raskolnikov Oluşturma zamanı: Temmuz 8, 2008 Paylaş Oluşturma zamanı: Temmuz 8, 2008 SONRA YAPILACAK TEK ŞEY VAR Sen. Makine başındaki adam ve atölyedeki. Sana yarın su boruları ve vanalar yerine çelik miğferler ve makineli tüfekler yapmanı emrederlerse, yapılacak bir tek şey var: HAYIR de!... Sen. Tezgahı ardındaki kız ve bürodaki kız. Sana yarın bomba doldurmanı ve keskin nişancı tüfekler için hedef dürbünleri monte etmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!... Sen. Fabrika sahibi. Sana yarın pudra ve kakao yerine barut satmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!... Sen. Laboratuardaki araştırmacı. Sana yarın eski yaşama karşı yeni bir ölüm icat etmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!... Sen. Odasındaki ozan. Sana yarın aşk şarkıları yerine nefret şarkıları söylemeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!... Sen. Hastası başındaki doktor. Sana yarın savaşa adam yazmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!... Sen. Kürsüdeki din adamı. Sana yarın savaşa dair kutsal sözler söylemeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!... Sen. Vapurdaki kaptan. Sana yarın buğday yerine top ve tank taşımanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!... Sen. Havaalanındaki pilot. Sana yarın kentler üzerine bomba ve fosfor yağdırmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!... Sen. Dikiş masası başındaki terzi. Sana yarın üniformalar dikmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!... Sen. Cübbesi içindeki yargıç. Sana yarın savaş mahkemesine gitmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!... Sen. İstasyondaki adam. Sana yarın cephane treni ve kıt'a nakli için kalkış sinyali vermeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!... Sen. Kentin varoşlarındaki adam. Sana yarın gelir de siper kazmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!... Sen. Normandiya'daki ana ve Ukranya'daki, sen Frisko ve Londra'daki ana. Sen Hoangho ve Missisippi' deki ve Hamburg ve Kore ve Oslo'daki ana., bütün toprak parçaları üzerindeki analar, dünyadaki analar, sizden yarın yeni kırgınlar için hemşireler ve çocuklar doğurmanızı isterlerse, dünyadaki analar, yapacağınız bir tek şey var: HAYIR deyin!... Analar, HAYIR deyin!... Çünkü eğer hayır demezseniz, eğer hayır demezseniz analar, sonra, sonra: Gürültülü vapur dumanlarıyla yüklü liman kentlerinde büyük gemiler inildiye inildiye sessizleşecek, dev mamut kadavraları gibi su üstünde ölgün ve hantal, su yosunu, deniz bitkileri ve midye kabuklarıyla kaplı, önceleri öyle ipildeyip çınlayan gövdesi mezarlık ve çürümüş balık kokusuyla yüklü, yıpranmış, hasta ve ölü gövdesi rıhtım duvarlarına karşı, ölü ve yalnız rıhtım duvarlarına karşı yalpalanacak. Tramvaylar beyinsiz, ışıltısız, cam gözlü kafesler gibi yamru yumru olacak. Çürümüş hangarların arkasında, büyük çukurlar açılmış yitik caddelerde raylar öylece duracak. Çamur grisi, pelteleşmiş, kurşuni bir sessizlik dönenecek ortalığı, her şeyi unutarak, büyüyecek okullarda ve üniversitelerde ve tiyatro salonlarında büyüyecek, stadyumlarda ve çocuk parklarında, korkunç ve hırslı kesintisiz bir sessizlik büyüyecek. Güneşli taze bağlar yıkık yamaçlarda çürüyecek, kuraklaşan toprakta kuruyacak, pirinç ve patates ekilmeyen tarlalarda donacak ve sığırlar katılaşmış bacaklarını devrilmiş iskemleler gibi dikecek gökyüzüne. Enstitülerde büyük doktorların dahi buluşları asitlenecek, çürüyüp, mantarsı küfle kaplanacak. Mutfaklarda, hücre odalarda ve kilerlerde, soğuk hava depolarında ve ambarlarda son torba un, son kase çilek, kabak ve diğerleri bozulup gidecek, ekmek ters çevrilmiş masaların altında, parça parça olmuş tabakların üstünde yemyeşil kesilecek, ortalığa yayılan yağ arap sabunu gibi kokacak, tarlalarda buğday paslanmış karasabanların yanına düşüp kalacak, yok edilmiş bir ordu gibi ve tüten tuğla bacalar, demirci ocakları ve yıkık fabrika bacaları sonsuz çimle kaplanarak ufalanacak, ufalanacak, ufalanacak. Sonra son insan dökülüp parçalanmış barsaklarıyla ve kirlenmiş ciğerleriyle zehir gibi kızaran güneşin altında yalnız ve yanıtsız ve yalpalayan yıldızların altında bir yanılgı gibi ordan oraya dolaşacak, o kocaman beton yığınları, tenha kentlerin soğuk putları ve gözden kaçması olanaksız toplu mezarlar arasında yalnız, son insan, kupkuru, delirmiş, allaha küfrederek, yakınarak o korkunç soruyu soracak : NEDEN? Bu ses bozkır derinliğinde yiterek duyulmaz bir hale gelecek, yıkıntılar üzerinde esecek, çatlaklar arasından akacak, bu ses, ibadethane enkazları içinde ve sığınaklara çarparak şaklayacak, kan birikintileri üzerine düşecek, duyulmayacak, yanıtlanmayacak, son insan-hayvanın son hayvanca bağırışı. Tüm bunlar olacak, yarın, yarın belki, belki hemen bu gece, belki bu gece, eğer-eğer-eğer siz. HAYIR demezseniz!... Wolfgang BORCHERT Çeviri : Rahman HAYDAR BAZI ŞEYLERİ AÇIKLIYORUM Soracaksınız: Leylaklar nerede hani? Gelincik yapraklı metafizik nerede? Sözcüklerine incecik delikler açıp onları saçan yağmur nerede? Kuşlar nerede hani? Her şeyi anlatayım. Kent dışında yaşardım, Madrid dışında, çanlarla, saatlerle, ağaçlarla. Görülürdü oradan kurumuş yüzü Kastilya'nın meşin bir okyanus gibi. Evime çiçek-evi derlerdi, sardunyalar fışkırırdı duvarlarından çünkü: