Jump to content

Albert Camus


Kinyas

Önerilen Mesajlar

http://www.phil-o-sophie.ch/bilder/camus1.jpg

 

 

Albert Camus (7 Kasım19134 Ocak1960), Fransız bir yazar ve filozoftur.

 

Varoluşçuluk ile ilgilenmiştir ve absürdizm akımının öncülerinden biri olarak tanınır; fakat Camus kendini herhangi bir akımın filozofu olarak görmediğinden, kendini bir "varoluşçu" ya da "absürdist" olarak tanımlamaz. 1957'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanarak, Rudyard Kipling'den sonra bu ödülü kazanan en genç yazar olmuştur. Ödülü aldıktan 3 yıl sonra bir trafik kazasında hayatını kaybetmiştir.

 

Hayatı

 

Çocukluğu ve Gençliği

20. yüzyılın en güçlü Fransız yazarlarından biri olan Albert Camus, 1913’te Cezayir’in Mondovi kasabasında doğdu. Yoksul bir aileden gelen Camus'nün babası bir CezayirFransız'ı, annesi ise İspanyol'du. Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1914'te babasını kaybetti. Annesi evlerde hizmetçilik yaparak oğlunu okutmaya çalıştı. Ancak Camus, daha bağımsız bir hayat sürebilmek için evinden ayrıldı. 1923'te liseye, ardından da Cezayir Üniversitesi'ne kabul edildi. Üniversite eğitimi sırasında sağlığı bozuldu ve 1930'da vereme yakalandı. Hastalığı yüzünden üniversite takımının kaleciliğini bırakmak zorunda kaldı. Bundan sonra çeşitli işlerde çalışmaya başlayan Camus, felsefe eğitimini ancak 1936'da tamamlayabildi.

1934'te Fransız Komünist Partisi'ne katıldı. Bu hareketinin kaynağı, Marksist-Leninist öğretisine (doktrinine) desteğinden ziyade, İspanya'da daha sonra iç savaşla sonuçlanacak politik duruma duyduğu kaygıydı. Ancak üç yıl sonra, Stalinist komünizme yakınlığından kaynaklanan Troçkist suçlamasıyla partiden atıldı. Camus 1934'te Simone Hie'yle evlendi. Simone bir morfin bağımlısıydı ve Camus'yle evlilikleri, Simone'nun sadakatsizliğine bağlı olarak son buldu. 1935'de "İşçinin Tiyatrosu"nu (Théâtre du Travail) kurdu fakat bu tiyatro 1939'da kapandı. Aynı yıl, verem hastası olduğundan Fransa ordusuna kabul edilmedi.

1940'ta piyanist ve matematikçi Francine Faure ile evlendi ve 5 Eylül1945'te Catherine ve Jean adlarında ikiz çocukları oldu. Aynı yıl Paris-Soir dergisi için çalışmaya başladı. Daha henüz "Sahte Savaş" olarak adlandırılan İkinci Dünya Savaşı'nın ilk zamanlarında bir pasifist olarak kaldı. Ancak bu tutumu Paris'in Alman ordusu tarafından işgali ve 1941'de, komünist gazeteci Gabriel Péri'nin gözleri önünde idam edilmesiyle değişti ve onun da başkaldırmasına neden oldu. Paris-Soir ekibiyle Bordeaux'ya gitti ve aynı yıl ilk kitapları olan "Yabancı" ve "Sisifos Söylencesi"ni tamamladı. Camus, Bordeaux'yu 1942'de terkedip Cezayir'in Oran şehrine gitti ve ardından Paris'e döndü.

 

Edebiyat kariyeri

 

Camus İkinci Dünya Savaşı sırasında Naziler'e karşı oluşmuş Fransız Direnişi'ne katıldı ve bu direnişin bir parçası olarak "Combat" adında bir gazete yayımlaya başladı. 1943'te gazetenin editörü oldu; fakat 1947'de "Combat" ticari bir gazete olunca buradan ayrıldı. Jean-Paul Sartre ile tanışması burada gerçekleşmiştir.

