birunsatan Oluşturma zamanı: Mart 15, 2008 Paylaş Oluşturma zamanı: Mart 15, 2008 16 Mart Katliamı, İstanbul Üniversitesi'nde 16 Mart 1978 günü 7 öğrencinin ölümüyle sonuçlanan bombalı-silahlı saldırıdır. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 1. sınıf öğrencisi olan Ülkücü öğrencilerin içinde gizlice faaliyet gösteren genç bir istihbaratçı, İstanbul Emniyeti'ne geçtiği bilgi notunda, ülkücülerin 8-10 gün içinde İstanbul Üniversitesi çıkışında solcu öğrencilerin üzerine dinamit atıp, silahlı tarama yapacakları’’nı bildirmiştir. Emniyet arşivine 7 Mart 1978 tarih, 1.D.2.12780 koduyla girip resmiyet kazanan bilgi notunda belirtilen yer ve tarihte gerçekleşen katliama engel olunmadı. Bilgi notu katliamla ilgili soruşturma ve yargılamalar sürerken hiç ortaya çıkmadı. Olaydan 19 yıl sonra dava ikinci kez açılıncaya, bilgi notunun yazılışının üzerinden 22 yıl geçinceye kadar. Şükrü Balcı ve Süreyya San'ın aralarında bulunduğu polis şefleri ‘‘görevlerinde kayıtsız kalmak’’la, Reşat Altay ise saldırıya uğrayan öğrencileri dağılma noktasına kadar koruma altında tutması gerekirken üniversite kapısında terketmekle suçlandılar. İzmit 1. Asliye Ceza Mahkemesi'nde TCK 230 uyarınca görevi ihmalden yargılanıp, delil yetersizliğinden beraat ettiler. Sanık emniyetçiler hakkında verilen tek ceza polis başmüfettişlerinin önerdiği, disiplin cezası niteliğindeki ‘‘ihtar’’ cezası olmuştur. wikipedia ............................... Yedi öğrencinin hayatını kaybettiği 16 Mart Katliamı'nın üzerinden 30 yıl geçti. Beyazıt Meydanı'nda 'Merasim Birliği' adlı polis ekipleri ve sivil ülkücüler tarafından 7 öğrencinin katliam istihbaratı İstanbul Emniyeti arşivine 7 Mart 1978 tarih, 1.D.2.12780 koduyla geçtiği halde hiç bir önlem alınmadı. Yalnızca bir polisin aldığı 11 yıllık hapis cezası 1982'de Askeri Yargıtay tarafından bozuldu. Katliamın üstünden 19 yıl geçtikten sonra, olay zaman aşımına uğramak üzereyken açılan ikinci davada ise yargılanan birkaç polis memuru 'delil yetersizliği' nedeniyle beraat etti. İstanbul Üniversitesi'nden toplu çıkış yapan öğrencilerin üzerine bomba atılıp ateş açılması sonucu 7 öğrencinin yaşamını yitirdiği, 41'inin yaralandığı ve Türkiye tarihine 16 Mart katliamı olarak geçen olayın üzerinden 30 yıl geçti. O dönem İstanbul Üniversitesi'ndeki devrimci demokrat öğrenciler, ülkücü saldırılardan korunmak için toplu çıkış yapıyordu. 16 Mart 1978 tarihinde ise Merkez Kampus'un Süleymaniye Kapısı'ndan çıkmak isteyen öğrencilerin kapıdan çıkmasına izin verilmedi ve öğrenciler Beyazıt Meydanı'na açılan ana kapıya yönlendirildi. Öğrenciler kapıdan çıktığı sırada üzerlerine 'Merasim Birliği' ve sivil ülkücüler tarafından kurşun yağdırılmaya başladı. Bombanın da atıldığı saldırıda 'Beyazıt Meydanı komünistlere mezar olacak' sloganları yükseliyordu. Hukuk ve İktisat Fakültesi öğrencileri Hatice Özen, Cemil Sönmez, Baki Ekiz, Turan Ören, Abdullah Şimşek, Hamit Akıl, Murat Kurt olay yerinde hayatını kaybederken, 50'nin üzerinde öğrenci ise yaralandı. Üniversite senatosu okulu süresiz tatil etti. Saldırının hemen ardından binlerce öğrenci Beyazıt'ta toplandı ve Merkez Kampus'u işgal etmek için harekete geçti. Okuldan polisler çıkarıldı ve işgal gece boyunca sürdü. Ertesi gün yapılan kitlesel cenaze törenine gençlik örgütleri, sendikalar, meslek örgütleri, barolar ve dernekler katıldı. Cenazenin ardından Sirkeci'ye yüründü ve Merkez Kampus'taki işgal sonlandırıldı. 