birunsatan Oluşturma zamanı: Nisan 19, 2008 Paylaş Oluşturma zamanı: Nisan 19, 2008 Rize’de sahnede bir oyun. ‘68’lerin ünlü yazarı Haşmet Zeybek’in “Düğün Ya da Davul” oyunu. Oyunun bir yerinde oyunculardan biri soruyor: “Başbakan en çok kimden korkar?”, diğer oyuncu patlatıyor: “Amerika’dan!”. Oyun bitiyor. Vali öfkeleniyor. Oyun hakkında soruşturma açılıyor. Kavgalar gürültüler sonunda gösteriler oyundan malum sözler çıkartılarak sürebiliyor. Ne oluyor? Bir tiyatro oynanıyor. “Herkesin televizyonlara kilitlendiği, internet başından ayrılamadığı günler”de, üç yüz-beş yüz izleyicinin toplanabildiği bir salonda bir oyun oynanıyor. Oyundaki bir cümle yüzünden yöneticiler hop oturuyor hop kalkıyor. 90’ların ortasında çok kanallı televizyonların ortaya çıktığı günlerde dergilerde, gazetelerde sık rastlanan bir başlık vardı: “Tiyatro öldü.”. Yaklaşık on beş yıl sürekli bu konu tartışıldı durdu. Televizyonlarda özel programlar yapıldı. Bir köşe yazarı tiyatroyu “modası geçmiş” bir sanat olarak tanımladı. Bir dolu tiyatro insanı buna destek olan ya da karşı çıkan yanıtlar üretmeye çalıştı. Her yıl tiyatroya ilginin azaldığına dair rakamlar yayınlanıyor. Bazı çevreler tiyatro bileti satmaya çalışırken bunu bir yardım biçiminde sunuyor: “Lütfen alın, gelmeseniz de destek olur.”. Rakamlara bakılırsa tiyatroya ilginin geçmişe oranla yoğun olmadığı bir gerçek. Peki, insanlığın var oluşundan bu yana yaşayan “tiyatro” gerçekten de ölüyor mu? Şayet ölüyorsa yukarıda anlatılan olayda vali beyin öfkesi neden? Giderek ilginin azaldığı tiyatro için bir bardak suda fırtına koparmaya değer mi? Geriye dönüp bakacak olursak şunları görebiliriz: Binlerce yıldır insanın yaşamında oyun var. İnsanı diğer yeryüzü varlıklarından ayıran yanlarından birinin de “oynama” olmasını söyler kimi toplum bilimciler. Evet, insan oynar. Neden oynar? Çünkü anlatmak ister. Gördüğünü, hissettiğini, aktarmak ister. Bu nedenle oynar. Binlerce yıldır da bunu böyle yapar. “İnsan nasıl insan oldu?” sorusuna verilecek yanıtlardan biri de “oynayarak” olmalıdır. Çünkü yaşam hızla, bir su gibi önümüzden akar gider. Bir dolu şeyi gözden kaçırırız. Oynayan insan işte bu gördüğümüz, görmediğimiz bir dolu şeyi oynayarak alır önümüze koyar. İster istemez bir hesaplaşma içine sokar bizi. Yaşamda bazen bir şeye hep “ak” diyerek geçip gitmişizdir. Oynayan insan, kafamızı karıştırır. O “ak” dediğimiz şeyin içine, sağına soluna bulaşmış lekeleri, kimi zaman basit vurgularla kimi zaman da abartıp büyüterek önümüze koyar. İster istemez kara kara düşünmeye başlarız. O oynamasa belki uzun zaman “ak” demeye devam edeceğizdir. Ama önümüze konduktan sonra da kaçmanın yolu yoktur. Kötü niyetli ya da bağnaz değilsek kafamızın içi arı kovanı misali uğuldamaya başlar. Tiyatro sıradan bir gerçeği anlatsa bile akıp gidene karşı aykırı bir iş yapmış olur. Önce karşısındaki insanı kendisine benzer bir modeli önüne koyarak şaşırtır. Ardından o modeli konuşturur, hareket ettirir. Böyle yaparak karşıdaki insanı duygulandırır, heyecanlandırır, hatta kızdırır. Tek başına bu bile onu kendi başına bırakmaktan iyidir. Kişi tek başına kaldığında geçerli sistemin her türden gerici aracı başına üşüşür. Onu var olduğu biçimde kalmaya ikna etmeye çalışır. Oynayan