Rimmon Oluşturma zamanı: Haziran 24, 2008 Paylaş Oluşturma zamanı: Haziran 24, 2008 Bilim ve İnanç Üzerine Yaklaşık sekiz yıl önce, 1998 Ağustosunun sonlarında, Danimarka ‘nın başkenti Kopenhag'da bir araştırma işleğinde çalışıyordum. Alanında en seçkin farklı uluslardan bilimcilerle aynı tezgâhlardaydık. Bir gün, ünlü bir sinirbilimci meslektaş ile yan yana mikroskoplarda oturmuş, hem arka planda Itzhak Perlman'ın nefis icrasıyla Paganini'nin 24 Caprices'ini dinliyor, hem de bir yandan mikroskoplarımızda beyin örneklerimizdeki sinir hücrelerini sayıyorduk. Arada bir de konuşuyorduk havadan sudan.. Bir ara bana "çok dindar olmadığından" bahsetti çalışma arkadaşım. Bana diyordu ki özetle; "Biz gelişimimizi tamamladık; her şeyimiz var; din artık bizim için birinci planda bir ihtiyaç değil". Bu görüşü daha önce de başkalarından duyduğumdan, garipsemedim. “Resmi görüş” gibi bir şeydi herhalde… Sonra şöyle “yarım ağızla” sordu bana; — "Sahi sen, hem dindar olmayı, hem de bilimle uğraşmayı nasıl bağdaştırıyorsun? Çelişkili değil mi biraz bu durum?" Aslında ciddi olarak hiç düşünmemiştim o zamana kadar. Cevabım da düşünmeden oldu: — "Benim dinim bana emrettiği için ben bilim yapmak zorundayım... Kutsal Kitabımın bana emri böyle..." Cevabı verirken gözümü mikroskobumdan ayırmamıştım. Fakat birkaç saniye sonra, aynı istasyonda çalıştığımız dört bilim insanının da işlerini bırakıp bana bakmakta olduklarını fark ettim... Öylece bakıyorlar ve bir açıklama bekliyorlardı sanki! — "Ciddi misin?" diye sordu, ilk sorunun sahibi, hayretle karışık bir merakla. Şaşırdım, ama belli etmemeye çalışarak — "Evet? Elbette!" dedim; "Bundan daha doğal ne olabilir ki?" dermişçesine bir beden vurgusuyla… Ciddi olduğumu anladılar sanırım. Birbirlerine kısa bir bakış attılar; az önceki soruyu yönelten mesai arkadaşım diğerlerine "vay be!" diye tercüme edebileceğim kısa bir mimik hareketi gönderdi ve sonra bana dönerek: — “Bunu ilk defa duyuyorum…" dedi… Ancak o zaman uyanabildim.. Neden şaşırıyordum ki? Ben "Allah'ın emridir" diye okumaktan gözleri kan çanağına dönen, okuma koltuğunda beli bükülen bir dedenin torunuydum. Daha eski "Dede"lerim, dünyaya diz çöktürürken, âlimlerin önünde kuzu kuzu azar yemeyi “büyüklük” bilen insanlardı. Onlar, hocalarının atının ayağından sıçrayan çamuru bile kutlu bilirlerdi. Dinlerinin emri diye, ilimi ve âlimi her şeyin üzerinde tutan, onların mürekkebini şehit kanıyla bir tutmayı Peygamberlerinden öğrenmiş bir neslin çocuklarıydı… Kısacası aslında, benim inandığım, anlamak ve yaşamakla yükümlü olduğum Kitap, "İlmi" Allah'ın emri olarak koymuştu önüme! Kendimizi ve yaşadığım evreni anlamakla yükümlü idik; ben ve tüm Müslümanlar... Fakat o insanlar? Bildiğimiz bilimden başka bilgi kaynağı hatırlamayan, onu da despot ve sapkın kilisesini yerle bir ederek, hayatın dışına iterek, dişiyle tırnağıyla elde etmiş Avrupa ülkelerinden birisinin çocuklarıydılar. Kilisesi akıl dışı ne varsa dayatırken, aklı yasaklarken, ancak insanlık onuruyla, belki de bildiği tek dine karşı gelerek gelişme gösterebilmiş bir topluluğun bireyleriydi onlar. Artık “Din ve Bilim” Batı’nın zihninde birbirini dışlayan iki ruh haline gelmişti adeta. İslam Peygamberi'nin hayatını, Kuran’ı, (beni değil de) gerçek kâmil Müslüman’ı tanısalar, tanıma şansı bulsalar, bu soruyu sorarlar mıydı hiç? Cevabım üzerine sadece o işlekteki arkadaşlarım düşünmedi. Beni de aldı bir düşünce... Sanki bir anda kıymetini fark ettim elimdekinin. Ne büyük bir onura, lükse sahip olduğumu ancak düşündüm. Derya içindeymişim de ondan gafilmişim meğer! Çok şükür ki, bir yanda anlamlandıramadığım derecede güzel ve sanatlı bir kâinatın "akıllı" ferdi olmak, öbür yanda sadece ve sadece onun görüngülerinden ve benim aciz aklımdan çıkan bilgi ile yaşamaya çalışmak gibi bir kişilik bölünmesini (şizofreniyi) hiç hissetmedim ki ben! Bilim, eşyayı anlamanın en iyi yolu oldu