birunsatan Oluşturma zamanı: Mart 16, 2008 Paylaş Oluşturma zamanı: Mart 16, 2008 Hititler Üzerine Beki L. Bahar’dan Ve Turgay Nar’dan İki Örnek Oyun… Tiyatrodan Arkeolojiye Kültürel İşbirliği Neslihan Yalman Şalom Gazetesi’nin 6-12 Mart 2006 tarihli haftalık bülteninde Tuna Saylağ’ın, Kemal Başar’la yaptığı bir röportaj dikkatimi çekti. Ankara Devlet Tiyatrosu oyuncularından Başar; genel müdürlükten ve başrejisörlükten destek alarak, Devlet Tiyatroları’nın uluslar arası ilişkilerini düzenleme görevini üstlenmişti. Geçtiğimiz günlerde İstanbul’a Tel Aviv Cameri Tiyatrosu’nun ‘Requiem’ oyununu da getirten isimlerden biriydi. Röportaj önem ihtiva ediyordu. Çünkü, nisan ayında bu tiyatronun tekrar Ankara’ya geleceği ve buradan seçilecek oyunların Tel Aviv’de sahneleneceği bildiriliyordu. Tam da bu noktada şu soruyu sormak geçti içimden: Acaba oyunlar seçilirken baz alınan ölçüt ne olacaktı ? Yazıda buna dair bir ipucu verilmiyordu. Yalnızca, bunun dışında verilen bir örnek ilgimi çekti. Belki de bu, Türk Tiyatrosu’nun kendi iç dinamiklerini oluşturması açısından gerekliydi. Söz konusu örnekte; Kemal Başar’ın rejisörlüğünü üstlendiği bir oyundan bahsediliyordu. ‘Gözlerin Ardındaki Çocuk’’un( Nava Semel ), Holocost ekseninde bir anneden ve down semdromlu oğlundan bahsettiği söyleniyordu. Oyun, Romanya Devlet Tiyatrosu G.A Petculescu Reşita’da sahnelenmişti. Ankara Devlet Tiyatrosu’ndaki çalışmalara geçildiğindeyse Başar, oradakine göre daha soyut bir üsluba girdiğini ve modern dansı kullandığını söylüyordu. Oyunu izlemediğim için; röportajda verilen iki farklı ifadenin üzerinde durarak, Türk Tiyatrosu için yazan ve farklı iki kültürün taşıyıcıları olan iki yazardan bahsedeceğim. Bahsi edilen konuya geçmeden önce; Başar’ın ayrıksı iki rejisi ekseninde dolaşmak istiyorum. Öncelikle oyun, sızılı bir konuyu ele alıyor ve büyük olasılıkla da soykırım dahilinde bir döneme gönderme yapıyor. Romanya’da gerçekçi bir üsluba bürünen oyun, Türkiye’de soyut bir çizgide çalışılıyor. Böylelikle, iki farklı teknik unsurla tek bir oyun sahnelenebiliyor. Seyirciler, coğrafi ve tarihsel koşullar işin içine girince, aynı metinin nasıl değişik sahnelerde kullanılabildiğini farkedebiliyoruz. Şüphesiz ki bu, yazarın yazdığı bir metnin nasıl değişik yorumlarla önümüze sunulduğunun kanıtı… Buna tiyatro deniyor zaten ve mevcut sanat kolunun bu yüzden ölmeyeceği söyleniyor. Fakat, bundan öte bir sorun daha çıkıyor karşımıza. Seyirci Dramaturgisi… Tiyatronun akademik gelişimi… İşte bu disiplinlerin geçerliliğinin tartışılmaya açılması gerektiği kanısındayım. Önümüz 27 Mart Dünya Tiyatrolar Haftası’yken… Kemal Başar’ın çabalarını ve onun nezdinde Ankara Devlet Tiyatrosu’nun desteğini kutlamalıyız. Lakin, kendilerinin el atmaları gereken bir konu daha olduğu inancındayım. Birincisi, sayın Kemal Bey’in Romanya’da sahnelediği oyunla burada sahneleyeceği oyun arasında neden farklı üslup arayışlarına gittiği; her iki oyunu da izleme fırsatı bulmuş-tabii varsa- kimi akademik çevrelerce araştırılmalı