Kinyas Oluşturma zamanı: Mart 3, 2008 Paylaş Oluşturma zamanı: Mart 3, 2008 Bilimkurgu Edebiyatı.. Bilimkurgu kelimesi ilk kez 1927’de kullanılmış ve bu edebiyat türü teknolojik gelişmelerin bir sonucu olarak değerlendirilmiştir. Aslında bu edebiyatın kökenleri M.S. II. yüzyılın ortalarında yaşayan Lukianos’un bir hikayesine kadar uzanır. Herodotos ve Homeros gibi mübalağlı anlatılarıyla ünlenmiş yazarları hicvetmek için yazdığı hikayesinde, fırtınaya tutulup aya fırlayan, aylılar ve güneşliler arasındaki savaşlara tanık olup farklı gezegenlerde yaşayanlar canlılarla tanışan bir adamın maceralarını anlatmıştı Lukianos. Astronomi ve matematiğe yaptığı katkılarıyla tanıdığımız Kepler, İngiliz papaz Baldwin ve ünlü şair Cyrano de Bergerac da aya yolculuk üzerine eğilmişlerdi. Bilimkurguyu türleştiren en önemli isim, hiç kuşkusuz 19.yüzyılın ikinci yarısında ard arda yazdığı romanlarıyla Jules Verne’dir ve 1865 yılında yayımlanan ”Aya Seyahat”, gerçek anlamda ilk uzay romanıdır. Bir süre sonra H.G.Wells de ona katılmış ve aya yolculuk fikri insanlığın ufkuna yerleşmiştir. Lukianos, Verne ve Wells’in gerçekleşmesi imkansız gibi görünen hayallerinin çoktan aşıldığı günümüzde onların izinden giden çağdaş bilimkurgu yazarları yeni yolculuk hayalleri ile çıkıyorlar karşımıza ve insanoğlunun evreni keşfetme tutkusunun bitimsiz olduğunu kanıtlıyorlar. İnsanoğlunun evreni keşfetme, anlamlandırma tutkusu henüz yazının keşfedilmediği ilk çağlara kadar uzanır. Anlamlandıramadıkları ya da korktukları olaylara ise doğa-üstü, fantastik yorumlar getiren atalarımız için her hikayenin gerçeklikle bir ilişkisi, her hikayenin iki yüzü vardı; hikayeler hem en ürkütücü nesne, olay ve düşüncelerin açığa çıkmasını sağlıyor, hem de dinleyiciye/okuyucuya bu korkularla yüzleşme ve böylelikle bir arınma fırsatı veriyordu. Sonrasında efsane, mitoloji ve masallar, hatta kutsal kitaplar yüzlerce yıldır bir kültürden ötekine, bir coğrafyadan diğerine taşınırken, evrensel diyebileceğimiz bir genişlikte ortak bir fantastik bellek yarattı. Dünyanın hemen her köşesinden fışkırdığına göre insanoğlunun zihniyet dünyasının o karmaşık yapısının sırlarını çözmemiz için sağlam ipuçları barındıran bu fantastik anlatılar modern romanlar için de ilham vericiydi. Ancak yine de, geçmişteki tek tük örneklerini saymazsak eğer, Bilimkurgu edebiyatının Aydınlanma çağının ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Bilim ve teknoloji alanında elde edilen gelişmelerin; elektriğin, buharlı makinelerin, dokuma tezgahlarının, otomobillerin gündelik hayata katıldığı ve o zamana dek sürüp giden maddi manevi bütün ilişkileri alt üst ettiği Aydınlanma çağı, felsefeyi, sanat ve edebiyatı da derinden etkilemişti. Doğrusunu söylemek gerekirse, ne olup bittiğini tam anlamıyla kavrayamayan insanoğlu bir yandan bilimin üstünlüğüne ve yüceliğine boyun eğip ona “iman” ederken, bir yandan da bilime ve onun uygulamalarına yabancılaştı; “bilime ilkel bir korku içinde kavranması güç mucizeler yaratan bir araç gözüyle bakmaya başladı”. İşte Jules Verne’e “Aya Seyahat” romanını yazma düşüncesini veren tam da bu imandır. Peki nedir “bilimkurgu” edebiyatı? Aslında pek çok kavram gibi “bilimkurgu”nun tanımı üzerinde de kesin bir uzlaşma yok. Kimileri için edebilik, kimileri için kurgusallık, kimileri içinse içerdiği bilimsel öngörüler öne çıkıyor. Dar bir kalıba tıkılmak zorunda değiliz elbette, ama yine de bir tanım denemesini örnek seçebilir, bilimkurguyu “geniş anlamda bilimsel -veya olası bilimsel- varsayımlara dayanan ya da var olmayan doğaüstü bir konumda yer alan olayları anlatan” bir edebi tür olarak tanımlayabiliriz. Belki de pratik örneklerinden yola çıkmak ve bilimkurguyu tanımlamak için türün sık tekrarlanan konuları üzerinde durmak daha anlamlı olacak; bu durumda, zamanda veya uzayda yolculuklar, başka dünyalardan gelen canlı türleriyle girilen ilişkiler, gelecek bir zaman dilimindeki yaşantı biçimleri, gelecek bir zamandan bugüne uzanan hayali tarih yazımları en sıkça rastlanan bilimkurgusal temalar gibi