Jump to content

Tiyatro Kuramının Başlangıcınından Modern Döneme Tragedyanın Algılanışı


birunsatan

Önerilen Mesajlar

Ebru Gökdağ*

Tragedya Batı dünyasında Yunanistan’da başladı. Bir

doktorun oğlu olan ve M.Ö.384 yıllarında Stagira’da doğduğu

söylenen Aristoteles’in Poetika (Poetics) adlı eseri tiyatro kuramı

üzerine yazılmış ilk ve en önemli yapıttır. Yüzyıllar boyunca

Poetika’da kullanılan kavramlar ve tartışmalar daha sonraki tiyatro

kuramlarının özellikle Batı tiyatrosundaki teorilerin gelişmesini

önemli şekilde etkilemeye devam etmiştir ve etmektedir. Poetika’nın

önemi Batı tiyatro kuramının başlangıcı olmasında yatar. Gerald F.

Else’e göre Aristoteles’in bu kısa eserinin yazıldığı tarih M.Ö. 335

tarihine denk gelen Lyceum (Akademi’den sonra Aristoteles’in ders

verdiği okulun adı. Bu okul M.Ö. 335 yılında kurulmuştur) dönemidir

(Poetics, 1-9). Başka araştırmacılara göre ise Poetika M.Ö 335-323

yılları arasında bir tarihte, yani Aristoteles’in yaşamının son 13 yılı

sırasında yazılmıştır. Yunan tragedyası, Poetika’nın yazımından

önceki yüzyılda başlamış, Aiskhylos, Sophokles ve Euripides gibi

yazarların yapıtlarıyla doruk noktasına ulaşmıştı. Bu yazarlardan

Euripides ve Sophokles Aristoteles’in doğumundan sadece 20 yıl önce

ölmüşlerdi. Aristoteles’in ders notlarının biraraya getirilmiş hali

görünümünde ve dağınıklığında olan Poetika’nın merkezinde şiir

sanatı (poetry) üzerine düşünceler ve kuramlar yer alır. Özellikle de

Aristoteles’in en yüksek iki şiir türü olarak değerlendirdiği tragedya

ve epik türleri ile ilgilidir. Bir üniversite hocası olarak Aristoteles

Poetika’da bu türlerin doğasını inceler ve etkilerini nasıl var ettiklerini

araştırır. Bunu o dönemde doruk noktasına çoktan ulaşmış olan büyük

tragedya yazarlarının eserlerini inceleyerek, yani gerçek örnekleri

çalışarak gerçekleştirir. Yine bu eserlere dayanarak, kuramlarını

168

geliştirir ve bazı tanım ve genellemelere yönelir. Bu yapıtlardan

bazıları örneğin; Homeros’un Odysseus ve İlyada’sı Aristoteles’in

zamanında çoktan ‘klasik’ olarak kabul edilmişti. Kendi çağdaşı olan

oyun yazarları ve onların –kaybolmuş- eserleri ile bir önceki yüzyıla

ait olan Oedipus’u model olarak değerlendirir, Sophokles, Aiskhylos

ve Euripides’in oyunlarından bahseder ve tüm açıklamalarını,

düşüncelerini bugün çoğunu bizlerin de okuyabildiği bu yapıtlara

dayandırır. Tüm önemine rağmen Sevda Şener’in Dünden Bugüne

Tiyatro Düşüncesi adlı kitabında da belirttiği gibi Batı yazarları

Poetika’dan önce Horatius ‘un Ars Poetika adlı eserini tanımışlardır:

Horatius, Ars Poetika’sı ile biçimsel

ayrıntılar üzerinde durduğu, özgün bir sanat

anlayışını dile getirmediği halde Batı yazarlarını

en çok etkileyen yazar olmuştur. Rönesans

eleştirmenleri Aristoteles’ten önce Horatius’u

tanımışlardır.1

Bunun en büyük nedeni Poetika’nın gerçek değerinin bu

dönemdeki yazarlar tarafından anlaşılmaması değil, Poetika’nın

Aristoteles’in ölümünden sonra yaklaşık iki yüzyıl fiilen

kaybolmasından kaynaklanmaktadır. Hem Roma imparatorluğu

dönemindeki, hem de Avrupa’nın Ortaçağ dönemindeki yazarların

Poetika’yı birebir tanımadıkları düşünülmektedir. Poetika

Rönesans’ın başlangıcında tekrar ortaya çıkmıştır. Özellikle 15.

yüzyılın sonlarına doğru İtalyan klasikçileri Poetika’yı biliyorlardı.