Savaştan sonra, Sartre ve de Beauvoir gibi kişilerin buluştuğu Boulevard Saint-Germain'deki Café de Flore'u ziyaret etmeye başladı. Bu yıllarda, aynı zamanda Amerika'yı turlayarak Fransız varoluşçuluğu hakkında dersler verdi. Politik olarak sol görüşlere yatkın olmasına rağmen komünizme karşı çıkması, ona komünist partilerde arkadaş kazandırmadığı gibi Sartre'dan da uzaklaştırdı.

Camus, 1949'da vereminin tekrarlaması yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve "Başkaldıran İnsan"ı yayımladı. Bu kitap, Fransa'daki birçok sol görüşe sahip arkadaşı ve özellikle de Sartre tarafından hoş karşılanmadı ve Sartre'la bütünüyle yollarını ayırdı. Kitabının tatsız yorumlarla karşılanması Camus'yü kitap yazmaktan tiyatro oyunları çevirmeye itti.

Camus, 1950ler'de kendini insan haklarına adadı. 1952'de Birleşmiş Milletler, Francisco Franco diktatörlüğündeki İspanya'yı üye olarak kabul edince UNESCO'daki çalışmalarını durdurdu ve kurumdan ayrıldı. Ayaklanmalarda insandışı bir sertlik kullanan Sovyet metodlarını eleştirdi. Pasifistliğini koruyan Camus, İdam cezasına karşı savaşını sürdürdü.

Cezayir Bağımsızlık Savaşı1954'te başladığında, Camus kendini ahlaki bir ikilem içinde buldu. Bunun nedeni, Cezayir doğumlu Fransızlar'ı betimlemek için kullanılan bir sıfat olan "siyah ayak" olmasıydı. Ancak, sonunda, savaşta Fransa hükümetini savunuyordu. Kuzey Afrika'da başlayan isyanın, aslında Mısır önderliğindeki yeni-Arap emperyalizminin ve batıya saldıran Sovyetler Birliği'nin işleri olduğunu düşünüyordu. Cezayir'in özerk, hatta bir federasyon olmasını savunuyordu; fakat bütünüyle bağımsızlığını desteklemiyordu. Öte yandan, Araplar'la "siyah ayak"ların beraber yaşayabileceğini düşünüyordu. Bu kriz sırasında ölüm cezasına çarptırılan Cezayirliler'in kurtulması için gizlice çalıştı.

Camus, 1955 ve 1956 yıllarında Fransız "L'Express" dergisinde yazdı. Bunların ardından 1957 yılında Camus Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı. Genel yaklaşım bu ödülün bir önceki yıl yayımlanan "Düşüş" için değil, idam cezasına karşı yazdığı "Réflexions Sur la Guillotine" makalesi için verildiğidir. Stockholm Üniversitesi'nde yaptığı bir konuşma esnasında Cezayir konusundaki hareketsizliğini savundu; fakat daha sonra Cezayir'de yaşayan annesinin başına ne geleceği konusunda meraklandığını bildirdi. Çelişkili sayılan bu durum Fransız sol entelektüelleri tarafından tepkiyle karşılandı.

 

Ölümü

 

http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/4/43/Camus_Monument_in_Villeblevin_France_17-august-2003.1.JPG/200px-Camus_Monument_in_Villeblevin_France_17-august-2003.1.JPG

Fransız yazar ve filozof Albert Camus adına abide, hayatını kaybettiği küçük Fransız kasabası Villeblevin

 

 

 

Camus, 4 Ocak1960'ta, Sens yakınlarındaki küçük Villeblevin kasabasında "Le Grand Fossard" isimli bir yerde geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybetti. Daha sonra mantosunun cebinde bir tren bileti bulunmuştur. Büyük bir olasılıkla, Camus gideceği yere trenle gitmeyi planlamıştı; fakat arkadaşıyla birlikte arabayla dönmeyi tercih etti. İronik biçimde, Camus daha önce en absürt ölüm şeklinin ne olduğu sorulduğunda, araba kazasında ölmeyi bunlardan biri olarak nitelendirmişti. Kazanın gerçekleştiği Facel Vega marka otomobilin sürücüsü ve yayımcı dostu da Camus'yle birlikte hayatını kaybetti. Camus Lourmarin Mezarlığı, Lourmarin, Vaucluse, Provence-Alpes-Côte d'Azur'de gömülmüştür.