20 Mart 1978'de DİSK tarafından düzenlenen 'Faşizme ihtar eylemi'nde Beyazıt Katliamı lanetlendi. İşçiler, emekçiler, öğrenciler, iş bıraktı, derslere girmedi, boykotlar düzenledi. Katliam 10 gün önceden planlanmıştı Katliamın ardından ortaya çıkanlar devletin kara yüzünü teşhir etti. Ağustos 1978'de Ali Yurtaslan'ın itirafları, katliamda kullanılan bombanın kontrgerillacı emekli yüzbaşı Mehmet Ali Çeviker'in depolarında Amerikan modeli TNT kalıplarından yapıldığını ortaya çıkardı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 1. sınıf ülkücüleri arasında görev yapan bir istihbaratçının Emniyet'e verdiği bir bilgide, 'Ülkücülerin 8-10 gün içinde İstanbul Üniversitesi çıkışında devrimci öğrencilerin üzerine dinamit atıp, silahlı tarama yapacakları' 7 Mart 1978 tarih, 1.D.2.12780 koduyla Emniyet arşivine girip resmiyet kazandığı halde belirtilen yerde hiçbir önlem alınmadı. Dönemin Toplum Polisi Veli Murat Nebioğlu'nun da, İstanbul'da tüm emniyet birimlerine katliamın olacağı yönünde yolladığı resmi yazıda aynı bilgiler yer alıyordu. Katliamın sorumluları bir türlü yakalanamadı Üniversite polis amiri Reşat Altay, ülkücü kurşunlarının hedefi olan öğrencileri ana kapıya yönlendirmişti ve saldırganların arkasından koşan polislere 'koşma' emri verdi. Katliamdan bir süre sonra Altay, önce İstanbul Terörle Mücadele Şubesi Müdürlüğü, daha sonra da Niğde Emniyet Müdürlüğü görevine getirildi. Ülkü Ocakları Derneği (ÜOD) İstanbul Şube Başkanı Orhan Çakıroğlu, İstanbul Şube yöneticilerinden Mehmet Gül, ÜOD üyesi Sıddık Polat, Ahmet Hamdi Paksoy, MHP Gençlik Kolları Üyesi Kazım Ayaydın, katliamı planlamak ve uygulamak suçundan İstanbul 1 No.lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nde yargılandı. Yalnızca Sıddık Polat 11 yıl hapis cezasına çarptırıldı, diğer sanıklar hakkında delil yetersizliğinden beraat kararı verildi. Askeri Yargıtay 1982'de Polat hakkında verilen kararı bozdu ve beraat kararı verdi. Şükrü Balcı ve Süreyya San'ın aralarında bulunduğu polis şefleri 'görevlerinde kayıtsız kalmak' ile, Reşat Altay ise saldırıya uğrayan öğrencileri dağılma noktasına kadar koruma altında tutması gerekirken üniversite kapısında terk etmekle suçlandılar. İzmit 1. Asliye Ceza Mahkemesi'nde TCK'nin 230. maddesi uyarınca görevi ihmal suçundan yargılanıp, delil yetersizliğinden beraat ettiler. Sanık emniyet görevlileri hakkında verilen tek ceza polis başmüfettişlerinin önerdiği, disiplin cezası niteliğindeki 'ihtar' cezası olmuştur. Katliamın bombaları Çatlı aracılığıyla ordudan Katliamı gerçekleştiren ülkücülerden biri olan Zülküf İsot, konuşmaması için öldürüldü. Ablası Remziye Aykol 1992'de yaptığı açıklamada, katliamı yapanların kardeşiyle birlikte Latif Aktı, Sıddık Polat ve polis memuru Mustafa Doğan, katliam emrini verenin ise Alparslan Türkeş olduğunu açıkladı. Avukatlar İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulundu ve 1995'te dava İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi'nde tekrar açıldı. Doğan hiçbir zaman bulunamadı, 1997'de hakkında yakalama emri bile çıkarılmadığı ortaya çıktı. Davada Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi'nden istenen MHP Ana davasının gerekçeli kararında Türkeş dahil bazı MHP yöneticilerinin adlarının bulunduğu sayfaların eksik gönderildiği öğrenildi. Davada ulaşılan başka bir bilgi ise, katliamda kullanılan bombaları Abdullah Çatlı'nın sağladığı idi. 24 Kasım 1997'de görülen duruşmada