güzel bir evdi köpekleriyle, çocuklarıyla. Hatırladın mı, Raul? Rafael, hatırladın mı? Hatırladın mı, Federico? yerin altında, hatırladın mı, balkonlarında o evin Haziran ışığı çiçekler doldururdu ağzına. Kardeşim, kardeşim! Her şey o kalın sesler, tezgâhların tuzu, kabarmış ekmekler çıkaran fırın ve heykelleriyle Argüelles pazarı kurumuş bir mürekkep hokkasıydı sanki aldatmalar içinde: yağ akardı kaşıklara, ayakların, ellerin derin çarpıntısı sokaklarda büyürdü, metreler, litreler, temel ölçüsü yaşamın, balık yığınları, rüzgâr gülünü bile şaşırtan soğuk güneşiyle kiremitler, patateslerin ince, çıldırmış beyazlığı, domatesler yuvalanırdı denize dalga dalga. Bir sabah tutuştu bunların hepsi, bütün canlıları yutmak için bir sabah fışkırdı topraktan şenlik ateşleri, silah vardı artık, barut vardı artık, artık kan vardı. Haydutlar geldi uçaklarıyla, yüzükleriyle, düşesleriyle haydutlar, takdisler dağıtan kara keşişleriyle haydutlar geldi gökyüzünden çocukları öldürmek için, çocuk kanı aktı sokaklarda düpedüz çocukların kanı aktı. Çakalların bile tiksindiği çakallar, kuru çalıların bile tükürdüğü taşlar, yılanları bile iğrendiren yılanlar! Yüzyüze gelince bunlarla kanını gördüm İspanya'nın, kabarıyordu bir onur ve bıçaklar dalgasında boğmak için sizleri! Hain generaller: ölü evimi görün, bakın paramparça İspanya'ya: erimiş maden akıyor her evden çiçek yerine, her çukurundan İspanya'nın İspanya yükseliyor, her ölü çocuktan bir tüfek fışkırıyor, gören bir tüfek, kurşunlar doğuyor her cinayetten, o kurşunlar günün birinde on ikisinden vuracak yüreğinizi. Soracaksınız: Şiiri neden düşleri anlatmıyor, yaprakları ve büyük yanardağlarını anayurdunun? Gelin görün kanı sokaklardaki. Gelin görün kanı sokaklardaki. Gelin görün kanı sokaklardaki. Pablo NERUDA Çeviren : Ülkü TAMER KÜÇÜK ASKER Küçük asker, silah elde Kahramanca ilerliyor Karşısında bütün belde "Kahramanım, yaşa!" diyor... Küçük asker, küçük asker! Vatan senden hizmet ister. Vatan için çeker emek Herkes; bu borcu herkesin. Vatan demek ninen demek, Sen nineni sevmez misin?.. Küçük asker, küçük asker! Vatan senden şefkat ister. Vatan senden hayat umar, Sen yaşarsan o canlanır; Vatan için ölmek de var, Fakat borcun yaşamaktır... Küçük asker, küçük asker! Vatan senden kuvvet ister. Minimini omuzların Taşıyacak yarın tüfek; Tüfek değil, vatan yarın O omuza yüklenecek... Küçük asker, küçük asker! Vatan senden gayret ister. Küçük asker dinle bunu: Sakın boşa silah atma; Kılıcını, kurşununu Haksızlığa karşı sakla... Küçük asker, küçük asker! Hak da senden kuvvet ister. Tevfik FİKRET BİTİŞ VE BAŞLANGIÇ Her savaşın ardından birileri ortalığı temizlemeli. Az buçuk bir düzen kendiliğinden kurulmaz Birileri temizlemeli kürekle yollardaki döküntüleri ki ceset dolu arabalar devam edebilsin yollarına Birileri tıkanıp kalacak elbet çamurlarda ve küllerde parçalanmış koltuklarda, cam parçalarında ve kanlı bezlerin arasında Birileri kütükleri bulup dayamalı duvarlara pencerelere cam takmalı kapıları geçirmeli menteşelere Kendiliğinden olmaz bunlar, fotoğraflarda yıllar, yıllar alır. Tüm kameralar şimdiden başka bir savaşa gitti. Köprüler yeniden kurulmalı ve istasyonlar yenilenmeli. Kolları sıvamaktan gömleğin kolları parçalanmalı Birisi elinde süpürge anlatıyor savaşın nasıl olduğunu. Öbürü dinliyor ve parçalanmamış başını sallıyor. Fakat hemen çok yakında bulunmalı böyleleri tüm bunlardan yorgun. Birileri bazen kazıp çıkarmalı çalıların altından o boktan gerekçeleri fırlatıp atmak için çöplüğe Onlar ne yaptıklarını bilenler yer açmalı kendilerinden az bilenlere azdan daha az bilenlere. Hiç bilmeyenlere. Çimenler örtüyor şimdi nedenleri ve yaşananları. Birileri yattığı yerden ağzı açık bakıyor bulutlara. Wislawa SZYMBORSKA Çeviri: Özkan MERT KAFATASI Yurdundan çok uzaklarda ölen bir askerin kafatası kendisini bulan çocukların ellerinde hiç bilmediği oyunlara alet oluyor İkinci defa! Sunay AKIN ÖLÜ ASKER Zeynep ve Derviş' e Nasıl da istemiştim savaşa gitmeden sevgilimle evlenmeyi ama nereden bilebilirdim ki silahın demirine çarpıp saklandığım yeri belli edeceğini parmağımdaki yüzüğün... Sunay AKIN BOLİVYALI KÜÇÜK ASKER Bolivyalı küçük asker, Bolivyalı küçük asker, sırtında tüfeğin, gidiyorsun tüfeğin Amerikan malı tüfeğin Amerikan malı Bolivyalı küçük asker tüfeğin Amerikan malı. Sinyor Barrientos verdi onu sana Bolivyalı küçük asker Mister Johnson' un armağanı kardeşini vurman için kardeşini vurman için Bolivyalı küçük asker kardeşini vurman için. Kim bu ölü, bilmiyor musun Bolivyalı küçük asker? Bu ölü Che Guevara, Arjantinliydi Kübalıydı Arjantinliydi Kübalıydı Bolivyalı küçük asker, Arjantinliydi Kübalıydı. En iyi dostundu senin, Bolivyalı küçük asker, yoksulların dostuydu doğudan dağlara kadar doğudan dağlara kadar Bolivyalı küçük asker doğudan dağlara kadar. Gitarım tepeden tırnağa Bolivyalı küçük asker yas tutuyor, ağlamıyor ağlamak insan işi ağlamak insan işi Bolivyalı küçük asker ağlamak insan işi. Sırası değil ağlamanın Bolivyalı küçük asker ele mendil yakışmaz şimdi ele tırpan yaraşır ele tırpan yaraşır Bolivyalı küçük asker ele tırpan yaraşır. Para veriyorlar sana Bolivyalı küçük asker alıp satıyorlar seni bu iş zalimin işi bu iş zalimin işi Bolivyalı küçük asker bu iş zalimin işi. Vakti geldi uyanmanın Bolivyalı küçük