Jump to content

Hüseyin Nihal Atsız


ensiferum13

Önerilen Mesajlar

http://www.resimupload.org/files/hvekdmnoa61rm8g5vici.jpg

 

Ailesi

 

Atsız' ın babası Gümüşhane'nin Torul kazasının Midi köyünün Çiftçioğulları ailesinden Deniz Güverte Binbaşısı Mehmet Nail Bey, annesi Trabzon'un Kadıoğulları ailesinden Deniz Yarbayı Osman Fevzi Bey'in kızı Fatma Zehra Hanım'dır. Atsız' ın ailesi, Gümüşhane'nin Torul kazasının Midi köyünde Çiftçioğulları adı ile bilinmektedir. Çiftçioğulları, Midi Köyünde 18. asrın sonlarına doğru yakınındaki Edire köyünden göçmüşlerdir..

Çiftçioğulları ailesinin tesbit edilen ceddi 19. asrın başlarında yaşadığı tahmin edilen Ahmed Ağa'dır. Ahmet Ağa'nın İsmail, Süleyman, Hüseyin ve Şakir adlı dört oğlu olmuştur. İsmail Ağa'nın çocukları Midi'den, Yozgat'ın Akdağ Madeni kazasının Dayılı köyüne göçmüşlerdir. Şakir Ağa'nın evladı olup olmadığı bilinmemektedir.

Ahmet Ağa'nın üçüncü çocuğu olan Hüseyin Ağa (1832 - 1894) ise 1850-1852 şıralarında Deniz eri olarak Istanbul'a gelmiş, okumayı ve yazmayı asker ocağında öğrenmiş, askerliğinin nihayetinde de teskere bırakarak Donanma-yı Hümayun' da kalmış ve makina önyüzbaşlığına ÇarkçıKolağalığı'na terfi etmiştir.

Hüseyin Ağa'nın eşi Emine Hayriye Hanım'dır. İki çocukları olmuştur. Nevber Hanım ile Mehmet Nail Bey (1877- 1944). Mehmet Nail Bey de Osmanlı Donanması'na girmiş ve Deniz Kuvvetlerinde Deniz Güverte Binbaşılığı'ndan emekli olmuştur.

Mehmet Nail Bey'in ilk eşi 1903 yılında Yüzbaşı iken evlendiği Fatma Zehra Hanım (1884 - 1930)'dır. Fatma Zehra Hanım, Deniz Yarbayı (Bahriye Kaymakamı) Osman Fevzi Bey ile Tevfika Hanım'ın kızıdır. Osman Fevzi Bey, Trabzon'lu ölüp ailesi Kadıoğulları namı ile marüfdür.

Mehmet Nail Bey'in ilk eşinden üç çocuğu olmuştur. 12 Ocak1905'de Hüseyin Nihal (Atsız), 1 Mayıs1910'da Ahmet Nejdet (Sançar) ve Aralık 1912'de Fatma Nezihe (Çiftçioğlu) dünyaya geldi.

1930 yılında ilk eşinin damar sertliğinden vefatı üzerine Mehmed Nail Bey, 1931 yılında yeniden evlenmiştir. İkinci eşinin adı da Fatma Zehra'dır. İkinci eşinden 1932 yılında Necla (Çiftçioğlu) adlı bir kızı olan Mehmed Nail Bey ikinci eşiyle geçinememiş ve iki yıl sonra ayrılmıştır

 

Biyografi

 

Hüseyin Nihâl Atsız, 12 Ocak1905'te İstanbulKadıköy'de doğdu.

İlköğrenimini Kadıköy’deki çeşitli okullarda, orta öğrenimini Kadıköy ve İstanbul Sultanilerinde (İstanbul Lisesi) yaptı. Buradan mezun olunca Askerî Tıbbiye’ye yazıldı.

Atsız, yükseköğrenim çağına gelip Askerî Tıbbiye'ye kaydolduğu çağlarda Türkçülük fikrinin etkisi altına girmeye başladı. Ziya Gökalp'in cenaze töreninin yapıldığı günün gecesi Türkçülük fikrine karşı öğrencilerle kavga ettiği ve daha sonrasında ise aralarında bir takım problemler geçen Arap asıllı BağdatlıMesut Süreyya Efendi adlı bir mülazım (teğmen)'a selam vermediği gerekçesi ile 4 Mart1925 tarihinde 3. sınıf talebesiyken Askeri Tıbbiye'den çıkarılmıştır.

Bu olaydan sonra üç ay kadar Kabataş Erkek Lisesi'nde yardımcı öğretmenlik yapan Atsız, daha sonraları Deniz Yolları'nın Mahmut Şevket Paşa adlı vapurunda kâtip muavini olarak çalışmış ve bu vapurla İstanbul-Mersin arasında birkaç sefer yapmıştır

 

Üniversite Yılları ve İlk Fikirler [değiştir]

 

1926 yılında İstanbul Dârülfünûnu'nun Edebiyat Fakültesinin "Edebiyat Bölümü"ne ve İstanbul Dârülfünûnu'nun yatılı kısmı olan Yüksek Muallim Mektebi'ne kaydolan Atsız, bir hafta sonra askere çağırılmış, tecil isteği kabul edilmeyen Atsız askerliğini 9 ay olarak 28 Ekim1926-28 Temmuz1927 tarihleri arasında İstanbul'da Taşkışla'da 5. piyade alayında er olarak yapmıştır.

Ahmet Naci adlı arkadaşı ile birlikte hazırladığı 'Anadolu'da Türklere Ait Yer İsimleri' adlı makalenin Türkiyat Mecmuası nın ikinci cildinde yayınlanması ile hocası olan Mehmet Fuat Köprülü' nün dikkatini çeken Atsız, 1930 yılında Edirneli Nazmî'nin divanı üzerinde mezuniyet çalışması yapmıştır ('Divân-ı Türkî-i Basit, Gramer ve Lügati', 1930, 111 s. Türkiyat Enstitüsü Mezuniyet Tezi, no 82). Aynı yıl Edebiyat Fakültesi'nden mezun olmuştur.

Atsız'ın sınıf arkadaşları arasında Tahsin Banguoğlu, Ziya Karamuk, Orhan Şâik Gökyay, Pertev Nâilî Boratav, Nihad Sâmi Banarlı gibi isimler yeralıyordu.