 

http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/0/0f/20041113-002_Lourmarin_Tombstone_Albert_Camus.jpg/200px-20041113-002_Lourmarin_Tombstone_Albert_Camus.jpg

Albert Camus, mezartaşı

 

 

 

Camus'nün ölümünden sonra telif hakları Camus'nün çocukları olan, Catherine ve Jean Camus'ye devredildi. Ölümünden sonra 1970'te "Mutlu Ölüm", 1995'te de öldüğünde hala bitmemiş olan "İlk Adam" yayımlandı.

 

Varoluşuluk ve Absürdizm Hakkındaki Görüşleri

 

Bazı eleştirmenler Camus`yü kategorize etmeye çalışarak onun bir varoluşçu ya da absürdist olduğunu söyler. Eleştirmenlerin mi ya da Camus`nün kendi ifadesinin mi doğru olup olmadığı tartışılmakla birlikte, Camus etiketlenmeyi sevmediğini belirterek varoluşçu olduğu tanımına karşı çıkar: "Hayır, ben bir varoluşçu değilim. Sartre ile isimlerimizin yan yana anılmasına hep şaştık. Sartre ve ben kitaplarımızı birbirimizle gerçekten tanışmadan önce yayımladık. Birbirimizi tanıdığımızda ise ne kadar farklı olduğumuzu anladık. Sartre bir varoluşçudur, benim yayımladığım tek fikir kitabı Sisifos Söylencesi`dir ve sözde varoluşçu filozoflara karşı doğrultulmuştur.

Bir absürdist olup olmadığı hakkında da şunları söyler:

"Absürt kelimesinin kötü bir geçmişi var ve bunun beni rahatsız ettiğini itiraf ediyorum. Absürt`ü Sisifos Söylencesi`de ele alırken, bir metod arıyordum doktrin değil. Sistemli bir şüphe pratiği yapıyordum. Daha sonra bir şeyler inşa edebileceği düşüncesiyle "tabula rasa" yöntemini kullanmaya çalışıyordum. Eğer hiçbir şeyin bir anlamı olmadığı varsayarsak, dünyanın absürt olduğu sonucuna ulaşmalıyız. Fakat gerçekten hiçbir şeyin hiçbir anlamı yok muydu? Bu noktada kalabileceğimize hiçbir zaman inanmadım."Ünlü eserleri

 

 

Romanları

Hikayeleri

Oyunlar

yabancı isimli eseri 1965 yılında bursa oda tiyatrosu tarafından oyunlaştırılarak dünyada ilk defa sahneye konmuştur. yönetmen mustafa özcani dekor kostüm ataman ayvaz. başrol nevzat şenol. [ref. ataman ayvaz]

 

Denemeler

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sisyphos Söyleni

 

 

 

Tanrılar Sisyphos'u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkum etmişlerdi; Sisyphos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecekti hep. Yararsız ve umutsuz çabadan daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdi, o kadar haksız da sayılmazlardı.

 

Homeros'a bakılırsa, Sisyphos ölümlülerin en bilgesi, en uyanığıydı. Başka bir söylentiye göre de haydutluğa eğilim gösteriyordu. Ben bunda bir çelişki görmüyorum. Ruhlar dünyasının yararsız işçisi olmasına yol açan nedenler konusunda kanılar farklı.

 

 

 

İlkin tanrıları biraz hafife alması başına kakılıyor. Onların gizlerini açığa vurmuştu. Jüpiter, Asope'un kızı Egine'yi kaçırır. Kızın babası bu kayboluşa şaşar, Sisyphos'a dert yanar. Bu kaçırmayı bilen Sisyphos, Korent kalesine su vermesi koşuluyla Asope'a bilgi vereceğini söyler. Suyu tanrıların öfkesine rağmen yeğ tutmuştur. Ruhlar ülkesinde bundan dolayı cezalandırılır. Homeros bize Sisyphos'un Ölüm'ü zincire vurduğunu da anlatır. Pluton ülkesini ıssız ve sessiz görmeye katlanamaz. Savaş tanrısını yollar, o da Ölüm'ü kendisini yenenin elinden kurtarır.

