birunsatan Oluşturma zamanı: Mart 20, 2008 Paylaş Oluşturma zamanı: Mart 20, 2008 '1. insanlık Zagros eko-sisteminde gerçekleşen tarım devrimi temelinde 19. yüzyıl başlarına kadar gelmiştir. 19. yüzyıl başlarında ikinci büyük devrim olan sanayi devrimi gerçekleşmiştir. Bu ikinci devrim ulus-devletin oluşmasında önemli rol oynamıştır. Ulus-devlet sistemi ise 20. yüzyılın sonlarına doğru toplumsal gelişmenin, demokrasi ve özgürlüklerin önünde en ciddi engel durumuna gelmiştir.' Batı merkezli düşünceler, tarih felsefeleri, Grek yarımadasını uygarlığın doğuş kaynağı olarak işledi, işlemeye de devam ediyor. Ne var ki, arkeolojik kazılardan elde edilen veriler, çözümlenen belgeler uygarlığın filizlendiği topraklar olarak Mezopotamya'yı gösteriyor. M.Ö 3500 yıllarına tekabül eden ilk şehir devleti Mezopotamya'da kuruluyor. Geriye dönük, bilim yöntemi ışığında baktığımızda, kültürel birikimin üretim ve ona dayalı toplumsal ilişki biçimi olarak bütünlüklü bir sisteme dönüşmesi; yani uygarlığın oluşması binlerce yıl gerektirir. Aynı topraklarda uygarlığın doğuşunu hazırlayan verimli neolitik çağdır, onun büyük birikimleridir. Neolitik çağ bir uygarlık değildir ama uygarlığın oluşmasını sağlayan büyük kültürel birikim çağıdır. Neolitik çağın birikimleri, tarım devrimini ve ilk kent devletlerini doğurdu. Kent devletleri uygarlığın dölyatağı, kozası sayılabilir. Uygarlığın tözü orada gizlidir denebilir. Zira sonraki gelişim, oluşumun forma kavuşması gibidir. İlk bilim, felsefe, iktisat, politika, sanat, spor ve şehir kültürünün birçok parametresi bu kent devletçiklerinde ortaya çıkmıştır. Demokrasiyi sadece iktidarı kullanma araçlarıyla sınırlamadığımızda, bir rejim olarak değil de sistem olarak baktığımızda, ilk uygulama alanının Mezopotamya olduğu daha iyi anlaşılır. Rahiplerin etkili olduğu bu ilk oluşumların neolitiğin bir nevi devamı sayılabilecek özellikler taşıdığı açıktır. Mitolojiye bakıldığında -ki toplumsal yaşam ve ilişkilerin dev bir aynada metaforu olarak bakılabilir-yönetimde demokrasiden oligarşiye doğru bir seyir izlendiği görülüyor. Kadının, özgür kabile neferlerinin katılımı, köleliğin henüz tanımlanabilir nitelikte oluşmaması; Bu aşamada toplumsal yaşam ve yönetimde demokrasinin ilkel halini yaşadığı rahatlıkla söylenebilir. İlk oluşumlar, kabilelerin aşiretleri, aşiretlerin aşiret birliklerini, yani ilkel konfederasyonları oluşturması biçimindedir, bu organizasyonlarda bir tür basit doğrudan demokrasi uygulanmıştır. Sistem dışı kalan çevre kabileleri, aşiretler ve çeşitli sosyal topluluklarda kominal yaşam süregelen bir Doğu toplumları özelliğidir. Demokrasinin bu primitif hali kominal-kolektif katılıma dayalı gelişiyor. Devam eden süreçte merkezi köleci krallıkların yayılma ve saldırılarına karşı gevşek birlikler olarak örgütlenen aşiret yapılarında da doğrudan demokrasi örneklerine rastlıyoruz. Bu konuda en somut yazılı bilgi Asur imparatorluğuna karşı direnen Med organizasyonlarında bulunmaktadır. Batı kaynaklarında 'Asyatik üretim' denilen sistemin sosyal niteliklerinden en önemlisi; kominal ilişki biçiminin korunması ve sürdürülmesini sağlamasıdır. Medler hiçbir dönem tek merkezli katı bir devlet yapılanmasına dönüşmeden aşiret konfederasyonları olarak kalır. Kominal, kolektif grupsal aidiyet Ortadoğu toplumunun binlerce yıl süren güçlü bir kök damarıdır. Özetle: Zagros yamaçlarından Mezopotamya ovasına doğru akan kaynak sularının biriktirdiği verimli aluvyal topraklarda uygarlık nehri oluştu ve akmaya başladı. Uygarlığa dair arkaik köklerin tümü orada saklı. Uygarlığın tözü, yani cevheri ilk Mezopotamya kentleridir. Biraz gecikme ile Nil Ülkesi Mısır'dadır. Ardından, eş zamanlı, Doğu Akdeniz ve Anadolu'dadır. Devamında, üçüncü türev de olsa Girit'te, Grek yarımadasında yeni bir form kazanan uygarlık nehri, o bitek topraklarda, baş döndürücü bir görkeme ulaşır. Aynı zamanda ilk büyük küreselleşme dalgasının gerçekleştiği çağdır. Ve tarım devrimi ile başlayan bu ilk uygarlık salınımı 19.yüzyılda Sanayii Devrimi'ne kadar sürmüştür. Hıristiyanlık, kilise kültürü Doğunun Avrupa'ya son büyük aşısıdır. Ortaçağın tümden karanlık olduğu iddiası büyük bir inkârdır. Rönesans ve muhteşem klasik çağ sanat ve mimarisi kilise kültürünün koynunda şekillenmiştir, ondan beslenmiştir. Rönesans bir kırılma ve yeni