görünüyorlar. “Bilim-kurgu yazarı, ya bugünün çağdaş bilim ve teknik gelişmelerini ya da bunların kısa sürede gerçekleştirecekleri sanılan etkilerini dikkate alır, bunlar olmazsa gelecekte var olacağını öne sürdüğü bir bilimsel gelişmeye dayandırır öyküsünü. Bu bilimsel gelişme ya da teknik buluş salt uydurma da olabilir, çağımızdaki bir varsayımın uzantısı da olabilir, örneğin Jules Verne, çağdaş bilim verilerine saygılıdır ve onların dışına çıkmaz pek. Öyküleri öğretici nitelikte bilimsel tanımlar ve kuramlarla doludur. Verne, aya adam gönderirken, füzenin itme gücünü, yer çekiminden kurtulması için gereken zamanı ve başka güçlükleri hesap eder”... Ütopyalar ve Bilimkurgu Edebiyatı.. http://www.fileden.com/files/2006/7/10/120661/utopia.jpg Thomas More'un, 1516 yılında yayımlanan aynı adlı eserinde (De Optimo Reipublicae Statu deque Nova Insula Utopia) türettiği ve o zamanlardan beri de ‘olmayan yer’ anlamında kullanılagelen bir kelime olmuştur Ütopya. Kelime, Latince ‘eu’ (iyi), ‘ou’ (yok), ‘topos’ (yer) kelimelerinden türetilmiştir; yani ‘olmayan iyi yer’. İlk olarak Platon’un Devlet kitabında bahsedildiği kabul edilen ütopyayı, Roloff ve SeeBlen ortak hazırladıkları ve bu yazıya da ilham kaynağı olan kitaplarında, “bilimsel olduğu kadar, bilim öncesi araçlarla da hayata geçirilmeye çalışılan ve bilimsel bir kuram üzerinden sonuçta pratiğe dönüşmekten başka hedefi olmayan, toplumsal-politik bir tasarım; bir proje” olarak tarif ediyorlar. (Roloff- SeeBlen, 1995; 92) Thomas More’un meşhur ütopyasında mülkün eşit dağıtıldığı, Londra’nın çok uzaklarında bir adadan bahsediliyordu ve bu adada -mülk eşit olmasına rağmen- kölelik de vardı. Gerçi günümüzde, örneğin İngiliz Daily Telegraph gazetesi 22 Eylül 2006 günkü nüshasında, gelecek yıl köleliğin kaldırılmasını getiren yasanın 200. yıldönümünün anılacağı Birleşik Krallıkta, İngiltere'nin köle ticaretindeki rolünden dolayı hükümetin özür dilemesi gerektiği yönünde bir beklenti olduğundan söz ediyor ama herhalde XVI. yüzyılda kölelik karşıtı bir tavır tuhaf karşılanır hatta tepki çekerdi. More’un ‘ütopik’ adasında, kurultay ve büyük halk toplantıları dışında bir araya gelip memleket meselelerini konuşmak ölümle cezalandırılan bir suçtu ve insanlar acıma duygularının körleşmesini(!) engellemek için hayvan kesme işlerini kölelerine yaptırıyorlardı. Kaderin garip bir cilvesiyle 6 Temmuz 1535 tarihinde, More’un kellesini kesen İngiltere kralı VIII. Henry’nin kendisi değil, cellâtları olacaktı. More’un Ütopya’sından başka, Machiavelli’nin Prens’i (1532) ve Thomas Hobbes’un Leviathan’ı (1651) da klasik ütopyalar arasında sayılabilir. Ancak More’un eserine en çok yaklaşan örnek Campanella’nın Güneş Ülkesi’dir. (1602) XVII. yüzyılda Cyrano De Bergerac’ın Ay Devletlerinin Gülünç Tarihi, XVIII. yüzyılda da Swift’in Gülliver’in Seyahatleri ile devam eden ütopyalar XIX. yüzyıldan itibaren başka bir kimliğe bürünmeye başlamışlardı. Horkheimer ve Adorno’nun Aydınlanmanın Diyalektiği adlı eserlerinde de belirtildiği gibi, ‘aydınlanmanın’ temeli olan ‘doğayı kontrol altına alma’ düşüncesi bu yüzyıllarda özellikle Endüstri Devrimi’yle birlikte meyvelerini vermeye başlamıştı. Fakat bu meyvelerin kuşku uyandırması gecikmedi. 1773–1832 yılları arasında bölümler halinde yazılan Goethe’nin Faust’u, Aydınlanma Çağı’nın ve bilimsel devrimlerin getirilerine kuşkuyla bakıyordu. Aydınlanmaya karşı duyulan kuşkunun doruk noktasıysa, W. Shelley’in ‘Frankenstein or the Modern Prometheus’ ya da bilinen adıyla Frankenstein (1818) adlı romanında ortaya çıkar. Söz konusu yapıtı alelade Hollywood seyircisi alışkanlıklarıyla algılayanlar için alt metni fark etmek güç olabilir ama bu romanda aydınlanma çağının temsilcisi olan Dr. Frankenstein, aslında sadece -çağının gereklerine uygun olarak- doğayı egemenlik altına alma yolundaki bilimsel çabalardan birini göstermektedir. Mezarlardan topladığı parçalarla dirilttiği ölü ise ‘doğanın (yaratıcının!?) gazabı’ kimliğine bürünerek bu bilimsel çabanın cezasını verir. Aynı temelden yola çıkarak yazılan