum, dedi. «— Nerelerdeydin?» «— Ah babacığım, bir fare deliğinde, bir ineğin işkembesinde, bir kurdun karnındaydım. Artık yanınızda kalacağım.» Ana baba: «— Bizde, dünyanın bütün servetlerini verseler, seni bir daha satmıyacağız» diye sevgili parmak Çocukları kucakladılar, öptüler. Ona yiyecek, içecek verdiler.• Yeni elbiseler giydirdiler. Çünkü üstündekiler bu seyahatte paramparça olmuşlardı. Kaynak: Jacob ve Wilhelm Grimm - Kemal Kaya, Masallar 11. 1944. . -------------------- ÇİRKİN ÖRDEK YAVRUSU Yaz ortasıydı. Kırlar çok güzeldi. Yeşil çavdar tarlaları yanında altın buğdaylar alabildiğine uzanıyordu. Büyük çayırlarda kesilmiş otlardan yığınlar yapılmıştı. Güneş parlıyor ve ağaçlıklar arasındaki göllerin suyunu yavaş yavaş ısıtıyordu. Uzun kırmızı bacaklı birkaç leylek çimenler üzerinde geziniyor ve gagalarını takırdatarak birbirleriyle konuşuyorlardı. Su ile dolu geniş hendekler ortasındaki eski evin duvarları asmalar ve sarmaşıklarla kaplı idi. Bu tırmanıcı bitkilerin kökleri su kenarındaki sazlıklar arasındaydı. Burada otlar ve sazlar arasında kuytu ve her türlü tehlikeden emin, çok hoş bir in vardı, ördeğin biri burada kuluçkaya yatmıştı. Bu ördek epeyce zamandan beri oradaydı. Başka arkadaşları kendisini görmeğe pek seyrek geliyorlardı. Çünkü bu ücra yerde kuluçkaya yatan birinin yanında bulunmaktansa su kenarında gezip eğlenmek onlar için daha hoştu. Fakat kuluçkaya yatan ördeğin de çok canı sıkılıyor, bitip tükenmiyen günler ona yıl kadar uzun görünüyordu. Nihayet günün birinde yumurtalar çatlamaya başladı. Bu, ördek için ne kadar mesut bir gün oldu! Ansızın «tık, tık, tık, » diye sevimli bir ses duyuldu ve ilk civciv yumurtadan çıkarak gözünü dünyaya açtı. Çok geçmeden onun arkasından öteki civcivler de çıktılar. Bütün bu ördek yavruları daracık kabuklarından çıkıp da geniş dünyaya ayak basınca çok şaşırdılar. İnce ve tatlı bir sesle «çık, cik, cik» diye bağırarak sanki «Aman, burası ne büyük! Kayboluvereceğiz..» demek istiyorlardı. Anneleri de boğuk ve kaba sesiyle «vak, vak, vak» diyor; kendisinin orada yanı başlarında bulunduğunu, onların koruyacağını, biraz büyüdükten sonra onları bu gördüklerinden daha geniş yerlere götürüp gezdireceğini anlatıyordu... Yavrularına şöyle dedi: «— Daha kümes var, bahçe var, hattâ işittiğime göre bunlardan büyük yerler de var. Fakat ben henüz oralara gitmedim...» Sonra yine sözüne devam etti: «— Haydi bakalım; durun, sizi bir sayayım da bütün yumurtalarımın çatlayıp çatlamadığını anlıyayım. A! Yumurtaların en büyüğü duruyor, ondan henüz hiç hareket yok. Amma da uzattı ha!.. Neredeyse kuluçkaya yattığıma pişman olacağım ve her şeyden vazgeçeceğim...» Bu sırada ihtiyar bir ördek kendisini görmeye gelmişti. Halini sorduğu zaman ona dert yandı: «— Bir tanesi çok geç kaldı, canım sıkılıyor.» ihtiyar ördek: «— Tuhaf şey,» dedi, şu henüz çatlamıyan yumurtayı bana göstersenize! Hiç şüphesiz bu bir hindi yumurtasıdır. Vaktiyle bana da bir defa böyle bir oyun oynamışlardı, onun için bu işleri iyi bilirim. O hindi yavrularından neler çekmedim! Hele suya hiç girmeyişleri çok fena oluyordu. Sizin yerinizde olsam bu yumurtayı bırakır, kendi yavrularımı alarak göle götürürüm, vakit geçmeden onlara yüzmeyi öğretirim.» Kuluçkaya yatan ördek cevap verdi: «— Al. O kadar çok bekledim ki... Biraz daha bekleyiveririrm. Artık çok fazla geçikmiyecektir, neredeyse çıkar.» Fikri kabul edilmediğinden dolayı biraz incinen ihtiyar ördek cevap verdi: «— Pekâlâ, nasıl isterseniz öyle yapın!., dedi ve çıkıp gitti. Gerçekten uzun sürmedi. O akşam yumurtanın kabuğu yarıldı ve son yavru dünyaya geldi. Aman yarabbi, bu son yavru ne kadar da çirkindi! Öteki kardeşlerinden çok daha büyük yapısı bozuk ve biçimsizdi. Ördek içinden şöyle dedi: «Bu kadar çirkin olduğuna göre bu herhalde bir hindi yavrusudur. Fakat ne olursa olsun yüzmeğe gidecektir. Zorla suya sokarım!» Ertesi gün hava çok güzeldi. Anne ördek bütün yavrulariyle birlikte göle doğru yola çıktı. Çok acayip gördüğü çirkin civciv de yavrular arasındaydı. Yavrularını kümesin öbür hayvanlarına tanıtmadan önce su ile dolu bir çukurda onlara bir ders vermek istedi. Suya atlıyarak: «— Vak, vak, arkamdan gelin î» dedi. Bütün yavrular suya girerek anneleri gibi yüzmeğe çalıştılar. Çirkin yavru da aralarında idi. Anne ördek: «— Şu işe bak,» dedi. «bu hiç de hindi yavrusu değilmiş. Çok güzel yüzüyor.. Ayaklarını şaşılacak derecede güzel oynatıyor. Dikkatli bakılırsa o kadar çirkin de değil. Hattâ bana güzel görünmeye başlıyor. Bu pekâlâ benim yavrum!» Sonra bütün yavrularına hitabetti: «— Haydi bakalım, şimdi gidip öbür ördekleri göreceğiz. Sizi tanımaları lâzım. Benim yanımdan yürüyün, sonra ezilirsiniz. Kediye de çok dikkat edin ! Büyük havuzun yanındaki kümeste müthiş bir gürültü vardı, iki gurup ördek bir yılan balığı başı için çekişiyorlardı. Oradan geçen kedi hızlı bir hareketle onu hemen alıp gitti. Anne ördek, yavrularına dedi ki; «— Dünyada hayat nasıldır, işte görün. Biri o kadar zahmet çeker, öbürü rahatça kârına konar. Hayat tuzaklar ve hilelerle doludur. Başınıza bir şey gelmesini istemiyorsanız kanunlara saygı gösteril!» «— Şurada duran boynu kırmızı bir atkı ile sarılı büyük ördeği görüyor musunuz? Bu iyi cins bir ördektir, İspanyol kamudandır. Hepimiz onu şef tanırız. Bu kırmızı atkı yüksek mevki işaretidir. Ayrıca ahçı onu her hangi birimiz gibi âdı bir ördek sanıp da yakalayıp pişirmesin diye taktılar.» «— Gelin onu selâmlayın! Ve dikkat edin, sakın ayak ayak üstüne atmayın, çok ayıptır. Sonra şerefimizi kaybederiz. Haydi bakalım, şimdi onun önünde saygı ile eğilin ve 'cik. cik, cik' deyin!» İtaatli yavrular annelerinin dediklerini yaptılar. Fakat öteki ördekler tarafından pek iyi karşılanmadılar. Onlar şöyle homurdanıyorlardı: «— Bu da ne oluyor? Biz yetmiyor mu idik? Yeni kuluçkadan çıkan bir sürü daha ne olacak? Yemlerimize ortak olacaklar. Üstelik şu ördekler arasına karışan acaıp şeye de bakın!» Biraz daha önce kuluçkadan çıkmış edalı bir yavru: «— Biz bunu istemeyiz!» Diyerek çirkin ördek yavrusunun üzerine atıldı ve onu gagalamağa başladı. Anne ördek bağırdı: «— Çekil oradan, hain. rahat bırak onu! o kimseye dokunmuyor.»! Edalı yavru: «— Doğrusu,» dedi, «o kadar sonra yumurtadan çıktığı halde benden daha iri. Zaten çok da çirkin. Soyumuzun şerefini lekeliyor.» Bu sırada büyük İspanyol ördeği ağır ağır ilerledi ve ne olduğunu anlamak istedi. Böyle güzel ve bol yavrular yetiştidiği için anne ördeği tebrik etti ve: «— Yazık ki,» dedi. «kuluçkanızdan böyle acayip bir mahlûk da çıkmış. Ne kadar da çirkin!» «— Belki öbürlerinden bir parça daha az güzel, fakat göreceksiniz ki çok iyi kardeşler arasında en sakini o. Sonra daha şimdiden çalışacak derecede güzel olacak yüzüyor. Zannedersem yumurtada çok fazla kaldı.» Çirkin ördek yavrusunun tüylerini okşayarak yine sözüne devam etti: «— Sonra bu erkek. Çirkin olmasının fazla ehemmiyeti yok.» İspanyol ördeği tekrar etti: «— Siz işi iyi tarafından görüyorsunuz. Netice itibariyle' hakkınız var. Hepsi hoş geldiler, uğurlu hayırlı olsun. Güzel veya çirkin, bir yılan balığı başı bulunca bana getirmeyi unutmasınlar. Ben bu gölün şefiyim, mevkiime saygı gösterilmesini isterim.» Bu sözlerden sonra yavrular kendilerinin yabancı yerde olmadıklarını hissettiler ve gölde yüzmeğe başladılar. Fakat çirkin ördek yavrusu bir dakika rahat bırakılmıyordu. Kimisi onu itip kakıyor, kimi «yuha» diye bağırıyor, kimi gagalayıp ısırarak gittiği yerden kovuyordu. Zavallı halinin ne olacağım bilemiyordu. Tavuklar bile onunla eğleniyorlardı. Kendi güzelliğini çok beğenen kocaman bir hindi onu görünce pek fena öfkelendi. Kıpkırmızı kesildi ve rüzgarla şişen bir gemi yelkeni gibi kabararak çirkin ördek yavrusunun üzerine atıldı. Bereket versin ki zavallıcık su kenarında bulunduğundan hemen yüzmeğe başladı. Böyle kızgınlığından köpürüp korkunç sesler çıkaran hindinin elinden kurtuldu. Bu her gün böyle oluyordu. Zavallı yavruya sabahtan akşama kadar o derece eziyet ediyorlardı ki geceleri uyku uyuyacak hali kalmıyordu. Gündüzün karşılaştığı bütün hakaretler geceleri de hiç gözünün Gününden gitmiyordu. Erkek ve kız kardeşleri de düşmanları tarafından olmuştular. «Bizi rezil ediyor. Şunu bir kedi yakalayıp yese de kurtulsak» diyorlardı. Günün birinde annesi, onu o kadar koruyan ve seven annesi bile ihtiyar ördeğin nasihatini tutmadığına ve bunu yumurtadan çıkardığına pişman olmuştu. Hayvanlara yem getiren hizmetçi