Depressive Yanıtlama zamanı: Ağustos 31, 2007 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ağustos 31, 2007 satar hocam satar.. satandaş bizim ülkemizin yarısı.. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
beelze Yanıtlama zamanı: Ağustos 31, 2007 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ağustos 31, 2007 adam yıllar öncesinde görmüş parsel parsel satıyorlar Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
losteirosss Yanıtlama zamanı: Ağustos 31, 2007 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ağustos 31, 2007 ırkçılık yapmanın alemi yok....saçmalamayı kesin de insanı temel almayı artık öğrenin lütfen.yaşasın ''vatan hainliği''...benim kimliğim insan........ 1 Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
coldhellangel Yanıtlama zamanı: Eylül 1, 2007 Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 1, 2007 edebiyat dersinde işlerken bu konuyu söz Nazım Hikmete gelince şiirleri bile sölemeden geçildi neden dedim Naım Hikmeti işlemiyoruz arkadan kendini fazla şey bildiğini düşünen varlık cevapladı oturup vatan hainimi işlicez boşwer hoca salla bu adamı aynı ortamda bile durmam vatan hainiyle... aynen buydu orda sölenen hocaya da aldırış etmeden memleketimden manzaralar şirinin bildiğim dörtlüğünü seslice okumaya başladım ve sustum vatan hainliği buysa bende vatan hainiyim şimdi çık dedim bilmiyorum o uzaklardan bunu hissettimi ama ben o anı iliklerime kadar hissettim... Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
luciferian Yanıtlama zamanı: Eylül 1, 2007 Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 1, 2007 başlığı görünce kızdım oldkça önce:D Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Rimmon-ex Yanıtlama zamanı: Eylül 1, 2007 Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 1, 2007 Polonyalılar satılmıştır,iranlılar kötüdür,israilliler kalleştir,ruslar beceriksizdir,almanlar dahidir,türkün türkten başka dostu yoktur.Bunların hepsini kabullenebilirim belki ama Nazım'ın vatan haini olduğunu asla:) Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
pithc Yanıtlama zamanı: Eylül 10, 2007 Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 10, 2007 BEN SENDEN ÖNCE ÖLMEK ISTERIM Ben senden önce ölmek isterim. Gidenin arkasindan gelen gideni bulacak mi zannediyorsun? Ben zannetmiyorum bunu. Iyisi mi, beni yaktirirsin, odanda ocagin üstüne korsun içinde bir kavanozun. Kavanoz camdan olsun, seffaf, beyaz camdan olsun ki içinde beni görebilesin... Fedakârligimi anliyorsun : vazgeçtim toprak olmaktan, vazgeçtim çiçek olmaktan senin yaninda kalabilmek için. Ve toz oluyorum yasiyorum yaninda senin. Sonra, sen de ölünce kavanozuma gelirsin. Ve orda beraber yasariz külümün içinde külün, ta ki bir savruk gelin yahut vefasiz bir torun bizi ordan atana kadar... Ama biz o zamana kadar o kadar karisacagiz ki birbirimize, atildigimiz çöplükte bile zerrelerimiz yan yana düsecek. Topraga beraber dalacagiz. Ve bir gün yabani bir çiçek bu toprak parçasindan nemlenip filizlenirse sapinda muhakkak iki çiçek açacak : biri sen biri de ben. Ben daha ölümü düsünmüyorum. Ben daha bir çocuk doguracagim. Hayat tasiyor içimden. Kayniyor kanim. Yasayacagim, ama çok, pek çok, ama sen de beraber. Ama ölüm de korkutmuyor beni. Yalniz pek sevimsiz buluyorum bizim cenaze seklini. Ben ölünceye kadar da bu düzelir herhalde. Hapisten çikmak ihtimalin var mi bu günlerde? Içimden bir sey : belki diyor. 18 Subat 1945 Nazım Hikmet Ran Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
pithc Yanıtlama zamanı: Eylül 26, 2007 Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 26, 2007 PİRAYE İÇİN YAZILMIŞ : SAAT 21-22 ŞİİRLERİ Ne güzel şey hatırlamak seni : ölüm ve zafer haberleri içinden, hapiste ve yaşım kırkı geçmiş iken... Ne güzel şey hatırlamak seni : bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin ve saçlarında vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının... İçimde ikinci bir insan gibidir seni sevmek saadeti... Parmakların ucunda kalan kokusu sardunya yaprağının, güneşli bir rahatlık ve etin daveti : kıpkızıl çizgilerle bölünmüş sıcak koyu bir karanlık... Ne güzel şey hatırlamak seni, yazmak sana dair, hapiste sırtüstü yatıp seni düşünmek : filânca gün, falanca yerde söylediğin söz, kendisi değil edasındaki dünya... Ne güzel şey hatırlamak seni. Sana tahtadan bir şeyler oymalıyım yine : bir çekmece bir yüzük, ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım. Ve hemen fırlayarak yerimden penceremde demirlere yapışarak hürriyetin sütbeyaz maviliğine sana yazdıklarımı bağıra bağıra okumalıyım... Ne güzel şey hatırlamak seni : ölüm ve zafer haberleri içinden, hapiste ve yaşım kırkı geçmiş iken... 20 Eylül 1945 Bu geç vakit bu sonbahar gecesinde kelimelerinle doluyum; zaman gibi, madde gibi ebedî, göz gibi çıplak, el gibi ağır ve yıldızlar gibi pırıl pırıl kelimeler. Kelimelerin geldiler bana, yüreğinden, kafandan, etindendiler. Kelimelerin getirdiler seni, onlar : ana, onlar : kadın ve yoldaş olan... Mahzundular, acıydılar, sevinçli, umutlu, kahramandılar, kelimelerin insandılar... 