benim için; fakat aklımı esir alamadı hiç bir zaman. Eskilerin deyişiyle “aklımı gözüme indirmemeye” gayret ettim hep. Zira bizzat bilimin kendisinden öğrendim; aklımın, zihnimin, beynimin, gözümün ve hislerimin ne kadar kısıtlı, ne kadar yanılabilir olduğunu. Öğrettiklerini hep baş tacı ettim; ama hiç bir zaman her şeyin cevabını ondan beklemedim. Verebildiği kadarını aldım, veremedikleri için onu zorlayabildiğim kadar zorladım. Fakat her zaman kendi sınırlarımı ve bilimin sınırlarını bilerek... Küstahlaşmadan... İnancım, aklım, bilgim ve ben, hep mutlu bir vücut olduk kısacası... Tek şikayetim, çoğu zaman elimdekinin kıymetini bilerek gereğini yapamamam, tembellik edişim oldu belki. Anlattım onlara kıt bilgimle, dilim döndüğünce. "Akletmek", "bakmak ve görmek", "ilim-âlim" kavramları bizzat kutsal kitabımızda ne kadar çok geçer, ondan bahsettim, bildiğimce. İtirazları ve soruları olduysa da, batılı insanlarda hayran olduğum o hasletlerle, sadece cevabını bilebileceğimi düşündükleri sorularla sınırlandırdılar meraklarını. Çünkü amaçları beni engizisyonda sorgulamak değil, anlamaktı… Ben de anlattım işte bir kahve molası kadar sürede dağarcığımdakileri (bir kahve molası yetti, hesap edin dağarcıktakilerin miktarını artık!). Puslu bir Kopenhag akşamında çok alışverişimiz oldu... Sonra, yıllar sonra, yine Danimarka kaynaklı o meşhur "karikatür krizi" düştü manşetlere; bir daha aklıma geldi bütün bunlar. Ben de suçlu hissettim kendimi, tüm İslam âlemiyle birlikte. Keşke anlayabilsek ve anlatabilseydik… Daha da kötüsü var: Acaba sadece onlara mı anlatamamışız? Hayır. Ne acıdır ki, bir saat tefekkürü bin sene ibadetten hayırlı sayan bir inanç sisteminin hükümran olduğu bir medeniyetin bir kaç göbek sonrası torunları, o dini, her nasılsa, "ilerlemeye engel" görmüşler! Olmayan bir kiliseyi yıkmak, hiç var olmamış bir ruhban sınıfını sindirmek, telaffuzu dahi ayıp sayılabilecek bir "gericiliği" icat edip, onunla savaşmak için adeta ahdetmişler. Onlar buna soyunurken, kendi uç fikirlilerini-köktencilerini de yaratmışlar. Bu torunların cahil kalanlarından çoğu, yobaz ve uyumsuz bir inanç sistemine; biraz mürekkep yalamış olanların ekseriyeti ise kör bir Batı taklitçiliğine, zelil bir özentiye yahut kökten bir inkâra sığınıp, anlayış kapılarını sımsıkı kapatmışlar. Bu gün dahi bu ülkenin zihni, dünyada olup biten her şeyi bu dar pencerelerinden izlemeye alışmış bir dizi garip düşünce kalıbı ile uğraşır durur maalesef... Hâlbuki bizler için, onun-bunu gözlüğüyle değil de kendi gözleriyle bakabilenler için mesele aslında ne kadar da basittir? Gerçek İslam dini ve onun çağlar ötesi buyrukları ile yaşayan, onları anlamaya çalışan kimsenin merakı ve öğrenme yolları, tarih boyunca asla tıkanmadı. İslam’ı öğrendikçe, evreni ve insanı anlama merakı artmalıydı ki, zaten hep öyle oldu. Ne zaman ki saf inanç, insan nefsi ve bilgisizlikle lekelendi; ayrışma ve düşüş de o zaman başladı işte. Fakat bu gün, bilimde ve teknolojide neden geri ve yenik durumda olduğumuz konuşulurken, fikri atışların çoğu bu noktanın yakınına bile düşmez nedense. Tamamen hayali bir “geri-bırakan-softa-din” icat edilir; geçmiş ve güncel geri kafalı softaların işleri cımbızla ayıklanıp, sanki gerçek İslam Dini buymuş gibi ortaya serilir; sonra ondan kurtulmanın çareleri sıralanır durur. Bazen de tam tersi, bilime sırtını dönmüş hamasi bir din-iman lafazanlığı hemen karşınıza dikilecektir. Bir satır ilim merak etmeyen, utanmadan “İslam” der de durur! Ortasını bulmak zor iştir vesselam! Genellikle ya bilgi eksiktir, ya da iyi niyet… Neden ilerleme kaydedilemediği açık değil mi? “Gerçek İslam” ve “gerçek Müslüman”ın ne olduğunu çoktan unutmuş bir topluluk için, belki de böylesi normaldir… Zannım odur ki, eğer biz bir anlayabilirsek, bütün Dünya da bizden dinleyecektir. -Alıntıdır- Sinan Canan Mayıs 2006 Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.