birunsatan Oluşturma zamanı: Mart 1, 2008 Paylaş Oluşturma zamanı: Mart 1, 2008 Ilgın Sönmez'e nazire... Tiyatroya Hayır… İnsan uzun hastalıklara yakalanıp yatağa ya da bir odanın sınırlarına saplanıp kalınca üzerine vazife olmayan bir çok şeye burnunu sokuyor. “Haklı mı haksız mı “ sorgulamasının da, vardığı sonuçlarda, hiç mi hiç önemi olmuyor. Örneğin “kurgusal estetik idealist el çabukluğu üzerine kurulmuştur” yargısında post-modernite kurgusalın yerine konulabilir mi? Ya da post-modernizm, duyulan somut dünyanın anakronik hale getirilmesine dayandırılabilir mi? Bütün bunlar ve benzerleri geçtiğimiz yüzyılın daha başlarında yapılan tartışmalara yeni ve yeniden bakabilmek için günün moda deyimiyle yapılan spekülasyonlar. Fakat daha düz bazı şeyleri düpedüz söyleyenler ortaya çıkınca bizim gibi tutucular “oh be..” diyemiyoruz bir türlü. Örneğin geçenlerde bir yazar tiyatro için “bitti” falan gibi bir şeyler söylemiş. Ünlü bir kadın yıldız için kötüleyici cümleler kurmuş. İşte tutuculuğu bırakıp derin bir soluk bırakmanın tam sırası : Ohh be.... .................................................................... Aslında “devlet” üzerine yeni açılımlar bağlamında tartışırken bu yazıları gördüm; tam da o sırada Nazım Hikmet’in tiyatrosu üzerine armağan edilen bir kitabı okuyordum. Bu da kafamda başlangıçta spekülatif denilecek birşeyler oluşturdu. Devlet ve sanat ilişkileri içinde “tiyatronun” ayrı bir yeri var. Zira tiyatro köken olarak doğrudan “dinsel” çıkışlı tek sanat dalı. En eskisi. İyice ileri gidersek tarih öncesine olan aidiyetiyle timsahlarla yaşıt. Çok benziyor tiyatro ve timsahlar birbirlerine. İkisi de sadece koruma altına alındıkları için soylarını sürdürebiliyorlar. Mimesis ya da böyle gizemlileştirmeden söylersek öykünme; güzellik, özgürlük, estetik ve benzeri kavramları kendine kılıf edinmeden önce aldatmaya esas olan insanı kendine hem malzeme hem amaç yapmış. Bunun içindir ki Hegel, Yunan kültürünün temelini oluşturan ve aslında din falan olmayan Hellen inancını çok sevmiştir. Gerçek ve sıkıcı tanrılar yoktur bu inançta, gerçek bir tapınma bile yoktur. Hep “gibi yapmak” vardır. İşte Yunan sanatının görkemini sağlayan bu “gibi yapmak” heykelini yaratmış, tanrıları dekor haline sokmuş, tanrıların organlarına yüklü bir mistisizm ile toplumu en üst değerler birlikteliğine götürmüş. Ta ki Tevrat’ın acımasız ahlakçılığı bunu ve ardılı Roma’yı yerle bir edene kadar. İşte Museviler, İseviler falan derken her türlü değişimden ve insan pratiğinden (praksis) nefret eden tanrıları terk eden insanoğlu tanrıları konuşturup onları yeryüzüne indiren ayin/oyunlar düzenlemek yerine kendini malzeme olarak kullanıp kendisi için malzeme olmaya başlamış. 17.yüzyıl böylece kendi Zeus’unu saraylardan, kraliçelerin ihanetinden oluşturmuş. Entrika ve hilenin salt tanrılara değil aslında insanoğluna ait olduğunu keşfetmiş. Ticaret Burjuvazisinin, Roma varoşlarındaki haydutlardan nasıl olup da oluştuğunu ya da bir amcanın hainin igvasına uymadan, iktidar için ve bile isteye kardeşini öldürdüğü, Magosa’nın izbe kalesini Osmanlı’nın ceberretluğundan kurtarmak için saldırırken nasıl kıskançlığı da taşıyan ikinci sınıf bir magriplinin akıttığı gözyaşlarının yüzündeki boyayı silerek çıkartması (çünkü o suratını