mahkemece tanık olarak dinlenen emekli Astsubay Oğuz Serçinlioğlu, Çatlı'ya verilen TNT kalıplarının Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından verildiğini dile getirdi. Susurluk Davası'nda ise Altay ile Çatlı'nın 5 kez telefon görüşmesi yaptığı açığa çıktı. Mahkeme: İstanbul 6. Ağır Ceza'da yargılaması yapılan eylem bir terör suçudur İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesi istenen belgelerin MİT tarafından gönderilmemesi üzerine aldığı gerekçeli kararı şöyle: 'Mahkemelerin temel görevi, yapılan yargılamada gerçeği ortaya çıkarmak ve hakkaniyete uygun bir cevap vermektir. Gerçeğin ortaya çıkmasını sağlayacak her türlü belge ve bilginin mahkemeye sunulması herkes için bir görevdir. İstanbul 6. Ağır Ceza'da yargılaması yapılan eylem bir terör suçudur. Yedi kişi öldürülmüş, birçoğu da yaralanmıştır. Böyle bir davada sanığın bir avukat olarak ele geçirdiği belgeyi mahkemeye sunması gerçeğin ortaya çıkmasına katkıda bulunmaktan ibarettir'. Bir süre sonra davadan sonuç alınamayınca avukatlar, MİT'in mahkemeye müdahale ettiği ve savunma haklarının kısıtlandığı gerekçesiyle davadan çekildi ve AİHM'e başvurdu. özgürgündem ............................... Öğrenci hareketinin olduğu kadar işçi hareketinin de düzene karşı tepkilerini dile getirdiği birçok eyleme kucak açan Beyazıt Meydanı, 16 Mart 1978’de kanlı bir katliama sahne oldu. Bunu önceleyen süreçte burjuvazi, düzenlediği tüm saldırılara karşın sınıf mücadelesinin keskinleşmesinin ve işçi hareketindeki ve devrimci gençlik hareketindeki yükselişin önüne geçememişti. 1960 darbesini takip eden süreçte, toplumsal ve siyasal yaşamda sıçramalı değişimler yaşanmıştı. Sendikal ve siyasal örgütlülük düzeyi yükselmiş, kitleselleşen işçi ve devrimci gençlik hareketi aynı zamanda militanlaşmaya da başlamıştı. 15-16 Haziran direnişinden sonra tehlikenin boyutlarını daha iyi kavrayan egemenler, 1971’de orduyu yönetime çağırdı. 1974’e kadar yarı-askeri bir rejim altında, solun işçi ve gençlik hareketi üzerindeki etkisini ortadan kaldırmak için yoğun çaba sarf edilmişti. Askeri diktatörlük rejiminin sona ermesi ve yapılan seçimlerle CHP’nin sol bir görünümle iktidar koltuğuna oturmasıyla yeni bir dönem de açılıyordu. Sol hareket, üç yıllık diktatörlük döneminden, 3 gençlik liderini idam sehpasında kaybetmesinin yanı sıra onlarca parçaya bölünmüş biçimde çıkmıştı. Fakat buna rağmen kısa sürede yeniden ayağa kalkmış, 1960-70 dönemindekiyle kıyaslanamayacak kadar büyük bir kitleselliğe ulaşmayı başarmıştı. 1977 1 Mayısına gelinceye kadar, ülkenin her yerinde grevler yaşanıyordu. Yeniden yükselişe geçen toplumsal muhalefetin dinamiklerinden olan devrimci gençler, aylarca işçilerle birlikte grev çadırlarında nöbet tuttular. Yükselen devrimci mücadelenin önünü kesmek derdine düşen egemen güçler, kitlesel geçeceğini tahmin ettikleri 1977 1 Mayısında, 39 işçinin kurşunlanarak veya polis panzerleri altında kalarak can vermesine yol açacak CIA-kontrgerilla provokasyonlarını hayata geçirdiler. Bu tarihten sonra kitleleri sindirmek, iyice pasifize etmek isteyen burjuvazi, sosyal demokrat postu altına soktuğu CHP’yi anti-komünist atakları ile sahneye sürmüş, faşist MHP’nin öncülüğünde örgütlenen paramiliter silahlı güçleri, işçi önderlerinin ve devrimci gençlik hareketinin üzerine salmaya başlamıştı. Egemenler tarafından 1978 başlarına kadar yedekte tutulmaya çalışılan ve Milliyetçi Cephede umduğunu bulamayan