Mezuniyetinden sonra Edebiyat Fakültesi Dekanı olan hocası Prof. Dr. Mehmet Fuat Köprülü, Maarif Vekâleti’nde Atsız için girişimde bulunarak, Yüksek Muallim Mektebi'ni öğrenci olarak bitirdiği için, liselerde yapması gereken 8 yıllık mecburi hizmetini affettirmiş ve 25 Ocak1931’de Atsız'ı kendisine asistan olarak almıştır.

Atsız, yine 1931 yılında Dârülfünûnun felsefe bölümünden mezun olan ilk eşi Mehpare Hanım ile evlenmiş, ancak 1935 yılında ayrılmıştır.

Atsız, 15 Mayıs1931'den 25 Eylül1932 tarihine kadar Atsız Mecmua (17 sayı)'yı çıkarmaya başladı. Mehmet Fuat Köprülü, Zeki Velidi Togan ,Abdülkadir İnan gibi edebiyat ve tarih bilginlerinin de içinde bulunduğu bir kadro ile yayın hayatına atılan bu Türkçü ve Köycü dergi, devrinde ilim, fikir ve sanat alanında çok tesir yaratan Türkçü bir çığır açmış, âdetâ Cumhuriyet devri Türkçülüğünün öncüsü olmuştur.

Atsız, kendini tanıtmaya başlayan ilk yazılarını (H. Nihâl) imzası ile, hikâyelerini de (Y.D.) imzasıyla, bu dergide yayınlamaya başlamıştır.

1932 Temmuzunda Ankara'da toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi esnasında, Prof. Dr. Zeki Velidi Togan'a Dr. Reşid Galib'in yaptığı eleştiriler üzerine Atsız, içerisinde ikinci eşi Bedriye Atsız ile Pertev Nâilî Boratav' ın da bulunduğu 8 arkadaşı ile, Dr. Reşid Galib'e "Zeki Velîdî'nin talebesi olmakla iftihar ederiz" diyen bir protesto telgrafı çekmiş ve bu telgraf üzerine de Reşid Galib'in tepkisini üzerine çekmiştir.

19 Eylül1932' de Dr. Reşid Galib, Maarif Vekili olmuştu. Kısa bir süre sonra da Mehmet Fuat Köprülü'nün dekanlıktan ayrılması üzerine Edebiyat Fakültesi Dekanlığı'na vekâleten bakanAli Muzaffer Bey asâleten tâyin edilmiştir.Reşid Galib, Atsız Mecmuanın 17. sayısındaki 'Dârülfünûn'un kara, daha doğru bir tabirle, yüz kızartacak listesi' adlı makalesi nedeniyle Edebiyat Fakültesi Dekanı'na baskı yaparak, 13 Mart1933 tarihinde Atsız'ın üniversite asistanlığına son vermiştir.

Üniversiteden çıkarılmasından birkaç gün sonra Atsız, Edebiyat Fakültesi'nin Dekanı'nı Tokatlıyan'daki bir çayda yakalayıp yüzlerce kişinin önünde tokatlamıştır. Atsız'a bu hadise için hiç bir şekilde tepki gösterilmemiştir

 

1944 Irkçılık-Turancılık Davası

İkinci Dünya Savaşı sürerken Türkiye'de komünist faaliyetlerin arttığını düşünen Atsız, Orhunun Mart 1944'te yayınlanan 15. sayısında, daha önce 5 Ağustos 1942 tarihli meclis konuşmasında Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir diyen devrin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu'na hitaben bir açık mektup yayınlamıştır.

Atsız, Nisan 1944'te yayımlanan 16. sayıda, Şükrü Saraçoğlu'na hitaben ikinci açık mektubunu yayınlayarak Giritli Ahmed Cevat Emre, Pertev Nâilî Boratav, Sabahattin Ali ve Sadrettin Celâl Antel'in Marksist faaliyetlerde bulunduklarını ve Milli Eğitim Bakanı'nın "komünistleri kolladığını" ileri sürerek devrin Millî Eğitim Bakanı olan Hasan Ali Yücel'i istifaya çağırmıştır. Bu ikinci açık mektup, Türkçü çevreler içinde büyük bir galeyana sebep olmuş, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere birçok şehirde, komünizm aleyhinde gösteriler yapılmaya başlanmıştır.

Bunun üzerine Hasan Âli Yücel, 7 Nisan1944 tarihinde Atsız'ın Boğaziçi Lisesi'ndeki edebiyat öğretmenliğine son vermiş, ama aynı zamanda Sadrettin Celal Antel de İstanbul Üniversitesi'denki görevinden bakanlık hizmetine alınmıştır.

Orhun dergisi de Bakanlar Kurulu kararı ile yeniden kapatılmış, bu arada Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, Ankara Musiki Muallim Mektebi öğretmeni Sabahattin Ali'yi Atsız aleyhine hakaret davası açmaya teşvik etti. Sabahattin Ali'nin arkadaşı ve Atsız'ın da yakın arkadaşı olanAnkara Musiki Muallim Mektebi Müdürü Orhan Şaik Gökyay'ın arabuluculuğuna rağmen dava açmak zorunda kaldı. Aleyhine dava açılan Atsız, trenle Ankara'ya gitmiş ve Türkçü gençler tarafından istasyonda karşılanarak bir otelde misafir edilmiştir.

Hakaret davasının26 Nisan1944 günü yapılan ilk oturumu olaylı geçmiştir. Bunun üzerine 3 Mayıs1944 tarihinde yapılan ikinci oturuma üniversite öğrencileri alınmamış, bu yüzden de öğrenci gösterileri olmuş ve yüzlerce kişi tutuklanmıştır.

Davanın 9 Mayıs1944 günü yapılan karar oturumunda, Sabahattin Ali' ye "vatan haini" dediği için 6 aya mahkûm edilen Atsız'ın cezası hâkim tarafından "milli tahrik" gerekçesi ile 4 aya indirilmiş ve 4 aylık bu ceza da ertelenmiştir.

Atsız, cezasının ertelenmesine rağmen9 Mayıs1944 tarihinde mahkemenin kapısından çıkarken tevkif edilmiştir.

19 Mayıs1944 törenlerinde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Atsız ve arkadaşlarını ağır şekilde eleştiren nutkunu söylemiş ve bu nutuk üzerine de Atsız ve 34 arkadaşı İstanbul 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nde yargılanmaya başlanmışlardır. AralarındaAlparslan Türkeş gibi subay, üniversite profesörü, öğretmen, doktor ve üniversite öğrencilerinin de bulunduğu sanıklar, sorguya çekilmişler; Atsız dahil sanıklar, daha sonra tabutluk diye adlandırılan hücrelerde işkence gördüklerini belirtmişlerdir. 7 Eylül1944 günü yargılama başlamış, 'Irkçılık-Turancılık Davası' adı verilen ve haftada 3 gün olmak üzere 65 oturum devam eden mahkeme, 29 Mart1945 tarihinde sonuçlanmış ve Atsız 6,5 yıl hapse mahkûm olmuştur.