boyamış bir beyaz İngiliz köylüsüdür) artık hızla sanayileşmeye koşan toplumsal tarihin sonunu gösteren imlerdir. Bu tiksinti verici bir gelişmedir çünkü hızlı gelişme tanrılarla birlikte tanrılara öykünen “oyuncuları” da öğütmektedir. İnsanoğlu gerçeği aramaya başlamıştır. Durumundan hoşnut köleler gitmiş yerine özgür bireyler gelmiştir. Paris sokaklarında barikatlar kuran aç özgürler. (Şimdi seni bulmuşken sevgili okuyucu, bir soru: Sheakspeare, sokaktaki katliamdan söz eden “bekçi”yi sokar sahneye Jül Sezar’ da. Oysa o dönem bekçilik kurumu yok Roma’da ama İngiltere’de var ve yazar bunu kullanıyor. Şimdi bu tarihsel yanlışı “dramaturg” düzeltmeli mi? Yani ne iş yaptığını hiçbir zaman anlamadığım bu meslek erbabı bu işe mi yarar yoksa? Belki de yazar bilerek bir gönderme yapmıştır denmelidir, ben anlamam bu işlerden...) İşte bu süreçlerde, kişilik değerlerini alt-üst ederek yeni bir kimlik oluşmasına yol açan kapitalist üretim biçimi ile tiyatronun yaman bir karşıtlığı oluşuyor. Ve sanıldığı gibi ne doğanın ne de tarihin diyalektiği bir arada değişmeden ve değiştirmeden “öteki” olarak yaşamaya uygun olmadığını gösteriyor ardından da yıkıp, tahrip etmekle kalmıyor yok ediyor ve yepyeni bileşimlere yöneliyor. Çünkü kapitalist süreç sanıldığı gibi tiyatroyu saraylardan ve saraylılardan kurtararak “arındırmamıştır”. Bu süreç her şeyin olduğu gibi tiyatronun da şeyleşmesi sürecidir ve “teatral” olana dönüşmüştür. Gerçek tiyatro “metinlerde” kalmıştır. Bütün bunları sizin gibi yıllarca “tiyatro” ile ilgilenen (sanırım), edebiyata meraklı okuyucuya anlatmak cüretinde neden bulunuyorum? Birkaç soru için kafasının benimkinden daha az karışık olduğuna inandığım sizlerden yardım isteyeceğim de ondan. (Ama önce ara sorular: Neden tiyatro ve türk halk müziği öğrenebilmek için dört yıllık eğitim üniteleri kurulur? Girift disiplinler mi bunlar? Yoksa bu eğitimi almak isteyenlerin öğrenme kapasiteleri ile mi ilgili?) Bu soruları Nazım’ın tiyatro ile olan ilişkisi üzerine okuduğum en kapsamlı kitap olan “N.H. Ve Tiyatrosu” adlı yeni bir kitaptan okuduklarımdan etkilenerek şekillendirebilirim -ki bir kaç paragraf önce kendisinden söz etmiştim-. Şöyle diyor namı diğer Nun Ha; “...Metla ( Nazım’ın arkadaşları ile kurduğu tiyatronun adı -süpürge demekmiş ama açılımı çok daha görkemli) altı ay kadar dayandıktan sonra kendini süpürdü tiyatro dünyasından. Şimdi düşünüyorum da altı ay dayanması bile şaşılacak şey. Ruhumuzdaki eski dünya kalıntılarına karşı sahnede, çok daha derin, çok daha ileri, çok daha olgun silahlarla dövüşülmesi gerektiğini biliyorum artık...ama tiyatronun kendisini süpürmesinin nedeni daha ileri daha olgun olamamasından ötede yeterli ve iyi oyun olmayışıdır.” Ve seyirci de yoktur anlaşılan ki, parasal sıkıntılar içinde maaşlarını bile alamadıklarından perde açamazlar. Öte yandan, çarlık Rusya’sından kalma Bolşoy Lenin’in “ah buraya verilen paralarla ne okullar açardık iç Rusya’da “,diye ağlamalarına karşın (Bk. C.Zetkin'in anıları) perdelerini açar da açar, kapatmadan en aç günlerde bile devlet yardımı ile. Yani demem o ki tiyatro artık kitlelerin işi olmaktan çoktan çıkmış bir prestij kurumu haline gelmiştir. Nazım iyi oyun yokluğu nedeni ile Kapitalizmin en Yüksek Aşaması Emperyalizm’ i oyunlaştırır. Doğrusu