kız da, bu yavru bir kırıntı almak için adım atsa, hemen ayağıyla vurarak onu geri atıyordu. Hayat onun için o kadar ağır bir hale gelmişti ki tahammül edemedi: Çıkıp gitti. Zavvalı küçük ördek biraz ağır ve zor uçtu, fakat çitleri, bahçeleri ve tarlaları pekâlâ aşabildi. Henüz acemi olan kanatlarının gürültüsü ile küçük kuşları ürküttü ve bunu çirkinliğinin sebep olduğu bir hareket sandı. Nihayet yaban ördeklerinin bulunduğu büyük bir göle geldi. Ölecek derecede kederli, yoluna devam edemeyecek kadar yorgundu. Durarak sazlıklar arasında büzüldü. Burada ömründe ilk defa olmak üzere rahatça uyudu. Sabahleyin erkenden orada yeni bir arkadaş görerek şaşırdı yaban ördekleri merakla onu sorguya çektiler: «— Kimsin? nereden geliyorsun? Hangi soydansın?» Zavallı çirkin Ördek yavrusu çekinerek onları selâmlıyor ve çok güç cevap veriyordu. O kadar ürkekleşmişti. Yeni arkadaşları ona dediler ki: «— Ömrümüzde gördüğümüz ördeklerin en çirkini olmakla öğünebilirsin. Fakat bunun hiç bir ehemmiyeti yok. Yalnız günün birinde bizlerden bir ördekle evlenmeyi aklından geçirme! ona tahammül edemeyiz.» Doğrusunu söylemek lâzım gelirse onun evlenme falan düşündüğü yoktur. Bütün istediği orada yaşamasına, gölde yiyecek aramasına ve sazlıklar arasında uyumamasına müsaade etmeleri idi. Böylece sakin birkaç gün geçirdi. Son günün birinde iki yabani kuş yavrusunun geldiğini gördü. Bunlar cesur, atılgan, üstün mahluklardı. Ördek yavrusunun sunun çirkinliği hoşlarına gitti. Ona dediler ki: «— Sen bizimle beraber gelmelisin. Bizim gibi geçici kuş olursun. Seni yakındaki bir göle, henüz küçük olan yaban kazlarının yanına götürürüz. Onlar dünyayı tanımadıklarından senin çirkinliğinin de farkına varmazlar. Belki de içlerinden biriyle evlenebilirsin...» Heyhat! Küçük ördek bir aile kurabileceğine inanır gibi olurken arka arkaya iki tüfek sesi çınladı. Ve iki genç kuş yıldırımla vurulmuş gibi yere düştüler. Bu korkunç gürültü üzerine sazlıklarda saklanan bütün ördekler çıktılar ve hızla uçup kaçtılar. Hemen tüfek sesleri çoğaldı. Bu, büyük bir avdı. Pek çok avcılar bir sürü ördek vurdular.. Köpekler vurulan kuşları almak için suya daldılar. Gürültülü seslerle her yanı arıyorlardı. Zavallı çirkin ördek yavrusu son saatinin geldiğini sanıyordu. Ağzı açık, gözleri ateşli kocaman bir köpek onun üzerine doğru geldi: Bir saniye küçük ördeğe baktı, sonra dokunmadan kaçıp gitti. Ördek yavrusu içinden şöyle dedi: «Demek ben avlanmayacak kadar da çirkinim. Çirkinliğim bu sefer bir şeye yaradı.» Sazlıklar arasında saklanarak avcıların vurmuş oldukları kuşları toplamalarını bekledi. Fakat zavallı ördek yavrusu o kadar korkmuştu ki kımıldanacak hali yoktu. Nihayet biraz cesaret buldu ve uçtu. Fakat bir fırtınaya tutuldu ve çok yoruldu. Bitkin bir halde fakir köylü kulübesinin yanına geldi. Bu kulübe çok haraptı; neredeyse yıkılıverecekti. Biraz da rüzgârla sürüklenen küçük ördek bu kulübenin kapısına tutundu. Bir de baktı ki kapısı sıkı kapalı değilmiş, hemen içeriye girdi. Bu kulübede ihtiyar bir kadın bir kedi ve bir de tavukla beraber yaşıyordu. Bu hayvanları kendi çocukları gibi seviyordu. Kedi sırtını şişirerek hırlıyordu. Tüylerini çıtırdatmayı ve tersine okşandığı zaman gözlerinden kıvılcım çıkarmayı da biliyordu. Kedi ile tavuk ancak sabahleyin ördeğin geldiğini farkettiler. Her ikisi de iyi iyi kalpli idiler. Ona «hoş geldin» der gibi birisi «ron, ron, ron» öbürü «git, git, gıdak» yapmaya başladı. İhtiyar kadın, bu sesleri duyarak: «— Ne oldu, ne var?» Diye sordu. Ördek yavrusunu o da gördü ve onu küçük bir dişi ördek sandı. «— Ah, ne iyi, şansım varmış», dedi, ördek yumurtalarım da olacak, civciv çıkarırım. Çirkin ördek yavrusu bu kulübede üç hafta yaşadı. Bu üç hafta onun için oldukça rahat geçti. Kendisine çok iyi baktılar ve bol bol yiyecek verdiler. Hayatta ilk defa olarak mesuttu. Heyhat! bu zamanın sonunda yumurtlamadığı görülünce hayatı güçleşmeye başladı. Kedi ve tavuk sahipleri olan ihtiyar kadınla birlikte, kendilerini dünyanın en mühim varlıkları sanıyorlardı. Başkalarından bahsederken onları aşağı görüyorlar ve haklarında kesin fikirler yürütüyorlardı. Bir gün küçük ördek bunların fikirlerine iştirak etmemek cesaretini gösterdi. O zaman tavuk dedi ki: «— Şuna bakın! Dünyada hiç işitilmemiş şeyler söylüyor. Sen yumurtlamasını bilir misin?» Küçük ördek cevap verdi: «— Hayır». «— öyleyse gaganı kapa!» Bu sefer kedi sordu: «— Sen ron ron yapmayı ve sırtını şişirmeyi bilir misin? Tüylerin hiç kıvılcım saçar mı?» Küçük ördek, sakin bir tavırla yine: «— Hayır». Diye cevap verdi. Bunun üzerine kedi tekrarladı: «— O halde senin fikir söylemeye hakkın yok!» Küçük ördek başını eğdi ve köşesine çekildi. Hayatı yeniden güçleşmeye başlamıştı. Yine üzülüyordu. Açık havayı, ilk yurdundaki su birikintisini, yaban ördeklerinin bulunduğu gölü düşünüyordu. Günün birinde, yüzüne güneş vurduğu zaman, şiddetli, ateşli bir yüzme arzusu duydu. Bu arzusunu tavuğa açtı. Tavuk ona acıyarak baktı ve: «— işte», dedi, «hiçbir şey yapmadan oturmanın neticesi budur. Boş durmak sizin aklınıza acaip şeyler getiriyor. Yumurtla, yahut da ron ron yap, bu iş seni meşgul eder». Küçük ördek bağırdı: «— Fakat siz suların üzerinde kayıp gitmenin, sonra kafa batırarak diplere , dalmanın ne güzel şey olduğunu bilmiyorsunuz». Tavuk iğrenmiş gibi bir tavır takınarak cevap verdi: «— Sen düpedüz delisin. Ben bunu söylemeye lüzum bile görmedim. Bir kete de kediye sor. O, benim tanıdıklarımın en akıllısıdır. Suya girmek, yüzmek, dalma hoş bir şey midir, sor bakalım. Bence dünyada yaşayanların en ince fikirlisi ola» sahibimize de sor. Bakalım o da suya girmek istiyor mu, istemiyor mu?» Küçük ördek, cesaretli bir hamle yaparak: «— Siz beni anlayamazsınız!» dedi. «— Seni anlayamaz mıyız? Sen kendini bizim üçümüzden de daha kurnaz mı sanıyorsun? Biraz alçak gönüllü ol ve buraya düştüğünden dolayı Allaha şükret! Burada rahat bir yer ve sana iyi muamele eden kimseler buldun». Bizlerden faydalanarak pekâlâ bir şeyler öğrenebilirsin. Ben kendi hesabıma sana birçok dersler vermeye hazırım. Sen terbiyelisin, fakat aptalcasına sözler söylüyorsun. Yalnızca dostluk için senin bu yanlış düşüncelerini düzeltmek isterim.» «— Bana inan, dünyada iki mühim şey vardıj: 'Yumurtlamak' ve 'ron ron' yapmak. Eğer adam olmak istiyorsan bunların ikisinden birini öğren!» Ördek, biraz tereddütle: «— Seyahat edersem aptallığım belki azalır». dedi. Tavuk kuru bir sesle cevap verdi: «— Olabilir». O zaman küçük ördek çıkıp gitti. Bir göle tesadüf ettiği zaman büyük bir sevinçle içine atıldı. Yüzdü, sulara daldı ve tavuğun söylediği fena sözlerin hepsini unuttu. Bu sıralarda, sonbahar geliyordu. Ağaçların yapraklan sararıp düşüyor, rüzgâr onları toplıyarak dalga dalga havalarda savuruyordu. Yapraklar oynamadığı zaman kocaman kara bulutları toplıyarak güneşin önüne getiriyordu. Sonra hırıltılarla daha şiddetli esiyor ve keskin bir soğuk başlıyordu. Kargalar uğursuz sesler çıkarıyorlardı. Çirkin ördek yavrusu havayı çok soğuk buluyor ve hayatın acılaştığını anlıyordu. Fakat her zamankinden daha güzel geçen bir günün akşamında güneş parlak kızıl bulutlar arasında batarken, bir sürü büyük kuşun geçtiğini gördü. Bunlar çok güzeldi. Ömründe bu kuşları hiç görmediği gibi bu güzellikte başka kuşlar da görmemişti. Bu kuşlar baştan aşağı beyaz , göz kamaştıracak derecede beyazdılar. Uzun boyunları çok zarifti ve parlak bir şekilde kıvrılıyordu. Bunlar kuğu idi. Geniş kanatlarını açarak güneye, sıcak yerlere doğru uçuyorlar ve bambaşka bir ses çıkarıyorlardı. Gökte öyle yükseliyorlar, o kadar yukarı çıkıyorlardı ki, küçük ördek artık onları göremiyordu. Çok üzüldü ve öyle garip bir ses çıkardı ki, kendisi de şaştı, «Ah ne güzel kuşlar!» diye düşünüyor, onları tanımadığı halde seviyor ve çirkin ördek kılığında onların peşine takılmak arzusunu duyuyordu. Düşüncelerini biraz değiştirmek üzere suyun dibine daldı. Tekrar su yüzüne çıktığı zaman üzüntüsü hiç de dinmiş değildi. O güzel kuşları bir türlü unutamıyordu. Onların güzelliklerine imreniyordu. Oh, hayır! sadece onları seviyordu. İçinde duyduğu büyük bir sevginin kendisini onlara doğru ittiğini kendilerine söyleyebilmeyi nasıl istiyordu. Zavallı çirkin ördek yavrusu... Vaktiyle ördek kardeşleri onu. aralarına almış olsalar ne kadar bahtiyar olacaktı. Şimdi bu güzel kuşların da kendisini iğrenç bir mahlûk gibi karşılayacaklarını düşünüyordu. Kış çok sert oldu. Küçük