Jump to content

Özdemir Nutku-söyleşi...


pithc

Önerilen Mesajlar

Tiyatroya Adanan 60 Yıl. : Prof. Dr. Özdemir Nutku

17 Haziran 2007 Pazar - Söyleşi

 

S.D Karahaliloğlu

 

İlk tiyatro tozunu yutalı beri 60 yıl olmuş. Dile kolay. Sahne üzerinde figüran olarak göründüğü zamandan bu yana geçen yıllarda yaptıkları bir değil, 10 yaşama bedel. Yönetmen olarak sahnelediği oyunlar, yazdığı tiyatro kitapları, İngilizce ve Almancadan çevirdiği kitaplar, duru ve öz Türkçeyle yabancı dillerden çevirerek dilimize kazandırdığı oyunlar, yetiştirdiği öğrenciler, şimdi hepsi bir hoca ve usta bir oyuncu olan dünün çaylak tiyatrocuları. Tiyatroya gönül vermiş herkesin bir şekilde minnet borcu vardır Prof. Dr. Özdemir Nutku’ya.

İlk önce, tiyatro ustası, hocaların hocası Prof. Dr. Özdemir Nutku ile geçmişe dönelim istedik. Hep ciddi, ağır sorular sorulmaz ya. Biz de şu meşhur ilk görüşte aşkın hikayesini alalım istedik. Tiyatroya ilk adım atıştan, sahneye koyduğu oyunlara, Almanya’da geçen renkli tiyatro okuduğu renkli yıllara, yazdığı kitaplara kadar çok uzun soluklu bir söyleşi yaptık. “Tiyatro aşkının” nasıl yüreğini vurduğunu, İzmir Sanat’ta çaylarımızı yudumlarken konuştuk.

SDK – Hakikaten hocam, ilk tiyatroya gittiğiniz günü hatırlıyor musunuz?

Özdemir Nutku – İlk defa anneannem beni çocuk tiyatrosuna götürmüştü. Yıl 1937. Bundan çok heyecan duydum. Ondan sonra koleje girdikten sonra bütün tiyatro etkinliklerinde rol aldım. 1946- 47 ’ de beni kolejde gören profesyonel bir ağabeyimiz beni beğenmiş. İstanbul’da Kadıköy’de Karlo Kapoçelli’nin orkestrasıyla birlikte “Tarla Kuşu” opereti konuyordu. Süreyya Sinemasında sergilenen Franz Lehar’ın “Tarla Kuşu” operetinde, hem dansçı hem de oyuncu olarak küçük bir rolde oynadım. İlk defa profesyonel olarak sahneye çıkmıştım. O nedenle, şimdi meslekte 60. yılımı kutluyorum. Daha önce sahneye amatör olarak çıkıyordum ama “Tarla Kuşu” operetinde ilk defa para aldım, oyunda rol aldığım süre içinde yövmiye alıyordum.

SDK – Sanıyorum ilk tiyatro etkileşimi anneanneniz ile başladı. Öyle değil mi?

Özdemir Nutku - Anneannem çok küçükken 6-7- yaşlarındayken bana “Pandispanya Çocuğu” okurdu. Aklımda kalmış, çünkü o çocuğa çok üzülmüştüm. Masalın sonunda o çocuğu yiyorlardı. (kahkahadan kırılıyoruz..) Sonra “Kibritçi Kız” masalı vardı. Anneannem benim çok üzüldüğümü görünce, bu tür masalları okumayı bıraktı. Nasrettin Hoca hikayeleri ve fıkralar okumaya başladı.

SDK – Gelelim tiyatroya ilk gittiğiniz güne. Siz de ne tür izler bıraktı?

Özdemir Nutku – Bir gün anneannem bana, “sen tiyatro nedir biliyor musun?” diye sordu. Hayır, bilmiyorum deyince, işte bu hikayelerde anlatılanlar insanlar tarafından canlandırılıyor dedi. Peki, görmek ister misin deyince tabii, görmek isterim dedim. Biz o zamanlar taaa, Kadıköy Acıbadem’de oturuyorduk. Oradan bir arabaya biniyor, Haydarpaşa iskelesine gidiyorduk. Oradan vapura biniyorduk. Karaköy’e geliyor, Karaköy’de tünele biniyor. Tünel’den tiyatroya gidiyorduk yani, yani benim için uzun bir “Ay Yolculuğu” gibi bir şeydi. İşte, o ilk tiyatroya gidişimde, ilk defa Tünele binmiştim. Orada, Tünel’de çok zangırtılı gürültülü bir şeydi, bayağı korkmuştum. O da bana ayrı bir serüven olmuştu. Sonra, gece aynı serüveni ben bir kere daha yaşamıştım. Daha ilkokul birinci sınıfa gidiyordum ve benim için çok maceralı bir gün olmuştu.

SDK – Oyunun konusu neydi?

Özdemir Nutku - Oyunda bir siyah köpek vardı. O siyah köpeği hep itip kakıyorlardı. Sonra, oyun bitti. Alkışlar başladı. Alkışlarda, bütün köpeklerin hepsi çıkmıyor. Orada bir anlatıcı vardı. Orada çocuklara soruyor. Kimi istiyorsanız, söyleyin gelsin diyordu. Çocuklar köpeklerin isimlerini bağırıyorlar. Hep beyaz köpekler geliyor, kara köpeği isteyen yok. Anneannem ben rahatsız olmayayım diye loca almış, altıma da oyunu rahat görebileyim diye kendi mantosunu koymuştu. İskemle de oturuyorum. Avazım çıktığı kadar “Kara Köpeeeek, Kara Köpeeeeek” diye bağırıyorum ama sesimi duyuramamışım demek ki kara köpek çıkmadı. Buna çok üzülmüştüm.

SDK – O dönem seyrettiğiniz çocuk oyunlarını anımsıyor musunuz?

Özdemir Nutku – Çocuklara, öğretici “didaktik” oyunlar vardı. İşte okula nasıl gidilir? Okulda neler yapmamız lazım? O zaman Kemal Küçük vardı. Öykülü oyunlar yazardı. Şehir Tiyatrolarının Çocuk tiyatrosu ve özel aktörleri vardı. Yani, her şey oynanırdı. Mesela “Çizmeli Kedi”, “Kırmızı Başlıklı Kız”, “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler” gibi masalları hep izlerdik. Ama ben içlerinden en çok “Çizmeli Kedi” oyununu beğenmiştim. Gerçekten de “Çizmeli Kedi” çok güzeldi.

SDK – Çocuk tiyatrosundan yetişkin oyunlarına geçişiniz nasıl oldu?

Özdemir Nutku – Zaten ben beşinci sınıfı bitirdikten sonra Robert Koleje girdim. Kolejde, kendi aramızda hocalarla birlikte İngilizcemiz ilerlesin diye bize tiyatro oyunları oynatıyorlardı. Ondan sonra, sekiz yıl boyunca devam etti. Liseye geçtikten sonra, çok sayıda oyunda rol aldım. Mesela Ahmet Muhip Dranas’ın, John Steinbeck’in, Refik Erduran’ın “Kahraman” isimli oyunuyla William Shakespeare’in oyunlarında oynadım. Kolejde tiyatroya çok önem verilirdi. Tiyatroya asıl sevgim, Türkçe öğretmenlerimizle başladı. Mesela Ekrem Yirmibeşin vardı. Türkçe hocamız Keramet Nigar Bey vardı. Kendisi Şair Nigar Hanım’ın oğullarından biriydi ve104 yaşında öldü. Çok iyi de Türkçe öğretirdi. Bizi şehir tiyatrosundaki oyunlara götürürdü. Sonra, başka bir Türkçe hocamız Baha Toven vardı. İmzasını Beethoven diye atardı. B. Toven diye atardı. Beethoven olurdu. Çok özel bir insandı, gerçek bir Beethoven aşığıydı. Dersleri hep klasik müzik dinleterek geçerdi. O da bize müzik sevgisi aşıladı. Annem ve babam bizi, kardeşimi ve beni çok küçük yaşlarda piyanoya başlatmışlardı. Klasik müziği çok sevdiğim için Baha Toven’in derslerini çok severdim, çok güzel geçerdi. Bütün bu hocalardan biz çok iyi Türkçe öğrendik. İşte bütün bu hocaların hepsi beni tiyatro konusunda çok kamçıladılar. Bilmiyorum bende bir yetenek mi gördüler, hep beni desteklediler. Mesela, bir oyun oynanacaksa muhakkak ben seçilirdim. Çok keyifliydi. Sonra, birden bire dışarıdan biri gelip beni oyunda profesyonel olarak oynatınca daha çok zevk almaya başladım. Düşün, 16 yaşında para kazanmaya başladım.