oyunu okuyanlar ve hatta Nazım’ın kendisi bu dönem yazdığı oyunları beğenmez. Ve zaten metinleri saklamaya bile gerek görülmediğinden günümüze ulaşamaz. Ama esas anlatmak istediğim şu, toplam 20 kişilik kadrosu olan bir tiyatro en sıkı devrim dönemlerinde bile 6 ay yaşayamıyor. Buradan şu sonuç çıkıyor (mu?) SSCB’de tiyatroların biletini kim kesiyor? Devlet mi? Döner sermaye mi? Oyuncuların maaşını devletten almadıkları ortada. Giderlerini karşılayamadıkları için kapandıklarına göre devlet yardım da etmiyor. Peki saraya opera salonu yaptırıp gavur aktristlerin hem de en iyilerini dinleyen Abdülhamit mi değerbilir, Musahipzade’ yi aylığa bağlayıp oyun yazdıran Darülbedayi’ci mi, yoksa modernitenin has çocuğu Ertuğrul Muhsin mi? Yanıtını bilmiyorum ama hepsinin ortak noktasını biliyorum; “...gibi yapıyorlar...”. Oysa sınıflar eskir ve eskiyen sınıflara ait şeyler yeni kalmaz. Bunu tek keşfeden Brecht’e bir ömür borçludur tiyatro. Çünkü bir tek o “gibi yapmayı” bırakıp işleri insana özgüleştirmeye çalışmıştır. İnsanın yabancılaşmasının üretim biçimi kaynaklı olduğunu anlatmıştır. Özcesi bir tür küvöze almıştır tiyatroyu. Ama artık öz direnci kırılmıştır bir kere tiyatronun. Yazarlar okunmasına doyulmaz metinler üretmişler, hala para verilip alınan ve okunan ama kimselerin seyretmek için üste para vermediği. Devlet elinden tutarsa bir prestij kurumu gibi, arada bir törenlere çıkartılan altın kaplama saltanat arabası gibi korunması gereken bir değer olmuş. Örnek mi Bolşoy.... Ya da devrim sonrası SSCB tiyatrosu, Berlin tiyatrosu vs... Nazım’ın oyunları ancak devlet destekli tiyatrolarda uzunca oynayabiliyor. Diğer bütün oyunlar gibi. Yani halk ayaklanıp iktidarı alıyor ama anlaşılan o ki pek de tiyatroya gereksinim duymuyor. Sol jakobenler diretiyor devlet kültürü geliştirmelidir diye. Aynı aristokrasinin sarayda sanatçı beslemesi gibi. Eee, bu kadar da değil efendim denilebilir. Eğer tiyatro sadece bir prestij kurumu gibi kaldıysa Brodway yapımlarına ne diyeceğiz? Kapitalizm denen ekonomi-politik hınzır hükmünü icra ederek “meta” laştırdığı bir üretime mi döndürdü acaba yoksa satan tiyatro değil de “teatral” olan mı? Nazım’ın en çok tutan prodüksiyonu da ünlü Moskova Devlet Sirki için yazdığı ama, projektörler, balerinler, sirk artistleri ile bezenmiş ve arenada yapılan bir gösteri oluyor. Yani teatral olan kazanıyor gene tiyatro batarken. ("Siz tiyatro patologu olmak için senelerce okuyanlar esas sizler mekanik-determinist kafalarınızla “gibi yapanlarsınız”. Siz simyacısınız, sanatın içinden tiyatro çıkartmaya uğraşan. " -N.T.) Kısaca tiyatro yangında ilk kurtarılacak olan olmaktan çoktan çıkmamışsa bunu “antika” değerine borçludur. Bir tiyatro müzesi kurulup, Yıldız hanım başına oturtulmalı, M.Gezen de koltukçu yapılmalıdır. Bu yazının özü : Kraliçe gibi yapan aslında kadın gibi yapan erkektir, Shakspeare tüm oyuncularına dönemi ne olursa olsan l. Elizabeth kostümü giydirir ve bütün oyunlarını dekorsuz oynarmış, Marx da tiyatroyu çok sever ve hatta yazarmış (her güzelin kusuru) Nazım’ın bir oyunu için Simanov’un yaptığı eleştiriyi ve reddiyeyi şimdi yapsak prolet-kült bürokratlar bizi ayaklarımızdan asarlar mı ......?????? Zeynep Heyzen Ateş Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.