yükselişler çağını başlatır. Uygarlığın, güneşin doğduğu Doğu bir yıldız gibi en parlak zamanında içine çökmeye başlar. Felsefe ve sanatta Rönesans'ı besleyen kaynakların cevheri onda gizli olsa da artık yeni maceralara atılacak enerjisi kalmamıştır. Kendi karanlığında boğulmaya başlamıştır çoktan. *** Ulus devletin oluşumu üç yüz yıllık bir süreçtir; Rönesans, reformasyon ve 17-18. yüzyılı saran Aydınlanma Hareketi, Avrupa'da, uluslaşmanın düşünsel, politik boyutunu hazırlamıştır. Uluslaşma, etnik, siyasal, ekonomik, ideolojik, askeri ve kültürel yönleri olan kombine bir sistemin oluşumunu ifade eder. Tek uluslu üniter devletlerde etnik olarak, tarih, dil, kültür birliği önemli şartlardır. İdeolojik olarak milliyetçilik neredeyse din düzeyinde abartılmıştır. Liberalizm önemli oranda gelişse de, esas ideolojik format milliyetçiliktir. Ulusun oluşumu için pazarın ve ulusal burjuvazinin çıkarlarının korunması gerektiğinden; 'Vatan' kavramı ulusal topraklar manasında kutsanmış, sınırlar, 'vatanın bölünmez bütünlüğü' tartışmasız ilkeler olarak yerleşmiştir. Ortaçağın parçalı derebeylik yapısını ve ondan kaynaklı sınırları paramparça eden burjuvazi, ulusal pazarı oluşturarak iktisadi birliği sağlamıştır. Ulus devlet böyle bir sistemin en önemli bileşeni olarak şekillenmiştir. Ulusal hukuk sistemiyle, vatandaşlık yasalarıyla bireyler, dar feodal, cemaat aidiyetlerinden koparak ulus devletin hukuk karşısında eşit vatandaşları haline getirilmişler. Yani ulus devletler aynı zamanda laiktirler. Milliyetçilik, esas olarak burjuva sınıfın çıkarlarını, tüm ulusun çıkarları olarak lanse etme örtüsü rolü oynamıştır. Tabii ki bu teorik çerçeve bir plan olarak her yerde uygulanmamıştır. En gelişmiş modeli Fransa'da şekillenen ulus devlet, doğu Avrupa da ve daha sonra sömürge ülkelerde ulusal kurtuluş savaşlarıyla kazanılan bağımsızlık sonucu inşa edilmiştir. Ulus devlet sanayi devriminin sonucu olan üretim ilişkilerinin dolayısı ile toplumsal ilişkilerin ürünüdür. Sanayi devrimi fabrikasyon yani seri ve standart ama aynı zamanda merkezi ve bürokratik üretim sisteminin; fabrika sisteminin topluma uyarlanması ile sonuçlanmıştır. Merkezi bürokratik tekleştirici yani standartlaştıran sistem eğitim, idari yapı ve üretim başta olmak üzere yaşamın bütün alanlarında genelleşmiş hâkim hale gelmiştir. Modernizm de aydınlanma ve Sanayii devriminin eseri olan bu sistemin adı oluyor. *** 19. yüzyılın sonlarında ulusal pazar doyuma ulaşınca kâr hırsının motive ettiği kapitalist sermaye dışa açılıyor. İktisat yasaları gereği sermaye daha küçüğünü yutarak tekelleşme sürecine giriyor. Emperyalizm denilen bu aşamadan itibaren ulus devlet aşınmaya başlamıştır ve 20.yy.ın sonunda ortaçağın derebeyliklerine benzer bir rol oynar hale gelmiştir. Bu noktadayız. Batı Avrupa'da Ulus-Devletin kuruluşuna, uluslaşma sürecine burjuvazi öncülük etmişti. 1900'lerin -yani 20. yüzyılın- başlarında, son feodal imparatorluklara ve yeni yayılan sömürgeci kapitalist ülkelere karşı, ulusal kurtuluş mücadelesi veren, işgal altındaki ülkelerde ise işçi sınıfı, emekçiler ön saftadır. En azından öncü partileri program ve politik söylem olarak böyledir. Bu nedenle sömürgelerin bağımsızlık mücadeleleri esas olarak demokratik bir jargonla yürütülmüştür. Emperyalist devletlere karşı bağımsızlık savaşı kazanan yeni ulus-devletler, öyle ya da değil demokratik olarak adlandırılmış, öyle tanımlanmışlardır. Burada demokrasiyi daha çok kaderlerini ortak belirleme manasında kabul etmek gerekir. Tarihin o kesitinde koşullar 'Kendi Kaderini Tayin Etmeyi' yani, 'bağımsızlık' kavramını ayrı ulus devlet kurmakla özdeşleştiriyordu. Öncelikle klasik sömürge durumundaki, yani askeri işgal altındaki ulusların emperyalist boyunduruktan kurtuluşu, ancak ayrı devlet kurmakla mümkün olabiliyordu. Ayrıca Leninizm gevşek birliklere karşıydı ve Kendi Kaderini Tayin Hakkını ayrı ulus-devlet olarak benimsiyordu. 'Demek ki, eğer biz, ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi kavramının anlamını, (...) ulusal hareketlerin tarihsel ve iktisadi koşullarını inceleyerek öğrenmek istiyorsak, varacağımız sonuç, kaçınılmaz olarak, ulusların kendi kaderlerini tayin etmesinin o ulusların yabancı ulusal bütünlerden siyasal bakımdan ayrılma ve bağımsız bir ulusal devlet oluşturmaları anlamına geldiği sonucudur.' (V.