asker dünya ayağa kalktı erkenden doğdu güneş erkenden doğdu güneş Bolivyalı küçük asker erkenden doğdu güneş. Doğru yolu tutmaya bak Bolivyalı küçük asker kolay bir yol değil bu kolay değil, düzgün değil kolay değil, düzgün değil Bolivyalı küçük asker kolay değil, düzgün değil. Şunu öğrenmen gerek Bolivyalı küçük asker kardeş dediğin vurulmaz kardeşini vurmaz insan kardeşini vurmaz insan Bolivyalı küçük asker kardeşini vurmaz insan. Nicolas GUILLEN Çeviren : Ülkü TAMER NERDEN ÇIKARIYORSUN, ASKER Nerden çıkarıyorsun, asker seni sevmediğimi, aynı değil miyiz ikimiz de, sen de, ben de. Sen yoksulsan ben de yoksulum işte; sen halktansan ben de halktan gelmeyim; nerden çıkarıyorsun öyleyse, asker, seni sevmediğimi? Ama unutuyorsun bazen, benim kim olduğumu; sen değil miyim ben, söylesene, sen nasıl bensen, ben de senim. Kin tutacak değilim ya bu yüzden sana, asker; aynı kişiysek ikimiz eğer sen de, ben de, nerden çıkarıyorsun, asker, seni sevmediğimi öyleyse. Karşılaşıyoruz birbirimizle aynı sokakta, aynı yolda, omuz omuza, seninle ben! Aramızda kin yok, düşmanlık yok, biliyoruz nereye gittiğimizi, ikimiz de, sen de ben de... Nerden çıkarıyorsun asker, seni sevmediğimi öyleyse! Nicolas GUILLEN Çeviri : Ülkü TAMER DUA Bombalar düşüyor: koparıyor başlarını çocukların, Yakıp kül ediyor bir anda ihtiyarları Kardeşinin gelini değil mi şu parça parça olan Annenin göğsünde bak işte bir onmaz yara Neredesiniz şimdi, ta güneşe dek uzattığımız kutsallıklar, Cana yakınlık, anlayış ve ak yücelik? Görmem zorunlu mu yok ediciliği tekrar tekrar Hep sessiz bakıp kalacak mıyım olup bitenlere Nereye kaçılabilir, insanlar öylesine dehşet içindeyken, Kan ve göz yaşından gayrı beklenen kalmamışsa Boğmuşken baygın türkülerin sesini yalan, korku Çığlık çığlık biçerken tırpanıyla dört bir yanı ............................................... D o ğ a beşiği ve gömütü olan her şeyin Tazele beni, kurtar varlığımı bu pis karanlıktan Geri ver sevincimi, umudumu, şarkılarımı Geri ver bana insan yaşamının kaderini. Jóhannes Jónasson Úr KÖTLUM Çeviri: Atâ KARATAY -------------------- BAĞIŞLA BENİ ŞİİR Bağışla beni şiir, Bu yıl da yeni yılın umut veren ilk şiirini yazamadım... Bu ayazda, sokakta evsiz barksız insanları düşündüm... Daha dün güneşe aldanıp da sürgün veren filizi; Kursağı boş sığınağına varamayan kuşu, Bir şiirde okyanusu üç yılda geçen serçeyi düşündüm... Dünyanın dört bir yanında ölüm gibi büyüyen açlığı; Bitmek bilmeyen savaşları, Acılı anaların daha da artacağını, Ölüm oruçlarını, acıyı, zulmü ve kan emicileri; İşbirlikçileri, itirafçıları, Yağlı urganlarıyla iftiracıları düşündüm... Yeni Hiroşimalara gebe dünyayı; İşkenceyi, kayıpları, katliamları, Zevki sefa içinde tepinen Kapitalizmin insan kanlarıyla besili hayvanlarını düşündüm... Üzüldüm, ağladım, tiksindim... Ve sıktım yumruğumu dağ gibi bir öfkeyle Kavgayı güzel eyleyen emeğin önünde saygıyla eğildim... Bağışla beni şiir, Bu yıl da yeni yılın umut veren ilk şiirini yazamadım... Bülent ÖZCAN BİR NİNNİ YA DA TÜRKÜ Çocuğum uyusan bir güzel Ölümleri düşünmeyi bıraksan da Nasıl olsa şimdi korkunç amcalar Ateşler akıtmıyor göklerden Çocuğum güzelce uyusan da Uyansan güneşli bir güne Nasıl olsa şimdi uzaktan Tank gürültüleri gelmiyor Nasıl olsa dindi yağmur gibi Makineli tüfeklerin sesleri Sanırım yarına kadar bizi Öldürmeyi düşünmez kimseler Sen de bilirsin ki bir akşamla bir sabah Arasında ne güzel yüzyıllar vardır Uyu tadını çıkar yaşamanın Değil mi ki savaşların çocuğusun Daha çok sevmelisin her şeyi Çocuğum bir güzel uyu şimdi Hem o kadar üstünde durma Öleceksek öleceğiz nasıl olsa Yaşam dediğimiz bu güzellik Kırılgandır dayanamaz korkuya Afşar TİMUÇİN HİSSEN YOK BU AKŞAMDA SENİN Hissen yok bu akşamda senin sen öğleden beri bu renk renk bu çeşit çeşit söylenen şarkının artık haricindesin. Tankın gölgesi uzandı üstüne kadar, nerdeyse, habersiz gün batacak. Tamamen çekmiş göğsünden akan kanı büyük ve mütehammil toprak. Her şeyin ne kadar şikâyetsiz saatin hâlâ işliyor bileğinde, onu akşamdan akşama kurardın, tabii biraz sonra duracak. Bugün günlerden cumartesi, dün yazdığın mektup, ancak, dört gün sonra eline değecek karının. Senin orada eskisi gibi sesin işitilecek, sesin teselli edecek düşünür gibi gülecek, kısaca : Yaşayacaksın. Çocuğun o akşam yazdığı cevapta bahsedecek çiçek açtığından bahçenizdeki ağaçların. Güneş battı, yıldızlar doğacak biraz sonra, şimdi karnın acıkmış olacaktı. Çantanda tayının ve konserven var, cebinde, yemekten sonra içecek sigaran. Düşman bozguna uğratıldı arkadaş, mısralarımda olsun uyan!.. Arif DAMAR BAYRAMLIK Koyunlar keçiler ve koçlar için Ne kadar bayramsa Kurban Bayramı Bu barış var ya, bu barış Cephedekiler için o kadar barış Can YÜCEL SEVGİLİMİN TÜRKÜSÜ Sevgilimin türküsüydü deniz mavi sesine demir attı savaş sevgilim, ölü asker. Sevgilimin türküsüydü buğday altın bakışlarına kelepçe vurdu savaş sevgilim, ölü asker. Sevgilimin türküsüydü barış beyaz gülüşünü ikiye böldü savaş sevgilim ölü asker. Duyuyorum sevgilimi türkü söylüyor ölü asker, evimizin kapısını çalıyor mavi türküler. Duyuyorum, barış için en güzel türküleri söyler savaşta ölenler Mehmet YAŞIN ASKER Savaşta geçti tüm yaşamım, yağmurlu siperlerden gördüm a doğuşunu güneşin. Irmaklardan geçtim geceleri. Bir elim, bir ayağım