 

SDK – Yetişkin oyunlarına geçiş nasıl oldu?

Özdemir Nutku – İşte, kolej yıllarında oynadığım bu oyunlarla oldu. Mesela, William Shakespeare’in “Romeo ve Juliet” isimli eserinde, Benvolio karakterini oynadım. Refik Erduran’ın “Kahraman” isimli eserinde, “Kahraman”ın bir yetişkinliği bir de çocukluğu vardır. Ben “Kahraman”’ın çocukluğunu oynadım. John Steinbeck’in “Yüreğim Dağlardadır” oyununda oynadım. O dönemde, okulda çok popüler bir insandım. Yıl 1949. Türkiye 10.000 metre şampiyonluğum vardı. Sonra, 400 metre egale şampiyonluğum oldu. 800 metre koşuyordum. Piyano çalıyordum.

SDK – Tiyatro’da seyrettiğiniz ilk yetişkin oyunu hangisiydi?

Özdemir Nutku – Ankara’da ilkokul ikinci sınıftaydım. Ankara’da teyzem beni o dönemde 1941’de kurulan Tatbikat Sahnesi’ne götürmüştü. 1942’de Kemalettin Bey’in yaptırdığı Halk Evi vardı. Sonra Halk Ocağı oldu. Orada Madam Butterfly’ın birinci ya da ikinci perdesini seyretmiştim. Mesude Çağlayan Madam Butterfly’ı oynuyordu. O ilk gördüğüm profesyonel oyundu. Tatbikat Sahnesi yarı profesyonel oyunlar sergiliyordu. Beni çok etkilemişti. O oyun beni tamamıyla tiyatronun kucağına attı diyebilirim.

 

SDK – Tiyatro sevgisi aileden geliyor diyebilir miyiz?

Özdemir Nutku – Tabii ki ilk tiyatroya gidişimizden sonra, anneannem ayda iki üç defa olmak üzere beni tiyatroya götürmeye başladı. Daha sonra da, annem ve babam ile birlikte tiyatroya gitmeye başladım. Babam özellikle tiyatroya çok meraklıydı. Metin And’ın söylediğine ve yapmış olduğu araştırmaya göre, Türkiye’de ilk opereti, “La Bayader” operetini babam çevirerek sahnelemiş. Operet, Süreyya Sineması’nda sahnelemiş, hatta başrolde de Gülriz Sururi’nin annesi oynamış. Öte yandan, teyzem Heidelberg Üniversitesi Felsefe Bölümünden mezundu. Teyzem Şaziye Berin Kunt’un Milli Eğitim Yayınlarından çıkan Henrick İbsen ve Gerhart Hauptman’dan Almancadan Türkçeye çevirdiği eserleri vardır. Annem de Fransa’da okumuştur ve Fransızcadan şiir çevirileri vardır. O zaman babam savaş sırasında askeri yargıçlık yapıyordu ve Isparta’daydık. Annemin çevirileri Isparta’da mahalli bir gazetede yayınlanmıştı. Babam tiyatroyu çok severdi ve müziğe de çok meraklıydı. Müzik kulağı çok iyiydi. Tek nota bilmez. Bütün opereti ezbere çalardı. Çardaş Fürstin’i, La Bayader’i, dinlediği her şeyi ezbere kulaktan çalma yeteneğine sahipti. Müthişti. Ben o nedenle çok şanslıyım. Okuldan çok şey öğrendim. Fakat ailemiz çok iyiydi. Ben ailemden çok iyi beslendim.

SDK – Peki, tiyatroyu seçme kararını nasıl aldınız?

Özdemir Nutku - Askerlikten ayrıldıktan sonra babamın büyük bir hukuk bürosu vardı. Denizci olduğu için deniz ticaret avukatlığı yapıyordu. Yanında üç, dört avukat çalışırdı. Benim de avukat olmamı isterdi. Ankara’ya milletvekili olarak gittiğinde ben de Hukuk Fakültesine girdim. Bir sene Hukuk Fakültesi’ne devam ettim. Sonra babamın karşısına geçtim. Baba ben hukuk fakültesinde yapamayacağım, ben iyi bir hukukçu olamam, çünkü sevmiyorum dedim. Peki, neyi seviyorsun diye sordu. Ben, tiyatroya gireceğim dedim. Biraz durdu. Gözleri nemlendi. “Benim yapmak istediğimi, sen yap oğlum. Bu, senin hayatın.” dedi.

SDK – O zaman tam aile desteği ile tiyatroya başladınız diyebilir miyiz?

Özdemir Nutku – Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesini bitirdikten sonra, beni tiyatro eğitimi almam için Almanya’ya gönderen de babamdır. Beni Robert Kolej’e de yazdıran babamdır. Okul çok pahalıydı. Babamın ödeme gücünün üstündeydi ama babam taksitle ödedi ve beni Robert Kolejde okuttu. Sonra, Almanya’ya üniversiteye giderken ben ilk yıl burs buldum. Almanya’ya gidince kendi hayatımı kendim kazanmaya başladım. Hatta burs parasının çok üstünde kazanıyordum. Piyano çalıyordum. Caz piyanistiydim.

SDK – Caz piyanistliği deyince, sizin bir de klasik müzik konseriniz vardı değil mi?

Özdemir Nutku – 1949 yılında ilk ve son klasik müzik konserini Beyoğlu Saray sinemasında verdim. O zamanlar Kontiya diye piyano resitalleri düzenleyen bir acenta vardı. “Genç Yetenekler” adı altında bir konserler dizisi düzenlenmişti. Orada Scarlatti ve Bach konseri verdim. 1935 yılında altı yaşında piyanoya başladım, 14 yıl sonra 1949 yılında bir konser verdim. O zamanlar kolejde jimnastiğe meraklıydım. Konserden dört ay sonra, jimnastikhanede, aletli jimnastik çalışırken sol elimin üzerine kapak düştü ve bütün parmaklarımı ezdi. Sekiz ay boyunca elim alçıda kaldı ve alçıyı çıkarttığımızda sol elim piyanodaki hakimiyetini kaybetmişti. Sol el sadece akor basabiliyordu. Kazadan önce ben Schumann’ın Sol El Etüdünü çalıyordum, Chopen’in eserlerini çalıyordum. Ama kazadan sonra, zamanla sol elim biraz açıldı ama eskisi gibi olmadı. Bu nedenle caza geçtim. Duk Ellington’un notalarını getirttim. Caza ağırlık verdim.

SDK – Caz Müzisyenliği Türkiye’ye dönünce de devam eti mi?

Özdemir Nutku - Ankara’ya geri dönünce Almanya’da caz piyanisti olarak çalmış olmam bana piyasaya çıkma cesareti verdi. Ve Özdemir Nutku Quartet adlı bir grup kurduk. Gitar, trompet, bateri ve piyano. O dönemde her hafta sonu toplanır provalar yapardık. Her Cumartesi gecesi Ankara Palas’ın gece kulübünde çalıyorduk. İyi de para alıyorduk.

SDK – Almanya’ya tiyatro eğitimine dönersek, özellikle hocalarınızdan biraz bahsedebilir misiniz?