 

Sisyphos'un ölmek üzereyken, önlemsizlik edip karısının aşkını denemek istediği de söylenir. Cesedini alanın ortasına atmasını ister. Sisyphos kendisini ruhlar ülkesinde bulur ve burada insan aşkına öylesine karşıt olan bu söz dinlemeye kızar, karısını cezalandırmak üzere yeryüzüne dönmek için Pluton'dan izin alır. Ama bu Dünya'nın yüzünü yeniden görünce, suyu ve güneşi, sıcak taşları ve denizi tadınca, ruhlar ülkesinin karanlığına dönmek istemez artık. Çağırmalar, öfkeler, gözdağları, hepsi boşa gider. Daha birçok yıllar, körfezin eğrisi, pırıl pırıl deniz ve yeryüzünün gülümsemeleri karşısında yaşar. Tanrıların bir karar vermesi gerekmektedir. Mercure gelip pervasızın yakasına yapışır, sevinçlerinden kopararak zorla ruhlar ülkesine götürür onu, burada kayası hazırdır.

 

Sisyphos'un absürt kahraman olduğu şimdiden anlaşılmıştır. Tutkularıyla olduğu kadar sıkıntısıyla da absürtdür. Tanrıları hor görmesi, ölüme kin duyması, yaşam tutkusu, tüm varlığı, hiçbir şeyi bitirmemeye yönelttiği bu anlatılmaz işkenceye mal olur. Yeryüzünün tutkuları için ödenmesi gereken pahadır bu. Ruhlar ülkesindeki Sisyphos konusunda hiçbir şey söylenmez bize. Söylenenler imge gücümüzle canlandırılmak için yaratılmıştır. Burada yalnız kocaman taşı kaldırmak, yuvarlamak, yüz kez yeniden başlanan bir yokuşu tırmanmasını söylemek için gerilmiş bedenin tüm çabası görülür; kırışmış yüz, taşa bastırılmış yanak, balçık kaplı kitleyi yüklenen bir omzun, onu indiren bir ayağın desteği, kollarla yeniden toparlama, toprağa batmış iki elin tümüyle insansı güveni görülür. Göksüz uzamla, derinlikten yoksun zamanla ölçülen bu uzun çabanın en sonunda, amaca ulaşılmıştır. Sisyphos o zaman taşın birkaç saniyede bu aşağı dünyaya inişine bakar, yeniden tepelere doğru çıkarmak gerekecektir onu. Gene ovaya iner.

 

Sisyphos bu dönüş, bu duruş sırasında ilgilendirir beni. Böylesine taşlarla didinen bir yüz, taşın kendisidir şimdiden! Bu adamın ağır ama eşit adımlarla sonunu göremeyeceği sıkıntıya doğru inişi gözlerimin önüne geliyor. Bu saat, bir soluk alışı andıran, tıpkı yıkımı gibi şaşmaz bir biçimde geri gelen bu saat, bilincin saatidir. Tepelerden ayrıldığı, yavaş yavaş tanrıların inlerine doğru gömüldüğü saniyelerinin her birinde, yazgısının üstündedir. Kayasından daha güçlüdür.

 

Bu söylen 'trajik'se, kahraman bilinçli olduğu içindir. Gerçekten de, her adımda başarma umuduyla desteklenseydi, neden kederli olacaktı? Bugünün işçisi yaşamının tüm günlerinde aynı işlerde çalışır, bu yazgı da absürtlükte bundan aşağı kalmaz. Ama ancak bilinçli olduğu ender anlarda 'trajik'tir. Sisyphos, tanrıların paryası, güçsüz ve ayaklanmış Sisyphos, düşkün durumunun tüm enginliğini bilir: inişi sırasında bunu düşünür. Bunalımını oluşturan açık görüşlülük aynı zamanda yengisini de tüketir. Horgörünün aşamadığı yazgı yoktur.