Atsız, bu kararı temyiz etmiş veAskerî Yargıtay, 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nin kararı esastan bozmuştur. Böylece Atsız, bir buçuk yıl kadar tutuklu kaldıktan sonra, 23 Ekim1945 tarihinde tahliye edilmiştir.

5 Ağustos1946 tarihinde 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nde tutuksuz olarak başlayan Atsız ve arkadaşlarının davası (bu dava Kenan Öner-Hasan Ali Yücel davası adı ile tanınmıştır), 31 Mart1947 tarihinde sonuçlanmış ve 29 oturum devam eden mahkemede bütün sanıkların beraatına karar verilmiştir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Mahkeme Sonrası Fikirlerini Yayması

Nisan 1947'den Temmuz 1949'a kadar kendisine iş verilmeyen Atsız, Ekim 1945-Temmuz 1949 tarihleri arasında geçinmek için kitaplarından bazılarını satmak zorunda kalmıştır. Bir müddet Türkiye Yayınevi'nde çalışan Atsız, Türk-Rus savaşlarının özeti olan "Türkiye Asla Boyun Eğmeyecektir" adlı kitabını da Sururi Ermete adlı şahsın adı ile yayınlamak zorunda kalmıştır.

Atsız'ın sınıf arkadaşlarından Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu Millî Eğitim Bakanı olunca, Atsız'ı 25 Temmuz1949'da Süleymaniye Kütüphânesi'ne "uzman" olarak tayin etmiştir.

Bir müddet bu vazifede çalışan Atsız, Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinden sonra 21 Eylül1950’de Haydarpaşa Lisesi Edebiyat Öğretmenliği'ne tayin olmuştur.

4 Mayıs1952 tarihinde Ankara Atatürk Lisesi' nde vermiş olduğu "Türkiye'nin Kurtuluşu" konulu bir konferans üzerine Cumhuriyet Gazetesi, Atsız'ın aleyhine haberler yayımlamıştır. Hakkında bakanlık tarafından soruşturma açılan Atsız'ın konuşmasının bilimsel olduğu tespit edilmiştir. Fakat Atsız 13 Mayıs1952 tarihinde Haydarpaşa Lisesi'ndeki edebiyat öğretmenliği görevinden "muvakkat" kaydı ile alınarak yine Süleymaniye Kütüphânesi' ndeki görevine tayin edilmiştir.

31 Mayıs1952 tarihinden itibaren emekliliğini istediği 1 Nisan1969 tarihine kadar Süleymaniye Kütüphânesi'nde çalışan Atsız'ın en uzun süreli memuriyeti bu kütüphânedeki memuriyet olmuştur.

Atsız, 1950-1952 yıllarında yayımlanan haftalık Orkun dergisinin başyazarlığını yaptı. 1962’de kurulan Türkçüler Derneği’ nin genel başkanlığını üstlendi. 1964’ ten vefatına kadar Ötüken dergisini yayımladı.

Devrin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Gaziantep' e giderken bir işçinin kendisine "idareciler Araplara toprak veriyorlar, biz Türklere vermiyorlar" sözlerine karşılık, "Türk topraklarında yaşayan herkes Türk’tür." demiş; Atsız bunun üzerine, Ötüken in Nisan 1967'de yayınlanan 40, sayısından itibaren "Konuşmalar, 1" (Sayı 40), "Konuşmalar, II" (Sayı 41), "Konuşmalar, III" (Sayı 43), "Bağımsız Kürt Devleti Propagandası" (Sayı 43), "Doğu mitinglerinde perde arkası" (Sayı 47) ve "Satılmışlar-Moskof uşakları" (Sayı 48) adlarıyla yayınladığı seri makalelerinde, Marksistlerin Doğu bölgelerinde gizli çalışmalarda bulunduklarını iddia etmişti. Bu makaleler hakkında savcılıkça soruşturma açılmış fakat Atsız'a hiç bir suçlamada bulunulmamıştır.

Ancak bu yazılar üzerine, Ankara sokaklarında Atsız aleyhine hazırlanmış, ayrılıkçılığı ilan eden bildiriler dağıtılmış[kaynak belirtilmeli] ve aynı günlerde Adalet Partisi Diyarbakır senatörlerinden biri, Senato kürsüsünden Atsız aleyhine ağır bir konuşma yapmıştır.

Hasan Dinçer'in Adalet Bakanı olduğu dönemde, bakanlık tahkikat açmış ve Atsız mahkemeye verilmiştir. Davanın devam ettiği 6 yıl içerisinde 12 Mart (1971) muhtırası verilmiş ve arkasından sıkıyönetim ilân edilmiştir.

Uzun duruşmalardan sonra mahkeme, Ötükenin sahibi Atsız'ı ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Mustafa Kayabek'i 15'er ay hapse mahkûm etmiştir. Mahkeme başkanının karara katılmadığı ve 2-1'lik ekseriyetle verilen bu karar, temyiz edilince Yargıtay tarafından bozulmuştur. Fakat aynı mahkeme 2-1'lik kararda ısrar edince, Yargıtay kararı onaylamıştır. Atsız ve Mustafa Kayabek "Tashih-i karar" isteğinde bulunmuşlar ancak bu istekleri mahkemece kabul edilmemiştir. Böylece mahkûmiyet kararı kesinleşmiştir.

Kronik enfarktüs, yüksek tansiyon ve ağır romatizmadan rahatsız olduğu için Haydarpaşa Numune Hastanesi'ne yatan Atsız'a, Haydarpaşa Numune Hastanesi tarafından "Cezaevine konulamayacağı" kaydı bulunan rapor verilmiştir. Ancak 4 aylık bir rapor Adlî Tıp tarafından kabul edilmemiş ve "reviri olan cezaevinde kalabilir" şeklinde değiştirilmiştir.

Bunun üzerine infaz savcılığı 14 Kasım1973Çarşamba günü sabahı Atsız'ı evinden aldırarak Toptaşı Cezaevi'ne sevk etmiştir. 40 kişilik adi suçlular koğuşuna konulan Atsız, bir müddet sonra reviri olan Sağmalcılar Cezaevi'ne nakledilmiştir.