faşist MHP, bu tarihten itibaren, bizzat devletin kontrolü altında, iç savaş stratejisini uygulamaya soktu. Bu politikayla solun karşısında sağda geniş bir taban yaratmaya çalışarak siyasal-toplumsal gerilimi sürekli tırmandırmayı hedefledi. Öğrenci gençlik hareketini teslim almak hedefiyle okullara yönelen faşistler, İstanbul Üniversitesinde “Merasim Birliği” adı verilen polis birliğinin doğrudan desteğiyle öğrencilere saldırıyorlardı. Öğrencilerin girişini engelleyerek, üst araması yapıyorlar, okula toplu halde girip çıkan öğrencilerin üzerine, polisin temin ettiği ya da edilmesine göz yumduğu silahlarla saldırıyorlardı. Tüm bu saldırılar karşısında sessiz kalmayan devrimci öğrenciler, saldırılara saldırıyla yanıt vererek faşistleri püskürtmeye çalışıyorlardı. İstanbul Üniversitesindeki faşist ablukayı ortadan kaldırmak üzere harekete geçen devrimci öğrenciler 16 Martta Süleymaniye’de toplanarak Merkez Binaya doğru yürüyüşe geçtiler. Diğer fakültelerde okuyan devrimci öğrenciler de Eczacılık Fakültesinin önüne kadar arkadaşlarına eşlik ettiler. Devletin polis üzerinden sunduğu desteğe ve üniversite yönetiminin işlerini kolaylaştıran uygulamalarına rağmen burada daha fazla tutunamayacaklarını anlayan faşistler, bir saldırı hazırlığına girişmişlerdi. Faşistler önceki günlerden farklı olarak derslerden erken çıkmak gibi dikkat çeken davranışlarda bulunmuyorlardı. Öğle tatili başladığında Süleymaniye’ye gitmek üzere okuldan çıkışa doğru yönelen devrimci öğrenciler, polisin Süleymaniye’ye açılan çıkışı kullanmalarına izin vermemesi üzerine meydana açılan kapıya doğru yöneldiler. Bu kapıdan çıkmakta olan öğrencilerin üzerine “Beyazıt Meydanı komünistlere mezar olacak” sloganlarıyla kurşun yağmaya başladı ve çok güçlü bir bomba öğrencilerin üzerine atıldı. Bu saldırıda Hukuk ve İktisat Fakültelerinde okuyan 7 devrimci öğrenci[1] yaşamını yitirirken 50’den fazlası yaralandı. Beyazıt Meydanı kan gölüne döndü. Katliamdan hemen sonra 2000 civarında öğrenci İşletme Fakültesinin önünde toplanarak Merkez Binayı ele geçirmek üzere harekete geçti. Bina işgal edildi, buradaki polisler kovulup tüm kapıların denetimi sağlandı ve gelen öğrenciler içeri alındı. Toplanma gece boyunca da devam etti. Gece yarısından sonra binaların iyice dolmasıyla bahçede toplanan öğrenciler yaktıkları ateşlerle ısınmaya çalıştılar. Bir gün sonra yapılması planlanan yürüyüş için, gece boyunca pankartlar hazırlandı, katliamda ölen öğrencilerin resimleri çizildi. Amfilerde yapılan forumlarda, faşistlerin ülkenin her yanında gerçekleştirdikleri katliamlar anlatıldı ve faşizme karşı mücadelenin vazgeçilmezliği üzerine konuşmalar yapıldı. Ertesi gün tüm gençlik örgütlerinin yanı sıra, sendikalar, barolar, meslek odaları ve derneklerinin katıldığı büyük bir cenaze töreni düzenlendi. Cenaze töreninin ardından kitle, ellerinde pankartlar ve saldırıda yaşamlarını yitiren devrimci öğrencilerin resimlerini taşıyarak, marşlar ve sloganlar eşliğinde Sirkeci’ye doğru yürüdü. Burada yapılan konuşmalardan sonra dağılındı ve Merkez Binadaki işgal de bitirildi. 