 

Kimi günlerde dönüş böyle acı içinde geçiyorsa, sevinç içinde de geçebilir. Bu sözcük fazla değil. Gene Sisyphos'u kayasına dönerken getiriyorum gözlerimin önüne, acı başlangıçtaydı. Yeryüzünün görüntüleri usa fazla takıldığı zaman, insanın yüreğinde keder yükselir: kayanın yengisidir bu, kayanın ta kendisidir. Bunlar da bizim Gethsemani gecelerimizdir. Ama ezici gerçekler tanındılar mı yok olurlar. Böylece Oidipus da ilkin yazgıya bilmeden boyun eğer. Bildiği andan sonra, trajedyası başlar. Ama aynı anda, kör ve umutsuz durumda, kendisini dünyaya bağlayan tek elin bir genç kızın eli olduğunu anlar. Ölçüsüz bir söz çınlar o zaman: 'Bunca acı deneyimime karşın, ilerlemiş yaşım ve ruh büyüklüğüm her şeyin iyi olduğu yargısına götürüyor beni.' Dostoyevski'nin Kirilov'u gibi Sofokles'in Oidipus'u da absürt yenginin formülünü verir böylece. İlkçağ bilgeliği çağdaş kahramanlıkla birleşir.

 

Bir mutluluk kitabı yazma isteğine kapılmadıkça, absürdü bulamaz insan. 'Daha neler! Böylesine dar yollardan mı..' Ama bir tek dünya var yalnızca. Mutluluk ve absürt aynı yeryüzünün iki oğlu. Birbirlerinden ayrılamazlar. Yanlışlık mutluluğun ille de absürdün bulunuşundan doğduğunu söylemek olur. 'Her şeyin iyi olduğu yargısına varıyorum,' der Oidipus, bu söz kutsaldır. İnsanın vahşi ve sinirli evreninde çınlar. Her şeyin tükenmediğini, tüketilmediğini öğretir. Bu dünyaya doyumsuzluğumuz ve yararsız acılardan hoşlanmamız yüzünden gelmiş bir tanrıyı kovar bu dünyadan. Yazgıyı bir insan işi yapar, insanlar arasında sonuçlandırılacak bir işe dönüştürür.

 

Sisyphos'un tüm sessiz sevinci buradadır: yazgısı kendisinindir. Kayası kendi nesnesidir. Aynı biçimde, absürt insan da sıkıntısı üzerinde gözleme başladığı zaman, tüm putları susturur. Birdenbire sessizliğine bırakılmış evrende, yeryüzünün binlerce hafif, hayran sesi yükselir. Bilinçsiz ve gizli seslenişler, tüm yüzlerin çağrıları, bunlar işin kaçınılmaz ters yüzü ve yenginin pahasıdır. Gölgesiz güneş yoktur. Ve geceyi tanımak gerektir. Absürt insan evet der, çabası hiç dinmeyecektir artık. Kişisel bir yazgı varsa, üstün alınyazısı yoktur, hiç değilse tek bir alınyazısı vardır, onu da kaçınılmaz bulur ve küçümser. Gerisine gelince, günlerini istediği gibi geçireceğini bilir. İnsanın kendi yaşamına yöneldiği bu yüce anda, Sisyphos, kayasına dönerken, kendisince yaratılan, belleğinin bakışı altında birleşen, hemen sonra da ölümüyle kapanan yazgısı olan bu bağımsız eylemler dizisini seyreder. Böylece, insansal olan her şeyin tümüyle insan kaynaklı olduğunu gösterir, görmek isteyen ve karanlığın sonu olmadığını bilen kördür, hep yürümektedir. Kaya hala yuvarlanır durur.

 

Sisyphos'u dağın eteğinde bırakıyorum! Kişi yükünü eninde sonunda bulur. Ama Sisyphos tanrıları yadsıyan ve kayaları kaldıran üstün sadıklığı öğretir. O da her şeyin iyi olduğu yargısına varır. Bundan böyle, efendisiz olan bu evren ona ne kısır görünür, ne de değersiz. Bu taşın ufacık parçalarının her biri, bu karanlık dağın her madensel parıltısı, tek başına bir dünya oluşturur. Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter. Sisyphos'u mutlu olarak tasarlamak gerekir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Veba'dan

 

 