Atsız, kesinleşen 1,5 yıllık cezasını çekmek için hapse girince, üniversite hocaları ve öğrencilerinden oluşan bir grup Cumhurbaşkanı'na başvurup Atsız'ın affını istemiştir.

Atsız, suç işlemediğini belirterek bizzat af talep etmediği halde, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, kendi yetkisini kullanarak Atsız'ın cezasını affetmiştir.

22 Ocak1974'te Bayrampaşa Cezaevi'nden tahliye edilen Atsız, 1,5 yıllık cezasının 2,5 ay kadarını cezaevinde geçirmiştir.

İbnülemin Mahmut Kemal İnal'ın tarifi ile "Atlıyı atından indirecek derecede şiddetli yazılar yazan"[kaynak belirtilmeli] Atsız, ateşli ve keskin bir üslûba sahip idi.

 

Ölümü

 

Atsız, 1975 yılının kasım ayının ortalarında hasta olduğundan şüphelenmiş, ancak yapılan muayene ve testler sonucunda bir hastalık bulunamamıştır. 10 Aralık1975 Çarşamba gününün akşamı kalp krizi geçirmiş, gelen doktor enfarktüs olduğunu anlayamamıştır. Ertesi akşam Atsız yeni bir kriz geçirmiş , 11 Aralık1975Perşembe günü vefat etmiştir.

13 Aralık1975 tarihinde Kurban Bayramının ilk günü KadıköyOsmanağa Câmii'nde Kılınan ikindi namazını müteakip defnedilmiştir.

 

 

Turancı çevreler tarafından birikimli bilinmesine karşın Niyazi Berkes anılarında Atsız'ı "büyük iddiaları için gerekli olan antropoloji, tarih, felsefe alanlarında bir şey bilmeden insanları kaşlarına, gözlerine, saçlarına ve yüzlerinin rengine göre ırklara ayıracak kadar bilgisiz bir zavallı" olarak tanımlar.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Nihal Atsız ve Irkçılık

 

Nihal Atsız Sabahattin Ali'nin İçimizdeki Şeytan romanına yanıt olarak 1940 yılında yazdığı İçimizdeki Şeytanlar kitapçığında ırkçı olduğunu şu sözlerle belirtiyordu: Ben de ırkçı, Türkçü ve Turancı olduğum için – Evet, övünerek söylüyorum ve tekrar ediyorum: Irkçı, Türkçü ve Turancı olduğum için - Sabahattin Ali’nin itiraflarına cevap vermek lüzumunu duyuyorum.[2]

Nihal Atsız 4 Mayıs 1941 tarihinde daha sonra sol görüşlü bir gazeteci olacak olan oğlu Yağmur Atsız'a hitaben bir "vasiyet" kaleme almıştır. İkinci Dünya Savaşı'nın yarattığı gergin ortamda yazılan bu metin özellikle Atsız'a yönelik "ırkçılık" suçlamalarının delili olarak kullanılmaktadır:

"Yağmur Oğlum! Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigar olarak bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol. Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır. Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır. Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarın ki düşmanlarımızdır. Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içer(de)ki düşmanlarımızdır. Bu kadar çok düşmanla carpışmak için iyi hazırlanmalı. Tanrı yardımcın olsun! Nihal Atsız 4 Mayıs 1941[kaynak belirtilmeli] Bu vasiyet aynı zamanda Atsız'ın deyimiyle Türk ırkçılığı ile Nazizm arasındaki farka da işaret etmektedir. Türk ırkçılığının Nazizm'den kaynak aldığını ileri süren anlayışa karşı yazdığı bir yazıda Atsız "Yalnız Yahudilere karşı güdülen Alman ırkçılığı ile, her millete karşı bir korunma ilkesi olarak ileri sürülen Türk ırkçılığı arasında bir bağlantı bulunmadığını"[3] söyler.

Türkiye Komünist Partisi yöneticilerinden Reşat Fuat Baraner'in kaleme aldığı ve Faris Erkman'ın imzasıyla yayınlanan 'En Büyük Tehlike' broşürüne karşı yazdığı yanıtta Atsız Türk ırkçılığının Alman yanlısı olmak anlamına gelmediğini vurgulayarak şöyle der: Bizim ırkçılığımızı da Alman yardakçısı olduğumuza tanık diye gösteriyorlar. Yoldaşlar şunu iyi bilsinler ki Almanya cihan haritasından silinip Almanlığın kökü kazınsa bile biz yine ırkçı kalacağız. Alman ırkçılığı yalnız Yahudilere karşıdır. Anası veya babası Çek, Lehli gibi Alman düşmanı milletlerden olan fertleri Almanlar yabancı saymıyorlar. Bizim ırkçılığımız ise bütün milletlere karşıdır. Bu ırkçılık Türklüğün ihtiyaçlarından doğmuş olaylarla gelişmiş bir ırkçılıktır. Uzun, acı, denemelerden sonra anladık ki pasaport vatandaşlarından fayda yoktur. Atalarının kanıyla, diliyle, geleneğiyle bu toprağa bağlı olmuyan insanlar en ufak menfaati görünce ihanetten çekinmiyorlar. Biz bunun için ırkçıyız. Balkan savaşında Arnavutlar, Cihan savaşında Araplar ihanet ettiği için ırkçıyız. Selanik`i Yunanlılara tüfek atmadan teslim eden Tahsin Paşa ve Sevr paçavrasını imzalamaktan sevinç duyan Rıza Tevfik Arnavut olduğu için, Harp Okulu öğrencilerini zehirlemek isteyen Nazım Hikmetof Yoldaş Polonyalı olduğu için ırkçıyız."[4]