ve başım sarılı. Bir elim, bir ayağım ve bağrım çamur. Gözlerim suskun, kederli. Dudaklarımın arasında bir gül, gülün ucunda bir gülümseme, yaşamım boyu tüm kazandıklarımla dolu bir arka çantası gibi. Nikiforos VRETTAKOS Çeviren : A. KADİR / Panayot ABACI KİTLE Sona ermişti savaş, asker ölmüştü, bir adam geldi yanına, "Seviyorum seni; ölme!" dedi. Ama asker dirilmedi. İki kişi geldi sonra, yalvardılar: "Bırakma bizi! Yürekli ol! N'olur diril!" Ama asker dirilmedi. Yirmi kişi, yüz kişi, ben, beş yüz bin kişi, bağırarak geldiler: "Bunca sevgimiz var ölüme karşı!" Ama asker dirilmedi. Milyonlar toplandı başına, hep birden konuştular: "Gitme kardeş, gitme!" Ama asker dirilmedi. Sonra bütün insanları yeryüzünün koştu yanına; kederle baktı onlara asker, doğruldu ağır ağır, kucakladı ilk adamı, yürüdü gitti... César VALLEJO Çeviri : Ülkü TAMER BAYRAK Ey bir muharebe meydanında Avuçları kanımla dolu, Kafası gövdemin altında, Bacağı kolumun üstünde, Cansız uyanan insan kardeşim! Ne adını biliyorum, Ne günahını. İhtimal aynı ordunun neferleriyiz, İhtimal düşman. Belki de tanırsın beni. Ben İstanbul' da şarkı söyleyen Teyyareyle Hambur' a düşen, Majino' da yaralanan, Atina' da açlıktan ölen, Singapur' da esir edilenim. Alınyazımı kendim yazmadım. Bununla beraber biliyorum, O yazıyı yazanlar kadar olsun, Çiçekli dondurmanın tadını, Cazbant sesindeki sevinci, Meşhur olmanın azametini. Sen de nimetler tanırsın biliyorum; Çaydan, simitten, Kalınca bir paltodan gayrı. Zeytinyağlı enginar, kremalı keklik Bir kadeh Black And White viski, Kıl pranga kızıl çengi bir esvap. Kimi yıllık çalışmanın Bir kurşunluk hükmü varmış, Hayata Harkof bölgesinde atılmakmış nasip; Aldırma. Biz bir bayrak getirdik buraya kadar; Onu daha ileriye götürürler; Şu dünyada topu topu İki milyar kişiyiz, Birbirimizi biliriz. Orhan VELİ TAŞTAN ASKER İlk oyuncak neydi? Kilden mi yapılmıştı, sazlardan mı? -Taştan bir asker yaptım kurtarsın diye babamı, sonra boyadım onu yağmurla. Asker, dağları aş bu gece, o iri adamın mağarasına git, köşede duran babamı getir. Ülkü TAMER ASKER MARŞI İki asker kışlanın dışında gece soğukta - taratata! iki kuş gibi donmuş, afallamış ve aptal yapayalnız kış ortasında; geceleyin kışlanın dışında. Köylülerim uykudadır bu saatte soğukta - taratata! yüreğim desokağın ayazında yaralı ve ayaklar altında bu saatte, sokağın ayazında. Koca bir başkent, donanmış otomobillerle tramvaylarla - taratata! gönlümse korkak ve öfkeli yalpalayıp duruyor asfaltta yabancı ve kocaman bir başkentin ortasında. Uyuyordur bu saatteköyümde herkes sevgilim unutmuştur beni - taratata! zavallı, öksüz gönlüm savurup attığı cılız ot rüzgarın köyümde bu saatte herkes uykuda. İki asker kışlanın dışında gece soğukta - taratata! donmuş kara kuşlar, afallamış ve aptal yapayalnız kış ortasında, geceleyin kışlanın dışında. Mihalis STASINOPULOS Çeviri: Marianna YERASIMAS / Kemal ÖZER GÜN AĞARIRKEN SİPERLERDE Karanlık eriyip gidiyor - Zaman hep o tekinsiz zaman. Sadece bir canlı varlık sıçrıyor elinden - Garip alaycı bir fare - Kulağıma takmak için Bir gelincik koparırken siperden. Hey gidi garip farecik - vururlardı seni de Bilseler böyle ırk ayrımı gözetmediğini Şimdi dokundun ya şu İngiliz eline, Aynı şeyi bir Alman'a da yaparsın kuşkusuz - Çok geçmeden canın çeker de geçersen Aramızda uyuyan çayırları. İçinden gülüyorsundur giderken Baktıkça o delikanlılara: Sırım gibi, korkusuz bakışlı, Senden daha az yaşama şansı olan Ve ölümün keyfine bırakılmış, Uzanıp sere serpe toprağın bağrına Fransa' nın delik deşik edilmiş ovalarında. Nedir gözlerimizde gördüğün Çelikle alevin gürlemesinde Şu dingin havanın içinde? Nasıl bir çırpınış - hangi korkulu yürek? Gelincikler ki - kökleri insan damarlarında- Soluyorlar, durmadan solup düşüyorlar; Oysa güvenlik içinde benim gelincik Kulağımın ardında, Yalnız tozlanmış biraz. Isaac ROSENBERG Çeviri : Cevat ÇAPAN ŞEHİTLİK I Ben bir bahriye neferiyim Gözlerimi balıklar yedi Görmek ve ağlamak bitti benim için Uzun boylu adamdım sağlığımda İnanmazsanız elbiselerime bakın Biri diyor ki ben de askerim Ne farkım var öteki ölülerden Eskiden evlerde otururduk Dışında kaldık bütün kapıların Şimdi duvardan geçiyoruz Biri de diyor ki Uzunluğuna kollarımın hâtırası Hâlâ başım ağrıyor Yalan hepsi bunların inanmayın Biz yokuz diyor bir başkası II Akraba ölülerin kılığında geliyorlar Kolayca girmek için odama Bir bakıyorum amcam kardeşim Bir bakıyorum Polonyalı bir gedikli çavuşu Hemen de konuşuyor Bir kızım vardı beş yaşında Ölmüş şimdi beraberiz İçi sıkılıyor burada Ellerini Varşova'da unutmuş Çember çeviremiyor Ve bir ses Ne patates çapalamak Ne taş kırmak Ne de yük taşımak pazara Burada rahatım iyidir Biri de karısını merak etmiş Evden haber soruyor bana Üstümden kaputumu aldılar Öldüğüm zaman Üşüyorum Önümüz de kış Sonra bir ağızdan konuşuyorlar III Bir bardaktan su içiyoruz Birlikte yemek yiyoruz akşamları Kimisi sevgilimize âşık Kimisi evlât olmak istiyor anamıza Sebepsiz gidip geliyorlar vapurlarda Tramvayda aramıza giriyorlar Yeniden uzun uzun yaşamak istiyorlar Bizden ayrılmadıklarına bakılırsa OKTAY RİFAT HOROZCU KIŞLANIN DIŞINDA Kalpağımı kafese Kuşu kafama koydum dışarı çıktım Ne o dedi komutan sokakta Selam vermek yok mu artık? Hayır, dedi kuş; Selam vermek yok artık. Bağışlayın, dedi