İ.Lenin. U.K.K.T.H.) Lenin teorik olarak devletin, kademeli söneceğini öngörse de, katı merkezi, bürokratik yapısıyla ulus-devlet, teorinin aksine, giderek güçlenmiş ve Kropotkinin yozlaşma konusundaki eleştiri ve kaygılarını haklı çıkarmıştır. 20. yüzsyılda yaşanan değişim, iktisadi, tarihsel, sosyal koşulları farklılaştırmıştır. Bir yandan Kapitalizmin 19. yüzyılın sonundan itibaren, ulusal sınırları aşarak, yayılma yarışına girmesi, diğer yandan katı 'sınır' anlayışına dayalı statik ulus-devlet... Bu paradoks ulus-devleti, sermayenin uluslararası çıkarlarını savunan bir gangstere dönüştürmüştür. Yani ulus-devlet; ulusal sınırları aşan, giderek küreselleşen mali oligarşinin fedailiğini yaparken rolü gereği güçlenmektedir ama aynı zamanda küreselleşen ekonomik yaşama, bilimsel- teknolojik gelişime ters, engel bir yapı arz etmektedir. Bu nedenle ulus devlet 20 yüzyıl boyunca hep ciddi bir kriz sebebidir. İki dünya savaşı ardından, Birleşmiş Milletler, Ulus-devletler arasındaki sorunları çözmek amacıyla kurulmuştur. Fakat egemen güçlerin güdümünde olması ve ulus-devletin model olarak pratikte giderek aşılması BM'yi de işlevsizleştirmiştir, hatta ABD'nin çıkarlarına meşruluk kazandıran ilkesiz bir kurum haline gelmiştir. Örneğin BM 'Medeni ve Siyasi Haklara' ve 'Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara' ilişkin sözleşmelerinin ilk maddesi; 'Bütün halklar kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahiptirler. Bu hak gereğince halklar, kendi siyasal statülerini özgürce kararlaştırırlar ve ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerini özgürce sağlarlar' biçimindedir. Ne var ki, aynı BM'nin 1970'te aldığı 2625 sayılı karar aynen şöyledir; '...SD (self-determination, kendi kaderini tayin) ilkesine uyan ve ülkesinde yaşayan tüm halkı soy, inanç ve renk ayrımı yapmadan temsil eden bir yönetime sahip olan egemen ve bağımsız devletlerin teritoryal (toprak) bütünlüğünü ve siyasal birliğini kısmen ya da tamamen ortadan kaldıracak ya da tehlikeye sokmaya izin verecek ya da bunu teşvik edecek biçimde yorumlanamaz'. Yani Türkiye gibi biçimsel demokratik bir ülkede, Kürtler Kendi Kaderini Tayin Hakkını talep edemez, Kürtler toprak birliğine yönelik istemde bulunmuyor zaten, fakat madde, siyasi özgürlüklerine de kolaylık ya da tolerans tanımıyor. *** Bağımsızlık, biçime, sınırlara indirgenmeyecek çok boyutlu ve derin bir anlama sahiptir. Günümüzde, ulusların, tarihsel, toplumsal dinamikleri üzerinde ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel gelişmelerini kendi kimlikleriyle, hiç bir dış irade ve baskı altında kalmadan yaşayabilmeleri, kendi değerlerini koruyup geliştirebilmelerine dayanan bağımsızlık anlayışı öne çıkacaktır. Bu özgür eşit ortaklıkların yani konfederatif birliklerin manifestosu gibidir. Birlik tamamen gönülülük esasına dayanmalıdır. 'Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı konusunda, ta öteden beri daha 1970'lerdeyken çok inceleme ve araştırma yaptım. O dönemdeki koşulların etkisiyle ulusların kendi kaderini tayin hakkından sadece devletleşmeyi anlıyorduk. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı eşittir devlettir diyorduk, bu şekilde yorumluyorduk. Fakat zamanla bunun tek doğru olmadığını gördük. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı mutlaka devletleşme tarzında olmaya bilir, değişik yöntemlerle mümkün olabilir. (...) Ulus-devletin, yol açtığı bu krizlerden sonra bir çözüm olmadı ve sürekli kriz oluşturduğu algılamasından sonra buna karşı Neo Liberalizm fikri gelişti. Neo Liberalizm biraz da bunun sonucudur. Neo Liberalizm bilhassa ulus-devletin doğurduğu toplumsal sorunlara çözüm olma anlayışıyla geliştirildi.' *** 1929 genel bunalımı, devlet müdahalesi olmadan kapitalist ekonominin ayakta kalamayacağını göstermişti. Devlet, sosyal harcamalar yapıyor, geniş çapta işçi, memur istihdam ediyordu. Kamu İktisadi Teşekkülleri oluşturarak, özel şirketlere siparişler vererek ekonomiye müdahale ediyordu. Böylece yüksek düzeyde talep güvence altına alınıyordu. Sermaye ile emekçi sınıflar arasında, 'uzlaştırıcı' rol oynayan 'refah devleti' bu rolü önemli oranda başardı. Genişleme sürecinde emperyalist ülkelerdeki 'refah devleti'ne karşılık, sömürgelerde 'Kalkınmacı Devlet' modeli uygulandı. 