ördek çok yorulduğu bir gece yüzmeye takati kalmayarak buz tutan su içinde kaldı ve bütün vücudu dondu. Sabahleyin gölün kıyısından geçen bir köylü, zavallı kuşcağızı gördü. Acıyarak buzu kırdı, onu kurtardı. Adam, ördeği evine getirdi. Karısı ona güzelce bakarak canlandırdı. Fakat birza iyileşince köylünün çocukları onunla oynamak istediler. Ne yazık ki zavallı ördek hayatında çok çektiği için hep kendisine bir fenalık yapacaklarını• sanıyordu. Etrafını alan çocuklardan çok korktu ve kaçmak istedi. Acemicesine uçarken bir süt kazanı içine düştü ve sütü dört yana sıçrattı. Köylü kadın bağırmaya başladı. Çocuklar ellerini çırparak gülüyorlardı. Çılgına dönen ördek un dolu bir fıçının içine atıldı ve çırpınarak her yanı un içinde bıraktı. Kadın maşayı alarak peşinden koştu. Çocuklar sevinçlerinden zıplıyor ve küçük ördeği tutmak için itişiyorlardı. Nihayet ördek, kapının açık olduğunu görerek kaçıp kurtuldu. Karlar arasında bir çalılığa girerek kuytu bir yerde büzüldü. Artık orada kendisini bulamadılar. Kış devanı ediyordu. Ördeğin sıkıntısı da azalmıyordu. Nihayet günün birinde işte güneş parlamaya başladı. Bir çayır kuşu öttü: Artık bahar gelmişti. Çirkin ördek yavrusu kendisini çok sıhhatli ve kuvvetli hissediyordu. Kanadlarını açtı, çok geçmeden bulutlara kadar yükseldi. O kadar yukarı çıkmıştı ki, buna kendisi de şaşıyordu. Uzun zaman havalarda süzüldü. Sonra büyük bir parka indi. Burası ağaçlar ve çiçeklerle dolu idi. Ortasında da bir göl vardı. Berrak sulan parıl parıl parlıyordu. Ne güzel park! Burada yaşamak kim bilir ne güzeldir! Ansızın gölün üzerine üç kuğu geldi. Hafif hafif yüzerek ilerliyorlardı. Küçük ördek onları görünce kalbinde bir heyecan duydu. «Ne kadar güzel», dedi, «bunlar kuşların kralları. Seyretmek için yanlarına gideceğim. Belki beni çirkin görerek öldürecekler, fakat ben onlardan gelen ölüme de razıyım.. Ördek kardeşlerimin fena muamelelerine katlanmaktan, tavuklardan hakaret görmekten, herkes tarafından itilip kakılmaktansa bunların elinde ölmek daha tatlıdır. Suya atlıyarak kendisine doğru gelen kuğuların önüne çıktı. İçinden şöyle diyordu: «— Evet, evet, biliyorum, ben çok çirkinim. Beni öldüreceksiniz». Kaderine katlanarak başını önüne eğdi, kendisini öldürecek vuruşları bekliyordu. Fakat o ne? durgun ve berrak suda ne görüyordu? Suyun içinde kendi aksi parıldıyordu. O, artık soluk gri renkli çirkin ördek yavrusu değil, şaşılacak derecede güzel bir kuğu olmuştu. Gözlerine inanamıyordu. Fakat asıl kardeşleri olan büyük kuşlar da etrafına toplanmışlardı. Gagalariyle onu okşıyarak «Hoş geldin!» diyorlardı. Genç kuğu, bütün kederlerini, bütün geçmiş sıkıntılarını unutmuştu. Artık karşısında yalnız güzellik ve saadet görüyordu. Bir ördek yuvasında dünyaya gelmiş olmanın ne ehemmiyeti var? Kuğu yumurtasından çıktıktan sonra... Soy her zaman belli olur. Çocuk bağırışları duyuluyordu. Bir sürü küçük çocuk geliyordu. Kuğulara ekmek atacaklardı. Aralarından bir küçük bağırdı: «— Bir tanesi de yeni gelmiş.» dedi. Küçük kuğu mahcup oldu. Herkesin kendisini seyretmesinden biraz da utanıyordu. Görmemiş gibi kibirleneceğine başını kanadının altına sakladı. Çünkü çok iyi ahlâklı idi. Çok acı çeken hayatı, çirkinliği yüzünden uğradığı hakaretler bir daha aklına geldi. Fakat işte şimdi güzel kuşlar arasında da en güzeliydi. Bu eğlenceli bahçede kardeşleri ile birlikte zarif çiçekler, kokulu ağaçlıklar içinde yaşıyacaktı. Narin boynunu kaldırdı, gölün suyu üzerinde tatlı tatlı süzülerek yüzmeye başladı. İçinden, «Çirkin bir ördek yavrusu iken böyle bir saadete kavuşacağım hiç hayalimden geçer miydi!» diyordu.• Kaynak: Andersen, Vasfi Mahir Kocatürk -------------------- YEDİ KARDEŞLER Bir varmış, bir yokmuş... Evvel zaman içinde bir kadınla bir adamın yedi oğlu varmış. Bunlar her gün ava giderler, vurdukları hayvanları satarlar, evlerini geçindirirlermiş. Gel zaman, git zaman, anaları gene bir çocuğa gebe kalmış. Oğlanlar: «Ana, demişler, bu sefer de oğlan doğurursan biz başımızı alır gideriz.» Anaları hiç sesini çıkarmamış... Günü saati gelmiş, kadının sancısı tutmuş. Yedi oğlan gidip ebeyi çağırmışlar. «Ebe nine, demişler, biz gidiyoruz. Annemiz, kız doğurursa kırmızı bayrak asın, oğlan doğurursa kara bayrak...» Kadın bir kız doğurmuş: «Oğlaklarım sevinecek...» diye onların dönmelerini beklermiş... Ama ebe karı, her nedense, bu oğlanlara düşmanmış. Evin tepesine bir kara bayrak çekmiş. Akşam olmuş. Yedi Kardeş evlerinin karşısındaki kalenin önüne gelmişler. Oradan bakmışlar ki bir kara bayrak asılı. «Anamız gene oğlan doğurmuş...» diyip yüz geri dönmüşler, atlarını sürmüşler, başlarını alıp gitmişler. Aradan yıllar geçmiş. Kız büyümüş... Bir gün sokakta oynarken arkadaşları onu: «Yedi-Kardeşli-Kız» diye.çağırmışlar. Kız şaşmış bu işe, koşup eve gelmiş, anasına sormuş. Anası önce çekinmiş, bir şey dememiş. Ama kız üsteleyince edememiş, anlatmış: «Kızım, hepsi senden büyük yedi oğlan kardeşin vardı. Bir gün dağa ava gittiler, bir daha da dönmediler.» Bu sefer kız: «Onları yanına gideceğim...» diye tutturmuş. Anası: «Kızım, nasıl gidersin? Yolda canavarlar vardır, dağda devler olur, seni bir yudumda yuduverirler...» diye çok söylemiş, kız inadından dönmemiş. Sonunda kadın ona külden bir eşek yapıvermiş. Eline de bir değnek tutuşturmuş. Altın nalını ayağımda Gümüş futa• önümde, Sultanım" kucağımda Kendim balık karnında Çıkamam kardeş, çıkamam.» Oralarda bulunanlar gelip Bey-oğluna derler ki: «Bu geyik suda birisiyle konuşuyor. Gizlice bir dinleyin.» Bey-oğlu merak eder. Kalkar, gelir göl kıyısına. Geyik de dönmüş dolanmış, gene gelmiş su başına. Bey-oğlu kulak verir, Geyik: «Bacı Bacı, can Bacı Kolunda mercan Bacı. Kırk bir bıçak bilendi Gırtlağıma dayandı Arap kızı etime aş yeriyor Çıkıver kardeş, çıkıver.» der. Suyun içinden bir ses cevap verir: «Kardeş kardeş, can kardeş, Alnı sakar ceylân kardeş. Altın nalın ayağımda Gümüş futa önümde Sultanım kucağımda Kendimi balık karnında Çıkamam kardeş, çıkamam.» Beyoğlu o zaman meseleyi anlar. Balıkçılara, ne kadar balık varsa gölün içinde hepsini tutun, diye emir verir. Sudaki bütün balıkları yakalarlar, en sonunda ağlardan bir kocaman balık çıkar. Karnını yararlar,- kucağında şehzadesiyle hanım çıkar. Başından geçenleri bir bir Bey-oğluna anlatır. O zaman Bey-oğlu arap kızma: «Kırk katır mı istersin, kırk satır mı?» diye sorar. O da: «Kırk satır düşman boynuna, kırk katır verin; biner anamın evine giderim der. Arap kızını kırk katırın kuyruğuna bağlarlar, her bir parçası bir dağın başında kalır. Onlar da muratlarına ererler. «Hiç çüş demiyeceksin, hep deh, deh, deh... diyeceksin. Sakın ha!. .. Çüş dersen eşeğin-tuz buz olur dağılır, yolda kalırsın, devler seni yer...» diye sıkı sıkı tenbihten sonra kızı uğurlamış. Kız artık, «deh, deh, deh...» diye gidiyormuş... Bir zaman yol almış, yorulmuş. Eşeği durdurup dinlenmek istemiş. «Çüş» der demez, külden eşek dağılıvermiş. Kız da ağlaya ağlaya evine dönmüş , Anası: — «Ben sana ne dediydim?..» diye bir iyi çekişmiş, çıkışmış. Kızın gene «ille de gideceğim» diye tutturmasına, bir külden eşek daha yapıvermiş. Kız gene «deh, deh...» diye epiy bir yol almış. Ormana girince korkusundan «deh» demesini unutmuş da «çüş» diyivermiş. Eşek gene dağılmış, düşmüş... Kızcağız gene ağlaya ağlaya eve dönmüş. Anası kızmış, bağırmış, çağırmış... Ne yapsın?. Kız gene «ille de gideceğim» diye tutturup ağlayınca kadın dayanamamış, külden bir eşek daha yapıvermiş. «Bir daha dediklerimi unutursan gözüme görünme. Seni gebertir, Cinlerin kör kuyusuna atarım.» diye bir göz dağı vermiş. Bu sefer yol boyunca hep «deh» demiş, hiç unutmamış. Külden eşek nereye gittiyse arkasından kız da «deh, deh...» diyerek yürümüş... Sonunda Yedi Kardeşlerin yaşadıkları dağa varmışlar. Orada bir evin önüne gelir gelmez külden eşek düşmüş dağılıvermiş. Kız da kardeşlerinin mekânına geldiğini anlamış. Evin kapıları ardına kadar acıkmış. Kız içeri girmiş ki kimseler yok... Odaları bir bir gezmiş: kilerde her çeşit yiyecek; keklik, tavşan etleri... Hemen kollarını sıvamış, türlü türlü yemekler pişirmiş... Güzelce karnını doyurduktan sonra girmiş bir dolabın içine, gizlenmiş. Akşam, Yedi Kardeşler gelmişler. Bakmışlar ki yemekler pişmiş... «Allah, Allah, bu ne iştir?» diye şaşırıp kalmışlar.... Neyse, oturup yemeklerini yemişler.... Yatmışlar, ama gözlerine de uyku girmemiş. Sabah olmuş, işlerine gidecekler. İçlerinden biri demiş ki: «En küçük kardeşimiz