diye düşünüyorum. Yani bu, seyirci potansiyelini ve bir oyunun iki farklı rejisini gösterebilmek açısından ehemmiyet teşkil ediyor. Böylelikle, Cameri Tiyatrosu’nun Türk seyircisi için de ne ifade ettiğine değin uzuyor yol. Yani, işin içine tiyatronun pratiğinden öte bilimsel tarafı ekleniyor. Bir oyunun yazarının kimliğinden tutun da soykırımı işleyişine, oyunun Romanya seyircisinden Türk seyircisine ulaşan serüvenine kadar; her adımın rapor anlamında da tutulması gerekiyor. Çeşitli argümanların biriktirilmesi -Romanya Devlet Tiyatrosu’nun potansiyeli, oradaki insanların Holocost’u algılayış biçimleri, Ankara Devlet Tiyatrosu’nun bu oyunu seçme sebebi ve buradaki seyircinin algıları…v.s- tiyatroların sadece oyunları sahneleyen birer kurum olmalarından öte; oraların birer laboratuar görevi üstlenmelerini de sağlıyor. Alımlayıcının oyunla kurduğu iletişimin, gösterilen reaksiyonların, oyunun üstlendiği misyonun ve sahnelenme aşamasından tamamlanana değin gelişen sürecin takip edilmesi gerekiyor. Burada da ‘bir toplumun kendi has değerleri paralelinde’ sosyolojik verilerin kullanılması gerekliliği doğuyor. Arşivciliğin de önemi su yüzüne çıkıyor. Hangi oyun, hangi Devlet Tiyatroları’nda sahnelendi; aynı oyun, bir başka tiyatroda- özel tiyatrolar yahut Şehir Tiyatroları- ne gibi bir değişikliğe uğradı; teknik ve içerik farklılıkları nelerdir ? Bunların sürekli suretle takip edilmesi ve hatta bir tek 27 Mart Tiyatro Haftası’nda değil; her gün tartışılması gerekiyor. Türkiye’nin birçok yeri dolaşılarak; seminer sisteminin oluşturulması gerekiyor. Akademik çevrelerce de desteklenen tiyatroların, kimi disiplinlerden değişik isimlerle de işbirliği içine girmesi gerekiyor. Sizce bir seyircinin, oyunu izleyip evine doğru yol alması yeterli geliyor mu ? Sanatın işlevi bu denli kısır ve bireysel mi? Sanmıyorum. Birçok tiyatrocunun şapkasını önüne alıp; tiyatroyu 21. yüzyıl akademizmiyle atbaşı nasıl götürebilirim diye düşünmesi gerekiyor. Bu yönde, Cameri Tiyatrosu’nun getirilmesi ilk adımlardan biri olabilir. Ama, son adım değildir. Yeterliliğe kavuşabilmesi için de; İstanbul ve Ankara merkezli tiyatro anlayışından da çıkılarak; diğer şehirlere turneler düzenlenmelidir. Ayrıca tiyatroların kadrolarını genişletirken; akademik talebi de kamçılamaları gereklidir. Dramaturgların kendi içlerinde -seyirci dramaturgisi, çocuk oyunları dramaturgisi, oyunların arşivlenmesi ve grafiklerinin tutulması; üzerlerine eleştirilerle beraber bilimsel çaplı yazıların da yazılması- branşlaşmalarından tutun da; oyuncuların tiyatro antropolojisiyle kurdukları bağa değin birçok sorunsalın mercek altına alınması gerekiyor. Tiyatro eğitimi veren üniversitelerin; seminerlerle destek verdiği kurumlar haline gelmesi gerekiyor Devlet Tiyatroları. Nitekim, hiçbir alanda şovenizmin iyi sonuçlar getirmediğini biliyoruz. Yani herkesin özeleştirisini yapması aciliyeti doğuyor. Hele ki bunlar, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne ait kurumlarsa… Birilerine borçlu ve sorumlu olunduğunun sürekli