Özdemir Nutku – 1956'da Ankara Üniversitesi'nden mezun olduktan sonra, aynı yıl bir bursla Almanya'ya Göttingen kentindeki Georg-August Üniversitesi, Tiyatro okuluna kaydoldum. Üniversitede, Tiyatro okulunda Prof. Walter Hinck, Prof. Dr. Sehrt benim hocalarımdı. Orada tiyatro bölümüne girdim. Göttingen Devlet Tiyatrosu Baş Rejisörü Heinz Hilpert’in üç yıl boyunca asistanı oldum. O zaman Heinz Hilpert, o dönemde Almanya’nın dört büyük rejisöründen biriydi. Diğerleri Erwin Piscotor, Helmut Jüngens, Gustav Gründgus ve Jüngen Fehling di. Heinz Hilpert çok büyük bir rejisördü. Altı tane reji asistanı vardı. Ben içlerinde en küçüğüydüm. Ötekilerin hepsi Almandı, bir tek ben Türk’tüm. Zaten daha önce, yabancı asistan olarak yanına sadece bir tane Yugoslav öğrenci almış. En başta birinci asistan olmak üzere, biz altı asistan Heinz Hilpert’in arkasında otururduk. Ve hiç ses çıkarmadan provayı izlerdik. Heinz Hilpert provaya müdahale eder, oyunculara direktif verirdi. Elimizde tekstler vardı. Heinz Hilpert burasını beğenmedi, burasını değiştirecek diye notlar alır, tekstlerin üzerinde işaret ederdik. Prova biterdi, orada spagetti yenen şarap içilen bir bar vardı. Oraya oturur, şarabını içer ve üzerine notlar aldığımız konuları konuşurduk. Neden oyunun burasını beğenmediniz, değiştirdiniz diye sorardık. O da izah ederdi. Karşılıklı bir fikir alış verişi yapar, tartışırdık. Her provadan sonra, o oyunu tartışırdık ama provada hiç ses çıkartamazdık.

SDK- Anladığım kadarıyla Heinz Hilpert çok renkli bir kişilikmiş….

Özdemir Nutku – Öyleydi. Zaten birinci asistanın görevi, çok büyük bir şampanya bardağında şampanya getirip kürsüye koymaktı. Arkadan ikinci asistan üç tane Havana purosu getirirdi. Bizlere de filanca neredeyse git onu çağır gibi ayak işleri düşerdi.

SDK – Sizin diğer renkli bir kişilik olan Nobel Ödüllü Heisenberg ile çok hoş bir karşılaşmanız var değil mi?

Özdemir Nutku – Aynı üniversitede, 1958’de Kuantum Fiziği ile ilgili yaptığı araştırmalarla Nobel Fizik Ödülünü alan Heisenberg de bulunuyordu. 1959 yılında doktora öğrencileri için verilen bir yemekte tesadüfen Heisenberg ile yan yana oturduk. Ben o sırada onun Heisenberg olduğunu bilmiyorum. Yemekte bir öğrenci bir hoca olacak biçimde bir oturma düzeni vardı. Yanımda da tiyatroyla yakından ilgilenen çok entelektüel beyaz saçlı bir adam var. Ben adamın adını sormadım. O bana sordu. “Siz ne doktorası yaptınız?” dedi. Ben de “tiyatro doktorası yaptım” diye cevap verdim. Sonra hocalarımı sordu ve tiyatrodan konuşmaya başladık. Yemek boyunca tiyatro ve müzik üzerine çok güzel bir sohbetimiz oldu. Tiyatro bilgisi o kadar iyiydi ki, kim olduğunu merak ettim. Aklıma geldi. “Neden bizim tiyatro derslerine gelmiyorsunuz?” diye soracaktım. Tam o sırada Rektör ayağa kalktı. “Şimdi hepimiz bütün doktorantlar şarap kadehlerini kaldırıyoruz” dedi. Herkes ayağa kalktı. Kadeh kaldırıldı. “Şimdi yemeğimiz bitti, kütüphaneye geçip kahvemizi içeceğiz” dedi. Dağıldık ve ben soru sorma fırsatını bulamadım. Sonradan Alman arkadaşlara, “Yanımda oturan siyahlar giymiş bey tiyatroyu çok güzel biliyor neden bizim derslerimize gelmiyor?” diye sorunca gülmeye başladılar. “Yaaa, tanımıyor musun? O Kuantum Fiziği konusunda geçen yıl Nobel Fizik Ödülünü alan Heisenberg” dediler. Ben o yıl Göttingen üniversitesinde okurken tıp, matematik ve fizik gibi dallarda 21 tane Nobel Ödülü almış bilim adamı aynı üniversitede hocalık yapıyordu. Mesela, hamilelikte bebeğin kız mı, oğlan mı olduğunu bulan Prof. Kirchoff da aynı okulda hocaydı. Zaten, Göttingen Üniversitesi 1364 yılında kurulmuş Avrupa’nın en eski üniversitelerinden biridir.

SDK – O kısa doktora yemeğinde Heisenberg ile tiyatro üzerine neler konuştuğunuzu hatırlıyor musunuz?

Özdemir Nutku – Doktora yemeğinde Heisenberg ile neler konuştuğumu net olarak hatırlamıyorum ama Heisenberg beni çok etkiledi. Heisenberg yemekte daha çok beni konuşturdu. “Türkiye’de tiyatro var mı?” “Türkiye’de özel tiyatro var mı?” diye sorular sordu. Daha çok bu konular üzerine konuştuk. Heiesenberg bana, bir insanın matematik de olsa, fizik de olsa ilerlemesi için kendi çalıştığı bilim dalı dışında sanatla uğraşması gerektiğini öğretti. Fizikçi de olsa kendi dalında ilerlemek istiyorsa, operaya, baleye, tiyatroya gitmesi sanatla uğraşması gerekiyor. Sanatçı olmasına gerek yok, sergileri gezmesi, mutlaka edebiyatla bir ilgisinin olması lazım. Mesela, bakın bizim Tıp Fakültelerindeki hocalarımızda sanatla edebiyatla, şiirle uğraşan çok sayıda değerli bilim insanlarımız var. Çünkü sanat insanı yaratıcı yapıyor. İnsan istediği kadar pozitif bilimler üzerine çalışsın, eğer sanatla uğraşmıyorsa kuruyup kalır. Heisenberg örneğini vererek ben bu konuyu birkaç yazı yazdım ve konuşmalarım da özellikle belirttim. Nobel Ödülü alan bilim adamlarına bakın hepsi mutlaka bir sanat dalıyla uğraşmıştır.

SDK – Orada bulunduğunuz dönemde kuşkusuz çok sayıda oyun izlemişsinizdir. İçlerinde sizi en çok etkileyen hangi eserler oldu?

Özdemir Nutku – Heinz Hilpert’in sahneye koyduğu çok güzel oyunlar gördüm. Mesela, Anton Çehov’dan “Üç Kız Kardeş” ve “Martı”, Henrick İbsen’den “Heda Gabler” ve “Denizden Gelen Kadın”, Gerhart Hauptman’dan “Gün Doğarken” ve “Dokumacılar” isimli oyunları izledim. İçlerinde beni en çok etkileyen oyun “Dokumacılar” oldu. Çünkü burada oyunun tek bir kahramanı yoktur. Kolektif bir oyundur. Şilezya’daki dokumacıların yoksulluğunu ve toplu direnişlerini anlatır. Bir ploreter oyunudur. Çok beğendiğim oyunlardan biri de Henrick İbsen’in “Denizden Gelen Kadın” isimli oyunu oldu. Simgelere dayalı ve şiirsel bir tiyatro dilini kullanan oyun, kadının kimliğini konu eder. Sonra William Shakespeare’den “Venedik Taciri”, “Machbet” ve “Kısasa Kısas”ı gördüm. Heinz Hilpert, Shakespeare’i çok seviyordu. O yüzden muhakkak her yıl repertuarında bir Shakespeare vardı. Onun yanında üç yıl kaldım ve üç Shakespeare oyunu izledim. “Kısasa Kısas” ırkçılıkla ilgili bir oyundur. O dönemde, İngiltere’de Yahudilere karşı olan ırkçı tavrı ele alır. Hatta Shakespeare ırkçılık konusunu çok fazla söz edememiş, sadece Shylock’un da bir insan olduğunu söyleyebilmiştir.

SDK – Heinz Hilpert’in asistanlığını yaptığınız dönemde çok sevdiğiniz

ve ben bunu mutlaka sahnelemeliyim dediğiniz bir oyun oldu mu?