komutan: Ben var sanıyordum da. Aldırmayın canım, dedi kuş, Her insan yanılabilir. Jacques PRÉVERT Çeviren : Teoman AKTÜREL İMZASIZ MEKTUP Anasına yazdığı mektubu buldular askerin alnında, bitiremeden daha kapmıştı rüzgar. Şaşırdılar hangisine vereceklerini bekleyen bunca ananın imzasızdı çünkü. Kostas PIGADIOTIS Çeviri : Marianna YERASIMOS, Kemal ÖZER KURŞUN ASKER Kent yaşamı bu bir oyun oynanır ki geceleri bulan hınzırca bulmuş deli eder adamı. Buyurun işte. Tam geceyarısı. Zırrr telefon. Sesi kargadan beter. -Bölüyor uykunu ortasından. Ve sen kurşun asker fırlıyorsun yataktan arıyorsun almacı karanlıkta -oldum olası görev duygusu yani- ve güçlükle yutkunarak Aloo, diyorsun, alo!.. Ama kaskatı susuyor öbür uçtaki. Bir kötücül soluma kulağında. Belli ki nişan alıp sıkıyorlar birine kurşunu ve zonklamayabaşlıyor şakakların düş falan değil yanlışlık ise hiç değil işte acımasız oyun Söz götürmez sinirlenmeye de gelmez efendim yokluyor işte birisi bizi. Görünmez kulağını dayamış da uzaktan izliyor ne yapıp ettiğimizi. Belki aklından çıkmış bir eski göz ağrın düşün dur bakalım hangisi? Sakın Ölüm hazretleri olmasın? Ve artık başka çare yok açık bırakarak almacı öylece kalk aç bütün ışıkları düğmesine basıver teybin doldur iki bardak ağzı ağzına geç masa başına hemen iyice yerleş olup olacağı bu, tacın tahtın çek kağıdı önüne sarıl kalemine işte efendim alınyazın! Ve ben böyle bir saatte zehir zemberek kadeh kaldırmak istiyorum ve içmek iri iri yudumlarla yaşasın şiir diyerek. Şiirler! Tek varlık, elinde avucunda ozanın, düşmanı bile varsa şiirler onun en bağlı düşmanı. Var olun şiirler! Kaldırma gücü neyse kanatların sizin sessiz direnişiniz de öyle, doğal yeteneğin ürünü olun şiirler ve öncüye öncülük edin hep! Edin ki onurlandırsın bizi ulaştığımız düzey, sağlığınıza -bilinenler ve bilinmeyenler- sağlığınıza, kaldır kadehini heyy kurşun asker! Bizi dostlarımız unutabilirler - bu olağan- ama düşmanlarımız hiç bir zaman! Lubomir LEVÇEV Çeviri : Fahri ERDİNÇ, Kemal ÖZER HARP İÇİNDE Babalar evlerine mahçup döndü her akşam Harp içinde. Anaların sütü kesildi, Çocuklar ağladı, Erkekler askere gitti. Kadınlar bir deri bir kemik. Harp içinde kızlar sarardı. Savaşanlardansa Ancak bir hatıra kaldı. Cahit KÜLEBİ Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
raskolnikov Yanıtlama zamanı: Temmuz 8, 2008 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Temmuz 8, 2008 SAVAŞA GİTMEMİZ BUYRULDU - Bir Asker Türküsü Savaşa gitmemiz buyruldu “Toprak için aslanlar gibi dövüşün” diyerek Toprak için! Ama kimin toprağı? Söylenmedi bu - Dere beyinin toprağı olsa gerek! Savaşa gitmemiz buyruldu “Özgürlük adına” diyerek Özgürlük adına! Ama kimin özgürlüğü? Söylenmedi bu Halkın özgürlüğü olmasa gerek! Savaşa gitmemiz buyruldu “Bizden” dendi “yardım bekliyor müttefik uluslar” Ama en önemli şey unutuldu: Kimin cebine girecek banknotlar? Savaş kimisi için hayatla ödenen bir fatura Milyonluk kazançtır kimisine Çoçuklar, daha ne kadar - Katlanacağız bu ağır işkenceye? Demyan BEDNIY Çeviri: Ataol BEHRAMOĞLU ÇOCUKLARINIZ İÇİN Savaş sonrası sayımlarda Şu kadar ölü, şu kadar yaralı Kadın, erkek sayısız kayıp… Elden ayaktan düşmüş Geride bir o kadar da sakat, O kara günleri anımsayalım diye… Zorumuz ne insan kardeşlerim, Amacınız kökümüzü kurutmaksa, Yetmiyor mu tayfunlar, taşkınlar, Bunca aç, bunca sayrı, kırım, kıyım, Sayısız işkence kurbanları… En kötüsü, Güngünden başımıza inen bu gökyüzü! Bu toplanıp dağılmalar ne oluyor Yüksek düzeylerde? Neden alçakgönüllü değilsiniz, Sözünüz mü geçmiyor birbirinize, Hangi dilden konuşuyorsunuz? Barışsa eğer istediğiniz Uçaklardan başlayın işe Önce çirkinleşen savaş uçaklarından… Ya insanları bir yana bırakıp Sivrisineklerin kökünü kurutun Ya da bataklıkları! Sonra geçin karasineklere! Ne kadar da çoğaldılar son sıcaklarda Yer gök tüm karasinek, Yaşamımızı karartmak için. Bir güç denemesi yapsanız da, Onların yaşamını siz karartsanız! Yoksa siz de mi barıştan yanasınız, Onların özgürlüğünden yana? Kolay değil, barıştan yana olmak Özveri gerek yüksek düzeylerde. Gene de bir nedeni olmalı, diyorum. Bu toplanıp toplanıp dağılmaların. Phantom'ların pazarlanması değilse Denizaltıların sığınmasıdır Dost limanlara Ya sağcı gerillaların barındırılması… Ah uzak görüşlü yetkililer, Bıraksanız da büyük sorunları bir yana, Biraz da ulusunuz için, Halkınız için konuşsanız… Çocuklarınız için… Kökleri kuruyup gitmeden! Ocak Katırı Alagöz adlı şiir kitabından 1987 Bütün Şiirleri 1927-1991(Çınar Yayınları) Rıfat ILGAZ TOPRAĞA DÜŞEN Ona "Haydi Savaşa dediler Başkaca birşey Söylemediler Aldılar köyünden Davulla zurnayla Geride üç çocuk Bir eş ve bir ana Eline bir silah Tutuşturdular Ve karşılaştı Düşman ordular Vurulup düştü İlk çatışmada Göğsünde bir oyuk Üç delik alnında "Ey bu topraklar için Toprağa düşen" Bir karış toprağın Var mıydı yaşarken? Ataol BEHRAMOĞLU BİR AMERİKAN ASKERİ İÇİN KİTABE-İ SENGİ-İ MEZAR Kasap olarak gönderildi Kasaplık hayvan olarak Sona erdi Wolf BIERMANN Çeviri : Yüksel PAZARKAYA DUVARA TEBEŞİRLE YAZILAN "Savaş istiyoruz!" En önce vuruldu bunu yazan Bertolt BRECHT Çeviri : A. KADİR - Asım BEZİRCİ BİR ALMAN ANASININ AĞITI Bu çizmeleri bendim sana giy diyen, oğlum, bu haki gömleği bendim sana giy diyen. Nerden bilecektim bu kara