Bir hipoteze göre Poetika’nın bazı anahtar niteliğindeki el yazmaları

1453 tarihinde Bizans imparatorluğunun yıkılması ve İstanbul’un

1 Sevda Şener, Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi. (Eskişehir: Anadolu

Üniversitesi yay., 1991),s..65.

169

Türklerin eline geçmesiyle buradan kaçanlar tarafından Batı’ya

getirilmişti. Poetika’nın ilk Latince baskısı 1498 yılında Venedikte

gerçekleşti. Bu tarihten on yıl sonra yine Venedikte Yunanca olarak

ve 16. yüzyıl boyunca birçok metinler, yorumlar ve farklı dillerdeki

çevirileriyle yayınlandı. Ortaçağda kayıtsız kalınan ve hatta

bilinmeyen Poetika’ya olan ilgi tragedya türünü yeniden yaratmak

isteğiyle bu yüzyılda yoğunluk kazandı. 1 Bu istek doğrultusunda bazı

dönemlerde içeriği ya da formu ile tartışmasız kabul edilen

tragedyanın, başka dönemlerde kendi klasik formu içinde, yeni çağın

değerlerini barındıramadığı ve yansıtamadığı için çok sınırlı olduğu

ileri sürülmüştür. Çağlar boyunca tragedya gerek öz, gerek biçim

bakımından sürekli değişime uğramış fakat bu değişimler ve farklı

yorumlar temelde hep Aristoteles’in tanımını temel alarak yapılmıştır.

Aristoteles tragedya’yı,

(...) ahlaksal bakımdan ağır başlı, başı

sonu olan, belli bir uzunluğu bulunan bir eylemin

taklididir;sanatça güzelleştirilmiş bir dili vardır;

içine aldığı her bölüm için özel araçlar kullanır;

eylemde bulunan kişilerce temsil edilir. Bu

bakımdan tragedya, salt bir öykü [mythos]

değildir. ‘Tragedyanın ödevi, uyandırdığı acıma

ve korku duygularıyla ruhu tutkulardan

temizlemektir’ (katharsis).2

diye tanımlar ve tragedyanın ortalamadan daha iyi olan

insanları(karakterleri) taklit ettiğini belirtir. Yukarıda da bahsettiğim

1. Geoffrey Brereton,.Principles of Tragedy: A Rational Examination of the

Tragic Concept in Life and Literature. Florida: U of Miami P, 1968, s. 21-

22.

2 Aristoteles, Poetika. çev. İsmail Tunalı, (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1983)

s.22.