Özdemir Nutku – Carl Zuckmayer’in “Köpenick Yüzbaşısı” (Der Harptmann von Köpenick) isimli eseri. Carl Zuckmayer’in kardeşi Eduard Zuckmayer bir dönem Ankara Gazi Üniversitesi Müzik Bölümünde müzik hocasıydı. “Köpenick Yüzbaşısı” isimli oyunu, Türkiye’de iki defa sahneye koydum. İlk önce, 1969’da Ankara’da sahneye koydum. Oyun yasaklandı. İkinci defa 1980’li yıllarda İzmir’de sahneye koydum. O dönemde Türkiye’de sıkıyönetim vardı ama bizim oyunun sponsoru da Alman Kültür Heyetiydi. Parayı Alman Kültür vermişti. Oyun yasaklandı. Biz de neden yasaklandı diye sıkıyönetime sorduk. Bize “Almanlar bizim dostumuz, sonra ayıp olur, aramız bozulmasın” diye yasakladık dediler. Halbuki oyun sahnelensin diye Alman Kültür maddi destek vermişti. “Köpenick Yüzbaşısı”,

2. Wilhelm İmparatorluğu sırasında, 2. Wilhelm’in Alman milletini nasıl maymun haline getirdiğini anlatır. İsimsiz bir adamın, kimlik almak için kendisine Köpenick Yüzbaşısı süsü vererek, subay üniforması giyerek ardında bir takım Alman askerleriyle birlikte Köpenick Belediye Binasını basmasını anlatır. Adamın amacı aslında kendine kimlik çıkartmak. Adama kimlik vermiyorlar, o da dosyalardan yararlanarak kendine sahte bir kimlik yapacak. Bu yaşanmış, gerçek bir hikaye. Adamın gerçek ismi Voight olay 1905 yılında geçiyor. Carl Zuckmayer bu olayı oyun haline getirmiş. Bugün Berlin yakınında yer alan Köpenick Kasabasında, belediye binasının önünde Köpenick Yüzbaşısının heykelini görebilirsiniz. Olayı, 2. Wilhelm’e anlatırlar. Ardına askerleri alarak belediye binasını bastı deyince 2. Wilhelm kahkahalarla gülmeye başlar ve “Aferin ona bak gördün mü Alman milleti ne kadar disiplinli karşısında yüzbaşı üniformalı birini görünce hemen ardından gidiyorlar” der. Voight daha sonra tutuklanır, 10 yıl hapis yattıktan sonra çıkar. Bu benim çok sevdiğim bir oyundur ve Heinz Hilpert de çok güzel sahneye koymuştu.

 

SDK - Heinz Hilpert’in asistanı olarak geriye dönüp baktığınızda yönetmen olarak aranızda nasıl bir farklılık görüyorsunuz?

Özdemir Nutku – Heinz Hilpert provalarda Tanrı gibi gürleyen bir adamdı. Bağırıp, çağırırdı. Ben hiç bağırmam. Nereden öğrendim bunu, Berliner Ensemble’dan öğrendim. Berliner Ensemble’da 1958 yılında başında Helena Weigel vardı. Onların provalarını izledim ve ne kadar rahat olduklarını gördüm. Ben de onlar gibi rahat prova almaya karar verdim. Berliner Ensemble’ın provalarına da Hilpert’in tavsiyesiyle, yazdığı yazıyla girebildim. Sanırım Hilpert benim için, yabancı bir öğrenci Almanya’da ne kadar çok şey öğrenirse, Türkiye’ye gidince o kadar çok faydalı olur diye düşünmüş olabilir. Çünkü beş Alman asistanın yanında ben tek Türk asistandım. Heinz Hilpert’in tavrı çok sertti. Yani, provalarda durmadan Zeus gibi gürlüyordu. Ama prova bitip aşağıya inince bizle konuştuğu zamanlarda çok tonton bir adamdı. Hele birinci asistanı onun kocaman kadehte şampanyasını getirmesin, ötekisi Havana Purosunu getirmesin oraları allak bullak olurdu. Biz o zamanlar çok genç olduğumuz için Heinz Hilpert bizim için bir Tanrıydı. Hiç ses çıkartamazdık. Biz Hilpert ile sadece oyunları, provaları, tartışmaları konuşurduk. Benim en sevdiğim zamanlar onunla tartıştığımızı, oyunlar üzerine konuştuğumuz zamanlardı. Öyle bir durum ki bu. Provalar bitiyor, salondan çıkıp aşağıya iniyorsun karşında Tanrı gibi bir gördüğün bir adam, konuşurken senin fikrini soruyor. Saçma sapan bir şey söylemeyeyim diye daha az konuşuyorsun. Öteki asistanlarda çok çekiniyorlardı ama “söyle, söyle, korkmayın söyleyin” dediği zaman konuşuyordun. Yani, aramızdaki ilişki çok resmiydi. Mesela, Hilpert Nazilere karşı bir adamdı. Ve bunu açıkça söylermiş. O dönemde hiç tutuklanmamış çünkü söyleyeceklerini çok usturuplu bir dille söyleyen bir adamdı.

SDK – Peki siz nasıl Heinz Hilpert’in asistanı olabildiniz?

Özdemir Nutku – Benim oradaki bir Alman arkadaşımın babası oradaki bir hastanenin baş tabibiydi. O da Hilpert’in çok samimi arkadaşıymış. O tavsiye edince Heinz Hilpert beni asistan olarak aldı. Benim için Türkiye’ye gidince o da tiyatro için bir şeyler yapacak deyince beni kabul etmiş. Yoksa, Hilpert’in asistanı olmak çok zordu.

SDK - Hilpert’in tavsiyesiyle girdiğiniz Berliner Ensemle’ın provalarında neler öğrendiniz? Berliner Ensemble sizi nasıl etkiledi?

Özdemir Nutku – Berliner Ensemble’dan ben çok şey öğrendim. Bir kere oyun nasıl çalışılır, oyuncular nasıl çalışıyor onları öğrendim. Sonra neden esnek davranıyorlar? Prova sırasında Helena Weiger elinde portakal suyu getirmiş bir elinde de sandviç onu yiyor. Sonra, dinlenme aralarında soru sorabiliyorsun. Tabii Helena Weiger yine dinlenemiyor. Soruları sorunca yine oyundan bahsetmek zorunda kalıyordu. Yani, Berliner Ensemble’dan da çok şey öğrendim.

Ben kendimi çok şanslı bir insan olarak kabul ediyorum. Berliner Ensemble’in provalarını izlemek için orada iki buçuk ay kadar kaldım. Bu süre içinde, “Cesaret Ana”, “Yuvarlak Kafalar Sivri Kafalar” ve “Adam Adamdır” oyunlarının provalarına katıldım.

SDK – Bu arada, müziğe ilgi devam ettiği için iki yıl boyunca Prof. Boetticher'in in üst düzey müzik kurslarına da devam etmişsiniz. Üst düzey müzik kurslarından neler öğrendiniz?

Özdemir Nutku – “Heinz Hilpert’in asistanıyım ve doktoramı yapıyorum, sizin seminerlerinize gelebilir miyim?” diyerek seminerleri izleyebilmek için Prof. Boetrticher’den izin aldım. Çünkü orada önemli tartışmalar oluyordu. Mesela her dönem bir besteciye ayırıyordu. Örneklerle Beethoven müziğini analiz ediyordu. Mesela bir sömestr Mozart, bir sömestr Bach, bir sömestr Çaykovsky’nin eserlerini analiz etmek gibi. Bizim okulda tiyatro tahsili yaparken her şeyi öğreniyordun. Oyunculuk da yapıyordun, sahne ışığı da, sahne tasarımı da ve oyun müziği yapmak gibi çeşitli konulardan anlamak gerekiyordu.

 

SDK - Peki, Türkiye’ye dönünce bu başarılı üniversite eğitimi size nasıl geri döndü?

Özdemir Nutku - İşin asıl komik kısmı, burada başlıyor. Göttingen Üniversitesinde doktoramı yapıp geldikten sonra, doktoramın burada tanınması için Ankara’da Talim Terbiyeye müracaat etmek gerekiyordu. Doktoramı Almanca ve İngilizce olarak vermiştim. Durumu açıklayan bir yazıyla doktoramın tanınması için dönemin Talim ve Terbiye kurumuna başvurdum. O dönemin Talim Terbiyesinden bana cevap geldi. “Böyle bir üniversite tanımıyoruz” diye. (Kahkahalar…) Üniversitedeki hocam İrfan Bey’e gittim. “21 Nobel Ödüllü hocanın ders verdiği ve 1364 yılından beri öğrenci yetiştiren Avrupa’nın en eski üniversitelerinden biri olan Göttingen Üniversitesini Talim Terbiye tanımıyor” dedim. İrfan Bey güldü. “Talim Terbiyedekiler acaba üniversite eğitimi almışlar mıdır acaba? Sen üzülme, doktoranı Türkçeye çevir bana getir” dedi. İki sene yasal bekleme zorunluluğundan dolayı, 1959 yılında vermem gereken doktorayı, 1961 yılında vermiş oldum. Yani, şimdi doktoranın bende İngilizcesi, Almancası ve Türkçesi var.