günleri göreceğimi, bilseydim, giydirmem, derdim, giydirmem, asın beni, derdim, daha iyi. Elini görürdüm hani ben senin, oğlum, "Hayl Hitler!" diyerek kaldırdığın elini, Hitler' i selamladın diye, nerden bilecektim, kuruyacağını bir gün elinin. Duyardım, oğlum, söz ettiğini senin üstün bir ırktan. Nasıl varacaktım farkına, nerden bilecektim, nerden celladıymışsın meğer sen kendinin. Gittiğini görürdüm senin, oğlum, uygun adımla Hitler' in ardından. Nerden bilecektim, onu izleyenin artık bir daha geri dönmeyeceğini. Bana derdin ki, oğlum, derdin ki:Almanya gelecek bir gün atnınmaz hale. Nerden bilecektim, oğlum, bu yerin nerden bilecektim, küller ve kanlı taşlar arasında kalacağını böyle. Haki gömlek vardı her zaman sırtında senin. Giyme şu gömleği demedim sana, demedim, oğlum. Bu günleri göreceğimi bilmiyordum, ne yapayım, sana o gömleğin kefen olacağını bilmiyordum. Bertolt BRECHT Çeviren : A. KADİR BİR BARIŞ ŞARKISI F.P.R. için * Dedenin başka dedelerden çaldığı o çiçekli California' nın portakal ağaçları altında düşlemiştin belki bir zamanlar başkanı olmayı ulusunun, onurlu bir yurttaş olmayı ya da. Dedenin dedesi İtalya' dan bir düş yüzünden kaçmıştı belki, bir ev, bir yuva ve yeni umutlar kurmuştu yeni bir ülkede, Kuzey Amerika' da. (Varsayım olabilir bunlar, ama sayfalarını okumaya çalışıyorum tarihinin, düşlerin gerçekleşmeyecek, o ülke mezarını kazdı çünkü portakal ağaçlarının çok uzaklarında.) Bilmiyordun belki de nerede olduğunu Vietnam' ın, şimdi her öldüğün yerin, yarıda kalmış çocukluğun orada yitirdi sağduyu adına ne varsa, -bilmiyorum neden, sen de bilmiyorsun- orada sarıldın sahici bir silaha, gölgelerle, ağaçlarla savaşıyorsun, yollar, kayalar, taşlar ve rüzgar ve tüten dumanı kendi ateşinin ve senin olmayan bir ormanın sessizliği, su, sıcak, yağmur ve kurşunlar, kendi getirdiğin kurşunlar senin karşında şimdi. Olamaz sanmıştın bütün bunlar, düş görmüyordun oysa, içinde bir şeyler kırılmıştı bir şeyler kırmıştı dallarını dedenin diktiği portakal ağaçlarının, orada olmak isterdin, uzaklarda, bir barış şarkısının gölgesinde, ama o şarkı kesildi şimdi, gelip yıktılar evlerini, yuvalarını, yeni umutlarını Vietnam adı verilen ülkenin, bu adı hiç duymamıştın belki seni yolladıkları o acı güne kadar dostlarında birlikte, hiç bir şey söylemeden, açıklamadan nedenlerini; yolladığın o topraklardasın yine ölüyorsun, ölüyorsun, her gün ölüyorsun kendi getirdiğin silahların altında. David Fernandez CHERICIAN Çeviri : Ülkü TAMER * Redwood City, California, 17 Kasım (A.P.) - Bay ve Bayan Silvio Carnevale, oğullarından gelen bir mektubu okuduktan dört gün sonra onun Vietnam' da öldüğünü bildiren bir telgraf almışlardır. Oğulları, mektubunda şunları yazmıştı: "Tiksiniyorum, kendi yaptıklarımdan ve arkadaşlarıma yapılanlardan tiksiniyorum...Yüz yaşında gibiyim...Talihim de artık ters dönüyor. Benim için elinizden geleni yapın. Ölmek istemiyorum, baba. Beni buradan kurtarın..." MUHAREBE GÖRMÜŞ BİR ADAM ANLATIYOR Muharebede ne ölüm korkusu gelir İnsanın aklına Ne, evi barkı düşünürsün Gezin üst kenarın ortasından Arpacığın tepesinden Beğendiğin yerini seçersin hedefin Tetiği elin titremeden çekersin Artık karşındaki sana benzemez O da küçük bir dükkân işletir memleketinde O da karısını sever Onun da senin gibi Küçük bir çocuğu var Aklına bile gelmez Artık senin yaşaman için Onun ölmesi lâzımdır. Necati CUMALI TİBERİUS’UN BÜSTÜ 1. Selamlıyorum seni, iki bin yıl sonra. Sen de bir fahişe ile yaşadın. Çok şey birleştiriyor bizi. Ve kentin dışı da senin: alarmlar, soğuk kapı girişlerindeki uyuşturucu çeteleri, yıkıntılar, arabalar. Ben sıradan bir gezgin, boş galerideki tozlu büstünü selamlıyorum senin. Ah, Tiberius, sen otuzunda bile değilsin burada. Yüzünün gücü kaslarının dinginliğinde yatıyor onların toplamının geleceğinden daha çok.Yontucunun yaşamı boyunca biçtiği baş geleceğin gücünün temelini oluşturuyor. Aşağıda uzanan herşey – Roma : hukukçular, döküntü mahalleler ve Romalı askerler, ayrıca binlerce bebek senin kaba cinsine şapırdatıyor dudaklarını – bir zevk dişi bir kurda yaraşan, Romus ve Romulus’u emziren. (Aynı dudaklar! dilin kıvrımlarında şaşkın ve şefkâtle mırıldanan.) Sonuç: bir büst, vücudun yaşamında beynin bağımsızlığının ve imparatorluğun sembolü. Boyadığın kendi portren beyninin kıvrımları oldu, ana kıvrımları. 2. Otuzunda bile değilsin. Sendeki hiç bir şey an’ı kalıcı kılamaz. Nesnelerin karşısında kendini durdurmak isteyen sabit bakışın kadar az: ne bir yüz ne de klasik bir manzarada. Ah, Tiberius! İzin ver Suetonius ve Tacitus senin kan dökücülüğünün nedenleri üzerine konuşsun! Nedenler yoktur, yalnız sonuçlar. Ve insanlar sonuçlara katlanır. Özellikle karanlık hücrelerde, orada, herkes suçunu kabul eder – bir çocuğun günah çıkarışı kadar monoton işkence altında. En güzel alınyazısı gerçeğin hiçbir parçasına ortak olmamaktır. Fakat bu, kimseyi onurlandırmaz. Çarları bile. Sen kendi çöplüğünde, derin bir düşünceden bile daha çok, şaşırtılamayacak kadar bilgilisin. Belki de yalnız kanalıcılık değildir nesnenin alınyazısını hızlandıran? Basit bir vücudun özgürce düşüşü boşlukta? Orada insan düşüş anına yakalanır hep. 3. Ocak. Bulutlar kış kentinin üzerinde toplanmış bir mermer parçası gibi. Tiber nehri gerçekten kaçışta. Fıskiyeler kimsenin bakmadığı yöne fışkırıyor – ne parmakların arasından ne de kısık gözlerle görülebilen. Bir başka zaman! Ve kızgın kurdu kulaklarından tutarak durdurmak olanaksız artık. Ah, Tiberius! Biz kimiz seni mahkûm edecek? Sen bir canavardın, duygusuz bir canavar. Fakat işte bu canavar – kurban değildi hiç – doğanın kendi benzerini yaratması gibi. Daha da önemlisi – seçeceksek – bir deli tarafından değil de, şeytanın yavrusu tarafından yokedilmek. Senin henüz otuz yaşını doldurmamış ikibin yıllık taş yüzün doğal bir tahrip makinasına benziyor, acıların kölesi, düşüncenin ateşli ruhu ya da başka şeylere değil. Seni savunmak tüm efsanelere karşı, bir ağacı yapraklarına – onların ilişkisiz açık hışırtılı çoğunluğuna – karşı savunmak demek. 