suretle hatırlanması lazım geliyor. Buradan hareketle, bahsettiğim iki önemli yazara değinmek istiyorum. Bunlardan birincisi Yahudi bir İstanbul hanımefendisi olan Beki L. Bahar… Diğeriyse, Doğu kültürünün mistisizmini üzerinde taşıyan sevgili Turgay Nar… Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan; fakat, farklı iki kültürün yetiştirdiği yazarların mensup oldukları kimlikler bu yüzden sosyolojik bir arka planı okumamıza sebep oluyor. Ortak bir konu olan ‘Hititler’’i nasıl iki değişik gözün görebildiğine de tanıklık etmemiz açısından, yazarların dünyalarına ve yetişme tarzlarına dikkat etmek gerekiyor. Turgay Nar’ın ‘Hitit Güneşi’, Bursa Devlet Tiyatrosu’nda sahneleniyor. Beki L. Bahar’ınsa 1997’de Edebi Kurul’dan geçen ‘Ölümsüz Kullar( Pudu-Hepa )’ oyunu, ne yazık ki daha hiçbir rejisör tarafından fark edilmemiş durumda. Bu sebepten ötürü, oyunları metin düzleminde ele alacağım. Hititler üzerinden giderek, günümüze gönderme yapan iki oyunu karşılaştırmak gerekiyor. Hatta iki oyunun da sahnelenerek- Hitit Güneşi’ni dışarıda bırakıyorum- Tel Aviv ve daha birçok ülkeye turneye götürülmesinin isabetli olacağı göze çarpıyor. İlk olarak Türk-Japon dostluğu ekseninde Japonya’yla görüşülerek; hem kültürel değerlerimizi vurgulamak hem de arkeo-tarihimizi enformatik birikimden kurtarmak adına bir çabaya girilebilir. Yine başta Adana Devlet Tiyatrosu olmak üzere- Pudu Hepa ve Hititler’in konumsallığı bakımından-, oyunların sahnelenmesinin ve seyirciyle buluşmasının şehrin potansiyeline de uygun düştüğünü düşünüyorum. Akabinde, Çukurova Üniversitesi başta olmak üzere; Hititoloji Bölümleri’nin de destekleriyle; oyunların üniversitelerde- özellikle arkeoloji öğrencilerine- oynanması ve sanatın, bu disiplinle de buluşarak yazarların üniversiteye davet edilmesi yandaşıyım. Böylelikle Türk Tiyatrosu’nda sahnelenen, yazılan, tasarlanan tarihsel ve arkeolojik katmanlı oyunların; tiyatronun da dışına çıkılarak, arkeolojiyle ve tarihle buluşmasının sanat için bilimsel bir atılım olacağı kanaatindeyim. Örneğin; oyunlar yazılırken kullanılan özel isimlerin- Bayezid mi, yoksa Bayezit mi; Arrina mı, yoksa Arrinna mı.. v.s- arkeo-etimolojik kökenlerinin tespiti; oyunlardaki atmosferle, tarihsel verilerin ortaklığı yahut ayrıldığı noktalar; tarihsel bir bilginin nasıl sanat yapıtına yedirileceği gibi çeşitli konularda bir işbirliğine girilmesi gerektiğini düşünmeliyiz. 21. yüzyılda yaşıyoruz ve artık disiplinler arası bir samimiyetin kurulmasının zamanı geldi de geçiyor bile. İşte Beki L. Bahar’ın ve Turgay Nar’ın oyunları bu yüzden akademik bir önem de taşıyor. İki oyunda da, Hititler’in bir dönemi anlatılıyor. İlginçtir ki Nar’ın, vebanın başladığı Şuppiluliuma dönemini( 1380-1340 ) almasının ardından; Bahar’da, vebanın III. Hattuşili dönemindeki yansımalarını yazmıştır. Bunu yazarken de, Şuppiluliuma’nın oğlu II. Murşil’in ( 1339- 1306 ) İ.