21 Eylül 1945 Oğlumuz hasta, babası hapiste, senin yorgun ellerinde ağır başın, dünyanın hali gibi halimiz... İnsanlar, daha güzel günlere insanları taşır, oğlumuz iyileşir, babası çıkar hapisten, güler senin altın gözlerinin içi, dünyanın hali gibi halimiz... 22 Eylül 1945 Kitap okurum : içinde sen varsın, şarkı dinlerim : içinde sen. Oturdum ekmeğimi yerim : karşımda sen oturursun, çalışırım : karşımda sen. Sen ki, her yerde «hâzırı nâzır»ımsın, konuşamayız seninle, duyamayız sesini birbirimizin : sen benim sekiz yıldır dul karımsın... 23 Eylül 1945 O şimdi ne yapıyor şu anda şimdi, şimdi? Evde mi, sokakta mı, çalışıyor mu, uzanmış mı, ayakta mı? Kolunu kaldırmış olabilir, — hey gülüm, beyaz, kalın bileğini nasıl da çırçıplak eder bu hareketi!...— O şimdi ne yapıyor, şu anda, şimdi, şimdi? Belki dizinde bir kedi yavrusu var, okşuyor. Belki de yürüyordur, adımını atmak üzredir, — her kara günümde onu bana tıpış tıpış getiren sevgili, canımın içi ayaklar!...— Ve ne düşünüyor beni mi? Yoksa ne bileyim fasulyanın neden bir türlü pişmediğini mi? Yahut, insanların çoğunun neden böyle bedbaht olduğunu mu? O şimdi ne düşünüyor, şu anda, şimdi, şimdi?... 24 Eylül 1945 En güzel deniz : henüz gidilmemiş olanıdır. En güzel çocuk : henüz büyümedi. En güzel günlerimiz : henüz yaşamadıklarımız. Ve sana söylemek istediğim en güzel söz : henüz söylememiş olduğum sözdür... 25 Eylül 1945 Saat 21. Meydan yerinde kampana vurdu, nerdeyse koğuşların kapıları kapanır. Bu sefer hapislik uzun sürdü biraz : 8 yıl... Yaşamak : ümitli bir iştir, sevgilim, yaşamak : seni sevmek gibi ciddî bir iştir... 26 Eylül 1945 Bizi esir ettiler, bizi hapse attılar : beni duvarların içinde, seni duvarların dışında. Ufak iş bizimkisi. Asıl en kötüsü : bilerek, bilmeyerek hapisaneyi insanın kendi içinde taşıması... İnsanların birçoğu bu hale düşürülmüş, namuslu, çalışkan, iyi insanlar ve seni sevdiğim kadar sevilmeye lâyık... 30 Eylül 1945 Seni düşünmek güzel şey ümitli şey dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey. Fakat artık ümit yetmiyor bana, ben artık şarkı dinlemek değil şarkı söylemek istiyorum... 1 Ekim 1945 Dağın üstünde : akşam güneşiyle yüklü olan bir bulut var dağın üstünde. Bugün de : sensiz, yani yarı yarıya dünyasız geçti bugün de. Birazdan açar kırmızı kırmızı : gecesefaları birazdan açar kırmızı kırmızı. Taşır havamızda sessiz, cesur kanatlar vatandan ayrılığa benzeyen ayrılığımızı... 2 Ekim 1945 Rüzgâr akar gider, aynı kiraz dalı bir kere bile sallanmaz aynı rüzgârla. Ağaçta kuşlar cıvıldaşır : kanatlar uçmak ister. Kapı kapalı : zorlayıp açmak ister. Ben seni isterim : senin gibi güzel, dost ve sevgili olsun hayat... Biliyorum henüz bitmedi sefaletin ziyafeti... Bitecek fakat... 5 Ekim 1945 İkimiz de biliyoruz, sevgilim, öğrettiler : aç kalmayı, üşümeyi, yorgunluğu ölesiye ve birbirimizden ayrı düşmeyi. Henüz öldürmek zorunda bırakılmadık ve öldürülmek işi geçmedi başımızdan. İkimiz de biliyoruz, sevgilim, öğretebiliriz : dövüşmeyi insanlarımız için ve her gün biraz daha candan biraz daha iyi sevmeyi... 6 Ekim 1945 Bulutlar geçiyor : haberlerle yüklü, ağır. Buruşuyor hâlâ gelmeyen mektup avucumda. Yürek kirpiklerin ucunda uzayıp giden toprak uğurlanır. Benim bağırasım gelir : — «P î r â y e , P î r â y e !...» — diye... 7 Ekim 1945 İnsan çığlıkları geçti geceleyin açık denizleri rüzgâr- -larla. Dolaşmak tehlikeli hâlâ geceleyin açık denizleri... Altı yıldır sürülmedi bu tarla, duruyor olduğu gibi tank paletlerinin izleri. Tank paletlerinin izleri kapanır bu kış karla. Ah, gözümün nuru, gözümün nuru, yine yalan söylüyor antenler : alın teri tacirleri kapatabilsin diye defteri yüzde yüz kârla. Fakat Ezrailin sofrasından dönenler döndüler verilmiş kararlarla... 8 Ekim 1945 Çekilmez bir adam oldum yine : uykusuz, aksi, nâlet. Bir bakıyorsun ki ana avrat söver gibi, azgın bir hayvanı döver gibi bugün çalışıyorum, sonra bir de bakıyorsun ki ağzımda sönük bir cıgara gibi tembel bir türkü sabahtan akşama kadar sırtüstü yatıyorum ertesi gün. Ve beni çileden çıkartıyor büsbütün kendime karşı duyduğum nefret ve merhamet... Çekilmez bir adam oldum yine : uykusuz, aksi, nâlet. Yine her seferki gibi haksızım. Sebep yok, olması da imkânsız. Bu yaptığım iş ayıp rezalet. Fakat elimde değil seni kıskanıyorum beni affet... 