170

gibi İtalyan Rönesans döneminde Poetika’nın Latinceye çevrilmesi,

böylece yeniden keşfedilmesi bu yapıtın Batı tiyatro teorisinin

merkezi ve temel referansı olmasını da beraberinde getirmiştir. Bu

dönem ile birlikte, yani 16. yüzyılın başlarında İtalyan aydınları kendi

dönemlerinde klasik geleneğe dair yaşanan çelişkilerin, tutarsızlıkların

ve karmaşaların sebebinin aslında oldukça basit ve kendi içinde bir

bütün olan klasik geleneğin ve bu gelenekle ilgili elde bulunan

metinlerin ve eserlerin kendi dillerine eksik çevrilmesi, yanlış

okunması, yorumlanması ve kavranması ile ilgili olduğuna inanmışlar

ve 16. yüzyılın ortalarında eleştirmenler Aristoteles’i yeniden

çözümleme, anlama ve tanımlama gibi zor bir görevi üstlenmişler,

bunu da doğal olarak kendi dönemlerinde yerleşmiş olan, Latin

geleneğinden gelen, ahlaki öğretiye dayalı kavram, anlayış ve

tanımlarla yapmaya çalışmışlardır. Bunu deneyen aydınlardan ilki ve

en önemlisi İtalya’nın başlıca üniversitelerinde ders veren profesör

Francesco Robortello olmuştur. Robortello’nun Poetika üzerine

yorumları ve açımlamaları 1548 yılında yayınlanmıştır. Marvin

Carlson, Theories of Theatre adlı kitabında, Robortello’nun kendi

yorumunda, Aristoteles’i Horatius’a daha da yaklaştırdığını söyler ve

dramatik kurama karşın gösteri (performance) düşüncesinin tekrar

gündeme getirildiğinin altını çizer. Robortello dramın eğlendirme ve

eğitme görevinin önemine değinmiş ve daha sonra diğer İtalyan

yorumcular tarafından takip edilen ve o dönemden beri,

gelenekselleşen bir yönteme dönüşen sahnede erdemli bir insanın

övülmesi ve taklit edilmesi, insanları erdemli olmaya teşvik ederken,

kötünün temsil edilmesi ve kınanması da kişi üzerinde caydırıcı etki

171

yaratır düşüncesi, dramın içerisinde çeşitli didaktik ögeler barındıran

bir ahlak dersi gibi algılanmasına neden olmuştur1. Bu bakış açısı daha

sonra Fransız neoklasik kuramının temel taşlarını oluşturmuştur.