4. Boş bir galeri. Öğle sonrası. Güneş batmakta, pencere kış aydınlığıyla örtülü. Sokağın alarmı. Odanın yapısına hiç tepki göstermeyen bir büst… Beni işitmediğini düşünmek olanaksız! Ben de kaçtım başıma gelenlerden sonra yıkıntılar ve seraplarla dolu bir ada’ya dönüştüm. Bir lambanın yardımıyla doğradım profilimi. Söylediklerim ise, benim tarafımdan söylenen değer taşımayan şeylerdir – sonradan değil, şimdi. Bu tarihin hızının ifadesi değil mi? Sonuçlar ah ne başarılı deneyler, nedenlerden önce gelmek için? Ve boşluk, ayrıca – ciddi bir şekilde oyalanmak için bir güvence değil. Pişmanlık? Alın yazısında çalkalanım yaratmak? Yeni bir kart açmak? Fakat değer mi? Senin tarihçinin sana çarptığı kadar, sert, radyoaktivite bize çarpacak. Kim kalacak arkamızda küfredecek bize? Bir yıldız? Ay? Yanlış kromozom karışımlarıyla, sarkık gövdesiyle şeytanımsı o korkunç dev böcek? Belki? Fakat o, çarparsa içimizdeki sert bir şeye şaşırır mutlak bir parça son verir delişine. “Büst” – diyor o, yıkıntıların ve kasılmış kasların dili – “büst, büst.” Joseph BRODSKY Çeviri: Özkan MERT GAZİ Gövdesi çelik, yüzü çocuksu yiğitlik ve sevinç doluydu aç kurtlar gibi saldıran düşmanı öldürmek için yola koyuldu. Altı azizler gibi parladı askerde alçakgönüllü her yana koştu birinci atıldı savaşa sonuncu bıraktı. Arkadaşları yaydı ününü dört yana dağlar, ovalar hep onu alkışladı. Karanlık ve korku diyarında yıllarca bir hayvan gibi yaşayan bir kahraman şimdi bir insan paçavrası, Yüzü sapsarı saçları omuzlarında baktım sanki bir zafer anıtı. Çakılıp kalmış yolun ortasında sağ eli koltuk değneğine dayalı. İncil' den barış ve sevgi üstüne bir söylev dinliyordu sırıtarak el yerine ceketinin boş kolunu sallayarak. Markos CIRIMOKOS Çeviri :Y. BOZ / Refik DURBAŞ YENİ ER Savaş çıkmıştı Orduya aldılar onu Tüfek verdiler Mermi verdiler Süngü verdiler Bomba verdiler Gaz maskesi verdiler Tanımadığı adını bilmediği Bütün gereçleri verdiler Dağ başında gözcüydü o Aşağıda ırmak sanki bir gelin- Sanki bir kuş - yeryüzünde akan bir kuş Orman koyu yeşil - yeşil - açık yeşil Sanki bilgeler arası çağsal toplantı Ki mavi söylencelere benzemektedir Yarısı görünen göl İşte başaklar sallana sallana Sürezi yenilemekte evrensel bir devinim Hepsi bir severlik içinde sessiz Ötelere ulaşmaktadırlar kendi varlıklarından Baktı yeni er üstüne başına mırıldandı: Peki niye Bunca güzelliklere karşı Böylesine çirkin giyinmek Fazıl Hüsnü DAĞLARCA SAVAŞTA ÖLENLER Her yer tıklım tıklım ölü Acı boğacak beni boğacak beni Otlar yalnızlıktan kupkuru Ama suçlu ben değilim ben değilim Katillerle bir olmadım olmayacağım da Özgür kalacağım işte böyle bir başıma Ve insanoğluna bundan sonra da Ne ölüm dokuncak ne dirim. Paul ELUARD Çeviren : A. KADİR / Asım BEZİRCİ SAVAŞA HAYIR Halk, dört duvar cenderede, Düşünür mü özgürlüğü, karın zil Gözlerinde güvercin kanadı, Uzatır düşsü duyargalarını; Kendi kendilerini görürler. Işıklanıverir yollar bir gün: Birden, yıkılır kara duvarlar. Her varlık yerini alır, Çalışan bilekler isteyince: Hele de sevi dolu yürekler, Barış yazılır gökyüzüne; Barış içinde olmalı evren. Doğmak da, ölmek de, dostlukla. Var olmanın soylu yasası: Barış, Sevi. Barış, Sevi. Barış... Oğuz TANSEL HÜCUMDAN ÖNCE Ölüme giderken şarkı söylenir, Ama önce ağlayabilirsiniz gönlünüzce, Çünkü hücumdan önce o bekleyiş en korkunç olayıdır savaşın. Ve siyah bir tozla kirlenen Bir maden gibidir kar Patlayış! ve bir dost öldü işte. İşte beni görmeden geçti ölüm. Ama şimdi sıra bende. Benim, avcıların önündeki tek av parçası şimdi. Semyon GUDZENKO MEMLEKETİMDEN İNSAN MANZARALARI İKİNCİ BÖLÜM I Atlantiğin dibinde upuzun yatıyorum, efendim, Atlantiğin dibinde dirseğime dayanmış. Bakıyorum yukarıya: bir denizaltı gemisi görüyorum, yukarıda, çok yukarıda, başımın üzerinde, yüzüyor elli metre derinde, balık gibi, efendim, zırhının ve suyun içinde balık gibi kapalı ve ketum. Orası camgöbeği aydınlık. Orda, efendim, orda yeşil, yeşil, orda ışıl ışıl, orda yıldız yıldız yanıyor milyonlarla mum. Orda, ey demir çarıklı ruhum, orda tepişmeden çiftleşmeler, çığlıksız doğum, orda dünyamızın ilk kımıldanan eti, orda bir hamam tasının mahrem şehveti, mahrem şehveti efendim, gümüş kuşlu bir hamam tasının ve koynuna ilk girdiğim kadının kızıl saçları. Orda rengarenk otları, köksüz ağaçları kıvıl kıvıl mahlukları deniz dünyasının, orda hayat, tuz, iyot, orda başlangıcımız, Hacıbaba, orda başlangıcımız ve orda hain, çelik ve sinsi bir denizaltı gemisi. 