20 Martta DİSK’in ülke çapında düzenlediği “faşizme ihtar eylemi” bütün sol grupların katılımıyla gerçekleştirilerek 16 Mart katliamı lanetlendi. İşçiler, kamu emekçileri, eğitim emekçileri, sağlık emekçileri, teknik elemanlar ve öğrenciler iş bırakarak, derslerini boykot ederek, grevler düzenleyerek yaşamı bütünüyle felç eden eylemler yaptılar. Katliam sonrasında belgelenen gerçekler devletin gerçek işlevini bir kez daha gözler önüne serdi. Bunların ilki, katliamda kullanılan bombanın, 16 Şubat 1978’de yakalanan ve kontrgerilla içindeki bir emekli yüzbaşı olan Mehmet Ali Çeviker’in depolarındaki Amerikan modeli TNT kalıplarından yapılmış olmasıydı. Bu kontrgerilla yüzbaşının MHP’li olduğu ve faşist hareketin kurmaylarıyla ilişki içinde olduğu, Ağustos 1978’de ülkücü Ali Yurtaslan’ın itiraflarıyla ortaya çıkacaktı. İkinci olarak, katliam sırasında polis timinin başında olan ve öğrencileri meydan çıkışına yönlendirerek katliama zemin hazırlayan Reşat Altay’ın, katliamı gerçekleştiren faşistlerin peşinden koşan polislere “dur” emri verdiği anlaşıldı. Kendisi daha sonra, bu katliamda üstlendiği rolün ödülünü, önce İstanbul TMŞ Müdürlüğüne, sonra Niğde Emniyet Müdürlüğüne getirilerek almıştır. Üçüncü olarak, katliamı gerçekleştirenlerden biri olan, ancak ülküdaşları tarafından konuşmasından korkularak öldürülen Zülküf İsot’un ablası Remziye Aykol bir açıklama yaptı. Aykol’un, katliamı gerçekleştirenlerin kardeşi ile birlikte Latif Aktı, Sıddık Polat ve polis Mustafa Doğan olduğunu, katliam emrini verenin ise Alparslan Türkeş olduğunu açıklamasına rağmen Türkeş’e herhangi bir dava açılmadı. Mustafa Doğan da bulunamaması nedeniyle (!) sanık sandalyesine hiç oturmadı. Mahkeme Doğan’ın bulunması için defalarca Emniyet Müdürlüğüne yazı yazdığı halde, Reşat Altay imzalı cevapta Doğan’ın Mart 1978’de uğradığı disiplin soruşturması nedeniyle istifa ettiği bildirildi. Mayıs 1997’de ise Mustafa Doğan’ın arama emrinin dahi bulunmadığı ortaya çıkacaktı. Dördüncü olarak da, Pol-Der yetkililerinin katliamı daha önce polise ihbar ettikleri İçişleri Bakanlığınca da doğrulandığı halde, bu ihbarın gereğinin yapılmadığı ortaya çıktı. Ayrıca birçok eylemin yanı sıra bu katliamdan sorumlu olarak aranan İstanbul Ülkü Ocakları Derneği yöneticileri Mehmet Gül (kendisi ANASOL hükümeti döneminde MHP İstanbul milletvekilliği yapmıştır ve kamuoyunun yakından tanıdığı bir simadır!) ve Mustafa Verkaya aylarca yakalanmadılar. Bulunduklarında ise bir-iki yüzleştirmenin ardından tutuklanmayarak birkaç gün içinde serbest bırakıldılar. Burjuvazi her zamanki gibi kiralık katillerini ve uşaklarını korudu, ödüllendirdi. Katliamın üzerinden tam 26 yıl geçti. İşçi sınıfı ve devrimciler, o günlerde faşist saldırılara karşı nasıl yanıt verilmesi gerektiğini katliamın hemen sonrasında ortaya koydukları tepkilerle gösterdiler. Fakat bu tepkiler, burjuvazinin ve onun faşist köpeklerinin düzenlediği kanlı saldırıları durdurmaya yetmedi. Ne yazık ki 16 Mart katliamı sınıf hareketine ve devrimci gençliğe yönelik yapılan ne ilk ne de son saldırı olmuştur. Burjuva egemenliğin tarihi bu türden nice saldırılar ve katliamlarla doludur. 16 Martta Beyazıt’ta ve sonrasında Maraş’ta, Sivas’ta insanları katleden burjuvazi, bugün de devrimcileri F tipi veya D tipi denen hücrelere, mezarlara gömmekten geri durmuyor. Yıllarca Kürt halkına karşı bir imha politikası yürüten, kendi egemenliğine muhalif olarak gördüğü en küçük demokratik talepleri bile ezmeye çalışan burjuvazi, iktidarını kanla ve binlerce insanın cansız bedeni üzerine kurmuştur. 