'Sosyalist Blok' tehlikesine karşı sömürgelerin kimi ulusal istemleri sineye çekiliyordu. Kapitalist genişleme 1960 sonlarında sendelemeye başladı. İlk kriz işaretleri ABD'den geldi. ABD ekonomisinde verimlilik, kar oranları ve fiyatlar düşmeye başladı. 1974-75'e gelindiğinde kriz, tüm emperyalist ülkeleri etkisine aldı; 'parlak 30 yıl'ın sonuna gelinmişti. 1974–75 krizi uzun sürmedi fakat ardından gelen 1979–82 krizi savaş sonrasının en büyük kriziydi. 1974-75'le 1980'lerin başı arasındaki dönem yapısal bir kırılmayı işaret eder ve Neo-liberalizmin başlangıcıdır. Chicago Üniversitesi, 1970'lerin ilk yarısında neo-liberal ideolojik tezlerin mayalandığı merkezdi. Yeni liberalizmin teorik, ideolojik söylemi, pratik önlemleri 1970'lerin ortalarından itibaren dünyayı kapladı. Önceden üretilmiş, pratik değeri olan fikirler araştırma merkezleri, enstitüler, vakıflar, strateji merkezleri oluşturularak aktif biçimde yayılmaya, bir manipülasyon yaratılmaya çalışıldı. Kitaplar yayınlandı, periyodik bülten, dergi vb. yayını yapıldı. Söz konusu olan 'kutsal mülkiyet'in ve 'hür teşebbüs'ün geleceği idi. Tüm dünyaya 'piyasa kurallarına uyulması' yani boyun eğilmesi emrediliyordu. Derinleştirilmiş ekonomik, ruhsal, kültürel sömürü, insan doğasını ve ekolojik dengeyi tahrip ediyordu ama 'kutsal piyasa yasası'nda bunların önemi zaten yoktu. Psikolojik ve ideolojik saldırı; 'tekelci hâkimiyetin önünde hiç bir gücün duramayacağını, irade ve değiştirme çabasının beyhude bir uğraş olduğunu' bilinçlere kazımaya yönelikti. Medya, çok büyük bir rol oynuyordu. Gerçekte müdahale vardı, müdahale tekellerin kar hırsını tatmin, yok olmalarının önüne geçmek için yapılacaktı. Neo-liberal ekonomi politika esasta üç tez üzerine oturtuluyordu: Liberalizasyon: Çok-uluslu şirketlerin, serbestçe dünya pazarını dolaşımının sağlanması. Başta gümrük olmak üzere, her türlü korumacı önlemin Liberalizasyon adına tasfiye edilmesi. Böylece 3. dünya ülkelerinde emperyalist sermaye hareketini zorlaştıran, iç pazarı korumaya dayanan ithal ikameci ekonomi politikaların dönüşümü sağlanacaktı. Deregülasyon: Emekçiler lehine devlet müdahalesine son vermeyi içeriyordu. Özelleştirme: Devletin işletmeci olarak ekonomik alana girmesine son verilmesi. 'Hamleler yüzyılın son çeyreğinde, öncelikle kapitalizmin eski kalelerinde geliştirildi. Kendi içini restore etti, ardından dalga dalga diğer kıtalara, Güney Amerika'ya, Afrika'ya, Asya'ya doğru kaydırıldı.' (A.Öcalan). Avrupa'da, temel hak ve özgürlüklere aşırı yüklenilmeden yapıldı. Restorasyonun emperyalizmi içten zorlamamasına dikkat edildi. Ancak eski uzlaşma emek aleyhine bozuldu. 1995'te Fransa'da yaşananlar bunu bütün çıplaklığıyla gösterdi. Yeni ekonomik politika, emperyalist merkezlerde 'refah devleti'nin aşılmasını öngörüyordu. Sosyal amaçlı harcamalar kısılacak, ücretler düşürülecek, devlet ekonomiden elini çekecek, bütçe denkliği sağlanacak, sermayeden alınan vergiler düşürülecek, dar gelirli toplum kesimlerine ve tarıma yönelik sübvansiyonlar kalkacak, KİT'ler özelleştirilecek, korumacılığa son verilecek, ihracat teşvik edilecek, yabancı sermayeye daha büyük kolaylıklar ve olanaklar sağlanacak. Tüm bunların gerçekleşmesi için de işçi örgütleri ve sendikalar ve duyarlı tüm kurumlar etkisizleştirilecektir. Konsept özetle böyledir. Sömürgelerde de 'kalkınmacı devlet modeli' terk ediliyordu. Kaynak sorununun çözümü için de 'kaydırma ve parçalama' denilen yöntem ile bazı üretim birimlerinin üçüncü dünyanın ucuz işçi cennetlerine aktarılması önemli bir rahatlama sağlayabilirdi. Bu amaçla çevre kirlenmesine neden olan, yoğun emek gerektiren bazı sanayi dalları yeni sömürgelere kaydırıldı. Böylece hem aşınmış sanayinin verimlilik ömrü uzatılmış oluyor, hem de sömürgelerin yoğun emek sömürüsü sayesinde kaynak transferi derinleştiriliyordu. Bunun için Güney Amerika, Uzak Asya başta olmak üzere 60'tan fazla ülkeye 'Dışa Dönük Büyüme Modeli' uygulandı. Batı finans kurumlarını kurtarmak için IMF ve Dünya Bankası eliyle sömürgelere 'istikrar' ve 'yapısal uyum programı' dikte ediliyordu. Bu, işbirlikçi sömürge yönetimleri için bir 'kurtuluş' olduğundan, isteyerek benimsenmişti. Amaç, daralan Batı pazarından pay almak isteyen sömürgeler arasında rekabeti ve ihracat ürünlerini artırmaktı. Bir diğer amaç, borç ödemelerini teminat altına almak