bir yere gizlensin, gözetlesin. Akşam bizim yemeklerimizi pişiren kimse, gene gelince yakalasın...» Küçük oğlan girmiş bir yere, bekliyor... Ötekiler gidince kız dolaptan çıkmış, başlamış iş görmeye. Hemen oğlan fırlamış, kolundan yakalamış: «İn misin, cin misin?» demiş. «Ne inim, ne cinim. Seni beni yaradan Allanın kuluyum.» «Burda ne arıyorsun?» Kız, başından sonuna, her şeyi anlatmış... Artık iki kardeş sarmaş dola; olmuşlar. Akşam öteki oğlanlar da dönmüşler, işi öğrenmiş ler, bacılarına kavuştuklarına sevinmişler. Artık bir arada, güle oynaya, yiyip içip oturuyorlar... En büyük oğlan: «Bak kardeşim, burda ateş bulunmaz. Sakın ateşi söndürme.» diye sıkı sıkı tenbihlemiş. Bunların bir de kedileri varmış. Bu, konuşanları anlar, hem de konuşurmuş. Yedi-Kardeşler bunu çok severler, el üstünde tutarlarmış. Kedi kızı kıskanmış. Buna kötülük olsun diye, bir gün kız görmden ateşi söndürmüş. Kız pek üzülmüş.Ne yapsın?.... «Dur bakayım, bir ateş bulur muyum?» diye evden çıkmış. Bir yol tutturmuş, yürümeye başlamış. Bir az gittikten sonra, karşıda bir evin bacasnda duman görmüş. Koşa koşa eve varmış, kapıyı çalmış. Kapı açılmış, bir de r,e görsün? kocaman bir dev-karısı... Kız korkmuş, ama gene de «Esselâm teyze.» demiş. Dev-karısı: «Esselâm demeseydin etini aşık, kanını kasık ederdim.» demiş. Neyse, kız ateş istemiş. Dev-karısı «peki, vereyim» diye gitmiş. Bir kalburu külle doldurmuş, külün üstüne de bir köz oturtmuş. Kız yürümüş, kül elenmiş, kız yürümüş kül elenmiş... Böyle böyle eve varmış. Yemeğini pişirmiş. Akşam olunca kardeşlerine başından geçenleri anlatmış. Bunlar: «Aman bacım, Dev-Karısı o külün izinden gelir, seni bulur yer.» diye tasalanmışlar, düşünmeye başlamışlar. «Avlu kapısının dibine bir kuyu kazalım. Dev-Karısı ayağını atınca içine düşer. Biz de kafasını keseriz.» demişler. Sabah olmuş... Daha bunlar evden ayrılmadan, Devin oğlu, külü izleye izleye gelmiş, kapıya dayanmış. Ama açar açmaz da kuyuya yuvarlanmış. Yedi-Kardeşler de hemen bunun kafasını kesmişler, bir tarafa atmışlar, vücudunu da kuyuya gömmüşler. «Artık kurtulduk» diye sevinmişler. Silâhlarını alıp gene ava gitmişler. Kız da ekmek pişirmeye oturmuş. Az sonra Dev-Karısı çıkmış gelmiş, homurdana homurdana. Kız korkmuş, ama ne yapsın, bunu karşılamış, buyur etmiş. Kediye dönmüş: «Git, demiş, yağ getir de teyzeme ekmek yağlayayım.» Kedi kızı sevmiyor ya, güya anlamazlıktan: «Kafasını mı?» diyerek gitmiş, Dev-oğlunun basını getirmiş, anasının önüne koyuvermiş. Dev-Karısı bunu görünce öyle bağırmış ki dağlar taşlar inlemiş. Sonra da, oğlunun ağzından bir dişi sökmüş, kızın ayağına saplamış: Kız hemen oracıkta düşmüş, yıkılmış. Dev-Karı da kızı öldürdüm diye bırakmış gitmiş. Akşam Yedi-Kardeşler dönmüşler. Bacılarını bu halde görünce ağlamış, sızlamışlar: «Artık bacımız öldü, buralarda ne işimiz var?» diye, bacılarının ölüsünü bir ata yüklemişler, kendileri de binmişler, evlerine dönmüşler. Ana baba, oğul Martnın döndüğüne sevinmişler ama, kızlarına da yanmışlar, ah vah etmişler... Neyse, artık kızın cenazesini gömecekler.. Ölüyü yıkayan kadın bakmış kızın ayağında bir şey saplı... «Zavallının ayağına ne kalmış ki?...» diye yoklayıp Devin dişini çekiverince kız canlanmış, doğrulmuş. Bunu gören anası, babası, kardeşleri sevinçlerinden ne yapacaklarını bilememişler. Kız başından geçenleri bunlara anlatmış. Artık Devden de, kediden de kurtuldular ya, yemişler içmişler, muratlarına geçmişler. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Dolunay Yanıtlama zamanı: Eylül 18, 2007 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 18, 2007 ARAP LALA Bir varmış bir yokmuş... Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir padişahın üç kızı varmış. Hepsinin de vakitleri geçmiş, ama kimse bunları kocaya istememiş. En büyük kıza bir gün lalası demiş ki: «Kızım, bak yaşın geçiyor, kimse gelip seni istemedi. Gel ben seni bir yere götüreyim. Baktın hoşuna gitti, orda kalırsın, yok, baktın ki yapamayacaksın, ben gelir seni alırım.» Kız da «peki» demiş. Bunlar landona binip yola çıkmışlar. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, bir de arkalarına bakmışlar ki bir çuvaldız boyu yol gitmişler... Nihayet bir konağın önüne gelmişler, landondan inmişler. Kapı kendi kendine açılmış. İçeri girmişler. Lala kıza: «Kızım, kapının arkasında dur, burda olan biteni görürsün... Yarın ben gelirim. Yerinden hoşlandıysan seni burda bırakırım, yok kalmak istemezsen, alır götürürüm.» demiş; landona binmiş, saraya dönmüş. Kız da kapının arkasına gizlenmiş, beklemiş. Aradan zaman geçmiş. Bir şangırtıdır kopmuş. Bu ses gitgide yaklaşmış, nihayet sarayın önünde kesilmiş. Derken, kapılar kendi kendine, şangır şangır açılmış. Bir de kız ne ciprsün, bir deve katarı, önlerinde bir de eşek, saraydan içeri giriyor, ama başlarında adam yok, yüklerini boşaltıyorlar, sonra gene geldikleri gibi çıkıp gidiyorlar... Kız da kapının arkasında korkudan zangır zangır titrermiş. Neyse, akşama kadar orada öyle korku içinde beklemiş... Derken akşam olmuş. Hava kararınca gene kapı kendiliğinden açılmış. Kız bakmış ki, bir dudağı yerde, bir dudağı gökte bir Arap, elinde iki kuş, bir tüfek, içeri giriyor. Kız bunu görünce korkudan düşüp bayılmış. Bir de kendine gelince görmüş ki sabah olmuş. Az arası geçmiş, lala gelmiş. «Kızım, kalacak mısın?» demiş. O da: «Aman lalacığım, korkudan öldüm, beni buradan götür.» demiş Lala da «peki» demiş, almış kızı, saraya götürmüş. «Bir hafta sonra her şey meydana çıkacak, o zaman biz ne edeceğiz?» Vakit tamam olmuş, bir hafta diyince gelin alayı da gelip kapıya dayanmış. Koca karı, kimse kızımı görmeyecek diye şart koştu ya, kimseyi kızın yanına sokmamış. Her hazırlığını kendi tamamlamış, arabaya bindirmiş, kendi de girmiş yanına, oturmuş. Neyse, düğün alayı saraya, girmiş. Gelini içeri vermişler, yanında gene sade anası... Kadın, hiç olmazsa yanaklarının çöktüğü belli olmasın diye, kızın iki avurduna iki kocaman şeker yerleştirmiş... Nihayet padişah odaya girmiş, gelinin yanına yaklaşmış. Tam duvağı kaldıracağı sırada gelinin ağzındaki şeker düşmüş. Gelin: «Aaa... Sakalım düşdi»• diyerek eğilmiş, şekeri almaya. Padişah: «Ne sakalı bu, hayırdır inşallah.» diyerek gelinin yüzüne dikkatle bir bakmış, ne görsün, yetmiş yaşında, iki büklüm, bum buruşuk bir koca karı. Hiddetinden deli gibi olmuş da, gelini kucakladığı gibi, pencereden bahçeye fırlatmış. Gelin hanım pencerenin altındaki bir koca ağacın dallarına takılıp kalmış. Meğer o ağacın altına periler, padişahlarının oğlunu getirmişler. Peri şehzadesinin boğazında bir kemik saplanmış, kimseler çaresinî bulup çıkaramamışlarmış. Gelinlik elbisesinin içinde bu koca karının ağacın dallarına asılıp kalması şehzadenin pek tuhafına gitmiş, öyle bir gülmüş ki, boğazındaki şiş patlamış, kemik fırlamış. Bunu gören periler gidip padişahlarına «oğlun derdinden kurtuldu» diye müjdelemişler. Padişah perilere emir vermiş: «Oğlumu bu sıkıntıdan kurtaranın her dileği olsun.» Artık, peri kızları da, düşünmüşler, bu koca karının ne dileği olur? Gençlik, güzellik... Kimi: «Yüzüm geline yüz olsun.» demiş, kimisi: «Ellerim geline el olsun.» Biri: «Boyum geline boy olsun.» öteki: «Huyum geline huy olsun.» demiş. Biri saçını, öteki yaşını vermiş. Hasılı her biri en güzel nesi varsa gelin hanıma hediye etmiş. Ertesi sabah padişah: «Gece gözüm kızdı, zavallı ihtiyarcığı fırlatıp attım. Bakayım ne oldu?» diye aşağı inmiş. Bir de ağacın altına varmış, başını kaldırıp bakmış ki, ne görsün, dalların arasında ayın on dördü gibi bir kız oturuyor. Gelini indirmiş: «Aman sultanım, bir kusur işledim, bağışla.» diye yalvarmış. Emirler vermiş, yeniden kırk gün kırk gece düğün olmuş... Yemiş, içmiş, muratlarına ermişler. Ertesi günü ortanca kıza: «Haydi bugün de seni götüreyim.» demiş. Kız da razı olmuş. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, bir de arkalarına bakmışlar ki bir arpa boyu yol gitmişler. Gene aynı saraya gelip durmuşlar. Kapı kendiliğinden açılmış, içeri girmişler. Lala kızı kapının arka-sıra bırakmış, «yarın sabah gelirim» diye oradan ayrılmış. Kız orada beklemekte olsun, bir şangırtıdır kopmuş. Develer gelip yüklerini boşaltmışlar, ama başlarında kimseler yok... Kız korkudan tirtir tifrer-miş... Derken akşam olmuş, bir dudağı yerde, bir dudağı gökte Arap, elinde kuşları, bir elinde tüfek, içeri girmiş. Ortanca kız da korkudan düşüp bayılmış. Kendine geldiği vakit, bakmış ki sabah olmuş. Sonra lala gelmiş. «Kızım, kalacak mısın? Gelecek misin?» demiş. Kız da: «Aman lalacığım, korkudan bittim, beni götür.» diye yalvarmış. Lala da kızı alıp saraya getirmiş. Ertesi gün, küçük kız: «Lala, ne olur, beni de götür o yere...» demiş. Adam: «Haydi kızım, iki kardeşin gitti, bir şey yapamadan döndüler. Şimdi seni götüreyim, yarın da sen dönersin...» diye başından savmak istemişse de, kız: «Aman lalacığım...» diye çok yalvarmış, sonunda lalasını razı etmiş... Binmişler landona, yola çıkmışlar... Az gide uz gide, dere tepe düz gide, sarayı buluyorlar... Landondan inip içeri giriyorlar. Lala kızı kapının arkasına bırakıp gidiyor... Aradan bir zaman geçiyor, bir gürültüdür kopuyor: Bir deve katarı... Kapı kendi kendine açılıyor. Develer içeri giriyorlar, yüklerini boşaltıyorlar, şangır şangır, çanlarını öttürerekten geri gidiyorlar, ama başlarında kimsecikler yok... Kız duruyor, duruyor, içi sıkılıyor. Nihayet oradan çıkıyor, bütün sarayı geziyor. Bakıyor ki her taraf toz toprak içinde. Köşeyi bucağı arıyor, bir süpürge buluyor. Bütün evi silip süpürüyor, her tarafın tozunu alıyor, tertemiz yapıyor. Sonra mutfağa giriyor, yemekler pişiriyor, .tatlılar yapıyor. Masayı da hazırlıyor. Zaten akşam da olmuş... Gene kapının arkasına saklanıyor. Hava kararmağa başlayınca kapı kendiliğinden açılıyor. Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte bir Arap elinde vurulmuş iki kuşla bir tüfek içeri giriyor. Bir de ne baksın, bütün ev silinmiş, süpürülmüş, yemekler yapılmış, sofra kurulmuş. Arap Lala işi. anlıyor. Gidiyor, kızın olduğu yere: «Aferin kızım, diyor; senden evvel iki ablan geldi, korkudan ödleri patladı. Sen .her tarafı temizlemiş, yemekleri hazırlamışsın... Artık sen bu evin kızısın. Her gün işleri görür, oturursun.» Sonra kuşlardan birini pişirip kıza yediriyor. Kız karnını doyurduktan sonra, bir bardak da şerbet içiriyor. Kız bunu içer içmez derin bir uykuya dalıyor... Böyle böyle günler geçiyor; Her akşam Lala gelir, kıza kuşun birini pişirip yedirir, bir.bardak şerbet içirir uyuturmuş... Bir gün gene kız evi silmiş süpürmüş, yemekleri yapmış, oturuyormuş. Kapı çalınmış. Kız koşup açmış-Bir de bakmış ki kendisini bu saraya getiren Lalası. Kız bunu görünce: «Ooo, buyur Leylacığım.» diyor. Lala: «Girmiyeceğim kızım. Ablaların elbise yaptırdılar, bir örneğini de senin için diktirdiler. Yalnız terzi parasını sen verecekmişsin.» diyor. Kız: «Olur Lalacığım. Kaç lira?» «On lira.» «Peki, yarın gel de al.» Bunun üzerine Lala gidiyor. Kızı bir düşüncedir alıyor. Öyle ya, parayı nereden bulsun? Ağlamaktan bîtap düşüyor. Akşam oluyor, Arap Lala geliyor, bakıyor ki ne görsün, kız baygın yatıyor. Hemen sular çarpıp yüzüne ayıltıyor. «Kızım, ne oldu sana?» diye soruyor. O da: «Hâli keyfiyet böyle, böyle» diye hepsini anlatıyor. Lala; «Merak etme, kızım, bir çaresini buluruz.» diyor. Meğer, her akşam, kız uyuduktan sonra o sarayın Şehzadesi gelirmiş. Lala ona ikinci kuşu yedirir, kızın yanma yatıştırmış... Kızın haberi yok. Lala gene kızın karnını doyuruyor, şerbetini içiriyor. Kız uykuya dalıyor. Şehzade geliyor. Lala onun da karnını doyuruyor. Sonra elini yıkarken üç damla fazla su döküyor. O zaman Şehzade: «Emret lalacığım.» diyor. Lala meseleyi anlatıyor. Şehzade diyor ki: «Sultanım hiç üzülmesin... Al şu tokmağı, küçük çekmeceye vur, oradan bir kese altın çıkart, götür sultana da lalasına versin.» Arap Lala tokmağı küçük çekmeceye vuruyor, bir kese altın alıyor. Ertesi sabah bunu kıza veriyor. Kız gene evi derleyip topluyor. Çat kapı, lalası geliyor. Kız koşa koşa keseyi getiriyor. «Al lalacığım.» diyor. Lala da torba ile altını alıp gidiyor. Aradan bir zaman geçiyor. Bir gün gene kapı çalmıyor. Kız koşup açıyor. Bir de bakıyor ki, gene lalası. «Evlâdım, annenin, kardeşlerinin seni görecekleri gelmiş. Hem seni, hem de damatlarını görmek için gelmek istiyorlar.» diyor. Kız da: «Peki lalacığım. Şehzademe söyliyeyim de... Ne gün geleceklerini yarın haber veririm.» diye cevap veriyor. Lala gidiyor. Kız da-. «Ben şimdi ne yapacağım?» diye ağlamağa başlıyor. Ağlaya ağlaya bîtap, baygın düşüyor. Akşam lalası geliyor. Bakıyor ki kız bayılmış. Hemen sular serpiyor, limonlar koklatıyor, kız açılıyor. «Ne oldu kızım sana?» diyor Arap. Kız da lalasiyle konuştuklarını anlatıyor. Lala- «Ah kızım, bu bir âz güç ama, sen üzülme, diyor, elbet bir çaresini buluruz.» Kızın karnını doyuruyor, şerbetini içiriyor. Kız uykuya dalınca Şehzade geliyor. Lala onun da karnını doyuruyor. Elini yıkarken üç damla fazla su döküyor. Şehzade o zaman: «Emret lalacığım, diyor; ne var?» Lala da sultanın anladıklarını tekrarlıyor. «Al şu topuzu, diyor. Git, büyük çekmeceye vur." Dülgerler gelsin, bütün sarayı tamir etsinler. Ev yukardan aşağıya dayansın, dö-şensin. Kırk beyaz, kırk siyah cariye sofraları hazırlasın. Sultan hanıma da iğne dikmedik, makas kesmedik, bir elbise giydirsinler... Kardeşlerinin yolladığı esvabı kapının önündeki hizmetçiye versin... Şehzadem seyahatte; desin.» Sabah oluyor. Sultan Hanım bir de uyanıp bakıyor ki, ne görsün, ev dayanıp döşenmiş, masalar hazırlanmış, kırk siyah, kırk beyaz cariye evin içinde dolaşıyor. Lala kızın elbisesini getiriyor. Kız giyiniyor-., mücevherler içinde... Hizmetçiler «aman Sultanım» diye etrafında dönüyorlar. Kız lalasının tenbihi üzerine kardeşlerinin yolladığı elbiseyi kapının önündeki hizmetçiye giydiriyor. Nihayet eski lalası haber almaya gelince, «Bugün gelsinler» diye cevap veriyor. Artık, bütün evde misafirler gelecek diye bir hazırlıktır gidiyor. Derken, çat kapı, kızın annesiyle kız kardeşleri geliyorlar. Kapılar açılıyor, buyurun, buyurun diye. Kızlar kapıdaki hizmetçiyi kardeşlen sanıp boynuna sarılıyorlar. Sonra, bakıyorlar ki hizmetçi... Bir de yukarıya, merdivenin üst başına gözlerini çeviriyorlar, ne görsünler, kardeşleri, bir kolunda siyah, bir kolunda beyaz birer cariye, elmaslar, mücevherler içinde duruyor. Kızlar onu öyle görünce kıskançlıklarından birbirlerini çimdikliyorlar. Annesi kızının bu halini görüyor, memnun oluyor. Kız «buyurun» edip bunları karşılıyor, büyük bir misafir odasına alıyor. Derken öğle vakti oluyor. Kız: «Anneciğim, şehzadem seyahatte, sizi ben ağırlıyacağım; müsaade edin de, masayı nasıl kurdular bir bakayım.» diyor. Aşağı iniyor, bir de ne görsün, sofraya konmuş olan çifte hindilerden birini koca bir kara kedi kapmış... Kız bunun peşine düşüyor. Kedi gidiyor, kız. ALTIN TOPLU SULTAN Bir varmış, bir yokmuş.... Bir padişahın üç oğlu, üç kızı varmış. Padişah ölürken vasiyet etmiş: «Kızlarımı Allahın emriyle ilk gelip istiyene, kim olursa olsun, verin» diye. Günün birinde yırtık elbiseler içinde, doksan yaşında bir pîrifâni gelmiş, Allahın emriyle büyük kızı ağabeylerinden istemiş. Büyük oğlanla ortanca oğlan: «Olmaz, böyle bir adama kız verilir mi?» demişler. Küçük şehzade: «Babamızın vasiyeti budur. Ben verdim gitti.» demiş. Büyük kız bu adamla gitmiş. Bir zaman sonra, bu sefer daha ihtiyar bir adamcağız gelip Allahın emriyle ortanca kızı istemiş. Büyük şehzadeler gene razı olmamışlar. Küçük oğlan: «Babamızın vasiyeti budur.» diyerek ortanca kızı da bu ihtiyara vermiş. Aradan gene epiyce bir zaman geçmiş, daha da ihtiyar bir adamcağız gelip küçük kızı Allahın emriyle istemiş. Büyük şehzadeler: «Olmaz, vermeyiz.» demişler. Küçük şehzade: «Babamız ölürken vasiyet etti. Onun emrini yerine getirmek boynumuzun borcudur.» diyerek küçük kız kardeşini de bu adamcağıza vermiş. Bir gün küçük şehzade rüyasında ayın on dördü gibi güzel bir kız görmüş, bu kıza can ü gönülden vurulmuş. Rüyasında o kızın bir de resmini vermişler. Şehzade uyanınca: «Ne yapsam da bu güzeli ele geçirsem?» diye düşünmeğe başlamış. Nihayet kararını vermiş: Bir ata atlıyarak yola revân olmuş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, altı ay bir güz gitmiş .. Bir gün, yorgun düşmüş, bir çeşme başında, atını bir ağaca bağlamış da kendisi ağacın altına yatmış, uyuya kalmış. O memleketin kızları da o sırada çeşmeye su doldurmaya gelmişler. Ağacın altında, güneş yüzlü bir delikanlının uyuduğunu görmüşler, gidip padişahın karısına haber vermişler. O memleket Dev Padişahının yurdu imiş. Padişahın karısı gelmiş bakmış ki bu çocuk kendi öz kardeşi. Meğer şehzadenin en büyük ablasını alan adam bu Dev Padişahı imiş... Neyse, Sultan Hanım emir vermiş, oğlanı saraya götürmüşler. Şehzade uyanıp da ablasını karşısında görünce şaşırmış. Kız: «Buralarda senin ne işin