Stevenson’un Dr. Jekyll ve Bay Hyde (1886) adlı romanında ise, endüstri devriminin insan ruhunda yarattığı ‘parçalanmışlık’ çarpıcı biçimde gözler önüne serilmektedir. Sonuçta aydınlanma hareketi bir bunalıma girmiştir ve aydınlanmanın klasik ve akla dayalı edebiyat anlayışını temsil eden XVIII. yüzyıldaki akım; düş gücü, fantezi ve akılla kavranamaz olanın dünyasını yansıtan, romantik akımla ve ‘gotik’ edebiyatla yer değiştirir. (Roloff- SeeBlen, 1995; 33–34) XX. yüzyılın başlarına gelindiğinde ise ‘Gelecekçilik’ akımı gelecekle ilgili öngörülere yeni bir boyut katmaktadır. Teknoloji alanındaki yeniliklerin hiçbir sanatçı tarafından dikkate alınmadığının altını çizen Gelecekçiler, makinelerin insanlara mutluluk vereceği inancı üzerinde dururlar. Burjuva devrimi ‘özgürlük, eşitlik, kardeşlik’ talepleri altında feodal olmayan bütün sınıfları, aralarında köylüler ve proletarya da olmak üzere, kendi devrim tasarımının içine çekebilmiş, sonradan, burjuva iktidarının sağlamlaşmasına kadar geçen süre içinde de, daha önce yanına aldığı bu sosyal sınıflara, en azından düşüncede ortaklık yaptığı bu eski müttefiklerine karşı feodal güçlerle işbirliğine giderek, onlara ihanet etmişti; amacı bu eski yandaşlarının sömürüsü üzerine kendi iktisadi refah ve gelişmesini kurmaktı. Ütopyalar genel mutluluk vaat etmişlerdi geçmişte, oysa şimdi burjuva sınıfının ‘özel mutluluğu’ temellendiriliyor, küçük burjuva, proletarya ve köylü sınıfı genel sefalete doğru sürükleniyordu... Makinelerin insandan emek olarak koparıp aldığı şeyi, ona mutluluk olarak iade etmeleri gerekmekteydi... (Roloff- SeeBlen, 1995; 98) Ama 1909 yılında çıkan, ‘makinelerle birlikte geleceğe umutla yürüyen’ bu burjuva akımı, I. Dünya Savaşı’nın hüsranı ile karşılaştı, ardından da totaliter rejimlerin elinde oyuncak oldu. Savaşı takip eden yıllarda Almanya, Hitler ve Nazizm’le, Gelecekçilik’in çıkış yeri ve kalesi olan İtalya Mussolini’yle, Rusya ise Stalin’le tanıştı. Bu totaliter sistemler, 1818 yılında Dr. Frankenstein ile ilk meyvelerini veren eğilimin, 1924 yılında Zamyatin’in Biz, 1932 yılında Huxley’in Cesur Yeni Dünya ve 1949 yılında da George Orwell’in 1984 adlı romanlarının yayımlanmasıyla, adının konulmasına neden oldu: Distopya.¹ Sanılmasın ki anti-ütopya yirminci yüzyıla özgü, teknolojiyle malûl, savaş yorgunu karamsar beyinlerin ürünüdür, yalnızca. Ya da 'Arcadia düşleri'yle, cennetin bahçeleriyle süslü edebi ve artistik bir geleneğin reddiyesidir; Platon'dan More'a, Bacon'a; Campanella'dan Hegel'e, Marks'a kadar gelen içkin bir totalitarizme karşı koyuştur. Anti-ütopya bir kopuştan ziyade kendisinin farkında olan ütopyanın namuslu olmaya karar vermesidir. (Alkan, 1999) Bilimkurgu Edebiyatı Gazeteci Hugo Gernsback tarafından, ilk kez 1926 yılında kullanılan bilimkurgu kavramı, Thema Larousse’da “...çağdaş bilginin en cüretkar ve en marjinal varsayımlarından hareketle, teknik ve sosyal geleceği önceden haber verme yolu...” olarak tanımlanıyor. Roloff ve SeeBlen’e göreyse bilimkurgu, “ütopik edebiyat ile gotik fantezinin kaynaşmasından” oluşmuştur. (Roloff- SeeBlen, 1995; 40) Ünsal Oskay’a göre bilimkurgu edebiyatının ilk örneği Goethe’nin Faust’udur. (Oskay, 2002) Öte yandan tartışmalı da olsa birçoklarına göre Edgar Allan Poe, bilimkurgunun babası sayılır. (Nemli, 1999; 40–42) Ancak bilimkurgu romanının öncü sayılabilecek en büyük yazarları kuşkusuz Dünyanın Merkezine Seyahat (Voyage au centre de la Terre–1864), Aya Seyahat (De la Terre a la Lune –1865) ve Denizler Altında Yirmi Bin Fersah (Vingt Mille Lieues sous les mers–1870) gibi romanlarıyla Jules Verne ile Zaman Makinesi (The Time Machine–1895), Görünmez Adam (The Invisible Man–1897) gibi yapıtlarıyla Herbert George Wells’dir. Wells her ne kadar, bir bilimkurgu yazarıysa da, roman ve öykülerinde ‘bilimin nasıl kullanıldığı’ sorunuyla uğraşmaz. Örneğin Wells, Ay yolculuğunun teknik sorununu ‘yer çekiminden arındırılmış madenden üretilen bir küre’ ile ayaküstü halleder. Çünkü derdi, ‘teknolojinin gelecekteki ürünlerini tahmin etmek’ değil, geleceğin toplumsal hayatı üzerine düşünceler üretmektir. Bu anlamda teknolojinin kendisini değil, teknolojiyi üreten toplumun sorunlarıyla uğraşan Wells, yaşadığı dönemlerde daha ‘aydın’ bir kesime hitap etmiştir. Öte yandan Wells, romanlarında teknoloji hakkında karamsar bir tablo da çizmez. O, bilimkurgunun distopik tarafına uzaktır. (Roloff- SeeBlen, 1995: 34) Verne’de ise kahramanlar teknolojiye duyulan hayranlığın açıkça etkisi altındadırlar. Bu eğilimi Oskay şu şekilde açıklar: “Burjuva o sırada iktisadi hayata hâkim ama görgü açısından daha rafine olmuş değil. Jules Verne burjuvanın nasıl sara nöbeti geçirir gibi kafayı tabiatı fethetmeye taktığını da anlatır”. (Oskay, 2002) Gerçekten de Verne’in romanlarındaki kahramanlar teknolojiyi, Aya gitmek ya da dünyanın merkezine ulaşmak gibi amaçlar için kullanır. Ancak Verne’in romanlarındaki olumlu kahraman, teknolojinin hayatında olması gerektiği yeri bilir. Teknoloji onun için incelemenin ve araştırmanın aracıdır, Buna karşın ‘serseri ruhlu çılgın bilim adamları’ da teknoloji fetişistlikleri yüzünden gitgide değişerek, bambaşka kimliklere bürünüp birer canavar haline gelebilirler. (Roloff- SeeBlen, 1995: 37) XIX. yüzyılın sonuna doğru, nasıl geçmişteki bir aşamada ütopyadan distopya doğmuşsa, bilimkurgunun tasarım ve projelerindeki gelecek inancından da bir kuşku ortamı doğdu. Örneğin Stevenson’un yazdığı 1886 tarihli Dr. Jekyll ve Bay Hyde adlı romanında 1880’deki büyük ekonomik kriz etkili olmuştu. Böylece yavaş yavaş Wells’in gelecek hakkındaki pozitif görüşleri bilimkurgu edebiyatından çekilmeye başladı. Ancak Wells’in bakış açısına oldukça benzeyen bir bakış açısının, Jack London’un Demir Ökçe (The Iron Heel–1907) adlı romanında görüldüğü söylenebilir. London XXVI. yüzyılda geçen bu romanda, XX. yüzyıl başında devrimci Ernest Everheard’ın yaşamöyküsünü basan Anthony Meredith adlı yayıncının kitaba düştüğü dipnotlar yardımı ile geleceğin, devrimler sonucunda nasıl mutlu bir şekilde kurulduğunu anlatıyordu. Bu noktada bir ayrımdan söz etmek gerekir. Bilimkurgu edebiyatı en çok ‘fantastik edebiyat’ ile karıştırılmaktadır. Bunun temelindeyse her iki türün ‘olmayan mekânlar, toplumlar ya da yaratıklar’dan bahsetmesi yatar. Ancak fantastik edebiyattaki cinler, periler, cüceler, devler, bilimkurgu türünde uzay gemileri, başka dünyalardaki inanılmaz yaratıklar, teknik olağanüstü buluşlarla yer değiştirir. Bu anlamda bilimkurguda daima bilimsel diyebileceğimiz türden bir gerekçe bulma kaygısı vardır. (Türk Dili, 1973: 334) Bilimkurgunun üzerinde durduğu önemli bir konu da ‘teknolojinin gelişimi ve yeni makineler’dir. Capek’in başkaldıran robotlarından² Asimov’un mantıksal çelişkilerle boğuşan uslu robotlarına kadar, en iyi niyetlilerinin bile insan için zararlı olabileceği önermesi, bu tür romanların genel eğilimini oluşturur. Robotların temel konuyu oluşturduğu öyküler, ilerde daha genişler ve sahneye siborg (yarı insan yarı makine yaratıklar) veya android (insanın hem görünüş hem de davranış olarak tam bir kopyası olan makineler) gibi, yeni robot torunları çıkar. Bilimkurgunun muhafazakârlığı su götürmeyen örneklerinde, makinelere yöneltilen eleştiri, kitleye yöneltilen eleştiriyle birleşerek, karşımıza çıkar; makinenin insanı kendine köle edebileceği korkusu, çok daha derinlerdeki bir korkuyu, makinelerin burjuva sınıfının varlığını tehlikeye düşürecek insan kesimini özgürlüğüne kavuşturabileceği korkusunu örter. Ancak robotlarla beslenen öyküler, bilimkurgu türünün aynı zamanda ayağı en yere basmış, en güvenilir tahminleri sunan öyküleridir de. (Roloff- SeeBlen, 1995: 320) ‘İnsanlığın gelecekteki durumu’ bir diğer önemli bilimkurgu temasıdır. Bu tür, temelde tabii ki ütopik edebiyata dayanır. Çünkü tekil anlamda teknolojik bir gelişmeyi (örneğin zaman makinesi) ya da bir yaratık istilasını öykünün temeline oturtmaktan çok, gelecekteki muhtemel sosyal yapıyı inceler. Isaac Asimov ve Robert Heinlein’in bu türde romanları vardır. En ilginçlerinden biri Philip K. Dick’in, Yüksek Şatodaki Adam (The Man in