insanı karşısında gören kişinin durumu ise farklıdır. Tiyatro önceleri kişinin karşısına kalıplaşmış tipleri koyup oynarken geçen yüzyılın başında kapitalizmin gelişimiyle birlikte doğalcılığın peşine düştü. Sahne, yaşamı birebir kopyalayıp sergilemeye başladı. Dekorundan kostümünden, ışığından müziğinden oyunculuğa her şey, bu yaşamı kopyalama üzerinden ilerledi. İzleyici böylesi oyunları seyrederek büyülendi. Bu öyle bir yere vardı ki kimi zaman oyuncunun oynadığı rolüyle ilişkisini düşünür oldu. Bu adam gerçekten kral mı ya da dilenci mi diye düşünedurdu. Tiyatro doğalcı yoldan giderek akıl almaz denemeler yaptı. Fransa’da doğalı olsun diye bir idam mahkûmunu bile sahnede astılar. 1900’lerin ilk çeyreğinde doğalcılığı savunanlar dâhil herkes bir süre sonra sormaya başladı: “Doğalcılık nereye kadar?” Doğalcılığı sorgulayanlar bir yandan da doğalın sergilenmesinin gerçeği ne kadar ortaya çıkardığı sorusuna da yanıtlar aramaya başladılar. Sahnede birebir canlandırılan bir cinayet, öldürme olayının boyutlarını ne kadarını açığa çıkarıyor? Görünen cinayetin ardında kaç ayrı gerçek yatıyor? Toplumcu düşünce geçtiğimiz yüzyıl içinde geliştikçe tiyatro ve estetiğine dair sorular ve sorgulamalar da gelişti. Brecht sorulara yanıtları Marksist diyalektik üzerinden vermeye çalıştı. Epik tiyatro yüzyılın ilk yarısına doğru, işçi sınıfının estetik yaklaşımı olarak Avrupa’nın ortasında boy verdi ve yüzyılın başında Stanislavski’nin ortaya koyduğu doğalcı tiyatronun özdeşleşmeye dayalı sistemi yanı sıra yabancılaşma da sahnedeki yerini aldı. Burjuva estetikçileri bu sisteme alabildiğine saldırsalar da dünyanın dört bir yanında değişimi isteyenler diyalektik tiyatro örneklerini peş peşe sahnelediler. Ülkemizde de Vasıf Öngören “Almanya Defteri”, “Asiye Nasıl Kurtulur”, “Oyun Nasıl Oynanmalı” ve “Zengin Mutfağı” oyunlarıyla sahnede diyalektiği uygulamaya çalıştı. 12 Eylül darbesi toplumcu sanat alanını parçalarken tiyatro da bundan nasibini aldı. Öncelikle yazarlarını yitiren ülke tiyatrosu, süreç içinde oyuncularını, yönetmenlerini televizyona ya da sisteme kaptırdı. Tiyatrolar 60’larda, 70’lerde ülke gündemine damgasını vuran oyunları bir kenara ittiler. İnatla yazmaya direnen Bilgesu Erenus misali yazarların yapıtlarından ise köşe bucak kaçmaya başladılar. Tiyatro alanının önde gelen oyuncuları televizyona yöneldiler. Dizilerde oynarken orada ömürleri çürüyüp gitti. Bu arada tiyatro kurumları da eski çizgilerinden kayarak yalpalamaya başladılar. Dönem içinde amatör tiyatrolar “cahil cesareti” ile daldıkları tiyatro alanında önemli ürünler ortaya koydular. Geçmişin direnen yazarlarına, yapıtlarına sahip çıktılar. Tiyatronun ileri atılımlarını yeniden gündeme getirerek umuttan, devrimden yana bir ses oluşturdular. Mart ayının 27’sinde tiyatro bayramı bu yıl da sokaklarda sahnelerde kutlanacak. Tiyatroya “öldü” diyen egemen sınıflar ve onların yazarları, düşünürleri dolu dolu salonlarla bir sezon geçiren tiyatroyu gündemlerine almamaya çaba gösterirken tiyatro binlerce yıldır yaptığı gibi toplumu sarsmaya devam ediyor. Ne kadar susturmaya çalışsalar da sahneler başbakanın en çok kimden korktuğunu söylemeye devam edecek! mehmet esatoğlu Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.