ve aynı zamanda sürekli borçlandırmaktı. Tabii çok-uluslu şirketlerin ve bankaların hareket alanlarını genişletmek ve yayılmalarının önündeki engelleri kaldırmak esastı. Bu ekonomik politika, aşırı baskıcı siyasal yöntemleri kaçınılmaz kılıyordu. Dünya Ticaret Örgütü (WTO), uluslararası bankalar ve şirketler yararına dünya ticaretini düzenliyor; IMF ve Dünya Bankası ile işbirliği içinde ulusal ticaret politikalarını gözetim altında tutuyordu. Bağımsız devletlerin çoğu IMF ve Dünya Bankası'nın boyunduruğuna alındı. Gerçekten de 'IMF, insanoğlunun 20. yüzyıldaki en büyük trajedisi, kölelik boyunduruğudur.' Trans nasyonal dev tekeller, dünyayı bir ağ gibi sarmışlardı. Kar hesaplarını küresel planda düşünüp planlıyorlardı. Dolayısıyla, ürünün ne kadarının ve hangi parçanın nerede üretileceği, emeğin kalifiye düzeyi, vergi oranları ve mevzuatı, pazara yakınlık, çevre sorunlarına duyarlılık vb. etkenler, malın üretileceği ülkeyi belirlemede ölçü alınıyordu. Ulaşım ve iletişim teknolojisindeki gelişmeler, üretim tekniğinde büyük ilerlemeler, sermaye ve malların dolaşımını sınırlayan geçmiş engellerin ortadan kalkması, trans nasyonal şirketlerin küresel hareketini hızlandırıyordu. 'Sosyalist blok'un beklenenden hızlı bir çöküşü 1980'lerin sonunda küresel kapitalizmin şaha kalkmasını sağlayan bir gelişme oldu. Sovyetler Birliği başta olmak üzere, dünyanın büyük bir bölümünde 'duvarlar yıkılmış', kapitalist sermayenin önündeki setler ortadan kalkmıştı. Reel sosyalizmin dağılışı, neo-liberal ekonomik politikanın dünya çapında bir pervasızlıkla yayılma ve yerleşmesinde, belirleyiciliğe yakın bir faktör oldu. Eski sosyalist ülke topraklarına neo-liberal yönelim '90'lardan itibaren derinleşerek sürdürüldü. '90'larla başlayan Yeni Dünya Düzeni (YDD), bu ekonomi üzerine inşa edildi. Gümrük Tarifeleri Dünya Yasası (GATT), 2006'da gümrük duvarlarının yüzde 3'e indirilmesini daha o yıllarda öngörüyordu. Yalnız başına MAI bile burjuvazinin 'dünya pazarı' düşünün en önemli belgesidir. Dev tekellerin hiyerarşik despotizmi altında bir dünya pazarı. Telekomünikasyon ağıyla örülmüş bu dev pazar, uçurum düzeyinde eşitsizlik ve dengesizlikler üzerine kuruldu. 1970'lerin ortalarından itibaren bu güne dek genişleyen finans pazarı, kontrolsüz bir finans hâkimiyetine dönüşmüş durumdadır. Bunun en önemli nedeni, büyük sanayi tekellerinin karlarını yeniden yatırıma yöneltmemeleri ve kaynaklarını finans sektöründe değerlendirmek istemeleridir. Neo-liberalizm kitlelerin alım gücünün düşmesini, pazarın daralmasını, kar oranlarının düşüşünü, finans pazarının büyümesini hızlandırdı. Yerleşik toplumsal değerler, kültürler, gelenekler ve siyasal yapıların direnci kırılarak, üstten dayatmayla yapılmak istenen düzenlemenin sürekli istikrarsızlık doğurduğu görülmektedir. Her yerde, ekonomi, rantiye sermayesinin egemenliği altına girdi ve üretici temeller aşındı. Gündelik borsa işlemlerinde dönen ve her geçen gün büyüyen devasa mali sermayenin yüzde 95'i spekülasyon amacıyla kullanılıyor. Yani sadece yüzde 5'i üretimle direkt ilgilidir. Bunun adı kelimenin tam anlamıyla 'Kumar Ekonomisi'dir. Dünyamız dayanılmaz bir çürüme içinde. Açlık, işsizlik, ekonomik ve siyasi nedenlere dayalı göç, bozulan gelir dağılımı, üretimsizlik, ekolojik tahribat ve özellikle de küresel ısınma sistemin her gün derinleştirdiği insanlık sorunlarıdır. 1980'lerde başlayan 'daha az devlet, daha çok teşebbüs' ilkesi, özü itibariyle sermayeye gerekli alanı açmayı hedefliyordu. Kapitalist ulus-devletin işlevinin bu küreselleşmeye hizmet olduğu bir gerçektir; buna karşın krizin en önemli ayaklarından birinin ulus-devlete dayalı, sosyo-ekonomik, politik yapılanma olduğu da en az o kadar gerçektir. Küreselleşen mali oligarşi, yeni bir üst-yapı organisazyonuna ihtiyaç duymaktadır. Zira sermaye güvenliğe, savunmaya ihtiyaç duymaktadır, ayrıca küresel ölçekte örgütlenen sermayenin ulus devletleri aşan sorunlarına çözüm üretecek yeni mekanizmalara gereksinimi vardır. BM 20. yüzyıl sisteminin eseri bir oluşumdur ve işlevsizdir. Dünya ticaret örgütü ve uluslararası Para Fonu gibi ABD'nin güdümündeki kurumlar ise bu rolü oynamaktan uzaktır. Tartışma konusu örgütün bir tür küresel devlet olması olasılık dışıdır. Tüm dünyayı istila etmiş bir çağdaş Roma imparatorluğu tasavvur edebiliyor