High Castle–1974) adlı romanıdır. Sonuç olarak diyebiliriz ki bilimkurgu edebiyatındaki genel eğilim, gelecek için kötü bir tablo çizme yönündedir ve bu yüzden bilimkurgusal yazın, gerçekten kaçmakla suçlansa da, içinde yaşadığımız gerçeği, bazen ‘gerçekçi’ kitaplardan çok daha tüyler ürpertici bir şekilde yüzümüze vurur. (Yücel, 1999) Ancak bu distopyan bakış açısı “Mutlu altın çağın geride kaldığını, yaşanılan toplumda artık böyle bir şeyin mümkün olmadığını savunup, bizi aslında var olan sisteme, ana rahmine hapsetmeye, bizi sıradan bir reklâm yazarı, akademisyen yapmaya...” da çalışabilir. (Oskay, 2002) Öyleyse okuma serüvenine ütopik bir çıkış aramak isteyen meraklılara tavsiyemiz, türün örneklerini alt metinleri dikkate alarak ve kendi bütünlüğünün dışındaki faktörleri de göz önünde bulundurarak okumaları olabilir. ¹ “Distopya’lar ütopyalardaki iyimser tablonun mümkün olmadığını, insanın doğasından gelen bir kötülük güdüsüne sahip olduğunu savunur. Bu yüzden insanların mutlu bir düzen kuramayacağı, bu yöndeki çabaların karanlık diktatörlüklerle son bulacağı iddiasındadır. Her ne kadar Türkçe’de anti-ütopya deniliyorsa da yanlıştır, ‘distopya’ daha doğru bir terimdir; çünkü ‘distopya’, ‘ütopya’nın karşıtı değildir.” (Biryıldız, 2002) ² Robot kelimesi ilk kez Çek oyun yazarı Karel Capek’in 1920 yılında sahnelenen “Rossum’s Universal Robots” adlı oyununda kullanılmıştır. Çekçe ‘sürekli çalışan’ anlamındaki ‘robota’ sözcüğünden türetilen ve bu kullanımıyla da otomatik ve tekdüze işleri yapan makineler için söylenen sözcük günümüzde evrensel bir kullanıma sahiptir. -Alıntı- Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Kinyas Yanıtlama zamanı: Mart 3, 2008 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Mart 3, 2008 Bilimkurgu Edebiyatı ' ndan.. Sıradan Bir İş Günü.. Karşıdan gelen uzaylıya, başımla bir günaydın çakıyorum.‘Günaydın’, ztbıızzt. Bu türler böyle. Zıtlayıp, bıztlayıp yaşayıp gidiyorlar. Bir merhaba da, ondan sonra gelene. ‘Aman aman, şuna da bakın suratsızın teki’. Hortumlarından fışkıran yeşil sümüğü beni başımdan ayağıma dek… Sırılsıklamım. Bir, en çok iki saniye içinde o sümük buharlaşacak, allahtan. Yoksa, biz insancıkların hali nice olurdu. ‘Yok yok, kalsın’ diyorum. Bugünlük bu kadar sıcakkanlı olmak bana yetti de arttı bile. Köpekbalığı derisi giysilerimde tek bir kırışık bile yok, ayakkabı cilası parlaklığındaki saçlarım da ise tek bir dalga. Çok güzelim. Önemli bir şey bu. Güzel olmak. Ben güzelliğimin farkındayım da. Bu sabah o patronum olacak gorilin hakaretlerine katlanabilecek kadar güzelim. Dev vitrinde buz gibi yansıyan kendime bakıyorum, gülümsüyorum güvenle; bembeyaz dişlerime ışık ‘çınn’ vurup kaçıyor. Gezegenler arası arenada oldukça söz sahibi olan sayın şirketimin giriş kapısı açılıyor ardına kadar beni görünce, açılmıyor da sınıfıma uygun bir şekilde ‘şöyle bir’ aralanıyor. Kapı beni ‘hoşgeldiniz ama geç kaldınız 2. sınıf yönetici’ diyerek karşılıyor. ‘Kapı, kapı’ diyorum. ‘Bir gün gelecek ki o gün çok yakın, sen benim önümde sonuna kadar açılacaksın, böyle ıkınarak sıkınarak aralarından berilerinden geçmek zorunda kalmayacağım. Bu yüzden haddini bil’. ‘Yine geç kaldın, sümsük herif’ diyor karşımdaki goril. Tam sen sümsüğü görürsün şimdi deyip, ya allah girişeceğim adama pata küte. Adamı dövmeyi düşünmemle birlikte kredi kartımın hesap özeti gözleriminden önünden şırıl şırıl akmaya başlıyor. Kendime geliveriyorum. Ellerimi hemen iki yanıma kilitleyip, ‘eyvallah’ diyorum. Zın zın Zın… Zınlayan kafamdaki emniyet çipi... Allah ondan bin kere razı olsun. Çipi satan adamlar, ‘sizi kahreden, bitiren, kişiliğinizi paramparça eden işinizde kıçınıza tekme vurulmadan çalışmak istiyorsanız size bu çipi öneririz. Bu çiple, öfkenize yenik düşemeyecek, patronunuz size ne kadar çok kızarsa kızsın, bir tarafınıza takmayacak, daha doğrusu takamayacak hale gelmenizi garanti ediyoruz. Patronunuz sizi ne kadar döverse dövsün, sövsün, ateşiniz 40’lara 50’lilere çıksın, beyniniz sulansın gözpınarlarınızdan aksın farketmez. Sizin