1952 yılında yazdığı bir makalesinde Türkçülük'ün iki bileşenini soyculuk ve Turancılık olarak tanımlayarak Soyculuk, aynı zamanda bir sağlık koruma meselesidir. Karışmak, daima, üstün olanın aleyhine olduğundan büyük meziyetler sahibi Türklerin, bu meziyetlerden yoksun soylarla karışmaları halinde ortaya çıkan melezlerde Türk’ün bazı büyük meziyetleri kaybolmakta, onların yerini diğer soyların iptidai vasıflarından bazıları tutmaktadır[5] der. Başka bir makalesinde de Türkçülük'ün bileşenlerini ırkçılık ve Turancılık olarak tanımlar: "Türkçülüğün değişmeyen tarafı ırkçılığı ile Turancılığı ve bunun neticesinde Türk milleti ve vatanı hususundaki düşünceleridir. Bu iki temelde bütün Türkçüler birleşmiştir. Bunun dışında kalan meseleler; mesela iktisadi, sosyal ve hukuki görüşler Türkçülerin ileride halledecekleri meselelerdir. Bu meseleler üzerindeki Türkçü düşünceler değişebilir. Çünkü zamanla herhangi bir iktisadi veya içtimai düşünce çürütülebilir. Fakat ırkçılık ve Turancılık asla değişmeyecektir. Çünkü bunlar Türklüğün Türklük olması için elzem şartlardır. Tıpkı bir insanın havaya ve yiyeceği olan mutlak ihtiyacı gibi... Bir insanın elbise ihtiyacı yaza, kışa, geceye, gündüze göre değişebilir. Eğlencesi de sinemaya, ava gitmek veya içki içmek şeklinde olabilir. Fakat havaya ve yiyeceğe ihtiyacı hiç bir zaman değişmez. Irkçılıkla Turancılık, Türkçülüğün hava ve gıdasıdır."[6]

Irkçılık-Turancılık davası sırasında da ırkçı olduğunu kabul eden Atsız, kendisinin üçüncü göbekten babasının Rum olduğunu iddia eden savcıya karşı şöyle diyordu: Belki bu iftira benim ırkçılığımı çürütmek için ortaya atılmıştır. Fakat çürütülemez. Farzımahal benim baba tarafımdan bütün ecdadım gayrı Türk olsa bile yine bununla ırkçılık ülküsü çürütülemez.[7] Irkçılık-Turancılık davasındaki savunmasını bitirirken şöyle diyordu: Irkçı ve Turancı olduğum için mahkum olursam, bu mahkumluk hayatımın en büyük şerefini teşkil edecektir.[8] Aynı davada yargılanan Alparslan Türkeş de sorgusunda Nihal Atsız bana daima ırkçı ve Turancı telkinatta bulunmuştur. Ben de tamamen onun gibi düşünüyorum demişti.[9]

Atsız'ın düşüncesinde sosyal-darvinizmin önemli bir yeri vardır. Biyolojik olarak güçlülerin hayatta kaldığını, zayıfların yok olduğunu söyleyen Atsız'a göre milletler arasında da aynı yasa hüküm sürüyordu. Ona göre: "Millet, âdeta gayri şuurî olarak dünyaya yayılıp hâkim olmak ister. Fakat yayılırken başka milletlerin mukavemetine çarpar. Böylelikle aralarında savaş başlar. Sonunda güçlüler kazanır."[10] Bu yüzden ülkücülüğün aynı zamanda saldırgan olması gerektiğini savunan Atsız, aynı zamanda Kemalizm'in "yurtta barış, dünyada barış" politikasına da karşı çıkıyordu. 1944 yılında yazdığı bir makalesinde şöyle diyordu: "(Yurtta barış, cihanda barış) yahut (kimsenin bir karış toprağında gözümüz yok) gibi sefilane bir siyasî umde ile bu milletin manevî enerjisini bilerek veya bilmeyerek söndürenler, zaten mahvolmuş Almanya'ya savaş açarak Türk tarihinde asla görülmemiş bir kancıklığın zilletini tarihimize sokanlar, fakat Bulgaristan ve adalardaki Türkleri topraklarıyla birlikte kurtarmak fırsatını tarih yaratmışken en denî ve cebîn bir hareketle bundan kaçanlar hiç şüphesiz Türk birliğini tamamlamak yolunda bir adım atamazlardı. Çünkü onlar bu memlekette Moskofçuluğu için için yaşatmak, Türkçülüğü açıkça yok etmek istiyen devşirmelerdi." [11]

Yine Atsız'a göre ahlakın meydana gelmesinde en önemli neden soydu. Ona göre "bir toplumun ahlakı, soyunun karışması ile değişebilirdi".[12] Ona göre "Kunlar ve Gök Türkler çağında saraylarımıza giren Çin prenseslerinin ihanetleri, artık bugün herkesin bildiği bilgiler haline gelmiştir. Osmanlılar devrinde, Kanuni Sultan Süleyman gibi büyük bir padişahı küçük düşüren hareketler, Islav asıllı Hurrem Sultan yüzündendir."[13] Türkçülere önerdiği "evlenecekleri kızın, sağlık ve soy durumlarına ve bu hususta aşka tutsak olmaya dikkat" etmeleriydi.[14] Türk ahlakı yüceltilmeli, "caz denilen zenci musikisi, balo denilen Avrupa rezaleti, bar denilen Amerikan kepâzeliği" kaldırılmalı ve tercüme yasalar yerine "millî örf ve ahlâkımızdan alınmış yasalar" yapılmalıdır[15]. Ayrıca Türklerin kurtuluşu ancak Türk topraklarının başka soylardan arındırılması ile mümkündü. 1952'de "Yahudiler tam bir Arap ülkesi haline gelen Filistin’den nasıl Arapları sürerek orada bir Yahudi çoğunluğu yaptılarsa, biz de aynı şeyi yaparak bize ait olan toprakları mutlaka Türkleştirmek zorundayız"[16] diyordu.

1934 yılında yazdığı bir makalede Türk milletinin Türk ırkı demek olduğunu şu sözlerle savunur: "Türkler için milliyet her şeyden önce bir kan meselesidir... Türklük yalnız manevi-ahlaki değil, aynı zamanda maddi (yani fizik, fizyolojik, fizyonomik ve antropolojik) bir şeydir... Türk olmak için Türk ırkının maddi ve manevi hasletlerini tevarüs etmek icap eder...Bazılarının söylediği gibi milliyet yalnız anlaşma vasıtası olan dil’in birliği ile izah edilseydi bir İstanbul Yahudisinin bize bir Kırgızdan daha yakın olması lazım gelirdi. Halbuki bütün kanunlara, siyasi ve içtimai hadiselere, propagandalara rağmen biz Kırgızı kardeş, Yahudiyi de köpek çıfıt olarak tanıyoruz. Çünkü Kırgızın damarındaki kanın kendi damarımızdaki kan olduğunu, Yahudinin ise bize düşmanlıkla yuğurulduğunu biliyor, seziyoruz."[17] Yine Çanakkale Zaferi'nin yıldönümünde yapılan bir yürüyüşü eleştiren kitapçığında sosyologların "Türk Milleti" tanımını eleştirerek şunları söyler: "Türk kanının yarattığı bir mucize olan Çanakkale’yi saygılamak gerekti mi, saygılamağa gelenler Türk kanı taşıyan insanlar olmalıydı. Çanakkale zaferini kanunların ve içtimaiyat ilminin kansız taraftarlarının anlattığı “Türk Milleti” (yani içinde kürdünden yahudisine kadar hepsini ihtiva eden melez topluluk) değil, “TÜRK IRKI” kazanmıştı. Bunun için oraya yalnız Türkler gelmeliydi... Ve öyle yaptık..."[18]