SDK – Peki, o dönem Talim Terbiyenin tanımadığı doktoranızı yaptığınız, doktora hocanız kimdi?

Özdemir Nutku – Doktora hocam Prof Arthur Sewell oldu. Bu adamın hem Shakespeare hem de Milton üzerine Oxford yayınlarından çıkmış kitapları var. Bu da benim doktora hocamdı. Ne kadar şanslı olduğumu görüyor musun?

 

SDK – Sizin tiyatroya ilişkin kaleme aldığınız sayısız makaleleriniz ve kitaplarınız var. Özellikle tiyatro üzerine yazdığınız kitaplar, hepsi başlı başına bir klasik. Ama bunların içinden bir tanesi var ki son toplumdaki “oyuncu olma” çılgınlığına gönderme yapmak için kaleme alındığını düşündüğüm Alkım yayınlarından çıkan “Yeni Başlayanlar İçin Oyuncunun Çalışması” isimli kitabınız. Neden “Oyuncunun Çalışması”? Sanki, bir mesaj verir gibi değil mi?

Özdemir Nutku – “İleriye ne bırakacağız?” diye düşünmeliyiz. Bu nedenle, oyunculuk üzerine bir kitap yazmak “zorunluluğu” duydum dahası bunun sorumluluğunu hissettim. Ve ortaya, “Yeni Başlayanlar İçin Oyuncunun Çalışması” çıktı. Ben Türkiye’de oyunculuk eğitimine çok önem veriyorum. Son zamanlarda, Türkiye’de popüler kültür gerçek sanattan daha ön plana çıktı. Sanata yabancılaştığımız bu dönem içinde yaşanan değerler karmaşasında seyirci, kimin sanatçı olup kimin sanatçı olmadığını bilmiyor. İşte, ona ne sunulursa onu kabul ediyor. Ama biz tiyatro sanatının içinde olan kimseler, bu karmaşanın en çok acısını çeken kişileriz. Süreklilik isteyen tiyatro oyunculuğunda, bu sanatçı olmayan kişilerin yeteneksizliği hemen sırıtıyor. O kadar çok sırıtıyor ki, hemen anlıyoruz. Hatta bazen, dizilerde oynayan o mankenlerin oyununu gördüğüm zaman çok komik geliyor bana. Bu durumda, bu kitabı yazmak zorunda hissettim kendimi. Oyunculuk üzerine bir kitap yazmanın zamanı gelmişti ve bu sorumluluğu hissettim için ortaya “Yeni Başlayanlar İçin Oyuncunun Çalışması” çıktı.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

SDK – “Yeni Başlayanlar İçin Oyuncunun Çalışması” ne anlatıyor?

 

 

Özdemir Nutku - Bu yazdığım bu kitabın belki hiçbir etkisi olmayacak belki de belirli bir kesim okuyacak bilemiyorum. Her alanda popülizmin batağına gömülmüş olan ülkemizde, popülizm en çok tiyatroda hissediliyor. Bunun için oyunculuk üzerine bir kitap yazayım dedim. Aslında, kitabın kapağında bir yanlış var. Bu kitap yeni yetişenler için değil, biraz olsun oyunculuk eğitimi görmüş olanlar için yazıldı. Mesela, oyunculuk okullarından eğitim alan ikinci, üçüncü, dördüncü sınıf öğrenciler için kaleme alındı. Hatta profesyonel oyuncular için kitabın sonunda, oyunculuk çalışmalarına yeni bakış açısı getirebileceğine inandığım denemeler var. Bu denemeler, oyunculuğun ne olduğu üzerine yazılmış bazı çalışmalardan oluşuyor. Profesyonel oyuncular da bu denemelerden yararlanabilirler. Burada, oyunculukta yanlış bilinen bazı konular üzerine açıklamalar var. Sonra, oyunculukta yeni yetişmeye başlamış gençler için atölye çalışmaları, doğaçlamalar ve temrinler koydum. Bu kitabı bunun için yazdım.

 

SDK – Kitabı yazma “zorunluluğu” duydum dediniz. Neden böyle bir zorunluluk duydunuz?

 

 

Özdemir Nutku - Popülizm neredeyse her alanda görülüyor ama en çok bence tiyatroda hissediliyor. Çünkü insanların doğuştan bir taklit kabiliyeti var. İnsan, maymunun bir üst seviyesinde olduğu ve maymundan biraz daha iyi taklit ettiği için herkes kendini oyuncu zannetmeye başladı. Bu, beni çok rahatsız ediyor çünkü tiyatro alanında ‘kalite’ çok düştü. Bir bakıyorsunuz, çok iyi bir oyuncu olduğunu düşündüğünüz profesyonel bir sanatçı, yanında bir mankenle birlikte başrol oynuyor. Hatta bazen manken başrolde, profesyonel sanatçı yardımcı rolde oynuyor. Ben profesyonel oyuncu olsaydım, para için o mankenlerle birlikte oynamayı kabul etmezdim. Hani ‘tüfek icat oldu, mertlik bozuldu’ deriz ya, burada ‘tüfeğin’ yerini ‘para’ aldı. Devlet Tiyatrosu’nun verdiği maaş, dizilerden alınan ücretlerin yanında çok küçük bir meblağ olduğu için bugün, Devlet Tiyatrosunda görev alan bazı çok iyi aktörler, hiçbir şey yapamayan hatta oynayamayan o mankenlerin yanında yardımcı rollere çıkıyorlar. Bu durum, neden onları rencide etmiyor anlamıyorum. Para bu kadar önemli mi? Gerçek bir oyuncu için her şeyden önce tiyatro gelmeli. Bu para için bu büyük oyuncular tiyatroyu terk edip dizilerde görünmeyi tercih ediyorlar. Kimi piyango yarışmalarında yer alıyor, kimisi sunuculuk yapıyorlar. Her şeyin bir yeri vardır. Genelde bizim oyuncular ise tiyatrodan başka her şeyi yapmaya başladılar. Bunun dışında tiyatro yapabilmek için hala direnen bazı kimseler var. İşte ben bunun için bu kitapta oyunculuğun önemi üzerinde durmak istedim.

 

SDK – Sonra, üç aylık oyunculuk kurslarını bitiren ve ben artık ‘oyuncu’ oldum diyenler var.

 

 

Özdemir Nutku – İmkansız. Üç aylık bir eğitimle, daha nefes kontrolünü öğrenemez, sahnede dengesini sağlayamaz, beden dilini ortaya çıkartamaz. Onun için bunlar, para kazanmaya yönelik, tiyatroya heves etmiş gençlerin sırtından geçinmek için yapılan kurslardır. Buna inanmıyorum ben. Bir zamanlar, bu kurslar çok fazlaydı. Şimdi, biraz daha azaldı. Sonra, çok komik bir durum var. Daha kendileri oyuncu olarak yetişmemiş, oyunculuğun pedagojisini, daha oyunculuğun sistemini öğrenememiş kişiler veriyor dersleri. Burada, mesela belediyelerde, tiyatro kursları veren bir takım insanlar var. Müzik öğretmeni ama hem oyunculuk yapıyor, hem yönetmenlik yapıyor hem de ders veriyor. Düşünebiliyor musunuz? Müzik öğretmeni oyunculuk dersi veriyor. Tabii iş başına geçenlerin sanatla ilgileri olmadığı için kim ne derse onu yapıyorlar ya da oralara kendi akrabalarını getiriyorlar. Türkiye’nin tiyatro açısından kendisini ileride derleyip toparlayıp, düzeltebilmesi ve doğru dürüst bir tiyatro yaşamına kavuşabilmesi için belki de bu kadar büyük bir rezaleti geçirmesi lazım diye düşünüyorum. Çünkü ilerde, bütün bunlar temizlenecek ve bu yaşanan enflasyondan sağ salim çıkabilen gerçek oyuncular Türk Tiyatrosunu yaşatacaklar.