kontrolünüz, bu gibi durumlarda, bizim çipin ellerine geçiverir’. demişlerdi de… İtiraf etmeliyim, bana biraz abartıyorlarmış gibi gelmişti. Benim için biçilmiş kaftan olan ‘çipin’, göz kamaştıran özelliklerine pek inanmamıştım. Ama haklılarmış. Denemesi bedava. Sıradan bir iş gününü atlamak isteyen her insanoğlunun kafasında olması gereken bir zamazingo bu. ‘Sümsük herif’ diyor, elindeki metal parçasını evirerek ve de çevirerek. Sen, dünyalı, bu aptal şeye rapor mu diyorsun. Hani nerede ‘ey’ler, hani nerede ‘ay’lar. Ingarot alfabesini öğrenemedin gitti’. ‘Ingarot kadar kafana meteor düşsün’diye düşüneceğim, düşünmesine de…Ih ıh ıh olmuyor. Deniyorum. Olmuyor. Emniyet çipim devrede. Geçen yaz aldığım, taksitlerini hala ödediğim 250 gr’lık inek eti konservesi burnumun önünde bir yukarı bir aşağı zıp zıp zıplıyor. Karşımdaki goril düşünce okuyan türden… Allah iki kere razı olsun, şu emniyet çipinden Gorilin fırlattığı rapor, utanmadan kafama saplanıyor. Saplandığı yerden bir çırpıda çıkarıveriyorum onu. Kuştüyü kadar yumuşağım. ‘Tamam efendim’ diyorum. ‘Şimdi gidip Ingarotçamı tazeleteceğim. Istediğiniz raporu da yeniden hazırlayacağım, öğle uykunuza yetiştiririm’. Kükrüyor goril arkamdan.‘Senin işini yapacak onlarca insan, bak sıra bekliyor dışarıda. Ayağını denk al’. Arthur C. Clarke Koyun Paradoksu.. Kapının üzerine dikkatle bakınca küçük vida izlerini ve isim plakasından geriye kalan dikdörtgen gölgeyi fark etmişti. Koridorun loş ortamında merakla diğer kapılara da baktı. Hepsi aynı durumdaydılar. İsimler yok olmuşlardı. Dairelerden en ufak bir ses de gelmiyordu. Kalbi çarparak üçüncü kata çıktı. Daha merdivenleri bitirmeden, defalarca geldiği ve sevgiyle karşılandığı kapıyı gördü. Gözlerine yaşlar birikerek yaklaştı, açmak için değil, sadece dokunmak için hafifçe itince, kapı ince bir gıcırtıyla açılıverdi. Açıkcası bunu hiç beklemiyordu. Bir an eşikte kalakaldı. Garsi Amca'ya her gelişinde böyle bir tereddüd geçirirdi. Çünkü yaşlı birinin evine girmesi, onunla dost olması yasaktı. Sonra da "boşver" deyip kapıyı çalardı. Hiç bilmediği bir şeyle karşılaşacakmış gibi yavaş adımlarla daireye girdi. Mobilyalar yerli yerindeydiler. Demirbaş olduklarından, bir yere gitmeleri söz konusu değildi. Ama duvarlardaki resimlerden eser yoktu. Garsi Amca'nın gençliğinde çekilmiş büyük boy fotoğrafın yerini hemen tanıdı. Sonra elbise dolabına baktı. Askılarla boştu. Dolabın içinde bir şey dikkatini çekti. Eğilip aldı. Küçük kırmızı bir gömlek düğmesiydi. Garsi Amca'nın devamlı giydiği gömleği hatırladı. Acıyla gülümsedi. Mutfağa gitti. Ocağın yanındaki duvara sıçramış kahve lekelerini gördü. Garsi Amca çok fazla kahve içiyordu. Bu lekeler de onun yaşamından kalmışlardı. Gidip pencereden Planeterya'nın ortasını süsleyen Deniz'e baktı. Yelkenliler gene her zamanki gibi süzülüyorlardı. Hiç biri Garsi Amca'nın gittiğinden haberdar değillerdi, apartmandaki diğer insanların yokluklarını da bilmiyorlardı, zaten pek umursayacaklarını da sanmıyordu. İhtiyarlar mahallesine gelenler baştan kayıp sayılırlardı. Onlarla kimse görüşmez, kimse dostluk etmezdi. Deniz'in çevresindeki bembeyaz evlerde de yaşam aynı temposunda akıp gidiyordu. Hiç bir şey aslında değişmemiş gibi duruyordu. İhtiyarlar diğer sektöre gönderilmişti. Yakında yerlerine biraz daha gençler gelecekti. Cama burnunu yasladı. Zaten kirli olan camda burnunun izini gördü. İçi birden ürperdi. Çocukken bakımevinde de hep böyle yapar ve ikinci annelerden azar işitirdi. Sonra, artık on sekiz yaşında olduğunu ve bakım evinden çıkalı beş seneyi geçtiğini sevinerek hatırladı. Annelerin ne birincisi, ne de ikincileri vardı onun için. İçi ezilerek yüzünü odaya döndü. İkinci sektörde yaşamın çok farklı olduğunu söylüyorlardı. Orada iklim bile bambaşkaymış. Planeterya'daki gibi yazın aşırı sıcaklara, kışın dondurucu soğuklara orada rastlanmıyormuş. İnsanlar bütün yaşam boyu verdikleri emeklerinin karşılığını orada alıyorlar, keyif içinde yaşamlarının son günlerini geçiriyorlarmış. Garsi Amca'nın daha rahat edeceğini bilmek