Ö XI. yüzyıla ait bir kil tabletinden alıntı yapmıştır : ‘‘Biz günahkarız, babamızdan bize geçti. Ey tanrılar! Hatti Ülkesi’ne veba getirdiniz. Siz onun intikamını babamdan aldınız. O öldü. Ey tanrılar! Sukunet bulun. Duamı kabul edin ve bana yardım edin. Lütufkar olun.’’ Onun hem bir kadın ve hem de Yahudi bir kimliğe mensup olması; Pudu-Hepa etrafında şekillenen bir oyun yazmasına yol açıyor. Ana tanrıça figürünün tarihteki ve Hitit ülkesindeki karşılığı, Tavannana’nın statüsü, inanca ve ölümlülüğe atıf yapılması oyunun kıymet hükmünü arttırıyor. Yazarken de, arkeo-tarihsel bilgileri metne yediriyor. Öyle ki; oyun, oynanma aciliyetini taşımanın yanında, arkeologlarca da okunup tartışılması gereken somut bir belge niteliğine bürünüyor. Böylelikle, arkeolojinin sanatla kesiştiği kavşakta bir birliktelik meydana geliyor. Turgay Nar’ın oyunundaysa, arkeolojik alt yapı bu denli belirgin olmasa da; yine bir dönemin gerçekliğine biraz daha simgesel bir gönderme yapılıyor. Tanrıların Hitit ülkesindeki rolü, Şuppiluliuma dönemi, vebanın nesiller boyu sürecek tesiri ve Mısır’la olan ilişkiler- bu konular, Beki L. Bahar tarafından da oyunda kullanılmıştır- görülebiliyor. Yazar, Doğu kültürünün getirdiği o şiirsel ve simgesel-kimi yerde imgesel- etkileri, oyuna massedebiliyor. İki yazar da, değişik üsluplarla tarihsel bir gerçekliği anlatıyorlar. Üstelik yerinde göndermelerle, bugüne değin uzanan eleştiriler de yapılıyor. Sadece talihsizliktir ki; Beki L. Bahar’ın oyunu henüz reji anlamında fark edilmedi. Kemal Başar başta olmak üzere; Ankara Devlet Tiyatrosu’nun- oyunlar ilk elde burada inceleniyor- bu durumu es geçmemesi gerekiyor. Hatta Turgay Nar’ın ve Beki L. Bahar’ın oyunları sahnelenerek; arka arkaya turnelere çıkılması; bu turnelerle birlikte, Anadolu Hitit tarihinin de seminerlerle sunulması gerekiyor. Çeşitli ülkelerdeki akademisyenlerin ve seyircilerin Anadolu Tarihi’ne göstereceği alakanın; DT’nin ve arkeoloji fakültelerinin üstleneceği sanatsal ve bilimsel misyonun bu topraklar için olumlu bir etki sağlayacağının da görülmesi gerekiyor. Umarım ki, bu iki yazar ekseninde başlatılacak birçok bilimsel ve tiyatral faaliyetin; diğer yazarlarla, oyunlarla ve disiplinlerle sürebileceği bir platform yaratılabilir. Tiyatro sanatı ve akademisi için de bu büyük bir gelişimdir. Neslihan Yalman Beki L. Bahar’ın, Ölümsüz Kullar( Pudu-Hepa ), Senyora( Grasya Nasi ) ve Demokles’in Kılıcı( Flavius ile Demokles) adlı oyunlarının Türk Tiyatrosu için önem taşıdığını düşünüyor; birçok özel ve devlet tiyatrosu rejisörlerine bu oyunları okumalarını salık veriyorum. Metinlerde; teknik, tarihsel, felsefi ve arkeolojik arka plan çok iyi kullanılmış. Ayrıca, Türkiye’de Yahudi bir yazarın bu topraklarla kurduğu bağı gösterebilmesi açısından isabetli oyunlar olduğunu düşünüyorum. Devlet Tiyatroları’nın da temcit pilavı gibi aynı oyunları sahnelemelerinden öte; yeni oyunlara da destek vermesi inancını taşıyorum. Beki L. Bahar, Toplu Oyunları 1(Ölümsüz Kullar(Pudu-Hepa)/ Senyora(Grasya Nasi)/ Alabora), MitosBOYUT Yayınları Tiyatro Oyun Dizisi 199, İstanbul, 2005, s. 8. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.