9 Ekim 1945 Dün gece rüyama girdin : dizimin dibinde oturuyormuşun. Başını kaldırdın, kocaman, sarı gözlerini bana çevirdin. Bir şeyler soruyormuşun. Islak dudakların kapanıp açılıyor, sesini duymuyorum ama. Gecenin içinde bir yerlerde aydınlık bir haber gibi saat çalıyor. Havada fısıltısı başsızlığın ve sonsuzluğun. Kırmızı kafesinde, kanaryamın : «Memo»mun türküsü, sürülmüş bir tarlada toprağı itip yükselen tohumların çıtırdısı ve bir kalabalığın haklı ve muzaffer uğultusu geliyor kulağıma. Senin ıslak dudakların hep öyle açılıp kapanıyor sesini duymuyorum ama... Kahrederek uyandım. Kitabın üstünde uyuyakalmışım meğer. Düşünüyorum : yoksa senin miydi bütün o sesler? 10 Ekim 1945 Gözlerine bakarken güneşli bir toprak kokusu vuruyor başıma, bir buğday tarlasında, ekinlerin içinde kayboluyorum... Yeşil pırıltılarla uçsuz bucaksız bir uçurum, durup dinlenmeden değişen ebedî madde gibi gözlerin : sırrını her gün bir parça veren fakat hiçbir zaman büsbütün teslim olmayacak olan... 18 Ekim 1945 Kale kapısından çıkarken ölümle buluşmak üzre, son defa dönüp baktığımızda şehre, sevgilim, şu sözleri söyleyebileceğiz : «— Pek de öyle güldürmedinse de yüzümüzü, çalıştık gücümüzün yettiği kadar seni bahtiyar kılalım diye. Devam ediyor bahtiyarlığa doğru gidişin, devam ediyor hayat. İçimiz rahat, gönlümüzde hak edilmiş ekmeğine doymuşluk, gözümüzde ışığından ayrılmanın kederi, işte geldik gidiyoruz şen olasın Halep şehri...» 27 Ekim 1945 Bir elmanın yarısı biz yarısı bu koskoca dünya. Bir elmanın yarısı biz yarısı insanlarımız. Bir elmanın yarısı sen yarısı ben ikimiz... 28 Ekim 1945 Itır saksısında artan koku, denizlerde uğultular ve işte dolgun bulutları ve akıllı toprağıyla sonbahar... Sevgilim, yaş kemâlini buldu. Bana öyle gelir ki belki bin yıllık bir ömrün macerası geçti başımızdan. Ama biz hâlâ güneşin altında el ele yalnayak koşan hayran gözlü çocuklarız... 5 Kasım 1945 Çiçekli badem ağaçlarını unut. Değmez, bu bahiste geri gelmesi mümkün olmayan hatırlanmamalı. Islak saçlarını güneşte kurut : olgun meyvelerin baygınlığıyla pırıldasın nemli, ağır kızıltılar... Sevgilim, sevgilim, mevsim sonbahar... 8 Kasım 1945 Uzaktaki şehrimin damları üzerinden ve Marmara denizinin dibinden geçip sonbahar topraklarını aşarak olgun ve ıslak geldi sesin. Bu, üç dakikalık bir zamandı. Sonra, telefon simsiyah kapandı... 12 Kasım 1945 Damardan boşanan kan gibi ılık ve uğultulu son lodoslar esmeye başladı. Havayı dinliyorum : nabız yavaşladı. Uludağda, zirvede kar ve Kirezli-yaylada şahane ve şipşirin yatmış uykudadır kırmızı kestane yapraklarının üstünde ayılar. Ovada kavaklar soyunuyor. İpekböceği tohumları kışlaklarına gitti gidecek, sonbahar bitti bitecek, nerdeyse girecek gebe-uykularına toprak. Ve biz yine bir kış daha geçireceğiz : büyük öfkemizin içinde ve mukaddes ümidimizin ateşinde ısınarak... 13 Kasım 1945 Tarif kabul etmez, — diyorlar, — İstanbulun sefaleti, milleti, — diyorlar, — kırıp geçirdi açlık, verem illeti, — diyorlar, — diz boyu. Şu kadarcık kız çocuklarını, — diyorlar, — yangın yerlerinde, sinema localarında... . . . . . . . . . . . . . . Kara haberler geliyor uzaktaki şehrimden : namuslu, çalışkan, fakir insanların şehri — sahici İstanbulum, sevgilim, senin mekânın olan ve nereye sürülsem, hangi hapiste yatsam sırtımda, torbamın içinde götürdüğüm ve evlât acısı gibi yüreğimde, senin hayalin gibi gözlerimde taşıdığım şehir... 20 Kasım 1945 Saksılarda hâlâ tek tük karanfil bulunursa da ovada güz nadasları yapıldı çoktan, tohum saçılıyor. Ve zeytin devşirilmekte. Bir yandan kışa girilmekte, bir yandan bahar fidelerine yer açılıyor. Bense hasretinle dolu ve büyük yolculukların sabırsızlığıyla yüklü yatıyorum demirli bir şilep gibi Bursada... 1945 yılı Aralık ayının dördü İlk göz göze geldiğimiz günkü elbiseni çıkar sandıktan, giyin, kuşan, benze bahar ağaçlarına... Hapisten mektubun içinde yolladığım karanfili tak saçlarına, kaldır, öpülesi çizgilerle kırışık beyaz, geniş alnını, böyle bir günde yılgın ve kederli değil, ne münasebet, böyle bir günde bir isyan bayrağı gibi güzel olmalı Nâzım Hikmetin kadını... 5 Aralık 1945 Delindi sintine, esirler parçalamakta pırangaları. Yıldız-poyrazdır esen, tekneyi kayaların üstüne atacak. Bu dünya, bu korsan gemisi batacaktır, taş çatlasa batacak. Ve senin alnın gibi hür, ferah ve ümitli bir âlem kuracağız Pirâyem... 6 Aralık 1945 Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim, akar suyun, meyve çağında ağacın, serpilip gelişen hayatın düşmanı. Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına : — çürüyen diş, dökülen et —, bir daha geri dönmemek üzre yıkılıp gidecekler. Ve elbette ki, sevgilim, elbet, dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya, dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle : işçi tulumuyla bu güzelim memlekette hürriyet... 