Timur'un üzülmesine engel olamıyordu. Apartman dairesini ziyaretinin üzerinden on gün geçmesine karşın Timur, Garsi Amca'nın yokluğuna bir türlü alışamıyordu. Çevresinde keyifle hamburgerlerini tıkınan arkadaşlarına baktı. Hepsi kendiyle aynı yaş gurubundandılar. Çoğunu da bakımevinden beri tanıyordu. Zaten diğer yaş guruplarından dostlar edinmek hoş karşılanan bir davranış değildi. Bu düşüncelere iyice daldığı bir anda, ilerde kalabalığın içinde Siriya'yı fark etti. Genç kız elindeki tepsiyi düşürmemek için büyük bir çaba sarf ediyordu. Uzun kola bardağı bir kaç kez tehlikeli bir şekilde sağa sola yattıysa da hiç bir şeyi dökmeden masalarına kadar geldi. Timur kendi yanının boş olduğunu sevinçle fark etmişti. Ama karşısında oturan Arzar'ın yanı da boştu. İki delikanlı bir an için iki erkek ala geyik gibi bakıştılar. Siriya da boş yerleri fark etmişti. Kısa bir duraksamadan sonra Timur'un yanına süzülüverdi. - Ne haber Timur? Genç kız çok güzeldi. Timur içinin erimesine engel olamıyordu. Güçlükle, "İyilik ne olsun?" diyebildi. Siriya abartılı bir şekilde eğilip, Timur'un tepsisine baktı. Uzun saçları hafifçe delikanlının yüzüne değmişti. Kalbinin duracağını sandı. - Seni gidi seni!.. Gene sebzeburger yedin değil mi? Timur bir şeyler söylemeye çalışıyordu ama başaramıyordu. Kız elini dostça veya ablaca veya kimbilir nece? Delikanlının omzuna koymuştu... Timur tepeden tırnağa titrediğini hissediyordu. Arzar ise dik dik bakıyordu... Siriya ikinci anneymiş gibi, şakadan kulağını çekti. - Ne zaman et yemeğe başlayacaksın? - Hiç bir zaman? - Neden? Kız, ikiz köfteli hamburgerinden kocaman bir ısırık aldı. Biraz önce öpmek için dayanılmaz istek duyduğu dudaklarının kenarından mayonez taşıvermişti. Timur, kızın eliyle dudaklarını kabaca silmesini seyretti. Kaybettiğini sandığı sesini iyice kazandığını görüyordu. - Çünkü Siriya, koyunlar da senin benim gibi canlılar. Her ne kadar bizim alıştıklarımıza pek benzemeseler de, onların da ruhları ve kişilikleri var. Bunları bize ifade edemiyor olmaları onları öldürmemizi gerektirmiyor. Kızın dudağından sızan mayonez şimdi de ketçapla destekleniyordu. Zarif elleri de fena halde hamburgere batmıştı. Peçetesini aradı bulamadı. Arzar çevik bir hareketle kendi peçetesini uzattı. Herif güneşte kalmış salatalık gibi sırıtıyordu. Kız Arzar'ın yüzüne bile bakmadan başıyla teşekkür ederken, yanıt vermek için ağzındaki lokmanın bitmesini bekliyordu. - Ama beslenmemiz gerekli... Bu nedenle de koyunları yemek durumundayız. - Evet, beslenmemiz gerekli ama cinayetler işleyerek değil. Kendilerini her mevsim yenileyen bitkileri yiyerek çok güzel beslenebiliriz. Çok güzel dost olabileceğimiz başka canlıları katletmemiz gerekmiyor. Siria umursamaz bir şekilde omuzlarını silkti. - Timur şu on milyon kişinin yaşadığı Planeterya'da senden başka et yemeyen biri daha var mı? Masadaki diğer gençler dikkatle konuşmayı dinliyorlardı. Arzar bile biraz önceki rekabetin geriliminden sıyrılmış, ilgiyle bakıyordu. - Evet var. Siria çok şaşırmıştı. - İnanmıyorum. - İster inan ister inanma ama var. - Timur, onunla hemen tanışmak istiyorum. Timur neşeyle ayağa kalkıvermişti. Elini Siria'ya uzattı. - O zaman, hemen gel benimle. Daha Arzar ne olduğunu anlamadan kalabalık hamburgercinin dışına çıkmışlardı bile. Timur bir yere yetişecekmiş gibi hızla yürüyor, genç kız peşinden gelebilmek için büyük çaba sarf ediyordu. - Timur! Ne olur söyle, nerde bu insan?.. Nereye gidiyoruz böyle? Deniz'in kıyısına kadar gidip durdular. Siria hem meraklanmış hem de çok eğleniyordu. - Hadi artık, çabuk söyle. Timur uzaklara bakıyordu. - Onunla tanışman olanaksız Siria, çünkü o şimdi ikinci sektörde. Kız şaşırmıştı. Duyduklarına bir türlü anlam veremiyordu. Timur Garsi Amca'yı, nasıl tanıştıklarını, son bir yılki görüşmelerini anlattı. Kumsala oturdular. Kızın neşesi yerini sessizliğe bırakmıştı. - Timur, neden bir yaşlıyla arkadaş olmak istedin? Timur bunun yanıtını çok düşünmüştü. - Şu anda hangi yıldayız. Siriya bu sorunun konuyla nasıl bir bağlantısı olduğunu anlayamamıştı. Gene