 

SDK – Bu arada, tiyatroyu derinden etkileyen bir kalitesizlikten ve medyatik kirlenmeden bahsediyorsunuz.

 

 

Özdemir Nutku - Bugün yaşanan kalitesizlik seyirciyi tiyatrodan soğutuyor. Bu ne biçim şey diyerek tiyatrodan uzaklaşıyorlar. Mesela, bazı şeyler de göz boyamak için yapılıyor. Bir mankeni topluluğunuza almışsanız, o manken ne kadar oynayamıyorsa da, dizi filmlerden gördüğü mankeni sadece yakından görebilmek için tiyatroya gelen seyirciler var. Bir de yakından görelim diyerek, medyatik olanları görmeye gelen insanlar bunlar. Hakikaten insanlar çok tuhaf. Bu, ‘ilkel’ ve ‘ham’ zihniyet tiyatroya zarar veriyor. Bu da bizim hala ‘ham’, ‘ilkel’ ve ‘olgunlaşmamış’ bir toplum olduğumuzu gösteriyor. Avrupa Rönesansını 400 yılda ancak tamamlayabildi. Bizim Rönesansımız ise Atatürk Devrimleri ile başladı. Daha 84 yıl oldu. Daha çok şeyler göreceğiz. Ben göremeyeceğim ama bizim torunlarımızın torunları, 300 – 400 yıl sonra doğru düzgün bir Türk toplumu görecekler. Şu andaki Türk toplumu ne yapacağını bilmeyen, yenilenmeyi, ileri gitmeyi bilmeyen, günü birlik yaşayan ve geleceği düşünmeyen bir toplum. Eğer sadece bugünü düşünerek yaşarsak çocuklarımıza ne bırakacağız? Halbuki, ileriye ne bırakacağız diye yaşamalıyız. Herkes günü kurtarmaya çalışıyor. Şu anda toplumu konuşuyoruz ama tiyatro o toplumun kendisini yansıtır. İlerde en çok suçlanacak medya olacak. Medya, seyircinin nabzına göre şerbet vermek için bir takım özel kanallarda çok kalitesiz programlara yer veriyor. Bu gün, medyanın değerleri, gerçek değerlerin önüne konmuştur. Ve biz, kendi öz değerlerimize yabancılaştık. Bazı şeyleri gördüğüm zaman ben bile tiyatrodan nefret etmek üzereyim. Bir karmaşadır gidiyor ama bu durulacak. Ben Türk Tiyatrosu için umutsuz değilim. Bunları geçirmezsek daha iyisini yapamayız. Kötüleri, olumsuzlukları görelim ki olumluya gidelim. Bu diyalektik bir gelişmedir. O bakımdan, eğer bende bir damla varsa, okyanusa o damlayı damlatmak zorunda hissediyorum kendimi. Bir tek damla bütün bir okyanusu temizlemez. Ama benim gibi herkes birer damla koyarsa, birkaç yüz yıl sonra okyanus temizlenir.

 

SDK - Kitabınızda ‘seyirci yetiştirmekten’ bahsediyorsunuz. Akla hemen seyirci yetiştirmek ne demek sorusu geliyor. Gerçekten, seyirciyi nasıl yetiştireceksiniz?

 

 

Özdemir Nutku – Seyirci, oyuncu ile birlikte yetiştirilir. Ben ona inanıyorum çünkü en büyük etkileşim oyuncu ile seyirci arasındaki o elektriklenmedir. Onun için oyuncu iyi olursa seyirci de iyi olur ve çok şey öğrenir. Zaten seyirci olmazsa oyuncunun da olmasına gerek yok. Bunlar, birbirlerinin ikiz kardeşleri hatta yapışık kardeşleridir diyebiliriz. Birbirinin tamamlayıcılarıdır.

 

SDK – Her oyunun sonunda düşünmeden ayağı fırlayarak deli gibi alkışlayanlar göz önüne alındığında, seyircilerin de eğitilmesi lazım geliyor galiba değil mi?

 

 

Özdemir Nutku – Tabii ki. Ben ‘Alkışlarla Öldürenler’ yazımı o nedenle kalemle aldım. Şimdi seyirci her şeyi alkışlıyor. Her şeyde ayağa kalkarak alkışlıyor. Neden ayağa kalkılır? Hakikaten, “üstün” bir sanat performansı gördüğünüz zaman ayağa kalkarsınız. Ayağa o zaman kalkılır. Çünkü seyirci tarafından sanatçıya yapılacak en “yüksek” şey odur. Türkiye’de artık seyirci her an, her şeyde ayağa kalkıyor. Çocuğunun müsameresi var ayağa kalkıyor, sonra beş para etmez bir tiyatro oyunu için ayağa kalkıyor. Alkışlar arasında bir fark olmadığı için de nasıl olsa alkışlanıyoruz, sen istediğin kadar beğenme, bak seyirci ne kadar çok alkışladı diyerek, yerimizde sayıyoruz, biz “tiyatroyu alkışlarla öldürüyoruz”. Mesela, buraya bir tiyatro topluluğu geldi. Bunlardan 8-10 tanesi benim sevdiğim öğrencilerimdi. Koşa koşa gittim. Oyun güzeldi de. Oturduğum yerde alkışlıyorum. O sırada, arkadan “kendini bilmez” bir hanım geldi. “Siz neden ayağa kalkmıyorsunuz? Bakın, bütün salon ayakta alkışlıyor” dedi. “Ben, neye ayağa kalkacağımı, neye kalkmayacağımı, kime ayağa kalkıp, kime kalkmayacağımı da iyi bilirim ama siz isterseniz ‘amuda kalkabilirsiniz’” dedim. Kadın bir şey söyleyemedi, döndü gitti. Sonra öğrendim ki bizim çocuklardan birinin annesiymiş. Ben öğrencilerime, yetiştirdiklerime ayağa kalkarım ama “çok büyük bir sanatçı” olurlarsa. Orada ufak bir rol oynamış, doğru oynamış diye de ayağa kalkılmaz. Alkışlıyorum. Daha ne yapayım? Yıldız Kenter, Müşfik Kenter, Genco Erkal, Çetin Tekindor’ da ayağa kalkar alkışlarım ama burada da öncelikle sanatçının performansını beğenmem lazım. Eğer bu değerlendirmeyi seyirci yapamazsa ve her önüne gelene alkış tutarsa, hani politikacılarda da vardır ya “şakşakçılar” aynı öyle, bizim tiyatromuz da “şakşakçılar seyirliğine, topluluğuna” döner. Bizim bir de, alkışlamama hatta yuhalama, ıslıklama hakkımız var. Bu tamamıyla toplumun aynasınıdır. Aynı şekilde, seçimlerde de nasıl oy verdiğimizi görüyorsunuz. Bazı politikacılar geldiği zaman yanlarında bazı “alkışçılar” görürsünüz, çevreye bakınırlar kim alkışlamıyor diye tespit etmeye çalışırlar, sırf baskı kurmak için. İnşallah yeni yetişen kuşaklar “değerlendirme hakkını” doğru biçimde kullanırlar. Bu arada, sırf karşı çıkmış olmak için de karşı çıkmamak lazım tabii. İnsan değerini bilerek içtenlikle alkışlamalı. Değersiz bir şeyse niçin alkışlıyorsunuz ki? Buz gibi otur orda. Biz alkışlamama, yuhalama hakkımızı kullanmıyoruz ama batı toplumlarında, oyunu beğenmediği için sahneye ayakkabısını fırlatan insanlar gördüm. O kadar beğenmemişlerdi. Islıklar gırla gitmişti. 1965’de Almanya’da bir Tiyatro Festivali’nde, küçük bir kasabadan gelen bir grubun oyununda oldu bu. Adam ön sırada oturuyordu, oyun kötü diye sinirlendi ayakkabısının tekini çıkarttı, sahneye fırlattı. Bir başkası kalktı, sahneye çıktı ve perdeyi tutup kapatmaya kalktı. Yani, oyun o kadar beğenilmemişti. Mesela, Viyana Operasının “terbiyeli” seyircisi. Erkekler smokinlerini, kadınlar tuvaletlerini giymişler, hiç ummazsınız. Beğenmediler mi onlar da ıslıklıyorlar. Ama onlarda, bu “değerlendirme” kabiliyeti var. Viyana’nın nüfusu birkaç milyon ama şehirde 99 tane tiyatro topluluğu bulunuyor. Biz de tiyatro kavramını bilmiyorlar, değerlendirmeyi ise hiç bilmiyorlar. Popüler kültür ön plana çıktığı takdirde, bu kavram karmaşası bir süre daha devam edecek. Popülizm aşıkları çoğalmaya devam ettikçe, halk inlemeye devam edecek. Halk inlediğini “fark etmiyor” ama aslında, kültürel açıdan tek kelime ile “inliyor”. Her şey birbirine bağlı. Ekonomisi, sanatı, kültürü birbirine bağlı. Bu ülkenin ekonomisi, adam başına gelir seviyesi yükselmedi mi, bunlar da yükselmeyecektir. İlerde inşallah yükselir, umutsuz da yaşayamayız.