var?» demiş. Şehzade de, rüyasında bir güzel kıza âşık olduğunu, onu aramaya çıktığını söylemiş. Koynundan kızın resmini de çıkarıp göstermiş. O zaman ablası demiş ki: «Enişten Dev Padişahıdır. Akşama gelsin, ona sorarız. Gel şimdi seni saklayayım, belki eniştenin bir fenalığı dokunur.» Şehzadeyi saklamış. Akşam olmuş, Dev Padişahı sarayına dönmüş, daha içeri girer girmez: «İnsan eti kokuyor. Söyle, burada kim var?» demiş. Kız da: »Tabiî benim de akrabalarım, tanıdıklarım var. Onlardan biri gelmiştir belki... Birinden biri gelseydi, ne yapardın?» «Eğer büyük kardeşin gelseydi bir lokmada yutardım, ortanca gelseydi iki lokma ederdim. Küçük kardeşin ise gelen başımın üstünde yeri var.» Kız da: «İşte, küçük kardeşim geldi.» diyerek çocuğu dolaptan çıkarmış. Şehzade hemen Dev Padişahının elini öpmüş, niçin geldiğini ona da anlatmış. Dev Padişahı demiş ki: «Yüz senedir bu memlekette padişahlık ediyorum, bu kadar topraklarım var, böyle bir kız ne gördüm, ne duydum. Seni topraklarımın dışına çıkarırım, ondan sonrasına karışmam, Allah yardımcın olsun.» . demiş. Bir de oğlana Dev duası öğretmiş. O duayı okuyunca insan dev olurmuş. Ondan sonra Şehzadeyi almış, kendi topraklarının bittiği yere kadar götürmüş de «uğurlar olsun» demiş, salıvermiş. Şehzade yola revan olmuş, gitmiş gitmiş.... Gene bir gün yorgun düşmüş de bir çeşme başında attan inmiş, atını ağaca bağlamış, kendi de yatmış, uyuya kalmış. O memleketin kızları çeşmeye su doldurmaya gelmişler. Ay gibi bir oğlanın uyuduğunu görünce gidip doğru padişahın karısına haber vermişler. Padişahın karısı gelmiş, çocuğa bakmış ki kendi öz kardeşi. Hemen emir vermiş, saraya getirmişler. Çocuk uyanınca ortanca ablasını karşısında bulmuş, sevinmiş. O ablasına da rüyasında görüp âşık olduğu kızı aramağa çıktığını anlatmış. Kız: «Akşam enişten gelince söyleyelim. Ama, belki sana bir fenalığı dokunur, iyisi mi ben seni saklıyayım.» demiş, şehzadeyi bir dolaba sokmuş. Meğer o memleket de Karınca Padişahının toprakları imiş. Ortanca ablası da bu Karınca Padişahına gitmişmiş. Akşam olmuş, Karınca Padişahı sarayına gelmiş. Karısına: «İnsan eti kokuyor. Kim geldi saraya?» demiş. Kız da: «Elbet benim de akrabalarım, tanıdıklarım var. Birinden biri gelse ne yaparsın?» diye sormuş. Karınca Padişahı: «Büyük kardeşin gelse ikiye böler yerim, ortanca gelse parça parça eder yerim; ama küçük kardeşin gelse, başım üstünde yer veririm » demiş. O zaman karısı: «Küçük kardeşim geldi.» diyerek şehzadeyi dolaptan çıkarmış. Oğlan Karınca Padişahına da bir kıza âşık olduğunu, onu bulmak için diyar diyar dolaştığını anlatmış, kızın resmini de göstermiş. Karınca Padişahı: «İki yüz senedir bunca topraklarda hüküm sürüyorum, böyle bir güzel ne gördüm ne buldum, demiş. Ben seni kendi topraklarımdan çıkarırım, ondan sonrasına kalmışsın, Allah yardımcın olsun.» demiş. Bir karınca duası öğretmiş, onu okuyan insan karınca olurmuş. Sonra çocuğu almış, kendi hudutlarına kadar götürmüş. Şehzade «Allaha ısmarladık» demiş, yürümüş.... Gitmiş, gitmiş, gene bir gün yorgun argın, bir çeşme başına konmuş. Atını bağlamış, kendi de yatmış, uyumuş. O memleketin kızları çeşmeden su doldurmaya gelmişler. Oracıkta gün gibi güzel bir delikanlının uyuduğunu görünce hemen gidip padişahlarının karısına söylemişler. Padişahın karısı gelmiş, bakmış ki, bu oğlan kendi kardeşi. Hemen çocuğu saraya götürmüşler. Bir az sonra uyanmış, bakmış ki karşısında küçük ablası, artık sevincinden ne yapacağını şaşırmış. Kız: «Buralarda ne arıyorsun kardeşim?» diye sormuş. Şehzade de, başından geçenleri bir bir anlatmış, rüyasında gördüğü kızın aşkın yollara düştüğünü söylemiş. Ablası: «Akşam enişten gelince söyliyelim. Belki bu kızın nerede olduğunu o bilir:» demiş. Sonra: «Belki sana bir fenalığı dokunur, iyisi mi-seni saklıyayım.» diyerek dolaba sokmuş. Meğer o topraklar Bülbül Padişahın yurdu imiş, şehzadenin küçük bacısı da bunun karısı ol-muşmuş.... Bülbül Padişahı her akşam evine dönünce, pencerenin önüne konar, ötermiş. Karısının da kırk kat elbisesi varmış. O akşam giydiği elbiseyi beğenirse bülbül kıyafetinden soyunur, dünya güzeli bir delikanlı olur, karısının yanına girermiş. Sultanın elbisesi hoşuna gitmedi mi, uçar gider, altı ay, bir yıl görünmezmiş. Akşam olmuş, Bülbül gelmiş, gene pencerenin kenarına, konmuş, ötmeğe başlamış. Sonra: «Burada insan var, kim geldi?» diye sormuş. Kız da: «Tabiî, benim de akrabalarım, tanıdıklarım var. Onlardan biri gelseydi ne yapardın?» «Büyük kardeşin geldiyse, sesimi keser, bir daha ömrüm boyunca hiç ötmem,- ortanca kardeşin geldiyse bırakır gider, buraya bir daha kırk yıl sonra ya gelirim ya gelmem. Küçük kardeşin geldiyse eğer, elbisen ne olursa olsun hemen koşar yanına girerim.» O zaman kız hemen dolaptan kardeşini çıkarmış: «İşte, gelen küçük kardeşim.» demiş. Bülbül Padişahı da, karısının elbisesine bakmadan, kılıfından soyunup içeri girmiş. Şehzade, Bülbül Padişahının elini öpmüş, başından geçenleri ona da anlatmış. Sonra, âşık olduğu kızın resmini çıkarıp göstermiş. Bülbül Padişahı demiş ki: «Ben bu kızı tanıyorum. Tam elli yıl pimden- Boştum, bir türlü elde edemedim. Babası çok aksedir..Bir çok şartları varır. Ama, şimdi ben sana bir bülbül dua öğreteceğim. Bülbül olup onun bahçesine girersin. Kız, cariyeleriyle bahçeye oturmaya çıkar, sen de kızın karşısındaki dala konup ötersin. Sonra, kızın kucağına düşüverirsin. O seni alıp bir altın kafese koyar... Ondan sonrasını ben bilmem, Allah kerim, sen bildiğin gibi yaparsın.» Şehzade eniştesinin elini tekrardan öpüp, duayı okur, bülbül şekline girer, uçar gider, kızın bahçesine. Kız da cariyeleriyle bahçeye hava almağa çıkmış, bakar ki karşısındaki dalda güzel bir bülbül... Kuş pek hoşuna gider yakalamak ister. Bülbül de döner, dolaşır, kızın kucağına düşüverir. Kız bülbülü alıp bir altın kafese koyar, karyolasının baş ucuna asar. Bülbül her gece öter dururmuş. Bir gece kız uyuduktan sonra, bülbül kafesinden çıkar, duasını okur, eskisi gibi bir delikanlı olup kızın koynuna girer, saçını başını dağıtır. Kız tekrar uyanmadan gene duasını okuyup bülbül olur, kafesine girer. Ertesi sabah kız uyanır, bakar ki, saçı başı dağılmış; şaşar kalır bu işe.... İkinci gece bülbül gene aynı oyunu oynar. Kız sabahleyin uyanır, bakar ki gene saçı başı dağılmış, yatak bozulmuş, bu işe iyice merak eder. Üçüncü akşam kız uyuyor gibi yapar, uyumaz. Bülbül kızın koynuna. girer. Kız yanı başında ayın on dördü gibi bir oğlan bulur; meğer kıza da rüyasında bu oğlanı göstermişler, o da buna âşık olmuş, yolunu beklermiş. Şehzadenin kolundan yapışır: «İn misin, cin misin?» der. Şehzade: Ne inim, ne cinim, senin gibi bir âdem evlâdıyım. Ben dev bir padişah oğluyum. Seni rüyamda gördüm, bulmak için buralara eldim. Kız: Ben de seni rüyamda gördüm, seni bekliyordum. Artık birbirlerine sarılırlar, konuşa görüşe sabahı ederler. Sabah olunca kız: «Babam çok aksidir, bir çok şartları vardır, onları yerine getirmezsen beni sana yermez.» der, başlar ağlamağa. Şehzade: «Sen üzülme, onun bütün dileklerini yaparım Allah izin verirse.» diyerek kızı teselli eder. Hemen babasının yanına giderek Allanın emriyle kızını istediğini söyler. O da: «Şartlarım vardır.» der. Oğlan: «Şartlarını her ne ise kabul ediyorum.» deyince beriki: «Evvelâ, der. falanca Dev Padişahının bahçesindeki ağlıyan nar ile gülen ayvayı bana getireceksin.» Çocuk hemen bülbül duasını okur, bülbül olur, uça uça o Dev Padişahının memleketine varır. Orada Dev duasını okur, bu sefer dev kıyafetine girer. Bahçeden ağlıyan nar ile gülen ayvayı kopar, kızın babasına getirir. Adam bu sefer: «Bu oldu, ama bir daha var: aynı Dev Padişahının sarayında bir ayna durur. İnsan o aynaya bakınca içinde bütün ecdadını görür. Onu bana alıp getireceksin.» der. «Peki, der oğlan,- yalnız, bana benziyen kırk adam verin yanıma.» Bu kırk arkadaşıyla Dev Padişahının hududuna kadar varırılar. Çocuk bunlara: «Siz burda bekleyin, ben tek başıma gider aynayı getiririm.» der. Bülbül duasını okur, uça uça Dev Padişahının sarayına gelir. Orada karınca duasını okur, karınca olur, saraydan içeri girer. Aynanın başında Devler nöbet beklerlermiş. Gözleri açık olursa uyurlarmış; kapalı ise uyanık olurlarmış; çocuk da bunu bilirmiş. Bakar ki Devlerin gözleri açık: «Hah, der, uyuyorlar.» Yavaşça aynayı alır, koynuna koyar, saraydan çıkar. Tekrar bülbül duasını okur, bülbül olur, arkadaşlarının yanına varır. «İşimizi bitirdik, haydi gidelim.» der. Yola revân