7 Aralık 1945 Bursada havlucu Recebe, Karabük fabrikasında tesviyeci Hasana düşman, fakir-köylü Hatçe kadına, ırgat Süleymana düşman, sana düşman, bana düşman, düşünen insana düşman, vatan ki bu insanların evidir, sevgilim, onlar vatana düşman... 12 Aralık 1945 Ağaçlar ovada son bir gayretle pırıldamakta : pul pul altın bakır tunç ve tahta... Öküzlerin ayakları yaş toprağa gömülüyor yumuşacık. Ve dağlar dumana batık kurşunî, sırılsıklam... Tamam, sonbahar belki bugün bitti artık. Yaban kazları hızla gelip geçti demin herhal İznik gölüne gidiyorlar. Havada serin havada is kokusu gibi bir şey : havada kar kokusu var... Şimdi dışarda olmak, dörtnala sürmek dağlara doğru atı. «— Ata binmesini de bilmezsin,» —- diyeceksin ama şakayı bırak ve kıskanma, yeni bir huy edindim hapiste : seni sevdiğim kadar değilse de hemen hemen ona yakın seviyorum tabiatı... Ve ikiniz de uzaktasınız... 13 Aralık 1945 Gece kar birdenbire bastırmış. Bembeyaz dallardan dağılan kargalarla başladı sabah. Göz alabildiğine Bursa ovasında kış : başsızlık ve sonsuzluk geliyor akla. Sevgilim, değişti mevsim çekişen gelişmelerden sonra bir sıçramakla. Ve karın altında mağrur hamarat sürüp gidiyor hayat... 14 Aralık 1945 Hay aksi lânet, fena bastırdı kış... Sen ve namuslu İstanbulum ne haldesiniz kim bilir? Kömürün var mı? Odun alabildin mi? Camların kıyısına gazete kâadı yapıştır. Gece erkenden yatağa gir. Evde de satılacak bir şey kalmamıştır. Yarı aç, yarı tok üşümek : dünyada, memleketimizde ve şehrimizde bu işte de çoğunluk bizde... Nazım Hikmet RAN Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Amoress Yanıtlama zamanı: Ekim 24, 2007 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ekim 24, 2007 Nazım Hikmet - Aşk Üstüne Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat olsun. Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır. Sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya hazırdır. Hani ağzınla kuş tutsan "Bu kuşun kanadı neden beyaz değil?" diye bir soruyla bile karsılaşabilirsin.. iki ucu keskin bıçaktır bu işin. Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her zaman. Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. İyi halin cezanda indirim sağlamaz. Sen, "Ama senin için şunu yaptım" derken o, "şunu yapmadın" diye cevap verecektir. Ve ne söylesen karşılığında mutlaka başka bir iddiayla karşılaşacaksındır. Üzülme, sen aşkı yaşanması gerektiği gibi yaşadın.Özledin, içtin, ağladın, güldün, şarkılar söyledin, düşündün, şiirler yazdın. "Peki o ne yaptı" deme. Herkes kendinden sorumludur aşkta. Sen aşkını doya doya yaşarken o kendine engeller koyuyorsa bu onun sorunu. Bir insan eksik yaşıyorsa, ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak için uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için? Hayatı ıskalama lüksün yok senin. Onun varsa, bırak o lüksü sonuna kadar yaşasın. Her zamanki gibi yaşayacaksın sen. "Acılara tutunarak" yaşamayı öğreneli çok oldu. Hem ne olmuş yani, yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil.Sen mutluluğu hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki.... Epeydir eline almadığın kitaplar seni bekliyor.Kitap okurken de mutlu oluyorsun unuttun mu? Kentin hiç görmediğin sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif verecek sana.Yine içeceksin rakını balığın yanında. Üstelik dilediğin kadar sarhoş olma özgürlüğü de cabası.... Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun aslolan yürektir.Yüreksesi ne bilmeyenler, ya da bilip de duymayanlar acıtsa da içini unutma;yasadığın sürece o yürek var olacak seninle birlikte. Sen yeter ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda duygusunu. Elbet bitecek güneşe hasret günler. Ve o zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler değil,güneşin çiçekleri dolduracak yüreğini... Hayatı ıskalamaya lüksün yok senin..... Nazım HİKMET 1 Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Manje_Loa Yanıtlama zamanı: Ekim 25, 2007 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ekim 25, 2007 DAVET Dörtnala gelip uzak Asya'dan, Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan, Bu memleket bizim. Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak, Ve ipek bir halıya benziyen toprak, Bu cehennem, bu cennet bizim. Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, Yok edin insanın insana kulluğunu, Bu davet bizim. Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, Ve bir orman gibi kardeşçesine, Bu hasret bizim. Nazım Hikmet RAN Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