musunuz? Demokratik değerlerin, birey ve kolektif hak ve özgürlüklerin, kadın özgürlüğünün, ekolojik dengeyi koruma refleksinin yükselen değer olduğu çağımızda bu olasılık mümkün mü? Dolayısıyla IMF, G–8 ve Dünya Ticaret Örgütü'nün tüm çabalarına rağmen, küresel pazar mantığına uygun bir 'dünya devleti' oluşturulabilmiş değil. Günümüz küresel ekonomisini vahşi bir gelişmeye mahkûm eden nedenlerden biri de bu yapısal çarpıklıktır. Dolayısıyla ulus-devlet, kapitalizm için merkezi bir rol oynamaya devam ediyor. ABD, tartışmalı hale gelse de, emperyalist şef olma misyonu ile bu açığı kapatmaya çalışıyor. AB, ulus devletleri aşan, çağın gelişim yasallığına daha yatkın bir 'model' gibi duruyor. Emperyalist ülkelerde de, geri kalmış ülkelerde de ulus-devlet bunalımı yaşanmaktadır. Bunalımın özü; ulus-devletlerin ve devletlerarası ilişkilerin aşınmasından, toplumsal ve bireysel gelişmenin vardığı düzeyle, kapitalizmin sistem olarak buna yanıt olamamasından ve bu gelişmeyi engelleyen niteliğinden kaynaklanıyor. Yerel kültürlerin, değerlerin küreselleşmesi yani küresel ortak kültürel değerlerin oluşması bir süreçtir; bu süreçte kırılmalar, değer yitimleri, sancılar kaçınılmazdır. Ve ileriye dönük olanın, evrensel, insan doğasına yatkın olanın öne çıkacağı açıktır. Oluşacak birlikler ya da ileride söz konusu birliklerin yakınlaşması, iç içe geçmesi ve bütünleşmesi sonucu şekillenecek olan yeni sistemler, artık yeni bir niteliktir. İşte bu demokratik birleşik siyasi yapılara konfederasyon diyoruz. Ulusal, yerel kültür ve yapıların birleşmesi basit birer ortaklık ya da siyasi birlik olarak ele alınırsa yanılgıya düşülür. Bu bakımdan AB politik ve ekonomik yönü on planda olan ve daha çok gücü, egemenliği elinde bulunduran kesimlerce yürütüldüğünden bir model olmanın ötesinde ilerlemenin yönünü göstermesi bakımından bir örnek olarak incelenebilir. Biz ulusların, yerel yapıların iç içe geçişinden, karşılıklı etkileşiminden, yakınlaşmalarından ve ortak değerlerini çoğaltmak suretiyle kaynaşmalarından söz ediyoruz. Halkların seçeneğinden yani... Toplumun tüm kesimlerinin, yaşamın bütün parametrelerine iradeleriyle katıldıkları, kendilerini ilgilendirdiği oranda, her karar sürecine katıldıkları demokratik toplumun siyasi çerçevesine konfederasyon diyebiliriz. Demokratik değerlerde ilerleme, çağın özelliklerinin şekillendireceği yeni bir üst-yapı kurumu oluşacaktır. Tek sınıfın tamamen egemen olmadığı, sınıf ilişki ve çatışmalarının toplumsal kaosa yol açmadan, toplumsal gelişmeyi hızlandıracağı bir koordinasyon kurumu... Giderek daha fazla tabana yayılan, egemenliğin halka dayanacağı, konfederasyon yapılanması yaygınlaşacaktır. Demokratik konfederalizm dediğimiz model, 21. yüzyılda evrenselleşecektir Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
birunsatan Yanıtlama zamanı: Mart 20, 2008 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Mart 20, 2008 Ekonomik kriz ve açmazlarıyla, alternatifsiz olduğu sürece, insanlığı an be an tüketme pahasına da olsa, küresel emperyalizm ayakta kalmayı sürdürüyor. Çağdaş Roma imparatorluğu rolünü oynayan ABD'nin sebebi olduğu ve çelişkileri çeşitli biçimlerde yönlendirerek sonuçlarını belirlemeye çalıştığı ulusal, dinsel, kültürel sorunların yaşanma ve 'çözüm' yöntemlerinin, çağımızın dili olmadığı, esas akışı bozamayacağı düşüncesindeyiz. Irak, Afganistan bu gerçeği büyük acılar pahasına yeterince açık kanıtlamıştır. Küresel emperyalizmin aktörleri, işgallerle, şiddetle, özgürlük hareketlerini 'terör' yaftasıyla öcüleştirerek, elbette demokrasi getiremez, bunu beklemek çağımızın derin akıntısından bihaber olmaktır. Çağımızda artık metropol-sömürge ilişkisi değişmiştir. Bağımlılık ve sömürü sürse de, 'yeni sömürgeciliğin' belirlediği ilişki sistemi aşılmıştır. Oluşmaya başlayan yeni ilişki niteliklerinin anlam kapsamlarını belirlemek, yani yeniden tanımlamak gerekmektedir. Neo-liberalizmin şekilsizleştirdiği, sınırlarını muğlâklaştırdığı sınıfların, özgün kimlikleriyle örgütlenme olanaklarını çoğaltacakları ve 'öz-yönetim' -M.Albert'in kullandığı manada- gücüne kavuşacakları bir çağdan söz ediyoruz. Demokratik ortam, emekçi ve emeğe yakın sınıfların hızla gelişmesini, özgürleşmesini beraberinde getirecektir. Tek sınıfın hegemonyasının geçerli olduğu diktatörlükler, oligarşik rejimler miadını