16 Mart katliamının sorumlusu burjuva devlet ve onun örgütlediği faşist çetelerdir. Sınıf mücadelesinin ve devrimci hareketin yükseldiği ve kapitalistleri can derdine düşürdüğü 1960-80 arasındaki dönemde burjuvazi, kendi iktidarını korumak için en acımasız katliamları yapmaktan çekinmemiştir. Buna rağmen işçi sınıfının ve devrimci hareketin bu saldırılara yanıtı yeterli olamamış, sınıf hareketine önderlik etme iddiasındakiler yaklaşan tehlikeye karşı koymakta ve sınıfı mücadeleye hazırlamakta yetersiz kalmışlardır. Devrimci önderlik eksikliği, toplumsal kurtuluş mücadelesinin “milli demokratik devrim” veya daha “ileri” bir burjuva demokrasisi hedefi tarafından gölgelenmesi, küçük-burjuva devrimcilerin uzun süre işçi sınıfını görmezden gelmesi, bazılarının devrimin dinamiğini “ilericilik” payesi vererek orduda araması: tüm bunlar ayağa kalkan işçi sınıfının bir karşı-devrimle bozguna uğratılmasıyla son bulmuştur. Burjuvazi 1977 1 Mayısıyla başlattığı karşı saldırıyı 16 Mart katliamı ile devam ettirmiş ve nihayet 12 Eylül darbesiyle de son noktayı koymuştur. Sonuçta doruk noktasına ulaşmış olan toplumsal muhalefet dalgası çok daha hızlı bir biçimde geri çekilmiş ve 1980 öncesi devrimci işçi ve öğrenci kuşağı yerini büyük bölümüyle toplumsal sorunlara duyarsız, mücadeleye sırtını dönen ve tarih bilincinden yoksun bir genç kuşağa bırakmıştır. Bugün gelinen süreçte burjuvazi, 1980 öncesinde yaşanan toplumsal mücadelelerin, işçi sınıfının ve gençliğin hafızasına kazınmasını engelleyebilmek için bu dönemi “kardeşin kardeşi vurduğu”, “sağ-sol çatışmaları”yla geçen ve “bir gurup anarşistin” yarattığı bir süreç olarak lanse etmeye çalışıyor. Böylece iki kuşak arasındaki bağın kopmasını ve tarihsel hafızanın yok edilmesini sağlayarak, yaptıklarının üzerini örtmeye ve unutturmaya uğraşıyor. Gerçekten de o dönemle yaşadığımız dönem arasındaki bağların kopukluğu bir tek şekilde açıklanabilir: işçi sınıfının devrimci önderlik eksikliği. Faşizme ve her türlü gericiliğe karşı mücadelede, emperyalist savaşlara karşı sınıf savaşlarının yükseltilmesinde, kapitalizmin ortadan kaldırılıp insanlığın özgürleşmesinin önündeki tüm engellerin yıkılması ve komünist bir dünyanın yaratılması mücadelesinde kitlelere önderlik edecek komünist-devrimci bir önderliğin yaratılması bugün her zamankinden daha fazla aciliyet taşıyor. Bu yüzden kapitalizmin dünya çapında emekçilerin kanı ve alınteri üzerine kurulu iktidarını ayakta tutmak için harcadığı muazzam çabayı da hesaba katarak, sınıf hareketi içerisinde kararlı ve inatçı bir mücadele yürütmek gerek. Aksi takdirde ne kapitalizm denen ücretli kölelik düzeninin ne de onun kanlı saldırılarının önünü kesmek mümkün olacaktır. HER ŞEYİ ÖĞREN, HİÇBİR ŞEYİ UNUTMA! alıntı.... Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
boynuzsuzgeyikler Yanıtlama zamanı: Mart 15, 2008 Paylaş Yanıtlama zamanı: Mart 15, 2008 Onaltı Mart - Grup Yorum Çitler kesilir birer birer Cop ve bomba alt edilirler Biz ki gürleyen birer volkanız Beyazıt patlayan krater Martın onaltısında yedi can Düştük gün ortasında yedi can Bindallı yasemen olup yeşerdik Faşizmin karşısında yedi can Çaldığım özgürlük ateşini Ülkemin koynunda büyütmek Değil lale bahçelerinden değil Barut yakan soluktan geçer Barut yakan avazdan geçer Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