 

SDK – Bu koşullarda, bir “seyirci kimliği” oluşturmamız gerekiyor değil mi?

 

 

Özdemir Nutku - Kitapta, oyuncunun kimliğinde ne söylüyorsam, seyircinin kimliği için de aynı şeyleri söylüyorum. İlk önce “gerçek anlamda” tiyatro seyircisinin yetişmesi lazım.

Gerçek seyirci, tiyatronun bir “ihtiyaç” olduğunu anlayan ve küçük yaşlardan itibaren çocuklarını tiyatroya götüren seyircidir. Tiyatro boş vakitleri, değerlendirmeye yönelik bir eğlence olarak görüldüğü için böyle oluyor. Bu düşünceyi kırmak için ilk önce devletin başına gelenlerin “eğitilmesi” lazım. Devletin başına gelenler sadece “göbekten” hoşlanıyor. Bizim devlet büyüklerimiz, çocukluktan itibaren belli bir düzeyde, sanat duyarlılığı içinde yetiştirildikleri takdirde bunlar değişecektir. Yoksa birbirine benzeyen politikacılar ile bunların hiçbiri değişmez. Burada, toplumun kimliği neyse, bireylerin kimliği de odur. Tabii bir noktayı vurgulamak lazım, toplumda kimliği olan, kimlik arayan, daha kimliği oluşmamış, tam oturmamış bireyler de vardır. Ama toplum içinde hangi kimlik ağır basıyorsa, o toplumun kimliği odur. Dolayısıyla, seyircinin kimliği de bulunduğu topluma bağlı. Yani burada her şey birbirine bağlı devam edip gidiyor.

 

SDK – Bütün konuştuklarımız göz önüne alındığında, kitabınızda sözünü etmiş olduğunuz ve tiyatroyu ileriye götürecek “deneysel tiyatro” kavramı çok ütopik bir düşünce gibi kalıyor değil mi?

 

 

Özdemir Nutku – İlk akla gelen soru bu “deneysel tiyatroyu” gerçekleştirecek elemanlar nerede sorusu olmalı. “Deneysel tiyatro”nun gereklerini yerine getirebilmek için ilk önce, eğitilmiş elemana ihtiyacınız var. Bir fizik, kimya laboratuarına bakın. Bilimsel araştırmayı yürütecek bilim adamının deneylerini yapabilmesi için bir takım elektronik aletlere ve malzemeye ihtiyacı vardır. Tiyatronun malzemesi ise “yetişmiş oyuncudur”. Tiyatroda, deneysel bir çalışma yapacaksınız, bedenin elindeki teknik sorunlarını çözmüş, gerekli eğitimi almış yetişmiş oyuncuya ihtiyacınız var demektir. Eğitilmemiş amatörlerle deney yapamazsınız. İmkanı yok. Olanaksız. Yeni bir buluş yapacaksınız, hangi alanda olursa olsun, en iyi elemanları yanınıza alırsınız öyle değil mi? Deneysel Tiyatro’nun gerçekleştirilmesi için deneyi yürütecek olan kişinin çok birikimli, üstün zekalı bir sanatçı olması lazım ve yanına alacağı kişilerin de onun kapasitesine uyum sağlayabilecek yetişmiş oyuncular olması gerekir.

 

SDK – Herkesi oyuncu olmağa heveslendiren etkenlerden biri de “ne kadar kolay, bunu ben de yaparım” duygusu olabilir mi?

 

 

Özdemir Nutku - Seyirciye basitmiş ve kolaymış gibi görünen şey aslında çok çalışıldığı ve çok zorluklarla elde edildiği için öyledir. Seyirciye doğal gelmeyen şey zaten çalışılmamış olan şeydir. Sözgelimi, Commedia dell’ Arte’de, müthiş bir beden dili, müthiş bir ses ve konuşma müziği vardır. Pantolone basdır, Arlecchino tenordur, Colombina mezo sopranodur. Ses değişimleri ile öyle bir orkestrasyon içine girerler ki, Commedia dell’Arte’yi anlamak için İtalyanca bilmek şart değildir. Orada seyirciye anlatılmak istenen şey en basit haliyle ifade edilir. O basiti bulmak zordur.

 

SDK – Kitabınızda oyuncular iki türlüdür diyorsunuz. Bir, canlandırdığı kişiyi kendi kimliği ile yansıtanlar, bir de canlandırdığı kişiyi o kişilikle yansıtanlar. Bunu biraz açar mısınız?

 

 

Özdemir Nutku – Bir aktör, artık alıştığı gibi, canlandıracağı rol eğer konu olarak kendi kişiliğinden çok uzakta değilse, ben bu rolü oynarım diyor. Mesela 17. yüzyılda geçen bir hikayeyse, o dönem kostümlerini giyeceğim, kendimden başkasını olacağım, bu roldür diyor. O aktöre, sen bu çocuğun amcasını oynayacaksın dediğiniz zaman, bundan hoşlanmıyor. Önemli olan, kendi kimliği ile başkası olabilmektir. Neden bir sürü Hamlet var? Lawrence Oliviere’nin, Hamlet’i başka, Kenneth Branagh’ın oynadığı Hamlet başka, John Guilgud’un canlandırdığı Hamlet daha başka. Bu sanatçılar, rolü verirken kendi kimliklerini de unutmuyorlar. Çünkü kimliği olan sanatçılar. Bir rolü oynamak nasıl olabilir? Lawrence Oliviere şöyle oynuyor, sen de böyle oynayacaksın mı diyeceğim? Bazıları film seyreder. Ben film seyretmem ve seyrettirmem de. Daha önce oynanmış olandan yola çıkarak, oyuncuların rol çıkarmalarını istemem. Tiyatroda yaratıcılık demek, o rolü kendi başına bulmak demek. O nedenle, oyuncunun kendi kimliğini bulabilmesi için oyuncuyu rahat bırakırım, serbest bırakırım. Yönetmen olarak, eğer küçük ayrıntılarda biraz yanlışlar varsa, kaymalar varsa onları düzeltirim. Ama bir çalışma programım vardır. Arkadaşlar ben bu oyunu şöyle şöyle koymak istiyorum. Şu rollerde şu vardır. Rollerinizi iyi okuyun, bir daha ki provamıza benimle tartışmak üzere gelin derim. Sonra, oyuncunun rolünü araştırmasını beklerim. Onun için de “bedenden” başlamak lazım. Benim Türk Tiyatrosunda, oyuncularda gördüğüm en büyük kusur nedir biliyor musunuz? Sesini, yüzünü gayet güzel kullanır hatta ellerini ama “belden aşağısı ölüdür”. Belden aşağısını kullanmayı bilmez. Hepsi için bir genelleme yapmıyorum, tabii ki belden aşağısını kullanabilen çok iyi, gerçek tiyatro sanatçıları var ama genel olarak Türkiye’de tiyatro oyuncuları, vücutlarını bir “enstrüman olarak görmüyor”, çünkü vücutlarını bir enstrüman olarak kullanmayı bilmiyorlar. Madem oyuncu “eğitim” görmüştür ve “bedenini bir enstrüman olarak görmesi” lazım, o zaman sahneye çıktığı zaman onu serbest bırakacaksınız ki rolünü kendisi bulsun. Eğer bir yanlışlık görürseniz neden böyle yaptın diye soracaksınız. Neden böyle yaptın? Sonra, ikaz edeceksiniz. Eğer böyle yaparsan, bu rol buraya doğru gider diye açıklayacaksınız ve oyuncunun rolü kendisinin bulmasını, araştırmasını sağlayacaksınız.