olurlar. Giderken giderken önlerine bir deniz gelir. Arkadaşları: «Şurada bir yıkanalım da öyle gidelim.» derler. Şehzade, aynayı çaldırırım diye yıkanmak istemez. Arkadaşları, korkuyor, diye buna takılınca, bu da soyunup suya girer, yıkanmağa başlar. O zaman Deniz-Kızı şehzadeyi görüp âşık olur, onu kaptığı gibi suyun içinde kaybolur. Kırk arkadaşı, yıkanırlar, sudan çıkarlar, beklerler beklerler ki Şehzade yok, «herhalde boğuldu» derler. Korkularından her biri bir d[yara kaçar gider. İçlerinden biri meğer, şehzadenin elbisesinin, cebinden Devlerin aynasını almış... Zaten bunların hepsi şehzadeye tıpı tıpına benziyormuş da.... Gider kızın babasına bu, der ki: «işte bu isteğinizi de getirdim.» der. Adam bunu şehzade sanır, o kadar benziyorlarmış. Neyse, kızını verir. Düğün gecesi odalarına çekilince kız: Şehzadem, kafesine gir bir az öt de ondan sonra yatalım.» der Adam şaşırır. «Böyle şey olur muymuş?» der. O zaman kız: O zaman kız kırk tane altın top yaktırır, deniz kıyısına varır. «Deniz-Kızı, diye serttir, bana şehzademin bir parmağını göster, sana bir altın top vereyim. Deniz-Kızı da altın topu çok severmiş. Kızın bu sözüne, hemen Şehzadenin bir parmağını sudan çıkarıp gösterir. Kız da ona altın topu atar. «Deniz-Kızı, sana bir altın top daha atayım, Şehzademin bir elini göster.» der, Deniz-Kızı da gösterir. «Deniz-Kızı sana bir altın top daha atayım, Şehzademin iki elini göster.» der. Deniz-Kızı &i elini gösterir. «Deniz-Kızı sana bir altın top daha atayım, Şehzademin başını bana gösteriver.» Deniz-Kızı bu sefer başını gösterir.... Hasılı, kırkıncı topta kız.- «Sana bir altın top daha, Şehzademi elinin içinde gösterirsen.» der. Deniz-Kızı Şehzadeyi elinin içinde suyun yüzüne çıkararak kıza gösterir. O zaman Şehzade bülbül duasını okur da bülbül olur. Deniz-Kızının avucundan uçuverir, gelir sevdiğine kavuşur.... Kırk gün, kırk gece düğün yaparlar, muratlarına ererler. NALINCI İLE PADİŞAH Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... Bir varmış, bir yokmuş... Bir Nalıncı Mehmet Ağa varmış. Her gün dağdan odun kesip evine getirir, güzel nalınlar yapar, satar,, bununla geçinirmiş. Bir gün gene dağa gitmiş, odun keserken güzel bir kütüğe rastlamış. Bunu almış, evine dönmüş. «Belki bir gün saraya takunya yaparım, o zaman lâzım olur.» diye bu kütüğü kapının arkasına dayamış. Bir sabah, yaptığı nalınları satmak için pazara gitmişmiş, evde kimse yokmuş, kapının arkasındaki kütük «çıt» diye ikiye ayrılmış, içinden ayın on dördü gibi güzel bir kız çıkmış. Üç defa ellerini çırpmış: «Kızlar, kızlar, çıkın dışarı.» demiş. Birbirinden güzel on dört tane kız saçlarını yerlere sürüyerek kütükten çıkmışlar, kızın etrafında bir halka olmuşlar. Hanımları onlara yapacakları işleri göstermiş, onlar da evin içine dağılıp hanımlarının emirlerini yerine getirmişler: Evi silmişler, süpürmüşler, her tarafa kırmızı atlaslar yaymışlar, bin bir çeşit yemekler pişirmişler... Akşam üzeri kız gene ellerini üç defa çırpmış-. «Kızlar, kızlar.» demiş. Bütün kızlar etrafında halka olmuşlar. Hanımları emir vermiş, bunlar da kütükten içeri girmişler. En sonra kız da sırma saçlarını sürüyerek girmiş, kütük kapanmış. Akşam olmuş, nalıncı Mehmet Ağa eve dönmüş, koca anahtarıyla kapısını açıp içeri girmiş, bakmış ev kendi evi değil, gerisin geriye çıkmış, doğru köşe başındaki kahveye gitmiş: «Komşular, demiş, ben evimi kaybettim. Gelin de bana evimi bulun.» Kahve halkı: . «Sen deli mi oldun? aklını mı kaçırdın?» diyerek onu evine getirmişler. Mehmet Ağa korka korka eve girmiş: «Hey Allahım, ben şimdi ne yapayım. Bu ev benim değil. Ya ev sahibi geliverirse...» diye söylenir dururmuş. Neyse, «gelirlerse, bekçiler koydu beni derim, öldürmezler ya...» «Gel kız, gel, zararım dokunmaz.» diyor. Kız dayanamıyor, giriyor odaya. Oturup konuşuyorlar. Sonra kızın saçlarını sıvazlıyor da, padişah: «Haydi artık git.» diyor. Kız çıkıyor. Sofayı geçerken gene o aynanın önüne varınca bir de bakıyor ki, başına bir başlık yapılmış, bir baştan bir başa, yalap yalap yanıyor. Çıkarmağa çalışıyor, çıkaramıyor. «Eyvah, diyor, ben ne yapacağım şimdi? Gene görecekler...» Çaresiz, başına koca bir yemeni bağlıyor görmesinler diye. Akşam oluyor; gene güvercinler gelip havuza dalıyorlar, birer kız olarak çıkıyorlar. Saraya giriyorlar. Açık göz bakıyor ki kızın başında bir kocaman yemeni. «Kız, diyor, başına ne oldu?» «Başımı tarıyordum, tarak battı.» O zaman Acık göz kız: «Tarak, tarak.» diyor. «Efendim.» «Niye battın kızın başına?» «Hah, hah, hah.. Ben batmadım. Yıldırım-Padişahının yanma gitti. O bir taç yaptı.» Bir de yemeniyi açıp bakıyorlar ki, sahiden kızın başında bir baştan bir başa bir taç yalap yalap yanıyor. Alıyorlar kızı ortalarına, bir temiz sopa atıyorlar, «Biz sana demedik mi?...» diyorlar. Hasılı öldüresiye dövüyorlar. Derken bir bulut bir şimşek, bir fırtına, bir yıldırım, bir duman,.. Yer gök birbirine, toz dumana, duman toza karışarak Yıldırım-Padişahı geliyor. Kızı o kırk kızın elinden kurtarıyor. Kız bir de ne görsün, kendim' Yıldırım-Padişahının odasında buluyor. Padişah: «Gel bakalım Sultanım, diyor; sabrın sonu selâmettir:» Sonra o kırk bir kızı çağırıyor, Sultanın emrine cariye veriyor. Sonra kırk gün kırk gece nikâhları, kırk gün kırk gece düğünleri oluyor. Bir düğün bir düğün ki, yer yerinden kopuyor. Ben de oradaydım... Onlar ermiş muradına, biz çıkalım taht-ı revanına. Gökten yirmi portakal indi: Onu bana, onu masal söyliyene diyerek, kendi kendine bir az cesaret vermiş. O hazırlanan yemeklerden birer parça yemiş. Sonra atlas yorganların altına girip yatmış ama, gözünü de kırpmamış,'sabahı dar etmiş. Daha ortalık iyice ağarmadan evden kaçmış. O gide dursun... Sabahleyin, gene kütük çat diye ikiye ayrılmış, içinden ayın on dördü gibi kız çıkmış. Öteki kızları da çağırmış, onlar da çıkmışlar, hanımlarının çevresini almışlar. O da gene: «Kızlar, kızlar, demiş, evi silin süpürün. Bugün de baştan başa yeşiller yayın. Ev silinip süpürülmüş, her tarafa yeşil atlaslar yayılmış, yemekler tazelenmiş. Akşam üzeri kız gene ellerini çırpmış: «Kızlar, kızlar.» demiş. Kızlar hanımlarının etrafına halka olmuşlar, sonra da onun emriyle hepsi kütükten içeri girmişler. Arkalarından da kız kendi girmiş. Çıt, demiş kütük kapanmış. Akşam olmuş, Mehmet Ağa gene kocaman anahtarıyla kapısını açıp girmiş. Bir de ne görsün, ev bu sefer de bambaşka... Yeşil atlas döşenmiş.... Ortada çeşit çeşit yemekler.. Mehmet Ağa gene şaşkın şaşkın kapıyı kapayıp doğru mahalle kahvesine gitmiş. «Komşular, demiş, bana bir hal oldu. Ben gene evimi kaybettim.» «Ayol Mehmet Ağa, sen deli mi oldun, divane mi oldun?» diyerek bekçilerle arkadaşları bunu evine götürmüşler. Nalıncı Mehmet Ağa, korka korka eve girmiş, çekine çekine yemeklerden birer parça yemiş, «Ev sahibi gelirse", bekçiler koydu derim, işin içinden çıkarım.» diyerek kendine teselli vermiş. Ama, sabahı dar etmiş. Erkenden kalkmış. Sokağa gider gibi yaparak kapıyı çarpmış, merdiven altındaki kömürlüğe saklanmış. Evin içinde olup biteni bir delikten seyredecek... Az zaman geçmiş, bir de bakmış ki Mehmet A-ğa, kütük çat diye ortasından ikiye yarılmış, içinden ayın on dördü gibi güzel bir kız çıkmış. Mehmet Ağa bu işe şaşıp kalmış. Derken Dünya güzeli ellerini çırpmış, arkadan birbirinden güzel on dört tane daha kız çıkmış. İlk çıkan «Kızlar, kızlar, evi silin süpürün, pembe atlaslar yayın.» demiş. Kızlar hemen evin içine yayılmışlar, her taraf pembe atlaslarla döşenmiş. Yemekler pişmiş, ev silinip süpürülmüş... Akşama yakın güzel kız ellerini çırpmış: «Kızlar, kızlar.» demiş. Hepsi hanımlarının etrafında halka olmuşlar, sonra da birer birer kütükten içeri girmişler. En sonunda Dünya Güzeli de saçlarını sürüye sürüye tam gireceği sırada Nalıncı Mehmet Ağa kızın bileğine yapışmış. « İn misin, cin misin?» diye sormuş. Kız da: «Ne inim, ne cinim. Peri Padişahının kızıyım.» demiş. Artık, on dört cariyesini de çağırmış, Mehmet Ağanın emrine vermiş. Kendisi de, güzel düğün dernek, Mehmet Ağa ile evlenmiş, oturmuş... Gün olmuş, bu kızın güzelliği zamanın padişahının kulağına gimiş. Padişah bu kızı oğluna almağa niyetlenmiş. Adamlar gönderip Mehmet Ağayı huzura çağırtmış. Adamcağızı yaka paça padişahın karşısına çıkarmışlar. Padişah: «Sende on dört cariyeli, ayın on dördü Dünya Güzeli varmış. Ya onu bana getirirsin, yahut da senden istiyeceklerimi harfi harfine yaparsın. Dediklerim olmazsa boynun cellâttır.» demiş. Mehmet