vhercle Yanıtlama zamanı: Ekim 29, 2007 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ekim 29, 2007 Dörtnala gelip Uzak Asya'dan Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim. Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak ve ipek bir halıya benzeyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim. Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, yok edin insanın insana kulluğunu, bu davet bizim...Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi KARDEŞÇESİNE, bu hasret bizim... 3 Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
belfalas Yanıtlama zamanı: Ekim 29, 2007 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ekim 29, 2007 offfffffffff vhercle beni can evimden vurdun!!!!! Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
SpawN Yanıtlama zamanı: Ekim 29, 2007 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ekim 29, 2007 vhercle babacım yıne yapmıssın yapacagını!:)eyw! paylasım ıcın tsk! saygı ve sevgilerimle!!! Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
ezim Yanıtlama zamanı: Ekim 29, 2007 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ekim 29, 2007 süper can payaştığın için saol.. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
coldhellangel Yanıtlama zamanı: Ekim 29, 2007 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ekim 29, 2007 yüreğimin derinlerinde hissediyorum mavi gözlü dev!!! peylaşım için tşk Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
shaks Yanıtlama zamanı: Kasım 18, 2007 Paylaş Yanıtlama zamanı: Kasım 18, 2007 Seni düşünmek güzel şey, Ümitli şey, dünayanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey.. fakat ümit yetmiyor bana ben artık şarkı dinlemek değil.. şarkı söylemek istiyorum. N.H.RAN Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
schizophrana Yanıtlama zamanı: Kasım 18, 2007 Paylaş Yanıtlama zamanı: Kasım 18, 2007 Hayatı ıskalamaya lüksün yok senin..... her şeyi özetliyor bu cümle... Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
birunsatan Yanıtlama zamanı: Aralık 11, 2007 Paylaş Yanıtlama zamanı: Aralık 11, 2007 GÜZ Günler gitgide kısalıyor yağmurlar başlamak üzere. Kapım ardına kadar açık bekledi seni. Niye böyle geç kaldın? Soframda yeşil biber, tuz, ekmek testimde sana sakladığım şarabı içtim yarıya kadr bir başıma seni bekleyerek. Niye böyle geç kaldın? fakat işte ballı meyveler dallarında olgun, duru duruyor, koparılmadan düşeceklerdi toprağa. Gecikseydin biraz daha.. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
mole Yanıtlama zamanı: Ocak 19, 2008 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ocak 19, 2008 İlkönce yağmurla sonra birdenbire açan güneşle başlamıştı sabah. Henüz ıslaktı asfaltın solundaki tarla. Harp esirleri çoktan iş başındaydılar. Topraktan nefret duyarak — halbuki köylüydü birçoğu — tıraşlı ve korkak çapalıyorlardı patatesleri. Suluboya, solgun resimleri hatırlatıyordu insana köy kilisesinden gelen çan sesleri. Pazardı. Kilisede erkeklerin hepsi ihtiyardı kadınların değil, içlerinde büyük memeli kızlar, ve sarı saçlarına ak düşmemiş anneler vardı. Maviydi gözleri. Başları önde, kalın, kırmızı ve harap parmaklarına bakıyorlardı. Terliydiler. Haşlanmış lahanayla günlük kokuyordu. Kürsüde muhterem peder «beyannameyi» okuyordu, — gözlerini gizleyerek —. Renkliydi pencere camlarından biri. Bu camdan içeri giren güneş duruyordu genç bir kadının bembeyaz ensesinde eski bir kan lekesi gibi. Ve hiçbir zaman doğurmamış olan göğüssüz ve kalçasız bir Meryem'in kucağında bir çocuk : başı öyle büyük o kadar inceydi ki kıvrılmış bacakları hazin ve korkunçtu. Önlerinde kandil yanıyordu eski sert ve boyalı tahtayı aydınlatıp... İki adam boyundaydı tahta heykel. Şeytan saklanmıştı arkasına — kaşları çekik, sakalı sivri, Mefistofeles olması muhtemel,—- ve âlim bir tebessümle dinliyordu muhterem pederi. «— Avrupa'nın bekası, (okuyordu beyannameyi muhterem peder) Avrupa'nın bekası için harbediyoruz.» Dinliyordu Şeytan sivri sakalında keder ve âsi ve selîm aklına dayanılmaz bir ağrı vermekteydi yalan. Okuyordu rahip : «— Avrupa milletleri el ele verip harbediyoruz, ve mutlak imha edeceğiz medeniyet için tahripçi bir unsuru.» Şeytan bir parça yana itti Meryem'in heykelini ve havada sihirle efsun alâmetleri daireler çevirip kaldırdı elini rahibe doğru — etsizdi, uzundu bu el, hakikat gibi, kemikli ve kuru —. Ve ne olduysa o anda oldu işte. Renkli camın altındaki kadın çırılçıplak göründü kıpkırmızı güneşte. Memeleri ağırdı ve sarı ipek gibi parlıyordu karnının altında tüyler. Düşürdü kâadı muhterem peder ve Şeytan'ın iğvasıyla hakikati bağırdı : «— Karşı koymak günü geldi en büyük tehlikeye. Harbediyoruz, fuhşun bekası için, kerhane kapıları kapanmasın diye. Ve sen orda, arkada içinde beyaz entarisinin bir erkek çocuğu gibi duran, sen ****** olacaksın