Yine Nazım Hikmet'e karşı yazdığı broşüründe "karışmamış kan davası yalnız hayvanlar değil, insanlar için de vardir. Hayvanların en asil ve değerlileri halis kanlı olanlar olduğu gibi insanlarin en asilleri en saf kanlı olanlarıdır. Kan ve ırk meselesi kan grupları tetkiki demek olan fizyolojik ve antropolojik bir meseledir" diyor ve Nazım Hikmet'in komünist olmasını Türk soyundan olmayışıyla ilişkilendirerek "ataları, bu toprağa kan katanlardan, halis kanlı Türk olanlardan bir komünist çıktığını da zaten şimdiye kadar görmedim. Bunlar daima kanı bozuk, sütü bozuk, yeri yurdu belirsiz, soyu sopu şüpheli ve Türk olmuyan kimselerdir." diyordu [19]

Bununla birlikte daha sonraki yıllarda Atsız'ın düşüncesinde "Türkleşmiş olmak" mümkündür ve kabul edilebilecek bir durumdur. Ona göre "hemen hemen her soy, başka soylarla karışmıştır. Bundan bir şey çıkmaz. Çünkü tabiat bir süre sonra melezliği temizler. Fakat, bir soy durmadan başka soylarla karışmakta devam ederse, bir zaman sonra, bir daha düzelmemek üzere bozulur."[20] Yani Türklerin başka soylarla karışması engellenmelidir. Bununla birlikte bu görüşlerinde zaman içinde bir yumuşama olduğu da düşünülebilir. Nitekim 1952 yılında Türk tarifini yaparken "Türk her şeyden önce, Türk soyundan gelen insandır. Türk soyundan gelince de pek ender bazı istisnalar bir yana o insanın Türkçe konuşması ve Türk kültürünü taşıması gerektir"[21] derken 1969 yılında yazdığı bir yazıda Türk'ün tarifini şöyle yapıyordu: "Türk milleti, Türk kökünden gelenlerle Türk kökünden gelmiş olanlar kadar Türkleşmiş kimselerden meydana gelen topluluktur... Şuuraltında veya duygularının gizli yönünde başka biri ırkın şuur ve özleyişini taşımayan kimselerdir." Dolayısıyla daha önceleri vasiyetinde "iç düşmanlar"[22] olarak tanımladığı farklı ırklardan gelmelerine karşın Mehmet Akif Ersoy ya da Yıldırım Beyazıt da Atsız'a göre Türk sayılmalıydı.

 

Eserleri

 

Türkçülüğün öncülerinden olan Nihâl Atsız, Turancı çevreler tarafından aynı zamanda güçlü bir Türkolog olarak kabul edilir. Bu çevrelere göre Türk dilini, tarihini ve edebiyatını gayet iyi bilen Atsız, özellikle Türk tarihinin Göktürk kısmında uzmanlaşmıştı. Çok sevdiği bu devreyi Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor adlı iki eser ile romanlaştırmıştır. Deli Kurt adlı romanı Osmanlı tarihinin ilk devrelerinin romanlaştırılmış şeklidir. Ruh Adam 'daki Selim Pusat'ın şahsiyetinde Atsız'ı görürüz. Ruh Adam 'ın devamı olarak Yalnız Adam 'ı yazacağını söylüyordu.[kaynak belirtilmeli] Yine yazacağını bildirdiği bir eseri de Bozkurtlar serisi'nin 3. cildi idi.[kaynak belirtilmeli] Yayınlanmamış eserlerinin içerisinde II. Mahmut'tan Günümüze Kadar Osmanlı Hanedanı Tarihi adlı bir eseri de vardır. Nihâl Atsız'ın şiirleri Yolların Sonu adı ile kitap halinde basılmıştır.

 

Romanları

Öyküleri

  • 'Dönüş', Atsız Mecmua, sayı.2 (1931), Orhun, sayı.10 (1943)
  • 'Şehidlerin duası', Atsız Mecmua, sayı.3 (1931), Orhun, sayı.12 (1943)
  • 'Erkek kız', Atsız Mecmua, sayı.4 (1931)
  • 'İki Onbaşı, Galiçiya...1917...', Atsız Mecmua, sayı.6 (1931), Çınaraltı, sayı.67 (1942), Ötüken, sayı.30 (1966)
  • 'Her çağın masalı: Boz oğlanla Sarı yılan', Ötüken, sayı.28 (1966)