Robortello komedya ve tragedya türlerinin ayırımını yaparken

komedyanın sıradan ve düşük kişileri ele aldığını, tragedyanın da daha

üstün ve yüksek kişilerle ilgili olduğunu vurgular. Komedya için

Donatus ve Horace’ın savlarını tekrarlayarak beş-perde kuralının

gerekliliğinden bahseder. Aristoteles incelediği tragedyalara

dayanarak, tragedya öykülerinin güneşin bir devrinde, veya ona yakın

bir zaman diliminde tamamlandığını yazar. Robortello bunun 24

saatlik bir zaman diliminden çok, güneşin doğuşu ve batışı arasında

kalan zaman olduğunu, çünkü insanların normal olarak geceleri değil,

bu bahsedilen zaman dilimi içinde hareket edip, konuştuklarını

belirtir. Tragedyanın güneşin doğuşundan batışına kadar bir zaman

dilimi içinde geçmesi gerektiği ısrarı ve şartı diğer aydınlar tarafından

da sıkı sıkıya takip edilmiştir. Robortello gibi daha birçok aydın ki

bunların arasında Bernardo Segni, Bartolomeo Lombardi,

Giambattista Giraldi, Pietro Vettori, Antonio Sebastiano Minturno,

Lodovico Castelvetro, Julius Cesar Scaliger ve daha birçoğu

sayılabilir, çoğunlukla yaptıkları yorumlarla Aristoteles’i kural

koyucu, hüküm getiren kişiye dönüştürmüşlerdir ki bu Aristoteles’in

kesinlikle ve dikkatle kaçındığı bir durumdur1 . Bu yazarların

seyircinin tragedyayı nasıl algıladığından, tragedyanın seyirci

üzerindeki etkisinden çok, tragedyanın biçimi ve yapısı üzerine

1 Carlson, Marvin. Theories of the Theatre. Ithaca: Cornell UP, 1984, s.38-

39

172

yoğunlaştıkları ve Aristoteles’i kural koyucu gibi yanlış

yorumladıkları ve anladıkları görülmektedir. Örneğin Aristoteles’in

üç-birlik kuralından bahseder bu dönemdeki aydınlar. Oysa Üç-birlik

kuralı ilk kez 1576 yılında Lodovico Castelvetro tarafından tertip

edilmiştir. Tragedya biçimi üzerine değişmez kurallara Bernardino

Daniello’nun La Poetica(1536) adlı eserinde rastlıyoruz. Bu

kuralların içinde oyun metninin içinde tek bir olay dizisi bulunması,

bunun tek bir şehirde ve bir gün içinde geçmesi kurallarıyla, tragedya

ve komedya türlerinin karışık olarak kullanımının yasaklanması gibi

şartlar vardı. Bunları diğer aydınların ısrar ettiği, tragedyanın beş

perdeden oluşması gerektiği, ölümün sahnede gösterilmesinin

yasaklanması zorunluluğu, soylu kişilerin kullanılmaları ve

tragedyanın sonunun mutsuz bitmesi gerekliliği gibi bir takım kurallar

takib etmiştir. Bu kuralları Aristoteles’in düşüncelerini ortaçağ ve

latin gelenekleri ve standartlarıyla uyuşturmaya çalıştıkları sırada

yaratmışlardır. Örneğin, yukarıda bahsettiğim son kurallar, ortaçağ

yazarlarından Aelius Donatus’un görüşlerinden gelişmiştir. Donatus

tragedyayı tarih veya mitolojiden gelen soylu kişilerin mutlulukla

başlayan fakat yaptıkları büyük ve kötü eylemlerin sonucu olarak ya

sürgünle ya da ölümleriyle sonuçlanan ve yüceltilmiş bir şekilde

yazılmış yapıttır diye tanımlar1.

Rönesans İtalyasından sonra, klasik tragedya anlayışının

Batıda değişim, gelişim ve dönüşümünde en etkili dönemler 16. yüzyıl

ve sonrasında İngiltere ile 17. yüzyılda Fransa olarak karşımıza çıkar.

1 A.g.e., s.40.

173

Her iki yüzyıl ve dönemde de başka bir deyişle Rönesansı takip eden

iki yüzyıl boyunca Aristoteles’in kural koyucu olarak yanlış

yorumlandığını ve tragedyada biçime ve yapıya dayalı kuralların daha

kesinleştirilip tragedya ile ilgili evrensel kurallar olarak

benimsendiğini ve benimsetilmeye çalışıldığını görüyoruz.

16. yüzyıl İngiltere’si yazarlarını Rönesans İtalyan

yazarlarında olduğu gibi dramanın biçimi, eğitim işlevi ve hayran

oldukları klasik mirasa sahip çıkma isteği içerisinde buluyoruz.

Örneğin, Tudor dönemi yazarlarından Sir Thomas More Utopia adlı

eserinde ciddi ve komik malzemenin birlikte kullanılmasının

uygunsuzluğundan bahseder.2 Tragedyanın ahlaki eğitsel işlevi

üzerine genel eğilimi, Alexander Nevyle’nin Oedipus (1560) için

yazdığı önsözde oyunun, işlenen günah karşısında tanrıların aldığı

korkunç intikam olarak tanımlamasından anlıyoruz.3 Bu dönemde

yazılmış en önemli eser Savunma olarak bilinen Sir Philip Sidney’in

An Apologie For Poetry (or Defense of Poesy) (1595) adlı yapıtıdır.

Bu eser Rönesans düşüncesinin İngiltere’de olduğu kadar, genel

olarak, Avrupa’da da köşe taşı olma mahiyetindedir. Sidney’in yapıtı

İngiliz eleştirel düşüncesinin o döneme kadar geldiği son noktayı

sergilemesi ve genel olarak Rönesans eleştirel düşüncesinin bir sentezi

olması bakımlarından oldukça değerlidir. Sidney meslektaşlarına karşı

şiir sanatını savunurken, şiirin metaforik olarak ele alındığında,

1 Barrett H Clark,. European Theories of the Drama. New York: Crown P.,

1965. s. 33-36.

2 Thomas More, Utopia, trans. Ralp Robinson, text modernized by Mildred

Campbell. New York, 1947, s.61.