kızım. Sana firengi ve belsoğukluğu verecekler büyük şehirlerimizden birinde. Baban dönmeyecek Yatıyor şimdi yüzükoyun çok uzak bir toprağın üzerinde. Şimdi kan içindedir etli, kalın kulaklar ve ince kollarının dolandığı boyun. Yattığı yerde yalnız değil. Hareketsiz duran tanklarla, terk edilmiş toplar sahada.» Kendi sesinden ürkerek sustu rahip. Orda, arkada, beyazlı kız ağlıyordu. Kadife ceketli bir erkek — ihtiyar orman bekçisi civar çiftliğin — bir şeyler söylemek istedi. Sivri sakalını kaşıdı Şeytan, rahibe : «Devam et,» — dedi. Ve muhterem peder başladı tekrar konuşmaya : «— Harbediyoruz : pazar ve mal nizamının bekası için. Kömür, lâstik ve kereste, ve kendi değerinden fazla yaratan iş kuvveti satılmalıdır. Patiska, benzin buğday, patates, domuz eti ve taze gümrah bir sesin içindeki cennet satılmalıdır. Güneşli bahçesi ve resimli kitapları çocukluğun ve ihtiyarlığın emniyeti satılmalıdır. Şan, şeref ve saadet, ve kuru kahve topyekun pazar malı olup tartılıp, ölçülüp, biçilip satılmalıdır. Harbediyoruz : harbi bitirdiğimiz zaman aç, işsiz ve sakat — harp madalyasıyla fakat — köprü altında yatılmalıdır...» Yine sustu muhterem peder. Şeytan emretti yine : «— Naklet onun macerasını, o ne idi, ne oldu, anlat...» Ve anlattı rahip : «— Onu hepiniz hatırlarsınız, toprağın içindeki bir patates tohumu gibi fakir, çalışkan ve neşesiz geçti çocukluğu. Sonra uyandı birdenbire on yedi yaşına doğru. Yine fakirdi, çalışkandı. Fakat aylarca gidip bulutsuz bir denizde altında sönük yelkenlerin sanki çok sıcak bir sabah ufukta apansızın yeni bir dünya keşfeder gibi buldu neşeyi... Mahallede sesi en güzel olan insandı ve en güzel mandolin çalan. Hatırlıyorsunuz değil mi size doğru gelen dostluğunu kocaman, kırmızı elinin ve mavi kurdelesini mandolininin?.. İçinizde kimin kalbini kırdı, kime yalan söyledi, sarhoş olduğu vaki midir, ve kiminle dövüştü? Çocuklara saygısını ve ihtiyarlara şefkatini inkâr edebilir miyiz? Belki biraz kalın kafalı fakat kalbi bir balık yavrusu gibi temiz onu geçen sene harbe gönderdik. Şimdi gerilerinde cephenin işgal altındaki bir köyün odasındadır. Baygın bir kadının ırzına geçmekle meşgul bir tahta masanın üzerinde. Beli çıplak pantolunu dizlerinde başında miğfer ve ayaklarında kısa, kalın çizmeler. Yerde iki çocuk ölüsü yatıyordu direkte bağlı bir erkek. Dışarda yağmur yağıyor ve uzaktan uzağa motor sesleri. Kadını masadan yere iterek doğrulup çekti pantolonunu... Halbuki hepiniz hatırlarsınız onu, hatırlıyorsunuz değil mi size doğru gelen dostluğunu kocaman, kırmızı elinin ve mavi kurdelesini mandolininin?» Yine birdenbire sustu muhterem peder. (Susabilmek bir hünerdir insanın ağzından çıkan sözler kendine ait olmazsa.) Fakat tahta Meryem'in arkasından yine emretti Şeytan : «— Rahip, devam et,» — dedi. Ve devam etti rahip : «— Harbediyoruz. Çalıştırılan insan yığınları birbirine devrederek zinciri, karanlık ve ağır, beton künklerin içinde akmalıdır. Ve sen kocakarı — ön safta, solda, diz çöküp yüzü eski bir kâat gibi buruşuk olan — seni temin ederim ki kilise kapısında oynayan torunun — beş yaşında, başı altın bir top gibi yuvarlak — dedesi, senin kocan, babası, senin oğlun ve komşuların gibi kömür ocaklarında çalışacak. Hiçbir şeyi ümit etmemeyi öğrensin. Bu maksatla uçuyor bombardıman birliklerimiz tasavvur edilmeyecek kadar çok ölüm taşıyıp iki gergin kanatla. Ve motorlarına benzinle beraber belki bir parça keder dolarak (öldürenlerde tevehhüm edilen keder gibi bir şey), uçuyor av kuvvetleri himayesinde olarak bombardıman birliklerimiz birbiri ardından giden dalgalar halinde... Harbediyoruz : öldürdüklerimizin sayısı — bizden ve onlardan aralarında meme çocukları da var — şimdilik beş altı milyon kadar. Harbediyoruz : kundak bezinin çeşidiyle belli olmalı herkesin yeri. Harbediyoruz : parlasın edebiyen diye sabah güneşlerinde hapisane demirleri...» Hakikat çok taraflıdır. Fakir bir Şimal kilisesinde — Şeytan'ın iğvasıyla da olsa — fakir bir papaz onu o kadar uzun anlatamaz. İnzibat kuvvetleri aldı haberi — kadife ceketli orman bekçisinden — gelip indirdiler kürsüden muhterem pederi. Ve asfalt yolun üzerinde arasında silâhlı iki adamın giderken muhterem peder Şeytan baktı arkasından : çekik kaşlarında ümit ve sivri sakalında keder. 12 Eylül 1941 Not : Alamanya yıkıldı. Temerküz kampından kurtarıldı muhterem peder. Ve yine Şeytan'ın iğvasına uymasaydı eğer önemli Alaman demokratlarından biri olurdu bugün Anglo-sakson işgal bölgelerinden birinde. Halbuki yine uydu Şeytan'a. Ve yine bir pazar günü ve aynı kilisede yine batılı müttefikleri meth ü sena edeyim derken 41 yılında söylediklerinden bazı fasılları tekrarladı aynen bilhassa mal nizamına ait olanları. Ve Katolik bir Amerikan subayının emriyle (tevkif edilmediyse de bu sefer) kovuldu kiliseden muhterem peder. Yine arkasından baktı Şeytan : çekik kaşlarında biraz daha çok ümit sivri sakalında biraz daha az keder... 