Şiirleri

  • Yolların Sonu, (Bütün şiirlerinin toplandığı kitap) İstanbul 1946.
  • Afşın'a Ağıt
  • Aşkınla
  • Ay Yüzlü Güzel Konçuy
  • 'Asker kardeşlerime', Atsız Mecmua, sayı.2 (1931), 'Boz kurt' imzasıyla Ergenekon, sayı.3 (1938)
  • 'Ayrılık', Atsız Mecmua, sayı.17 (1932)
  • 'Bahtiyarlık', Kopuz, sayı.10 (1944)
  • 'Bugünün gençlerine', Atsız Mecmua, sayı.1 (1931), 'Boz kurt' imzasıyla Ergenekon, sayı.1 (1938)
  • 'Bugünün gençlerine' (başlıksız), Atsız Mecmua, sayı.16 (1932)
  • Davetiye
  • Dosta Sesleniş
  • 'Dünden sesler: Yarın türküsü', Orkun, sayı.53 (1951)
  • 'Dünden sesler: Koşma', Orkun, sayı.58 (1951)
  • 'Dün gece', Orhun, sayı.1 (1933)
  • Eski Bir Sonbahar
  • Gel Buyruğu
  • 'Geri gelen mektup', Orkun, sayı.44 (1951)
  • 'Harıralar', Çınaraltı, sayı.2 (1941)
  • Kader
  • Kağanlığa Doğru
  • Kahramanların Ölümü
  • Kahramanlık
  • Karanlık
  • Kardeş Kahraman Macarlar
  • Korku
  • 'Koşma', Atsız Mecmua, sayı.2 (1931)
  • 'Koşma' (başlıksız), Atsız Mecmua, sayı.12 (1932)
  • 'Kömen', Ötüken, sayı.2 (1964), Ötüken, sayı.28 (1966), Ötüken, sayı.95 (1971)
  • 'Macar ihtilâlcileri', Ötüken, sayı.79 (1970)
  • 'Macar ihtilâlcileri', Ötüken, sayı.82 (1970)
  • 'Muallim arkadaşlarıma', Atsız Mecmua, sayı.5 (1931)
  • Mutlak Seveceksin
  • 'Nejdet Sançar'a ağıt', Ötüken, sayı.138 (1973)
  • 'O gece', Orhun, sayı.2 (1933)
  • Özleyiş
  • Sarı Zeybek
  • Selam
  • Sona Doğru
  • 'Şehit tayyareci Erkânıharp Yüzbaşı Kâmi'nin büyük hatırasına', Atsız Mecmua, sayı.6 (1931)
  • 'Şiir' (başlıksız), Atsız Mecmua, sayı.8 (1931)
  • 'Şiir' (başlıksız), Orhun, sayı.3 (1934)
  • 'Topal Asker', Atsız Mecmua, sayı.4 (1931), Kopuz, sayı.4 (1943)
  • 'Toprak-Mazi', Atsız Mecmua, sayı.14 (1932), Kopuz, sayı.3 (1943)
  • Türk Gençliğine
  • 'Türk kızı', Tanrıdağ, sayı.4 (1942)
  • 'Türkçülük bayrağı', Ötüken, sayı.119-120 (1973)
  • Türkistan İhtilalcilerinin Türküsü
  • 'Türklerin türküsü', Atsız Mecmua, sayı.3 (1931), 'Boz kurt' imzasıyla Ergenekon, sayı.2 (1938)
  • Unutma
  • 'Varsağı' (başlıksız), Atsız Mecmua, sayı.9 (1932), Atsız Mecmua, sayı.10 (1932), Atsız Mecmua, sayı.17 (1932)
  • Yakarış I
  • Yakarış II
  • Yalnızlık
  • 'Yarının türküsü', Çınaraltı, sayı.10 (1941)
  • Yaşayan Türkçülere Ağıt
  • 'Yolların sonu', Atsız Mecmua, sayı.17 (1932

wikipedia.org

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

ideolojik düşüncelerinin dışında yazdığı tamamen sevgiliyi yüceltmeye yönelik bu şiirini eskiden beri beğenirim.

 

Geri Gelen Mektup

 

Rûhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?

Bilmem, bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?

Pervâne olan kendini gizler mi alevden?

Sen istedin, ondan bu gönül zorla tutuştu...

 

Gün senden ışık alsa bir renge bürünse;

Ay secde edip çehrene yerlerde sürünse;

Her şey silinip kayboluyorken nazarımdan

Yalnız o yeşil gözlerinin nûru görünse...

 

Ey sen ki kül ettin beni onmaz yakışınla,

Ey sen ki gönüller tutuşur her bakışınla!..

Hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince,

Çehren bana uğrunda ölüm hâzzı verince,

Gönlümdeki azgın devi rüzgârlara attım;

Gözlerle günâh işlemenin zevkini tattım.

Gözler ki birer parçasıdır sende İlâh'ın,

Gözler ki senin en katı zulmün ve silâhın,

Vur şanlı silâhınla gönül mülkü düzelsin;

Sen öldürüyorken de, vururken de güzelsin!

 

Bir başka füsûn fışkırıyor sanki yüzünden,

Bir yüz ki yapılmış dişi kaplanla hüzünden...

Hasret sana ey yirmi yılın taze baharı,

Vaslınla da dinmez yine bağrımdaki ağrı.

Dinmez! Gönlün, tapmanın, aşkın sesidir bu!

Hasret çekerek uğruna ölmek de kolaydı,

Görmek seni ukbâdan eğer mümkün olaydı.

 

Dünyayı boğup mahşere döndürse denizler,

Tek bendeki volkanları söndürse denizler...

Halâ yaşıyor gizlenerek rûhuma "Kaabil";

İmkânı bulunsaydı, bütün ömre mukabil

Sırretmeye elden seni bir perde olurdum.

Toprak gibi her çiğnediğin yerde olurdum.

 

Mehtaplı yüzün Tanrı'yı kıskandırıyordur.

En hisli şiirden de örülmez bu güzellik.

Yaklaşması güç, senden uzaklaşması zordur,

Kalbin işidir, gözle görülmez bu güzellik!

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

KAHRAMANLIK

Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir,

Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmektir.

Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir;

Kahramanlık; saldırıp bir daha dönmemektir.

 

Sızlasa da gönüller düşenlerin yasından

Koşar adım gitmeli onların arkasından.

Kahramanlık; içerek acı ölüm tasından

İleriye atılmak ve sonra dönmemektir.

 

Yırtıcılar az yaşar... Uzun sürmez doğanlık...

Her ışığın ardında gizlidir bir karanlık.

Adsız sansız olsa da, en büyük kahramanlık;

Göz kırpmadan saldırıp bir daha dönmemektir.

 

Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir,

Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmektir.

Bunun için ölüme bir atılış gerekir.

Atıldıktan sonra bir daha dönmemektir

---------------------------------------------

Yoldaşlık ederekten gökte güneşle, ayla

Aşarsın tepe, ırmak; yürürsün ova, yayla...

Hayata ne biçimde geldinse bir borayla

Daha sert bir kasırga içinde biteceksin

 

Yüz paralık kursunla gider "Hayat" dediğin;

"Tanrı Yolu" uzaktır; erken kalk, sıkı giyin.

Yazık, bütün ömrünce o kadar özlediğin

Güzel Kızıl Elma’na varmadan öleceksin

Hayatin kamçısıyla sızar derinden kanlar,

Senin büyük derdinden başkaları ne anlar?

Vicdanını Paris'e, Moskova'ya satanlar,

Küfür diye bakarlar senin dualarına.

 

Hey arkadaş! Bu yolda ben de coşkun bir selim,

Beraberiz seninle, işte elinde elim.

Seninle bu hayatin gel beraber gülelim

Ölümüne, gamına, tipisine, karına...

 

Atandan kalmış olan kılıcı iyi bile,

Onu bütün gücünle vuracaksın çağında.