3 Alexandre Nevyle, The Ten Tragedies of Seneca, Manchester, 1887, s.162.

174

öğreten, zevk veren ve konuşan bir resim olduğunu iddia eder. Her

türlü dünyevi öğrenmenin sonunun erdemli eylemde yattığını ve şiir

sanatının daha özel, daha odaklı ve daha eyleme dayalı olması

bakımından, rakipleri olan felsefe ve tarihe karşın ahlaki amaca çok

daha uygun olduğunu söyler. Yine tragedyanın ahlaki faydasını öne

çıkararak, tragedyanın krallara, zalime dönmekten korkmayı olduğu

kadar, dünyanın belirsizliğini de öğrettiğini ileri sürer. Sidney zaman

ve yer birliği kurallarına uymayan yazarları eleştirir ve bir tarafta

Asya’yı, diğer tarafta Afrika’yı gösterip bir insanın hayatının tüm

maceralarını iki saatten biraz daha fazla bir zaman dilimine

sığdırmanın akla ve mantığa uygunsuzluğundan bahseder1. İngiliz

oyun yazarları arasında tiyatro kuramına ilişkin en geniş ve önemli

yazılar yazan ilk oyun yazarı Ben Jonson olarak kabul edilir. Ben

Jonson tragedya konusunda Sidney ile aynı ilkeleri savunmakta, kendi

eserlerinde koro kullanmadığını ve zaman birliği kuralını ihlal ettiğini

kabul eder ve savunma olarak popüler zevke hitab ederken bu eski

kurallara bağlılığın hem çok gerekli olmadığını, hem de mümkün

olmadığını ileri sürer. Ben Jonson, dönemin diğer oyun yazarları gibi

hem klasik kuralları kabul eder, hem de seyircinin, yani halkın

isteğinin klasik kurallara (Roma dönemi kuralları) tercih edilmesi

gerekliliği itirafında bulunur. Bu tercih, İngiliz oyun yazarlarının

uygulaması olmaya devam etmiş ve Marlow, Kyd, Shakespeare gibi

oyun yazarlarıyla yeni boyutlara ulaşmıştır.

Fransa’da 17. yüzyıl başlarında drama ile ilgili en ünlü demeç

François Ogier’den, 1628 yılında Schélandre’nin Tyr et Sidon’na

1 Clark,. Ön.ver. s. 73-76.

175

yazdığı önsözde gelmiştir. Ogier bu önsözde neoklasik eleştirinin

sınırlılığına saldırmış, özellikle de zaman birliği kuralı üzerinde

durmuştur. Saldırısında Sophokles, Menander ve Terence gibi kasik

yazarların yeri geldiğinde zaman-birliği kuralına uymadıklarını

örnekleyip, onların bu liberal seçimlerini destekleyerek, zaman-birliği

kuralına sıkı sıkıya bağlı kalan bazı eserlerin de nasıl zarar

gördüklerini anlatır. Ogier’nin zaman birliğine karşı kullandığı bir

başka eleştiri de o dönemdeki Yunan toplumunun ve içinde

bulundukları modern toplumun, arasındaki farktır. Yazar Yunan

toplumu ile kendi toplumu arasında büyük farklar olduğunu, Yunan

döneminde kullanılan kuralların o topluma uygun olmasının, aynı

kuralların başka bir toplumda yaşayan oyun yazarlarına da uygun

olacağı anlamına gelmediğini ve bu kuralların farklı kültürde yaşayan

oyun yazarlarına zorla kabul ettirilmemesi gerektiğini söylemiştir.