theangelofdeath Yanıtlama zamanı: Aralık 19, 2008 Paylaş Yanıtlama zamanı: Aralık 19, 2008 Yer İstanbul Üniversitesi, Tarih 16 Mart 1978, saat 13.30. Dehşet verici bir patlama ve ortalığı karanlığa gömen kara bir duman... Yüzlerde şaşkınlık, tedirginlik... http://mitoloji.info/resim/16-mart3.jpg 7 öğrencinin ölümü, onlarcasının yaralanmasıyla sonuçlanan 16 Mart Katliamı'nın üzerinden tam 23 yıl geçti. Ve bu yıl da katledilen 7 öğrenci kırmızı karanfillerle anılacak, sorumluların yargılanması istenecek. Peki katliamı gerçekleştirenler, gerçekleşmesine göz yumanlar, bütün bunları nereden izleyecek? Beyazıt kan gölüne döndü 1 Mart 1978 gününden itibaren okula topluca girip çıkma kararı almıştı devrimci öğrenciler. Tıpkı geçmiş 16 gün gibi, o gün de topluca okuldan çıkıyorlardı; saldırılara karşı kol kola girerek ve faşistlerle karşılıklı slogan atarak.Beyazıt Meydanı Komünistlere mezar olacak sloganı büyük bir gürültü ve yoğun silah sesleriyle eyleme dönüştü. Ortalığı karanlığa boğan duman ve şaşkınlık geçince, yaşanan katliamın korkunç yüzü ortaya çıktı. Beyazıt Meydanı kan gölüne dönmüştü. Hukuk ve İktisat Fakültesi'nde okuyan öğrencilerden Cemil Sönmez, Baki Ekiz, Hatice Özen, Abdullah Şimşek, Murat Kurt, Hamdi Akıl, Turan Ören hayatını kaybetmiş, 50'den fazla öğrenci de yaralanmıştı. Katledilen öğrencilerin cenazesi binlerce kişinin katıldığı bir törenle Beyazıt'tan kaldırıldı. http://mitoloji.info/resim/16mart-1.jpg Polis öğrencileri zorla çıkardı Katliamın sonrasında yaşananlar ise tam anlamıyla bir skandaldı. Katillerin üzerine gitmesi gereken devlet, katliamı unutturmayı, delilleri yoketmeyi ve katliamın sorumlularını yargı önüne çıkarmak isteyen avukatları cezalandırmayı seçti. Dönemin Toplum Polisi Veli Murat Nebioğlu, katliamdan 9 gün önce İstanbul'un tüm emniyet birimlerine katliamın olacağı yönünde yolladığı resmi yazıda şu bilgilere yer veriyordu: İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde 8 Mart 1978 günü ülkücü gruba mensup öğrencilerin, karşı görüşlü öğrencilere Amfide saldıracakları, sol gruba mensup öğrencilerin fakülteye gelmeye devam etmeleri halinde de 8-10 gün içinde bu grup üzerine bomba atılacağı istihbarat olunmuştur... Ancak 9 gün önceden bildirilen katliam konusunda polis önlem almadığı gibi, katliamı gerçekleştirenlere de yardım etti. Diğer günlerde olduğu gibi 16 Mart günü de Süleymaniye'den çıkmak üzere harekete geçen öğrencilere polis izin vermedi. Üniversite polis noktası amiri Reşat Altay ve ekibi, öğrencileri ön kapıdan çıkmaya zorladı. Polislere koşmayın emri verdi Polisin katliamı gerçekleştiren polise yardımı bundan ibaret değildi. Katliamı gerçekleştirenler olay yerinden hızla uzaklaşırken, arkalarından koşan polis memurları da Durun... Koşmayın... emri ile geri döndüler. Bu komutu veren devrimci öğrencileri zorla ön kapıdan çıkaran Reşat Altay'dı. Altay'ın bu çabasının karşılığını aldı. Önce İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü yardımcılığına sonra da Niğde Emniyet Müdürlüğü'ne atandı. Katliamın dosyası tozlu raflarda Katliamı gerçekleştirenleri korumak için elinden gelini yapan yetkililerin çabaları yargı aşamasında da devam etti. Tanıkların ifadeleri doğrultusunda dönemin Ülkü Ocakları Derneği (ÜOD) İstanbul Şube Başkanı Orhan Çakıroğlu, ÜOD yöneticilerinden Mehmet Gül, dönemin MHP Gençlik Kolları Kazım Ayaydın, ÜOD'li Sıddık Polat ve Ahmet Hamdi Paksoy, katliamı planlayıp uygulamak suçundan İstanbul 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nde yargılandı. Sanıklar delillerin yetersiz olduğu gerekçesiyle beraat ederken, sadece Sıddık Polat'a 11 yıl hapis cezası verildi. Ancak onun hakkında da Askeri Yargıtay, 5 Ekim 1982 tarihinde beraat kararı verdi. Katliam 17 yıl sonra... 