17 Şubat 1946 Nazım Hikmet RAN Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Sepia Yanıtlama zamanı: Ocak 19, 2008 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ocak 19, 2008 Makinalaşmak trrrrum, trrrrum, trrrrum! trak tiki tak! makinalaşmak istiyorum! beynimden, etimden, iskeletimden geliyor bu! her dinamoyu altıma almak için çıldırıyorum! tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor, damarlarımda kovalıyor oto-direzinler lokomotifleri! trrrrum, trrrrum, trak tiki tak makinalaşmak istiyorum! mutlak buna bir çare bulacağım ve ben ancak bahtiyar olacağım karnıma bir türbin oturtup kuyruğuma çift uskuru taktığım gün! trrrrum trrrrum trak tiki tak! bu şiiriyle kendinden soğdurmayı çok iyi başarmıştır makinalaşmak istiyorum! Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
biggang Yanıtlama zamanı: Nisan 3, 2008 Paylaş Yanıtlama zamanı: Nisan 3, 2008 KADINIM BREST'E KADAR Kadınım Brest'e kadar benimle geldi, indi tirenden peronda kaldı, ufaldı, ufaldı, ufaldı, uçsuz bucaksız mavilikte buğday tanesi oldu, sonra raylardan başka şey göremedim. Sonra, Leh toprağından seslendi karşılık veremedim. "Nerdesin gülüm, nerdesin?" diye soramadım, "Yanıma gel!" dedi, yanına varamadım, hiç durmayacakmış gibi gidiyordu tiren, boğuluyordum kederden. Sonra, kumlu toprakta kar parçaları çürüyordu, sonra, birden anladım ki, kadınım beni görüyordu, "Beni unuttun mu, beni unuttun mu?" diye soruyordu, baharsa çamurlu çıplak ayaklarıyla gökyüzünde yürüyordu. Sonra, yıldızlar inip kondu telgıraf tellerine, karanlıksa yağmur gibi çarpıyordu tirene, kadınım telgıraf direklerinin altında duruyordu, koynumdaymış gibi de yüreği küt küt vuruyordu, direkler gelip geçiyordu o kımıldanmıyordu yerinden, hiç durmayacakmış gibi gidiyordu tiren boğuluyordum kederden. Sonra birden anladım ki, yıllardır, ama uzun yıllardır bu tirende yaşıyorum. - ama, bunu nasıl, neden anladığıma hâlâ şaşıyorum - ve hep aynı büyük, aynı umutlu türküyü söyleyerek sevdiğim şehirlerle sevdiğim kadınlardan boyuna uzaklaşıyorum ve hasretlerini etimin içinde işleyen bir yara gibi taşıyorum ve bir yerlere yaklaşıyorum, bir yerlere yaklaşıyorum. Mart 1960, Akdeniz -------------------- MASALLARIN MASALI Su başında durmuşuz çınarla ben. Suda suretimiz çıkıyor çınarla benim. Suyun şavkı vuruyor bize, çınarla bana. Su başında durmuşuz çınarla ben, bir de kedi. Suda suretimiz çıkıyor çınarla benim bir de kedinin. Suyun şavkı vuruyor bize çınara, bana, bir de kediye. Su başında durmuşuz çınar, ben, kedi, bir de güneş. Suda suretimiz çıkıyor çınarın, benim, kedinin, bir de güneşin. Suyun şavkı vuruyor bize çınara, bana, kediye, bir de güneşe. Su başında durmuşuz çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz. Suda suretimiz çıkıyor, çınarın, benim, kedinin, güneşin, bir de ömrümüzün. Suyun şavkı vuruyor bize çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze. Su başında durmuşuz. Önce kedi gidecek kaybolacak suda sureti. Sonra ben gideceğim kaybolacak suda suretim. Sonra çınar gidecek kaybolacak suda sureti. Sonra su gidecek güneş kalacak, sonra o da gidecek. Su başında durmuşuz çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz. Su serin, çınar ulu, ben şiir yazıyorum, kedi uyukluyor, güneş sıcak, çok şükür yaşıyoruz. Suyun şavkı vuruyor bize çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze. 7 Mart 1958, Varşova - Şvider Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
boynuzsuzgeyikler Yanıtlama zamanı: Nisan 3, 2008 Paylaş Yanıtlama zamanı: Nisan 3, 2008 Şeyh Bedreddin Destanı Sıcaktı Sıcak Sapı kanlı demiri kör bir bıçaktı sıcak Sıcaktı Bulutlar doluydular Bulutlar boşanacak boşanacaktı O kımıldamadan baktı Kayalardan İki gözlü iki kartal gibi indi ovaya Orda en yumuşak en sert En tutumlu en cömert En seven En büyük en güzel kadın toprak Nerdeyse doğuracaktı doğuracak Sıcaktı Baktı karaburun dağlarından o Baktı bu toprağın sonundaki ufka çatarak kaşlarını Kırklarda çocuk başlarını kanlı gelincikler gibi koparıp Çırılçıplak çığlıkları sürükleyip peşinde Beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku sarıp Bu gelen şehzade murat tı Hükmü humayun sadır olmuştu ki şehzade murat ın ismine Aydın eline varıp bedrettin halifesi mülhid mustafa nın Başına ine Sıcaktı Bedrettin halifesi mühid mustafa ya baktı Baktı köylü mustafa Baktı korkmadan kızmadan gülmeden Baktı dimdik dosdoğru Baktı o En yumuşak en sert En tutumlu en cömert En seven En büyük en güzel kadın toprak nerdeyse doğuracak Doğuracaktı Baktı bedrettin yiğitleri