 

SDK – Gelelim sahneye koyduğunuz sayısız oyuna. Fakat ben özellikle günümüze yaptığı göndermeleri nedeniyle, oyunlarınızdan sadece birinden “At” oyunundan bahsetmek istiyorum. Geçtiğimiz yıllarda Ankara Devlet Tiyatrosu İrfan Şahinbaş Deneme Sahnesinde sergilenen oyunun neden bu kadar önemli olduğundan bahsedebilir miyiz?

 

 

Özdemir Nutku – Macar yazar Gyula Hay’ın hapisteyken kaleme aldığı, faşizmi eleştiren ve yöneticilerin ellerindeki gücü ne kadar yanlış kullandıklarını gösteren bir oyun. At, dönemin Roma İmparatoru Caligula’nın atını Roma senatosuna konsül seçtirdikten sonra yaşananları konu alıyor. Toplumda birdenbire her şey değişiyor. Kadınlar, son modaya göre saçlarını at kuyruğu yapıyorlar, kişner gibi gülüyor ve atın rahvan yürüyüşünü taklit ederek ortalarda dolaşıyorlar. Son derece alaycı bir oyun. Yumuşak eldiven giymiş bir taşlama. Hiç acıtmıyor gibi görünüyor ama içinde çok sert eleştiriler var. Burada, halk diktatörünü kendi kendisine seçiyor. Guyla Hay, Caligula’dan yola çıkarak, Hitler Faşizmini, Mussolini ve Stalin’in faşizmini eleştiriyor. Oyunda, Caligula’nın ‘Ben Tanrıyım, ben herkesten üstünüm’ demesinde ki aşağılık kompleksini, yetersizliğini ve yalnızlığını görüyoruz. Fantastik bir yapıya ve geniş bir hayal gücüne dayandığı için bu oyuna ‘büyüklere masallar’ da diyebiliriz. Burada anlatılan politika dünyası tıpkı bir sirk atmosferine benziyor.

 

SDK- Oyun kadar yazarı Gyula Hay da “çok özel” biri değil mi?

 

 

Özdemir Nutku - Gyula Hay, Macar yazınının en güçlü kalemlerinden biri. ‘At’ oyunu onun Türkçe’ye çevrilen ve Türkiye’de oynanan “tek” eseri. Gyula Hay bu oyunu, Doğu Berlin’de hapiste olduğu 1959 yılında tasarlıyor. 1960 yılında hapisten çıktıktan sonra da yazıyor. Yazar hayatı boyunca, Macaristan’da sol faşizm ve Almanya’da sağ faşizm ile mücadele ettiği için uzun yıllar eserlerinin basılması ve sahnelenmesi yasaklanmış daha sonra bu yasak kalkmış ve serbest bırakılmış. Oyunun dünya prömiyeri ilk defa 1970’li yıllarda Salzburg Şenliğinde gerçekleştiriliyor ve Gyula Hay 7 Mayıs 1975’de İsviçre’de hayata gözlerini yumuyor. Kendisi mühendislik eğitimini Almanya’da yaptığı için oyunlarını hep Almanca yazmış. Bu nedenle bu oyunu, Almanca’dan Türkçe’ye 1960’lı yılların sonunda çevirmiştim ve oyunu şimdiye kadar üç defa sahneye koydum. İlki, 1960’lı yılların sonunda Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde öğrencilerle birlikte oynandı. Sonra, 1980’li yıllarda Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencileri ile birlikte tekrar sahneye koydum ve oyunu İstanbul Festivalinde sergiledik ve oyun festivalde çok beğenildi ve büyük başarı kazandı. Üçüncü defa profesyonel anlamda, dört yıl önce Ankara Devlet Tiyatrosu İrfan Şahinbaş Deneme Sahnesinde sergilendi.

 

SDK – “At” konusu itibariyle tarihi bir hikaye gibi gözükse de tüm zamanlara ve demokrasi sürecini tamamlayamayan tüm toplumlara ayna tutan bir eser. İki yüzlü insan olgusundan, toplumda birey olarak var olmaya çalışan insana kadar çok geniş bir yelpazede demokrasi, özgür birey ve düşünme gibi kavramları irdeliyor diyebilir miyiz?

 

 

Özdemir Nutku - Sirk atmosferi içinde geçen oyunda, Roma imparatoru Caligula, yetersizlik duygusu ve aşağılık kompleksi altında ezilen yalnız bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Ve oyun boyunca elinde at terbiyecisi gibi bir kırbaç taşıyor. Oyunun bir yerinde, Caligula, “Roma’nın aslanları” diyor. Ben de yuvarlak halkalar yaptırdım. “Roma’nın aslanları” deyince, askerler halkalardan atlıyordu. Buradaki “aslanların” saçları yele gibi. Oyunda, böyle küçük, hınzır espriler vardı. Ayrıca oyundaki üç senatörden de bahsetmek lazım. Onları üç maymuna benzetiyoruz. Bunlar; “konuşmayan”, “duymayan” ve “görmeyen” üç maymun. Hareketleri ve makyajları ile üç maymunu anımsatıyorlar. Askerler ise fırça gibi miğferler takıyorlardı. Oyunda Caligula’nın komutanı ve onun pohpohlayıcısı Makro askerlerin saçlarını tarayıp “tımar” etsin diye. Oyuncular ayaklarını, atın ön ayağını yere sürdüğü gibi sürüyor ve başlarını hareket ettiriyorlardı. Oyunda, “At” yani “İnkitatus” konsül olduktan sonra dalkavukluk eden kesim, “konsül bizim idolümüz ona tapıyoruz” der.

 

SDK - Bir ata öykünen koca bir toplum. Roma İmparatoru

 

Caligula’nın bizzat konsül seçtirdiği pek soylu ve muhterem “atları” Majesteleri İnkitatus. Durum böyle olunca, toplumun tavrı da değişiyor elbet. Modadan, sosyal olaylara kadar artık her şey “At Hazretlerinin” tercihlerine ve eğilimlerine göre belirlenecektir değil mi?

 

 

Özdemir Nutku - Oyunun bir yerinde, Atın, ‘İnkitatus’ un, halk tarafından çok beğenilmesi üzerine Caligula çok kıskanıyor ve balkondan bakarak “Ya, son zamanlarda hiç çok yaşa Caligula diyen olmadı” deyince metresi Lolya, “Hemen evlendir. Evlenince modası geçiverir” diyor. Atı, Roma’nın en güzel kızı ile evlendirmeye karar veriyorlar. Bu kız da Roma’da At modasına uymayan, direnen tek kişi ve gönlü de At’ın sahibi Selanos’da. Selanos geliyor ve kızı bir şekilde evlenmeye ikna ediyor. Bir de Milonya meyhanecinin eşeği var. O da İnkitatus’a vurgun. Sonra olaylar çok eğlenceli bir şekilde gelişiyor. Daha öncede söylediğim gibi “At” oyunu faşizmi eleştiren ve yöneticilerin ellerindeki gücü ne kadar yanlış kullandıklarını gösteren bir oyun olması bakımından çok önemli. Yukarıda verdiğimiz örneklerden de görüleceği gibi son derece alaycı bir oyun. Bu oyuna, yumuşak eldiven giymiş bir taşlama diyebiliriz. Hiç acıtmıyor gibi görünüyor ama içinde çok sert eleştiriler var.

 

Büyük usta Özdemir Nutku’nun, yazdığı kitapların, sahnelediği oyunların, tanıklık ettiği olayların, 60 yıllık bir deneyim ve birikimin bir söyleşiye sığabilmesi doğal olarak imkansız. Bu nedenle, günümüz toplumunun içinde bulunduğu şartları göz önüne alarak özellikle seçtiğimiz örneklerle, büyük ustanın sorumluluk bilinciyle yol gösteren tavrını vurgulamaya çalıştık. Söyleşiyi yine Prof. Dr. Özdemir Nutku’nun kendi sözleriyle bitiriyoruz. Ne demişti büyük usta?

 

“İleriye ne bırakacağız? diye düşünmeliyiz.”

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...