doldurmuştur. Uluslararası ilişkilerde tek yanlı bağımlılığa dayalı ilişkiler yerini daha dengeli, eşit, karşılıklı etkileşim içinde demokratik ilişki ve birliklere bırakıyor. Özgürleşmek isteyen bireyin, demokratik taleplerde bulunan toplumun gereksinimlerine, arayışına yanıt olamayan tekçi, merkeziyetçi, 19. yüzyılın katı bürokratik sınır mantığına dayalı ulus-devlet ve örgüt biçimlerinin tümü aşılmaya mahkûmdur. Bu noktada bir çözüm ve alternatif arayışı kaçınılmazdır. Demokratik Toplumcu Hareketi dünya genelinde evrensel, sağlam bir bakış açısı, ideolojik-politik perspektife kavuşturmak, birlik halinde organizeli hareket etmesini sağlamak, günün öncelikli görevlerindendir. İşte Konfederalizm, tam da bu noktada, toplumun kendi demokrasisini kurmasının toplumcu modelidir. Özgürlük Hareketi'ndeki arayışlar, evrenselleşme eğilimi, potansiyel ve gelişme gücünü taşıyor. Yarım asra yaklaşan deneyim, teorik ve pratik birikim, demokratik konfederalizm gibi güçlü bir modelle Çözüm iddiasını ortaya koymuştur. Özgürlük Hareketi'ne saldırmak yerine, doğru anlam verilirse bir modelin geliştirildiği görülecektir. Son derece yüzeysel ve yer yer de kasıtlı yaklaşımlarla 'ideolojik olarak silahsızlanma' vb. yakıştırmalarda bulunmak yerine, gerçek ideolojik kavrayışın, bilimsel sosyalizmin özünün bu olduğu görülmelidir. Gerçekleri kendi ölçülerine uydurmaya çalışanlar, çok geçmeden yaşamın canlı gerçekliğince aşılacaklardır. *** Çözüm konusunda, toplumun gelişim yasallığına uygun perspektif, model ve program yaşamsal önemdedir. Geçmiş genellikle model konusunda dayatıcıdır, alışkanlıklar gibi kolay aşılamaz. Toplumsal ilerlemede, çözümleyicilik ve hızlandırıcılık manasında, katalizör rolü oynayan devrimci hareketlerin son halkası bilimsel toplumculuktur. Ancak reel sosyalizm deneyimleri başarısız olmuş ve aşılmıştır. Kapitalizmin Ulus-devlet modeli önceki bölümde genişçe açımladığımız gibi paradoksal bir çıkmaza sebep olmaktadır ve tasfiyesi kaçınılmazdır. Küresel tekelci bir devlet modeli de oluşturulamamıştır, böylesi bir arayış gerçekçi de değildir. Biz, çağımızın toplumcu çözüm modeli Demokratik Konfederalizmdir diyoruz. *** Küresel kapitalizmin günümüzdeki yol açtığı çelişkiler, toplumun tümünü hedeflemektedir. tekelciliğin gelişme düzeyi, iletişim-bilişim teknolojisinin tüm olanakları kullanılarak geliştirilen bireysel ve toplumsal manipülasyon, yönetme teknikleri korkunç boyutlardadır. Neredeyse toplumun tamamı teslim alınmış durumda. 'Olağanüstü medya kurumları ve diğer teknik olanakları birleştirip, büyük yönetim gücüne ulaşan', mali oligarşinin, yani mali gücü elinde bulunduran tekelci bir azınlığın, küresel saldırısı altında, onunla çelişik konumda olan bütün bir toplumdur, insanlıktır. Demokratik konfederasyon; Kadın, gençlik hareketleri, başta olmak üzere ‘emperyalizmin insanlığa ve canlı sosyal çevreye dayattığı kişiliksizlikten ve kirlilikten büyük rahatsızlık duyan, geniş insanlık cephesindeki meslek grupları, odalar, Sendikalar, insan hakları savunucuları, savaş karşıtları, çevreciler, hayvan severler, feministler, nükleer silahlanma karşıtları, barış dernekleri, vicdani retçiler, demokrat hekimler, hukukçular, akademisyenler, sanatçılar, aydınlar, yazarlar gibi dernekler, birlikler, kulüpler, partiler ve sayısız grupların; özetle toplumu oluşturan bütün sosyal kesim ve kategorilerin kendi demokratik örgütlenmesini yaratmasını, politikaya ve kendisini ilgilendiren tüm konu ve kararlara doğrudan ve özgür-eşit konfederasyon yurttaşlığı temelinde, katılmalarını öngörür. Yerelde ve yerinde oluşan örgütlerin yakınlaşma, dayanışma, ortaklaşma, iç içe geçme ve esas olarak federasyonlar biçiminde örgütlenmeleri ve kendi özgür yurttaşlık meclislerini oluşturmaları sonucu kendin olabilen ve kendini gerçekleştirme özgürlüğünü yakalayan, örgütlü, karar sahibi bir toplum oluşacaktır. Demokratik konfederalizm dediğimiz sistem en alt oluşumun kararlarda belirleyici olacağı bir tür genel koordinasyon sistemidir. Girişteki alıntıdan da anlaşılacağı üzere, seçilmiş delegelerin bir üst koordinasyonu yani daha kapsayıcı ya da daha geniş ve geneli temsil eden koordinasyonları oluşturacağı piramit tarzı bir sistemdir. Ancak bu sistemin merkezi, hiyerarşik, üstten belirlemeci yapılarla karıştırılmaması gerekir. Tamamen demokratik