Birbirlerine sıkı sıkı sarılmış insanlar, dünyada geri kalan her şeye gözlerini yummuş, görünüşte vebayı alt etmiş, tüm sefaleti ve aynı trenle gelip karşılarında kimseyi bulamamış herkesi unutmuş olarak evlerine döndüler; peronda yalnız kalanlarsa eve dönünce uzun sürmüş suskunlukların yüreklerine saldığı korkuyu doğrulayan bir şey bulmaya hazırlanıyorlardı. Artık taptaze bir acıdan başka kendilerine eşlik eden hiç kimseleri olmayan bu insanlar için, o anda artık yaşamayan bir varlığın anısına sarılanlar için her şey farklıydı ve ayrılık duygusu doruk noktasına ulaşmıştı. Onlar için, şimdi ortak bir çukura atılmış ya da bir kül yığınında eriyip gitmiş o varlığa ilişkin tüm neşeyi yitiren anneler, eşler, sevgililer için veba hâlâ vardı.

 

Ama kim düşünüyordu bu yalnızlıkları? Öğle olunca güneş sabahtan beri bir mücadele halinde havanın içinde dolanıp duran soğuk esintileri alt ederek değişmeyen bir ışığı sürekli yinelenen dalgalarla kentin üzerine saçıyordu. Gün sanki akmıyordu. Tepelerden kalelerin topları durgun gökyüzünde ara vermeden patlamaya başladı. Acıların son bulduğu ve unutuşun henüz başlamadığı, iki arada kalmış bu dakikada tüm kent kendini dışarı attı.

 

Bütün meydanlarda dans ediliyordu. Bir günde trafik yoğunluğu hissedilir biçimde artmış ve sayıları giderek çoğalan arabalar insan seli altındaki sokaklarda güçlükle ilerliyordu. Kentin çanları tüm akşamüstü en yüksek perdeden çaldı. Mavi ve altınsı bir göğü çınlamalarıyla dolduruyorlardı.

 

Gerçekten de kiliselerde şükür duaları okunup duruyordu. Ama aynı zamanda eğlence yerleri ağzına kadar dolmuş, geleceği düşünmeden ellerindeki son alkollü içecekleri dağıtıyorlardı. Tezgâhların önünde hepsi de heyecan içinde bir kalabalık itiş kakış duruyordu, aralarında çevredeki bakışlardan çekinmeyen, sarmaş dolaş birçok çift vardı. Hepsi bağıra çağıra konuşuyor ya da gülüyordu. Herkes içine kapandığı aylar boyunca yaşamı biriktirmiş, şimdi hayatta kalmalarını kutlarcasına onu harcıyorlardı. Ertesi gün asıl yaşam başlayacaktı, önlemleriyle. Şimdilik çok farklı kökenlerden insanlar dirsek dirseğe kardeş gibiydiler. Ölümün varlığının gerçekleştiremediği eşitlik, en azından birkaç saatliğine kurtuluşun coşkusunda ortaya çıkıyordu.

 

İlk kez olarak Rieux aylarca her gelen geçenin yüzünde okuduğu şu tamdık havaya bir ad verebiliyordu. Şimdi çevresine şöyle bir bakması yeterliydi. Vebayı, sefaleti ve yoklukları geride bırakan herkes, uzun süredir oynamakta olduğu rolün giysisine bürünmüştü, yokluğu ve uzaktaki ülkeyi önce yüzleriyle, şimdi de giysileriyle belli eden göçmen rolüne bürünmüşlerdi. Vebanın kent kapılarını kapadığı günden başlayarak yalnızca ayrılığı yaşamışlardı, her şeyi unutturan o insancıl sıcaklıktan ayrı düşmüşlerdi.

 

Değişik derecelerde, kentin her köşesinde bu kadınlar ve bu erkekler, herkes için aynı olmayan ama yine hepsi için olanaksız bir buluşmayı özlemişlerdi. Çoğu tüm gücüyle orada bulunmayan birisini, bir bedenin sıcaklığını, sevgiyi yada alışkanlığı haykırmıştı. Bazıları insanların dostluklarından uzak düşmenin, onlara mektup, tren, gemi gibi dostluklara özgü alışılmış yollardan ulaşamayacak olmanın çoğunlukla farkına varmadan acısını çekiyordu. Daha az sayıda bir başka grup insan da, belki Tarrou gibileri, tanımlayamadıkları bir şeylerle istemişlerdi birliği, ama bunlar da istenecek tek şeydi onların gözünde. Başka bir ad bulamadıklarından buna bazen huzur diyorlardı.