de yanıt verdi. - Köpek yılındayız... Yani, Sazan balığının Köpek yılı... İyi de Timur bunu sen de biliyorsun. - Biliyorum... Geçen yıl Kurbağa yılıydı, ondan önceki Martı yılı. Köpek yılının daha önceki gelişini bile hatırlıyorum. O zaman altı yaşındaydım. - Ben de hatırlıyorum. Ama Sazan'ın değil, Güvercinin Köpek yılıydı. - Ne fark eder ki on iki hayvan ismi, her birinde on iki başka hayvan ismi. Toplam 144 yıl. Sonra her şey yeni baştan. Siriya hiç bir şey anlamıyordu. - Eh! Timur, yıllar böyle sayılır... Başka nasıl olabilir ki? Ayrıca 144 yıl o kadar uzun bir süre ki, kimse hepsini bilemez. - Siriya, bizden önce burada kimlerin yaşadığını hiç merak etmiyor musun? 144 yıl önce veya 288 yıl önce şu anda durduğumuz yerde kimler oturuyordu? Ya da çok daha eski yıllarda buraları nasıldı? Siriya bu kez ciddi ciddi düşünmeye başlamıştı. O da herkes gibi Birinci annesini ve üç değişik ikinci anneyi hatırlıyordu. Eski diyebileceği, daha önceki yaşamları hatırlatacak bir tek onları biliyordu. Ama onların dışında hep kendi yaş gurubuyla birlikte olmuştu. Ürperdiğini hissetti. - Timur, neden yaşlılar ikinci sektöre gönderiliyorlar? Timur çok uzun zamandır bu sorunun yanıtı düşünüyordu. - Sanırım ölümün üzüntüsünü bizlere göstermemek için. - Bizden uzakta ölmeleri için mi? - Evet. Düşünsene senin kedin öldüğünde ne kadar çok üzülmüştün. Siriya kedisini hatırlayınca gözleri dolmuştu. Bir kedinin kaybı bu kadar çok üzüyorsa, gerçek insan dostaların ki kimbilir ne kadar üzücü olurdu. Timur içgüdüsel olarak kıza yaklaştı. Ağlamasına dayanamıyordu. Kollarını boynuna doladı. Şaşırtıcı bir şekilde genç kız da ona sokulmuştu. Bir an dudakları buluşuverdi. Timur ağzında mayonezin tadını hissetti, daha sıkı sarıldı. Başı dönüyordu. Zaman sanki durmuş, havada asılıp kalmıştı. Siriya yavaşça uzaklaştı, yere bakıyordu. Timur, kızın tepkisini merak edip titremekte olduğunu fark etti. - Timur, Garsi Amca dediğin kişinin neden iki adı var? Timur gülümsedi. Böyle çağrılmayı Garsi Amca istemişti. Amca çok eski çağlardan kalma bir sözcükmüş. Aslında babanın kardeşine bu ad verilirmiş, ve insanlar o zamanlar yaşlılar gençler ve küçük bebekler hep birlikte yaşarlarmış. Nasıl da hayretler içinde kalarak dinlemişti bunları. Geçen yıllarla ilgili çok şey biliyor ve Timur'a elinden geldiğince çok şey anlatmaya çalışıyordu. Hatta bir keresinde, Timur yaşlandığı zaman bütün bunları hevesli bir gence aktarması gerektiğini söylemişti. Birbirlerine daha fazla sarıldılar, Timur bir yandan uzun süredir çok sevdiği insana sarılmanın keyfini çıkarıyor, bir yandan da Garsi Amca'yı bir daha nasıl görebileceğini düşünüyordu. - Siriya, İkinci Sektöre gideceğim. Genç kız bu söze fazla şaşırmamıştı. - Timur, bunu senden bekliyordum, ancak o yerin nerde olduğunu bilmiyoruz ki? Nasıl bulacaksın? - Kuzey ormanlarının ötesinde bir yerde olmalı. Planterya'nın diğer üç tarafı sonsuz bir çölle çevrili olduğuna göre, bu en mantıklı olasılıktı. - Ama oraya gitmek yasak. Timur yasak olduğunu biliyordu. Ama Garsi Amca'yı bir kez daha görmek için inanılmaz bir istek duyuyordu. Ayrıca yakalanırsa kendisine ne yapacaklardı ki? Omuzlarını silkti. Ayağa kalktılar. Sanki sessiz bir anlaşma yapılmış gibi, Timur'un dairesine doğru yürümeye başladılar. Siriya artık alaycı bir şekilde bakmıyordu. Gözlerinde nerdeyse hayranlığın izleri vardı. Haldün Aydıngün Bilimkurgu yazarlarından bazıları ; J.G. Ballard A.C. Clarke P.K. Dick William Gibson H.G. Wells Frank Herbert! Ursula K. Le Guin Marge Piercy George Orwell! Ray Bradbury R.A. Heinlein Stanislaw Lem Jules Werne Roger Zelazny Karel Capek Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
MALCOLMX Yanıtlama zamanı: Mart 4, 2008 Paylaş Yanıtlama zamanı: Mart 4, 2008 http://www.gnoxis.com/forum/kitap-elestirileri/4609-dune.html http://www.gnoxis.com/forum/yazarlar/5630-bilim-kurgu-ustasi-frank-hebert.html Benim en çok sevdiğim Bilim kurgu serisi ve yazarı.Herkes en azından bir kitabını okumalı diye düşünüyorum. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.