işleyişe sahiptir ve seçilen delegeler temsil ettiği toplumsal kesimin yetkileri belli, görevlileri gibi işlev görür. Demokratik konfederalizm bürokratikleşmeye, oligarşik kastlaşmaya, çeteleşmeye, diktatörlüğe ve istismara karşı önlem sistemidir. Dolayısıyla öz güç ve öz yeterlilik ilkesine dayanır. Gücünü toplumun kendisinden, halktan alır ve ekonomi de dâhil her alanda öz yeterliliğe ulaşmayı benimser. Yine 'toplum ile doğa arasında çok büyük bir uçurum oluşmuştur.' İstatistikler insanlığın, tarihinin en büyük doğa tahribatıyla karşı karşıya olduğunu kanıtlıyor. Ekolojik dengenin bozulması, kuraklık, yerkürenin ısınması, atmosfer kirliliği, bitki ve hayvan türlerinde azalma giderek daha tehlikeli boyutlara varıyor. Betonlaşma, insanı doğadan koparıyor. Dünyamız yaşanmaz hale getiriliyor Demokratik konfederalizm buna karşı demokratik ekolojik toplum modelini esas alıyor. Ekonomi politikası doğaya, çevreye uyumlu, sürdürülebilir bir politikadır. İnsan doğa ilişkisinde; İnsanın toplumsal, kültürel olduğu kadar doğal bir varlık olduğu gerçeğinden hareketle ekolojik dengeyi korumayı yaşamsal değerde kabul ediyor. Yine Kadın sorunu, çağımızın hayati sorunlarından biridir. 21. yüzyıla damgasını vuracağı kesin gibidir. Ekolojik toplum mücadelesi kadın özgürlük mücadelesi ile birleştiğinde toplumun demokratik özgürlükçü değişimi, gelişimi büyük ivme kazanacaktır. İnsan, kültürel, ethik ve moral olarak korkunç boyutlarda bir çürümeyi yaşıyor. Tarih ve toplum bilinci çarpıtılıyor. İnsan idealleri, değerleri sürekli saldırı altındadır. İletişimin 'altın çağı'nda insan ilişkilerinde bir iletişimsizlik; insanın kendine, toplum ve doğaya yabancılaşması, geleceksizleşmesi var; dengesizlik, hiçlik duygusunu hâkim kılıyor. Depresyon ve stresin pençesinde kıvranan bir insan yaratılmıştır. 'Demokratik konfederalizm tüm kültürel varlıkların tanınması, korunması ve kendini ifade özgürlüğünü esas alır.' Ayrıca bireysel hak ve özgürlükleri geliştirmeyi vazgeçilmez görür ve toplumsal demokrasinin gelişimiyle birleştirir. Bireysel ve toplumsal özgürlükleri en ideal dengede yani optimum noktada buluşturmaya çalışır, bireysel özgürlükler ile toplumsal gelişmeyi karşı karşıya koymayı reddeder. 'Demokratik konfederalizm, toplumsal sorunların zora ve şiddete başvurulmadan çözülmesini esas alır, yani barış politikasına dayanır.' Askeri sanayii dünya ekonomisinde en büyük kalemlerden biri. Ekonomisi askeri sanayiye dayanan bir güç savaş ister, çünkü pazarı budur. Bu nedenle Barış aktivistlerinin eylemleri insani, ethik yönü kadar ekonomik olarak da son derece önemlidir. Eğer bir istatistik çıkarılırsa-ki yayınlanıyor her yıl-askeri sanayiye, savaşa ayrılan kaynaklar, insanların gelişimi için kullanılırsa, sağlık, eğitim açlık gibi, çağımızın gelişim seviyesi dikkate alındığında, insanlığın yüzünü kızartan birçok sorun ortadan kalkacaktır. Demokratik konfederalizmin ekonomi politikası önemli bir başlık ve mutlaka ele alınması gerekir, uzmanların katkılarıyla. Merkezi planlama olmaz, katılımcı planlamanın birçok yönü alınabilir, alınmalıdır. Sadece kooperatiflere, atölyelere dayalı bir ekonomi de olmaz. Basit bir entegrasyon, küresel sermayeye teslimiyet asla olamaz. Bu konuda da yerel değerler ile küresel değerlerin etkileşimi, yakınlaşması ve bütünleşmesine benzer bir program izlenebilir. Programın uzun vadeli hedefleri olacaktır tabii ki, ama kısa vadede sermayeyi üretime yönlendiren, emek gücünü olabildiğince güçlendirerek denge sağlayan, çevre ile uyumlu ve öz-kaynaklarına- kendine yeterlilik düzeyinde- dayanan, mali sermayenin mahkûmiyetinden kurtulan, kullanım değerine öncelik veren bir ekonomi programı oluşturmak mümkündür. Böyle bir program eğitim, sağlık, sosyal güvenceler gibi yaşamsal konularda, kamusal tam bir çözüm de içeriyorsa, uygulanabilir ve gerçekçi hedefler doğrultusunda dönemsel planlamalar yapılarak hayata geçirilebilir. Başarılı olmaması için de bir sebep yoktur. 'Demokratik konfederalizm, küresel emperyalizme karşı halkların küresel demokrasisinden yanadır. 21. yüzyılda tüm halkların ve insanlığın yaşamak durumunda olduğu bir sistemdir. Bu da küresel çapta demokratik konfederasyona doğru gidiş ve yeni bir çağa yürüyüş demektir.' -------------------- derlemedir... Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.