Savaş..... Bunun tadını ey Türk sen bulamazsın,

Ne sevgili yanında, ne baba ocağında

Savaşmaktan kaçınır, kim varsa alnı kara;

Kan dökmeyi bilenler hükmeder topraklara...

Kazanmanın sırrını bilmiyorsan git, ara

"Çanakkale" ufkunda, "Sakarya" toprağında.

 

Siyasette muhabbet... Hepsi yalan palavra...

Doğru sözü "Kül Tegin" kitabesinde ara...

Lenin’den bahsederse karşında bir maskara

Bir tebessüm belirsin sadece dudağında

 

Iztırabı kanına katta göz kırpmadan iç!

Varsın gülsün ardından, ne çıkar, bir iki ***...

Bu varlık dünyasında yalnız senin hiç mi hiç

Bir şeyin olmayacak... Hatta mezar taşın da...

 

Verdiği hayat mücadelesi her yönüyle destansıdır daha gençken harbiyeden arap bir subaya selam vermediği için atılmıştır ve öğretmenliğe geçer..ve başlar ilginç bir yaşam...ozamanı ve Türk tarihini iyi tahlil edemyenler için herzaman bir öcü ve nefret kaynağı olmuştur,Türkeş'le birlikte MÇP'yi kurmuştur,ülkü ocaklarının sembölü kurt'un çizeridir ve bunu yaparken tamamen ütopik,destansı temiz duygular ile yapmıştır daha sonra kurt un hilalin içine koyulmasına ve Türkeş'e Başbuğ denmesine tepki olarak partiden istifa etmiştir,ona göre son başbuğ Mustafa Kemal Atatürk'tür heryerde de bunu dile getirdiği için ayrılışı aynı zamanda bir aforoza dönüşmüştür..belkide solcular ile sağcıların(ülkücülerin)anlaştığı tek nokta Atsız'a olan nefretleridir..öyle bir şahsiyettirki Türkiye işçi, partisi bile yıllar önceki kongrelerindende ondan nefretle bahseder..aynı senenin MHP'side toplantılarında aynı şekilde nefretle bahseder sonunda isim yasağı koyulur ülkü ocaklarında Atsız'dan bahsetmek yasaktır:) çünkü o dinsizdir onlara göre::) eski Türk inanışlarına ibadet ettiği için,o GökTanrı'ya inanıyordur çünkü..(böylelikle Hun'lardan GökTürk'lere kadar bir çok imparatorluğa dinsiz,kafir dediklernden bihaberdirler birçokşeyden bihaber oldukları gibi,bilmedikleri bir dine inanmadıkları için atalarını dinsiz sayan başka bir gürüh az bulunur Dünyada heralde)solcular ise ırkçılıktan dem vururlar,ırkçılık Turancılık davasından yargılanırda cezada alır iddanamede ki diğer isimlerin çoğu benim bir ilgim yok diyerek doğru yada yanlış inandıkları değerleri satarken o tek başına evet Türküm ve ırkçıyım,ırkımı korumak ve yüceltmek için ne kadar hapis yatmam gerekiyorsa verin yatacağım der,hayatının sonuna kadar yatmadığı cezaevi ve almadığı ceza,sürgün kalmaz,iki şeyden asla ödün vermez Türklük ve Atatürk ilkeleri..ama ölümünden sonra bunlar çarpıtılmıştır,ülkücü camia tarafından Atatürk düşmanı olarak gösterilmiştir,oysa Nazım Hikmet'in Çekoslavak radyosunda Atatürk için söylediği hakaretler içerden konuşma bandını bulup çıkaranda odur,bu bandı bulup deşifre ettiği için zamanın başbakanı İ.İnönü tarafından gene sürgüne uğratılır,çünkü İnönü, Atatürk'e duyduğu kıskançlığı ve nefreti ulu önderin hayata gözlerini yumduğu günün akşamı dolmabahçedeki heykelini yıkarak göstermiştir ve iki gün sonra paralardan Atatürk resmini kaldırdıp YASAKLAMIŞTIR,ve hemen ardından çıkarılan yasa ile kendini milli şef ilan etmiştir,ne kadar doğru bilinmez ama İnönü'nün N.Hikmet'i bu konuda yüreklendirdiği söylenmiştir o zamanlar bu yüzden bu band ortaya çıktığında(Ceviz kabuğundada bi ara gündeme gelmişti,Cemal Kutay anlatmıştı)bedelini ödemiştir..sonuç itibariyle şiirleri benzersizdir iyi yada kötü olmanın dışında türünün tek örneğidir,savaşı ve cesareti yücelten,ölüm korkusuyla alay eden,ırk ve vatan temasını bilinen tüm yazılmış kaynakların dışında farklı ve coşkun bir dilde ele alan bir yaklaşımı vardır,Hikayelerinde ki kahramanların,olayların akıcılığı çok sade ve güçlüdür ,Bozkurtların dirilişini okurken bir Wagner operasının içinde olduğunuzu hayal edebilirsiniz,bir savaş meydanındaki anları yaşıyabilir,okurken bir kılıcın kestiği bir uzuvun kopma sesini dahi duyabilirsiniz bunu özellikle vurgular çnkü barış,özgürlük,eşitlik rüyaları görenlerin tarihin aslında nasıl yazıldığını bilmesini ister ve isterki gene bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmasın bu gürühlar,eserlerlerinde abartı bulunmaz çünkü aynı zamanda bir Türkologtur, inandığı değerlerden asla vazgeçmemiştir arasıra ziyaretine gelen milliyetçi gençlere ''söyleyin bakalım son Başbuğ kimdir'' diye takılır, doğal olarak Türkeş tabiki diyenlerede gülerek ''değil evlat değil Daimi ve tek Başbuğ Anıtkabir'de ve şuan sizi izliyor dermiş:) sonuç itibariyle hayatı hep mücadele ve yanlızlıkla geçmiştir,Reşat Nuri Gültekin onun için '' O hep Yanlız ve mağrur adam''demiştir

Sonuç itibariyle yazdığı gibi yaşamış,yaşadığı gibi ölmüştür..Kadıköy'deki evinde gene birşeyler yazarken ve yanlız..mezar taşında TÜRK IRKI SAĞOLSUN yazar..Bunun sebebi yıllar önceki dizelernde saklıdır..

 

Iztırabı kanına katta göz kırpmadan iç!

Varsın gülsün ardından, ne çıkar, bir iki p*ç..

Bu varlık dünyasında yalnız senin hiç mi hiç

Bir şeyin olmayacak... Hatta mezar taşın da...

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...