kayalardan ufka baktılar Gitgide yaklaşıyordu bu toprağın sonu fermanlı bir ölüm Kuşunun kanatlarıyla Bu kayalardan bakanlar onu Üzümü inciri narı Tüyleri baldan sarı Sütleri baldan koyu davarları İnce belli aslan yeleli atlarıyla Duvarsız ve sınırsız bir kardeş sofrası gibi açmıştılar Sıcaktı Baktı Bedrettin yiğitleri baktılar ufka En yumuşak en sert En tutumlu en cömert En seven En büyük en güzel kadın toprak nerdeyse doğuracak Doğuracaktı Sıcaktı Bulutlar doluydular Neredeyse tatlı bir söz gibi ilk damla düşecekti yere Birdenbire Kayalardan dökülür gökten yağar yerden biter gibi Bu toprağın verdiği en son eser gibi Bedrettin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına çıktılar Dikişsiz ak libaslı baş açık yalınayak ve yalınkılıçtılar Mübalağa cengoldu Aydının türkköylüleri Sakızlı rum gemiciler Yahudi esnafları Onbin mülhim yoldaşı börlüce mustafa nın Düşman ormanına onbin balta gibi daldı Bayrakları al yeşil Kalkanları kakma tolgası tunç saflar pare pare edildi ama Boşanan yağmur içinde gün inerken akşama Onbinler ikibin kaldı Hep bir ağızdan türkü söyleyip Hep beraber sulardan çekmek ağı Demiri oya gibi işleyip hep beraber Hep beraber sürebilmek toprağı Ballı incirleri hep beraber yiyebilmek Yarin yanağından gayri her yerde her şeyde hep beraber Diyebilmek için Onbinler verdi sekizbinini Yenildiler Yenenler yenilenlerin dikişsiz ak gömleğinde sildiler Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi kılıçlarının kanını Hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak Edirne sarayında damızlanmış atların eşildi nallarıyla Tarihsel sosyal ekonomik şartların zaruri neticesi bu Deme Bilirim O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim Ama bu yürek O bu dilden anlamaz pek O hey gidi kanbur felek Hey gidi kahpe devran hey der Ve teker teker Bir an içinde Omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri yüzleri kan içinde Geçer aydın ellerinden karaburun mağlupları Dostlar Biliyorum Biliyorum nerde ne haldedir o Biliyorum gitti gelmez bir daha Biliyorum bir deve hörgücünde kanayan bir çarmıha Çırılçıplak bedeni mıhlıdır kollarından Dostlar bırakın beni bırakın beni Dostlar bir varayım göreyim bedrettin kullarından börklüce Mustafayı mustafayı Boynu vurulacak ikibin adam mustafa ve çarmıhı Cellat kütük ve satır herşey hazır herşey tamam Kızıl sırma işlemeli bir haşa altın üzengiler kır bir at Atın üstünde kalın kaşlı bir çocuk amasya padişahı şehzade Sultan murat Ve yanında onun bilmem kaçıncı tuğuna ettiğim bayezit paşa Satırı çaldı cellat Çıpalk boyunlar yarıldı nar gibi Yeşil bir daldan düşen elmalar gibi birbiri ardına düştü Başlar Ve her baş düşerken yere Çarmıhından mustafayı Baktı son defa Ve her yere düşen başın kılı depremedi İriş dede sultanım iriş dedi b http://siir.gen.tr/siir/n/nazim_hikmet/nazim_hikmet_4.gif Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
schizophrana Yanıtlama zamanı: Nisan 3, 2008 Paylaş Yanıtlama zamanı: Nisan 3, 2008 Hoş geldin! Kesilmiş bir kol gibi omuz başımızdaydı boşluğun... Hoş geldin! Ayrılık uzun sürdü. Özledik. Gözledik... Hoş geldin! çok severim bu satırları. kesilmiş bir kol gibi omuzbaşımdaydı boşluğun.... Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
dark death Yanıtlama zamanı: Nisan 4, 2008 Paylaş Yanıtlama zamanı: Nisan 4, 2008 SEN BENİM SARHOŞLUĞUMSUN Sen benim sarhoşluğumsun ne ayıldım ne ayılabilirim ne ayılmak isterim başım ağır dizlerim parçalanmış üstüm başım çamur içinde yanıp sönen ışığına düşe kalka giderim. -------------------- ŞAŞIP KALMAK Sevebilirim, hem de nasıl, dile benden ne dilersen, canımı, gözlerimi Kızabilirim, ağzım köpürmez, ama devenin öfkesi haltetmiş benimkinin yanında, devenin öfkesi, kinciliği değil. Anlayabilirim çoğu kere burnumla, yani en karanlığın, en uzaktakinin bile kokusunu alarak ve döğüşebilirim, doğru bulduğum, haklı bulduğum, güzel bulduğum herşey için, herkes için, yaşım başım buna engel değil, ama gel gör ki çoktan unuttum şaşıp kalmayı. Şaşkınlık, alabildiğine yuvarlak açık ve alabildiğine genç gözleriyle bırakıp gitti beni. Yazık. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
STSERHAN Yanıtlama zamanı: Nisan 4, 2008 Paylaş Yanıtlama zamanı: Nisan 4, 2008 BENCE ŞİMDİ SENDE HERKES GİBİSİN Gözlerim gözünde aşkı seçmiyor Onlardan kalbime sevda geçmiyor Ben yordum ruhumu biraz da sen yor Çünkü bence şimdi herkes gibisin Yolunu beklerken daha dün gece Kaçıyorum bugün senden gizlice Kalbime baktım da işte iyice Anladım ki sen de herkes gibisin Büsbütün unuttum seni eminim Maziye karıştı şimdi yeminim Kalbimde senin için yok bile kinim Bence sen de şimdi herkes gibisin Kadıköy - 1918 Nazım Hikmet Ran Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.