Orgier’nin 1628 yılında öne çıkardığı ve ısrar ettiği bu özgürlük, takip

eden yıllarda da dile getirilmeye devam etmiştir fakat bu döneme

hakim eleştirel gelenek, bu düşünceye tamamen karşıdır. Bu karşıtlık

içindeki gelenek, dramada asli olanın sadece eylem ve zaman birliği

değil, aynı zamanda yer birliği olduğunun da iddiası içindedir.1 Bu

tutucu eleştirmenlerden Jean Chapelain yazılarında dramanın nasıl

işlendiği üzerinde durmuştur. Chapelain dramanın sadece haz vermek

için yaratıldığına karşı çıkar ve asıl amacının, seyirciyi tutkuların

insanda yaratabileceği talihsiz etkilerden arındırmak olduğunu ileri

sürer. Bunun gerçekleşebilmesi için dramanın hayatı yansılaması

gerektiği, bunu yaparken de olasılık ilkesini temel alması gerektiğini

1 Marvin Carlson, Theories of the Theatre Ithaca: Cornell UP, 1984.

176

öğütler. Seyirci, sahnede gördüğünün gerçek olup olmadığı kuşkusuna

asla kapılmamalıdır. Seyirci üzerinden böyle bir şüpheyi kaldırmanın

tek yolu da üç birlik kurallarını sıkı sıkıya takip etmek ve inandırıcılık

ilkesinden sapmamaktır. Sahnede sergilenen dönemler ve sosyal

durumlar geleneksel bakışı ve beklentileri sarsmayan özellikler

olmalıdır. Bu doğrultuda, seyircinin gördüklerinin gerçek olduğu

inancını sarsabileceği için, olay örgüsü 24 saati geçmemelidir. 24

saatten fazla süren öyküler birkaç tane olay örgüsü içereceği için,

durum daha da bulanıklaşacaktır ve birkaç olay örgüsü farklı

mekanları içereceği için, yer birliği kuralını uygulamamış, dolayısıyla

illüzyonu bozmuş olacaktır. Seyirciden, karşısından hiç ayrılmayan

sahnenin, yazarın en başta gösterdiği mekandan başka bir yere

(mekana) dönüştüğünü hayal etmesi istenmemelidir. Chapelian

yazılarında ‘bienséance’ kavramına sık sık yer verir. Bu kavramı

geleneksel anlamı içinde her karakterin kendi durumuna, yaşına ve

cinsiyetine uygun konuşması olarak ele alır. Fransız klasizminin

anahtar kelimesi olan bienséance olasılık ve inandırıcılık ögeleriyle

yakın ilintilidir.1 Bu terim 1555 yılında Pelletier tarafından ve 1605

yılında Vauquelin tarafından kullanılmıştır, fakat en çok etkisinin

görüldüğü tarih 1630 yıllarından sonra başlar ve daha çok uygunluk,

yerinde olma anlamına gelip, konservativ Fransız aydınları tarafından

ahlaki terbiye ve edebe uygunluk anlamında kullanılmıştır. Tüm bu

düşünceleri bir araya Silvanire’ye yazdığı önsözle 1631 yılında Jean

Mairet getirmiştir. Bu önsöz, daha sonraki Fransız yazarların dramaya

yaklaşım şekillerinin merkez manifestosu durumuna gelmiştir. Mariet

1 Clark, Ön.ver..s. 89-92

177

bu manifesto niteliğindeki önsözde, tragedyayı insana ait şeylerin

kırılganlığının aynası olarak tanımlamış, tragedyanın kral ve prensler

ile alakadar olduğunu, mutlulukla başlayıp, ıstırap ile bittiğini

söylemiştir.1 Bu manifestoda belirtilen neoklasik kuralları kabul etme

veya etmeme tartışmaları daha sonraki dönemlerde de sürmüş ve

tartışma ünlü Le Cid davasıyla daha büyük boyutlara ulaşmıştır. Pierre