Ağa, ne etsin, padişaha şartlarını sormuş. Padişah da-. «Birincisi, bana öyle bir halı getireceksin ki bütün gözümün gördüğü yerleri örtecek.» Mehmet Ağa düşüne düşüne evine gelmiş. Onu böyle dalgın gören kârısı «Derdin nedir?» diye sormuş. Mehmet Ağa da meseleyi olduğu gibi anlatmış. «Padişaha ya seni vereceğim, ya bu tarif ettiğim halıyı götüreceğim. Birinden biri olmazsa, başım gidecek.» O zaman kız-. «Bu da düşünülecek şey mi?... Şimdi, dağda benim kütüğümü aldığın yere gidersin. Orada büyük bir kaya vardır. Şu kamçıyı al, bununla o kayaya vurursun. Oradan bir Arap çıkar. Sakın ha korkma, o benim lalamdır. Ona istediğini söyle, o sana getirir.» demiş. Mehmet Ağa sevinerek dağa gider. Kütüğü aldığı kayanın dibine varır. Kamçıyı taşa olanca kuvvetiyle vurur. O kayadan bir dudağı yerde, bir dudağı gökte bir Arap çıkar, «emret arslanım.» der. O zaman Mehmet Ağa: «Sultan Hanımın selâmı var, evimize sereceğiz, büyük bir halı varmış, onu vereceksin.» der. Arap: «Bir dakika bekle.» der. Gider, çok geçmeden halıyı getirir. Ama, halı büyüklüğüne göre bir hafifmiş, bir hafifmiş ki... Mehmet Ağa halıyı sırtladığı gibi Padişahın huzuruna çıkar. Padişah şaşırır kalır halının büyüklüğüne, hem de Mehmet Ağanın bunu bulup getirişine. «Şimdi, der; ikinci isteğim: Mevsim kış, sen bana yaz meyvelerinden öyle bir sepet bulup getireceksin ki bütün saray halkı yiyecek bitiremiyecek.» Mehmet Ağa gene düşünceli düşünceli eve gelir. Dünya Güzeli: «Mehmet Ağa, derdin nedir?» der. O da padişahın isteğini anlatır. Kız: «Canım bu da dert mi? Git gene beni aldığın yerdeki kayaya, üç defa \/ur, lalam çıkar, ona anlat, çaresine bakar.» Mehmet Ağa dağa koşar. Kamçı ile üç defa kayaya vurur. Bir dudağı yerde bir dudağı gökte Arap çıkar. «Emret arslanım.» der. Mehmet Ağa da: «Sultan Hanım, bir sepet yaz meyvesi istiyor.» cevabını verir. Arap: «Bir dakika bekle.» diyerek gider. Bir az sonra elinde bir sepetle görünür, sepeti Mehmet Ağaya verir. Mehmet Ağa da bunu aldığı gibi hemen saraya koşar. Padişah bakar ki ne görsün, yaz mevsiminde bulunacak meyvelerden her çeşit tamam. Yemeğe başlar, saray halkına da yedirir, ama, bir yandan yiyorlar, bir yandan yerine tazesi peyda oluyor, tüketmek imkânsız... Hasılı Padişah bu işe şaşar da kalır. Nihayet Mehmet Ağaya der ki: «İlk iki isteğimi yerine getirdin; bir teklifim daha var, bunu da yaparsan karını sana bağışlıyacağım. Ama, bu bir az zordur: Bana yeni doğmuş bir çocuk getireceksin, karşımda el pençe divan durup benimle konuşacak.» Mehmet Ağa bu sözleri duyunca kara kara düşüncelere dalar... Hem yeni doğmuş olacak, hem de bülbül gibi konuşacak, böyle çocuğu nereden bulmalı?.... Neyse, eve varır. Onu gene dalgın gören Dünya Güzeli, «nedir?» diye sorunca Mehmet Ağa anlatır: «Padişah yeni doğmuş bir çocuk istedi, karşısında el pençe divan durup konuşacakmış? olur mu böyle şey?» Karısı: «Sen hiç merak etme, der, Benim kız kardeşim doğuracaktı, herhalde doğurmadıysa da eli kulağındadır. Gene beni bulduğun kayanın dibine git, kamçıyı üç kerre vur. Lalam çıkar, istediğini ona anlat.» Mehmet Ağa koşa koşa dağa gider. Kamçıyı üç kere vurur. Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte o Arap çıkar, «Emret arslanım.» der. Mehmet Ağa: «Sultanımın selâm var, kız kardeşinin yeni doğmuş, değilse, doğacak olan çocuğunu istiyor.» Lala: «Bir kaç dakika bakle, çocuk nerdeyse doğacak.» der, gider. Bir az sonra avucu kapalı geri döner. Mehmet Ağaya: «Aç avucunu» der. Avucunun içine bir çocuk bıkarkır. Mehmet Ağa yolda merak ederek avucunu aralar, içine bakar, içerden bir ses. «Enişte, beni nereye götürüyorsun?» Mehmet Ağa, artık sevincinden oynıyarak saraya gelir ve doğru padişahın huzuruna çıkar. İki dini uzatarak avucundakini yere koyu verir. Yeni doğmuş çocuk, padişahın divanında el pençe divan durmuş, «Emret padişahım.» diyor... Padişah şaşırır. «Yıkıl karşımdan, yumurcak.» diye bağırır. O zaman çocuk kızar: «Taş ol.» der. Padişah oracıkta taş kesilir. Mehmet Ağa da, bu belâdan kurtulduğuna sevinerek evine döner. O memleketin ahalisi Mehmet Ağayı pek severlermiş... Kendilerini zalim bir padişahtan kurtardığı için daha da çok severler, onu söz birliği ile padişah ederler. Mehmet Ağa tahta çıkar, kırk gün kırk gece şenlik yapılsın diye emir verir... Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine... KAYNAKLAR Boratov, Pertev Naili Folklor ve Edebiyatı 2 1982, s. 271 Boratav, Pertev Naili “Zaman Zaman İçinde, Tekerlemeler-Masallar”; İstanbul-Remzi Kitabevi, s.79 Tezel, Naki “Türk Masalları”; cilt 1-2 Tk. KTB Yayınları Sakaoğlu, Saim, Gümüşhane Masalları Günay, Umay “Elazığ Masalları” Boratav, Pertev Naili “Az Gittik Uz Gittik”; Çocuk Edebiyatı Antolojisi. Baymur, Fuat – Demiray, Kemal “Öğretmen Kitapları” MEB, İstanbul 1961, s. 13 Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
auroraleph Yanıtlama zamanı: Ocak 31, 2008 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ocak 31, 2008 bir masalda benden olsun..çocukkken en sevdigim ve zihnime kazınmış "KARLAR KRALİÇESİ"... ----------------- çok eski zamanlardan birinde kötü bir ruh vardı ve ruhların gerçekten en zararlısıydı. mutlu bir gününde, kaba ve kötü şeyleri iyi ve güzel yansıtan bir ayna yaptı. ama çok kötü ve hiçbir işe yaramaz şey daha kötü ve daha çirkin göründü. onun okuluna giden diğer ruhlar gökyüzünde uçabileceklerini düşündüler. aynanla birlikte daha yükseğe uçtular. yıldızlara gittikçe yaklaştılar ve ayna daha fazla parlamaya başladı ve ellerinden dünyaya düşerek milyonlarca parçaya ayrıldı. ve eskisine göre daha çok kötüleşti. bazı parçalar kum tanesi büyüklüğündeydi ve büyük dünyaya dağıldılar. insanların gözlerine kaçtıklarında orada kaldılar. insanlar herşeyi kötü gördüler. en azından kötü gören bir gözleri oldu. aynanın en küçük parçası bile tüm aynanın gücünü taşıyordu. hatta bazı insanlar kalplerinde kıymıklara sahip oldular ve bir titremeyle kalpleri buza döndü. hikaye, kay adında bir çocuktan ve onun kız kardeşi gerda'dan bahseder. iki kardeş birbirine çok yakındır ama bir gün kay'ın gözüne ve kalbine ayna parçaları saplanır. ve kalbi buza dönüşür. artık güzel olan herşey ona çirkin ve kötü, kötü olan herşey iyi görünmektedir. bir gün kızağını beyaz büyük bir kızağa bağlayarak onunla çok uzaklara gider. beyaz kızakta kar kraliçesi olan uzun bir kadın vardır. kay'ı çağırıp onunla birlikte yol almasını ister ve alnından öper. öpücüğü buzdan daha soğuktur ve bu soğukluk zaten buzlaşmış olan kalbine iner. kendisini ölecekmiş gibi hisseder. ama birkaç dakika içinde bu duygu ona hoş gelir ve çevresindeki soğuk havayı hissetmez. kar kraliçesi kay'i bir kez daha öper ve kay gerda'yı, büyükannesini ve arkasında bıraktığı evini unutur. kar kraliçesi kay'i alır ve onlar ormanlar, göller, denizler ve pek çok yeri sihirli kızağın üzerinde aşarlar. gerda kardeşine ne olduğunu bilmemektedir. onun öldüğünü düşünüp sürekli ağlamaktadır. bir bota biner ve nehre ayakkabısını atar (bu kay'ı geri vermesi için bir hediyedir). nehir botu çiçeklerle dolu bir bahçeye sürükler. orada küçük bir kulübede yaşlı bir kadın yaşamaktadır. kadın gerda'yı davet eder. gerda'nın saçını tarar ve büyü kullanarak gerda'nın kay'ı unutmasını sağlar. bahçedeki tüm gülleri de gerda'ya kardeşini hatırlatmaması için yok eder. gerda bir süre yaşlı kadınla kalır ama bir gün bir kadının başında bir gül görür ve bahçede olmayan çiçeğin hangisi olduğunu farkeder. kay'i anımsar ve çiçeklere onun nerede olduğunu sorar. çiçekler onunla konuşurlar ama hiçbirisi de kay'ın nerede olduğunu bilmemektedir. bu nedenle gerda kay'ı aramak için bahçeyi terkeder. gerda için bu pek çok insanla ve yaratıkla karşılaştığı uzun bir yolculuk olur. konuşan bir kuzguna, prense, prensese, küçük hırsız bir kız, finlandiyalı kadına, lapland'lı bir kadına, rengeyiğine rastlar ve sonunda kar kraliçesinin sarayına ulaşır. gerda onu bulduğunda kay sarayda yalnızdır. gerda, ona koşar ve onu sımsıkı kucaklar. ama kardeşi ona cevap vermez. sessiz ve soğuktur. gerda ağlar ve gözyaşları kay'ın göğsünü ıslatır. kalbindeki buzu kırar ve ayna kırıntısının çıkmasını sağlar. gerda bir ilahi söyler ve kay ağlar. o kadar çok ağlar ki gözündeki ayna parçasını çıkar ve kay gerda'yı tanır. ikisi birlikte sarayı terkederler ve evlerine dönerler. zaman geçtikçe sanki bir rüyaymış gibi kar kraliçesini unuturlar. ------------- Hans Christian Andersen Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.