 

Rieux hâlâ yürüyordu. İlerledikçe çevresindeki kalabalık artıyor, gürültü çoğalıyor ve ulaşmak istediği mahalleler uzaklaşıyor gibi geliyordu. Yavaş yavaş bu bağırıp çağıran kitleye karışıyordu ve bu haykırışın bir bakıma kendi haykırışı olduğunu da anlamaya başlıyordu. Evet, hem bedensel hem de ruhsal açıdan hepsi birlikte acı çekmişti, hepsi güç bir tatil dönemine, umarsız bir sürgüne ve hiç giderilmemiş bir susuzluğa birlikte katlanmışlardı. Bu üst üste yığılan ölüler, ambulans sirenleri, şu yazgı denilen şeyin ihtarları, korkunun yinelenen ayak sesleri ve yüreklerdeki korkunç başkaldırı arasında hep bir söylenti yayılıp durmuş ve korku içindeki bu insanlara gerçek vatanlarını bulmaları gerektiğini söyleyerek onları uyarmıştı. Onların hepsi için gerçek vatan, bu boğulan kentin duvarlarının ötesindeydi. Tepelerdeki güzel kokulu çalılıklarda, denizde, özgür ülkelerde ve aşkın gücündeydi. Ve geri kalan her şeye tiksintiyle sırt çevirerek o ülkeye, mutluluğa dönmek istiyorlardı.

 

Bu sürgünün ve bu birleşme duygusunun ne anlama gelebileceğini Doktor Rieux hiç bilmiyordu. Durmadan yürürken her yandan sıkıştırılmış, kendisini çağıran hastalarına giderken, yavaş yavaş yükü azalmış sokaklara yaklaşıyor ve bu şeylerin bir anlamının olup olmamasının önemli olmadığını, yalnızca, insanların umudunun bir karşılık bulmasını görmek gerektiğini düşünüyordu.

 

Karşılığın ne olduğunu bundan böyle o biliyordu ve dış mahallelerin neredeyse ıssız o ilk sokaklarında bunu daha iyi görüyordu. Yalnızca aşklarının yaşadığı eve dönmeyi istemiş olanlar, sayıları azalsa da bununla yetinmesini bilerek arada sırada ödüllerini alıyorlardı. Kuşkusuz aralarından bazıları, bekledikleri kişiden yoksun, tek başlarına kentte yürümeyi sürdürüyorlardı. Salgından önce, aşklarını daha başından yoluna koyamamış ve birbirine düşman sevgilileri birbirine bağlı tutan o güç anlaşmayı yıllarca körü körüne izleyen bazıları gibi, eşinden iki kez ayrılmak durumuna düşmemiş olanlar da mutluydu. Rieux gibi onlar da her şeyi zamana bırakmanın hafifliğini duymuşlardı: Onlar sonsuza dek ayrılmışlardı. Ama, Doktor Rie-ux'nün sabah yanından ayrılırken "Haydi, cesaret, şimdi haklı çıkmanın zamanı," dediği Rambert gibi başkaları da, yitirdiklerini sandıkları kişiyi hiç duraksamadan bulmuşlardı. En azından bir süre için mutlu olacaklardı. Her zaman istenebilecek ve bazen elde edilebilecek bir şey varsa, onun da insan sevgisi olduğunu şimdi onlar biliyordu.

 

Tersine, hayal bile edemedikleri bir şeyi dilemiş olanların hiçbirine bir karşılık gelmemişti. Tarrou sözünü ettiği o ulaşılması güç huzura kavuşur gibi olmuş, ama onu işine yaramayacağı bir anda, ölümde bulmuştu. Tersine, Rieux'nün kapı eşiklerinde, azalan ışığın altında gördüğü, tüm güçleriyle sarılmış, heyecan içinde birbirine bakan başkaları eğer istediklerini elde etmişlerse, bunun nedeni yalnızca kendi ellerinde olan bir şey istemiş olmalarıydı. Ve Rieux, Grand'la Cottard'ın bulunduğu sokağa saparken insanla, onun yoksul ve inanılmaz aşkıyla yetinenlerin de en azından arada bir neşeyle ödüllendirilmesinin yerinde olacağını düşünüyordu.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Her şeye katlanabilirim, yeter ki içimde o yoğun ve coşkun yalımı duyayım…