Corneille’in 1637 tarihinde sahnelenen oyunu Le Cid büyük

çatışmaları beraberinde getirmiştir. Konservativ aydınlara göre

Corneille birçok yılı kapsayacak tarihi olayları 24 saate sıkıştırarak

hem tarihe karşı haksızlık etmiş, hem de olasılık ve inandırıcılık

kuralını ihlal etmiştir. Fakat, oyunun en büyük hatası, tragedyanın

işlevine aykırı bir durum sergilemesidir. Tragedya, sahnede her zaman

iyiliğin ve erdemin ödüllendirildiğini, kötülüğün de cezalandırıldığını

göstermelidir. Bu, ahlaklılığın gereğidir. Fakat Corneille tam tersine,

babasının katiliyle evlenmekten memnunluk duyan bir kızı

göstermektedir. Bu tutucu yaklaşıma karşın daha liberal aydınlar,

dramatik şiirin her türlü eylemi, her türlü mekan ve her türlü zamanda

taklit etmesi gerektiğini ileri sürerler. Tiyatroda, nasıl olursa olsun,

hiçbir durumun, ne kadar uzun veya kısa olursa olsun, hiçbir zamanın,

boyutu, uzaklığı ne olursa olsun, hiçbir ülkenin, dışarıda

bırakılmaması gerektiği üzerinde durulmuş ve modern yazarların

kendi kurallarını kendilerinin yaratmaları gerekliliği belirtilmiştir.

Modern bilincin, klasik yazarların sergilediği basit ve sınırlı gerçeklik

bakış açılarıyla yetinemiyeceğini söylemişlerdir, çünkü dünya ve tarih

1 Carlson,Ön.ver. s.92-93

178

ile ilgili modern bilgiler çok daha karmaşıktır, dolayısıyla daha

karmaşık şekillerle ifade edilebilir.

Le Cid tartışmaları bir yıldan daha uzun bir süre devam

etmiştir. Bazı kuramcılar Le Cid tartışmaları sonucunda neoklasik

kuralların tamamen sabitleştirildiğini iddia etmektedir. Oysa, yukarıda

da belirttiğim gibi, bu kurallar çok daha önce tartışılmaya ve Fransız

kuramında yerini almaya, yani sabitleşmeye başlamış ve Mairet’in

önsözüyle manifestosu bile yapılmıştı. Le Cid tartışmasının en büyük

önemi, bu tartışmayla Fransa’nın, İtalya’nın yerini alarak, drama ile

ilgili eleştirel tartışmaların Avrupa’nın merkezi durumuna gelmesidir.

Bundan sonraki bir buçuk yüzyıl drama ile ilgili terim ve kavramları

Fransa belirleyecektir.

Fransa’daki ikinci büyük tartışma 1662 tarihinde Moliére’in

L’école des femmes (Kadınlar Mektebi) adlı oyununun başarılı

gösteriminden sonra başlamıştır. Klasik yazarlar, Moliére’in iyi ve

kötüyü karıştırarak kullanmasını, çok fazla olay örgüsünün olmasını,

ahlaka uygun olmamasını, ve sanatın kurallarından ayrılmasını çeşitli

şekillerde eleştirmişlerdir. Aynı dönemde Jean Racine’nin başarılı bir

oyun yazarı olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Bu yüzyılın gördüğü üç

büyük yazar- Corneille, Moliére ve Racine-arasından, Racine

neoklasik kurallara en bağlı kalanıdır. Racine neoklasik kuralları

kabul etmiş, fakat uygulamada esnek olunması gerektiğini

savunmuştur. Racine’nin başarısı da onu kıskananların eleştirisine

maruz kalmıştır. Tiyatro teorisine bu dönemde başlıca katkılarda

bulunan diğer Fransız yazarlar René Rapin (1621-1678), Charles de

179

Marquetel de Saint-Evremond ve Nicolas Boileau-Despréaux gibi

yazarlardır 1 96-122.