16 Mart Katliamı davası 1988 yılında kadar tozlu raflara kaldırıldı. Bir grup avukat 16 Mart 1988 yılında Eczacılık Fakültesi önünde bir basın açıklaması düzenleyerek katliam hakkında bilgisi ve tanıklığı olan herkesin kendileriyle irtibat kurmaya çağırıyordu. Bütün bu olaylar yaşanırken katliamı gerçekleştiren ve ülkücüler tarafından konuşulmasından endişe edilip öldürülen Zülküf İsot'un ablası Remziye Akyol, olayla ilgili çok ciddi açıklamalarda bulundu. Avukatlar topladıkları delillerle 1992 yılında İstanbul Cumhuriyet Savcılığı'na müracaat ederek İadeyi Muhakeme talebinde bulundular. Avukatların bu talebi ancak 1 Haziran 1995 yılında hayata geçti. Emri Türkeş verdi Yeniden açılan dava İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesinde görülmeye başlandı. Remziye Akyol'un ifadeleri yeni açılan dava için çok önemliydi. Çünkü Akyol'un ifadeleri Latif Aktı ve Sıddık Polat'la birlikte polis memuru Mustafa Doğan'ı da işaret ediyordu. Akyol, mahkemeye verdiği ifadede, katliamı kardeşinin Mustafa Doğan, Latif Aktı ve Sıddık Polat'la birlikte gerçekleştirdiğini söyleyerek, emri MHP lideri Alparslan Türkeş'in verdiğini açıkladı. Ancak davanın en önemli sanıklarından olan Mustafa Doğan sanık sandalyesine hiçbir zaman oturmadı. Savcılık, İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne Mustafa Doğan'ın bulunması ve mahkemeye getirilmesi için defalarca yazı yazdı. Emniyet'ten gelen cevap, Doğan'ın Mart 1978'de İstanbul Toplum Polisi görevinde bulunduğu, fakat kısa bir süre sonra polislikten istifa ettiğini bildiriyordu. Yazının altındaki imza çok ilginçti. İmza 16 Mart 1978 yılında devrimci öğrencilerin ön kapıdan çıkmaya zorlayan ve katliamı gerçekleştirenlerin arkasından koşan polise Durun... Koşmayın... emrini veren Reşat Altay'a aitti. Altay, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele'den sorumlu Müdür Yardımcısı sıfatıyla yazıya imzayı atmıştı. Kuşkusuz 1997 Mayısında Mustafa Doğan'ın emniyetçe aranmadığı, hatta arama emrinin dahi bulunmadığı gerçeğinin ortaya çıkması bir başka skandaldı. Dosya sayfaları eksik 8 Temmuz 1996 tarihli duruşmayla birbiri ardına yaşanan skandallara bir yenisi daha eklendi. Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesinden istenilen MHP Ana Davasının gerekçeli kararında, başta Alparslan Türkeş olmak üzere bazı MHP yöneticilerinin isimlerinin yer aldığı sayfaların eksik olarak gönderildiği ortaya çıktı. Çatlı devletin her kademesinde Davada ortaya çıkan en önemli olaylardan biri de kuşkusuz Susurluk kazasıyla adını sıkça duyduğumuz ve üst düzey yetkililerle ilişkilerini hayretle dinlediğimiz Abdullah Çatlı'ydı. Çatlı'nın, 16 Mart tarihinde gerçekleşen ve 7 kişinin ölümü, yüzlerce kişinin de yaralanmasıyla sonuçlanan katliamdaki bombaları temin ettiği ortaya çıktı. 24 Kasım 1997 tarihli duruşmada tanık olarak dinlenen emekli Astsubay Oğuz Serçinlioğlu'nun verdiği bilgiler, ordu-çete ilişkisini gözler önüne seriyordu. Serçinlioğlu, Çatlıya verilen TNT kalıplarının ordu tarafından temin edildiğini söylüyordu. İstanbul DGM, Susurluk Davası çerçevesinde yaptığı bir araştırmada olaylar sırasında polislere Durun... Koşmayın... emrini veren Reşat Altay'ın Çatlıyla beş kez telefon görüşmesi yaptığını belirlemesi de, katliamdan devletin ne kadar haberdar olduğunu ve davayı engellemek için elinden geleni yaptığını açıklıyordu. http://i.radikal.com.tr/644x385/2008/05/21/fft5_mf4785.Jpeg [evrensel] Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.