 

• İnsan söyledikleriyle değil, söylemedikleriyle insanlaşır…

 

• Hayatta ne öğrendiysem futboldan öğrendim. Çünkü top hiç bir zaman beklediğim köşeden gelmedi…

 

• Hayat aslında anlamsız bir bulanıklıktır ama ona anlam katabilmek gerekir. Mutlaka bir tercihiniz olmalı ona dayanmalı onun için mücadele etmelisiniz. Tercihliksiz de bir tercih....

 

• "Önümden gitme

Seni takip edemeyebilirim

Arkamdan gelme

Sana yol gösteremeyebilirim

Yanımda yürü

Ve yalnızca

dostum kal…"

 

• Ateşten ve yiyecekten yoksun bir insan için özgürlük, hiç de acelesi olmayan bir lükstür…

 

• Üstünde durduğumuz sıkıntı bütün bir çağın sıkıntısıdır. Biz, kendi tarihimiz içinde düşünmek ve yaşamak istiyoruz.biz inanıyoruz ki,bu hayatın gerçeğine ancak herkesin kendi dramını sonuna kadar yaşamasıyla erişilebilir…

 

• Para mutluluğu satın alır. Eğer paran varsa çalışmak zorunda kalmazsın, zamanı satın alırsın ve bu zamanı kendini mutlu edecek şeyler yaparak değerlendirirsin…

 

• Hayatımın kusurlu yanlarını saklamak zorunda oluşum bana soğuk bir hava veriyordu, bu soğukluğu da erdemle karıştırıyorlardı…

 

• İnsan ne ise, o olmayı reddeden tek yaratıktır…

 

• Savaş, çoğunluk için; bu sıkıntı, bir şey yapmak için yeterli cesarete sahip olmamanın verdiği vicdan azabından oluşan bu saçma zorunluluğu ya da başkalarının ölümünü paylaşmamaktan duyulan pişmanlıkla bir şey yapmamaktır…

 

• Bir insanın tek başına mutlu olması utanılacak bir şeydir…

 

• Önemli olan tek bir felsefe sorunu vardır, intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediğinde bir yargıya varmak, felsefenin temel sorununa bir yanıt vermektir…

 

• Şimdi insanlığın önündeki dehşet verici olasılıklar karşısında, uğrunda mücadele etmeye değecek tek şeyin barış olduğunu daha da açık bir şekilde görüyoruz. Bu artık bir dua değil, tüm halkların kendi hükümetlerine yöneltecekleri bir taleptir -nihaî olarak cehennemle akıl arasında bir seçim talebi…

 

• Hayat bir şey değildir, itinayla yaşayınız…

 

• İdam cezasını kaldırmayacak bir devrim için ölmeye değmez…

 

• Bütün ahlaklar bir eylemin kendini haklı ya da geçersiz kılan sonuçları bulunduğu görüşü üzerine kurulmuştur. Uyumsuza varmış bir insan bu sonuçların esenlikle ele alınması gerektiğini düşünür yalnız. Ödemeye hazırdır. Başka bir deyişle, onun için sorumlular varsa bile -suçlu- yoktur…

 

• Gecenin kokuları, toprak ve tuz kokuları şakaklarımı serinletiyordu. İşaretler ve yıldızlarla yüklü olan bu gecede kendimi ilk kez olarak, dünyanın kayıtsızlığına açıyordum. Dünyayı kendime bu kadar eş, böylesine kardeş bulunca, anladım ki, eskiden mutluluğa ermişim, hatta hala da mutluyum…

 

• Büyük tarihsel bunalımların ertesinde, insan kendini ipin ucunu kaçırdığı bir gecenin sabahında olduğu gibi hoşnutsuz ve hasta hissediyor. Ama tarihsel akşamdan kalmalar için aspirin yok…

 

 

ufak bi katkım olsun dedim....

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...