Genel olarak ele alındığında antik dönem kuramlarını

savunanlar, klasik modellerin, klasik konuların, ve Aristoteles’in

öğretilerinin (bu öğretilerin geleneksel olarak algılanış şekli ile) aynen

uygulanması gerektiğini savunmuşlardır. Özellikle bienséance

kavramının çoğu zaman klasik kuralların yerine geçtiği

gözlemlenmektedir. Modern yazarlar ise çağın ilerlemişliği, değişen

zevk ve beklentiler için, yeni ve daha esnek konular ve biçimlerin

gerekliliği üzerinde durmuşlardır. Bu yüzyılın sonunda dikkat

çekmemiz gereken son görüş André Dacier’den gelmiştir. Dacier

tragedyayı allegorik veya evrensel eylemin taklidi olarak tanımlamış

ve tragedyanın acıma ve dehşet ile tutkuları daha ılımlı hale getiren ve

düzelten işlevi ile herkese uygulanabilir olduğunu söylemiştir. Bu

tragedyanın ahlaki amacıdır. Dacier’e göre dönemin modern

oyunlarının hatası, evrensele yönelmek yerine, özele yönelmek ve

seyircisinin gelişmesini sağlamak yerine, onların tutkularını

ayaklandırmasıdır. 17. yüzyılı takip eden yüzyılda da Dacier ve

Racine gibi aydınların görüşleri hakimiyetini devam ettirmiştir2.

Yukarıda çok kısaca değinmeye çalıştığım -Yunanistan’da

klasik tragedyanın çıkışı, 16.yüzyıl İngiltere’si ve 17. yüzyıl

Fransa’sında trajik biçimin değişimini kapsayan- üç büyük dönemde

tragedya evrensel olarak tanınmış ve kabul edilmiştir. Bu üç büyük

dönemden sonra tragedya’ya ilişkin ele alınması gereken en önemli

1 Şener, Ön.ver. s..96-122

2 A.g.e. s.111.

180

dönem, 19. yüzyılın ikinci yarısında başlayıp, 1966 tarihine kadar

gelen yılları kapsayan Modern diye tanımladığımız Çağ’dır. Modern

Çağ’ın en önemli özelliklerinden biri de dramaya, özellikle tragedyaya

ilişkin tartışmaların, tiyatro kuramına ilişkin kural, öneri veya

manifestoların yapıldığı merkezlerin ve bu kuramları oluşturan

aydınların, yazarların, düşünürlerin, eleştirmenlerin yaşadığı yerlerin

artık Avrupa’nın medeniyet merkezleri olarak görülen Atina, Londra

ve Paris değil aksine bu kentlerdeki uygarlık seviyesine ulaşamadığı

düşünülen, Avrupa’nın daha dışsal merkezinde yer alan İskandinav

ülkelerinde doğmasıdır. Clifford Leech’in Tragedya adlı kitabında da

vurguladığı gibi tragedya ile ilgili yeni temeller Alman ve İskandinav

felsefeciler tarafından atılır. Bunlar arasında en önemlileri Hegel,

Kierkegaard ve Nietzsche’dir. Bu felsefecilerin tragedyaya bugün

anladığımız anlamda yer verdiklerini görürüz. Bu anlayış

doğrultusunda 19. yüzyılın başlarında Almanya’da George Büchner’in

Dantonun Ölümü ve Woyczek adlı oyunları ile tragedyada yeni bir

doğuş gerçekleşmiştir. Bu yeni anlayışı Heinrich von Kleist Hamburg

Prensi adlı oyununda sürdürmüştür. Büchner gibi Kleist da karşısına

çıkan güçler karşısında ayakta duramayan, direnemeyen insan

düşüncesini işlemiştir. Tragedyanın bu yeni doğuşunda başlangıç

olarak kesinlikle göz ardı edilmemesi gereken örnekler, Norveç’de

İbsen’nin Hedda Gabler ve John Gabriel Borkman adlı oyunları ile

İsveç’de Strindberg’in Baba ve Matmazel Julie adlı oyunlarıdır (21-

22). Gerek Almanya, gerekse İskandinav ülkelerinde başlayan,

İrlanda, İspanya, Rusya ve başka coğrafyalarda yeni boyutlara ulaşan

tragedyadaki bu değişim, gerçekte felsefi yaklaşımdaki değişimdi ve

181

modern düşüncede çok önemli bir yeri vardı. Modern Çağ’da trajik

yazıma temel olan da bu anlayıştı. Modern Dönem’e gelindiğinde

artık, yukarıda bahsettiğim üç büyük dönemde de gördüğümüz gibi

sadece gelenek olarak yapısında, biçiminde ve kurgulanışında

Aristoteles’e atfedilen ve birbirinden farklı, resmi estetik kuralları

barındıran geleneksel anlamdaki “tragedya

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...