400 metroya kadar sızıyor ışık. Sonra alabildiğine derin alabildiğine derin karanlık. Yanlız ara sıra acayip balıklar geçiyor karanlığın içinde ışık saçarak. Sonra onlar da yok. Artık dibe kadar inen kat kat kalın sular kati ve mutlak ve en dipte ben. Ben, upuzun yatıyorum, Hacıbaba, upuzun yatıyorum dibinde Atlantiğin dirseğime dayanmış, bakıyorum yukarlara. Avrupa Amerika' dan Atlantiğin yüzünde ayrıdır dibinde değil. Gazgemileri gidiyor yukarda, çok yukarda, birbiri peşi sıra. Omurgalarının altını görüyorum, omurgalarının altını. Dönüyor keyifili keyifli pervaneleri. Dümenleri ne tuhaf suyun içinde İnsanın tutup tutup kıvırası geliyor. Köpekbalıkları geçti gemilerin altından, karınlarını gördüm ağızları da orda. Gemiler şaşırdılar birdenbire, herhalde köpekbalıklarından değil. Denizaltı gemisi bir torpil attı, efendim bir torpil. Gemilerin dümenlerine baktım: telaşlı ve korkaktılar. Gemilerin omurgalarında imdat arar gibi bir hal vardı, gemiler bir bıçak darbesinden en yumuşak yerini karnını saklamak isteyen insanlara benziyorlardı. Denizaltılar birden üç oldular, derken, altı, yedi, sekiz. Gazgemileri düşmana ateş açarak insanlarını ve yüklerini suya döküp saçarak batmaya başladılar. Mazot, gaz, benzin, tutuştu yüzü denizin. Bir alev deryasıdır şimdi yukarda akan, yağlı ve yapışkan bir alev deryası efendim. Kıpkızıl, gömgök, kapkara, arzın ilk teşekkülü hengamesinden bir manzara. Ve denizin yüzüne yakın suyun içi allak bullak. Köpürüp, dağılıp parçalanmalar. Yukardan dibe doğru inen gazgemisine bak. Gece uykuda gezenler gibi bir hali var: lunatik. Geçti kargaşalığı, girdi deniz dünyasının cennetine. Fakat durmadan iniyor. Kayboldu ıslak karanlıkta. Artık baskıya dayanamaz, parçalanır. ve direği, efendim, bacası yahut nerdeyse yanıma düşer. Yukarda insanla dolu denizin içi. Bir tortu gibi dibe çöküyorlar tortu gibi çöküyorlar, Hacıbaba. Baş aşağı, baş yukarı, uzanıp kısalıyor, bir şeyler aranıyor kolları bacakları. Ve hiçbir yere, hiçbir şeye tutunamadan onlarda iniyorlar dibe doğru. Birden bire bir denizaltı düştü yanıbaşıma. Parçalanmış bir tabut gibi açıldı köprüüstü kaportası ve Münihli Hans Müller dışarı çıkıverdi. 39 ilkbaharında denizaltıcı olmadan önce Münihli Hans Müller Hitler hücum kıtası altıncı tabur birinci bölük dördüncü mangada sağdan üçüncü neferdi. Münihli Hans Müller üç şey severdi: 1-Altın köpüklü arpa suyu 2-Şarki Prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli Anna. 3-Kırmızı lahana. Münihli Hans Müller için vazife üçtü: 1-Çakan bir şimşek gibi mafevke selam vermek. 2-Yemin etmek tabancanın üzerine. 3-Günde asgari üç çıfıt çevirip sövmek silsilelerine. Münihli Hans Müller'in kafasında, yüreğinde, dilinde üç korku vardı: 1-Der Führer. 2-Der Führer. 3.Der Führer. Münihli Hans Müller sevgisi, vazifesi ve korkusuyla 39 ilkbaharına kadar bahtiyar yaşıyordu. Ve Vagneryen bir operada do sesi gibi heybetli Şarki Prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli Anna'nın tereyağı ve yumurta krizinden şikayet etmesine şaşıyordu. Diyordu ki ona: -Bir düşün Anna, yepyeni bir manevra kayışı takacağım, pırıl pırıl çizmeler giyeceğim ben. Sen beyaz ve uzun entari giyeceksin, balmumundan çiçekler takacaksın başına. Tepemizde çatılmış kılıçların altından geçeceğiz. Ve mutlak hepsi erkek 12 çocuğumuz olacak. Bir düşün Anna, tereyağı, yumurta yiyeceğiz diye top, tüfek yapmazsak eğer yarın 12 oğlumuz nasıl muharebe eder? Münihlinin 12 oğlu muharebe edemediler çünkü doğamadılar, çünkü henüz, efendim, Anna'yla zifaf vaki olmadan önce bizzat harbe girdi Hans Müller. Ve şimdi 41 sonbaharı sonlarında dibinde Atlantiğin benim karşımda durmaktadır. Seyrek sarı saçları ıslak, kırmızı sivri burnunda esef, ve ince dudaklarının kıyılarında keder. Yanı başımda durduğu halde yüzüme çok uzaklardan bakıyor, İnsanın yüzüne nasıl bakarsa ölüler. Ben biliyoum ki, o bir daha görmeyecek Anna'yı, ve artık bir daha arpa suyu içip yiyemeyecek kırmızı lahanayı. Ben bütün bunları biliyorum, efendim, ama o bütün bunları bilmiyor. Gözü bir parça yaşlı, silmiyor. Cebinde parası var, çoğalıp eksilmiyor. Ve işin tuhafı artık ne kimseyi öldürebilir ne de kendisi ölebilir bir daha. Şimdi şişecek birazdan, yükselecek yukarıya, sular sallayacak onu ve balıklar yiyecek sivri burnunu. Ben Hans Müller'e bakıp, Hacıbaba, bunları düşünürken yanımızda peyda oluverdi Liverpul Limanından Harri Tomson. Gazgemilerinden birinde serdümendi. Kaşları ve kirpikleri yanmıştı. Gözleri sımsıkı kapalıydı. Şişman ve matruştu. Bir karısı vardı Tomson'un: tavan süpürgesi gibi bir kadın, tavan süpürgesi gibi, efendim, zayıf, uzun, titiz, temiz ve tavan süpürgesi gibi münasebetsiz. Bir oğlu vardı Tomson'un: altı yaşında bir oğlan, Hacıbaba, tombul mu tombul, pembe beyaz, sarı papa mı sarı papa. Tuttum Tomson'un elinden. Açmadı gözlerini. "-Vefat ettiniz" dedim. "-Evet " dedi, "İngiliz imparatorluğu ve hürriyeti için: Canım isterse, harp içinde bile Çörçil'e sövmek hürriyeti ve canım istemese de aç kalmak hürriyeti uğruna. Fakat değişecek hürriyette bu son bahis, harpten sonra artık işsiz ve aç kalacak değiliz. Planı hazırlıyor Lordlarımızdan biri. Adalet: ihtilalsiz. Ben İngiliz İmparatorluğu'nu dağıtmaya gelmedim, dedi Çörçil. Ben de ihtilal çıkarmaya gelmedim: buna Kenterburi başpiskoposu bizim tredünyonun reisi ve karım razı değil. Ay bek yur pardın. İşte bu kadar, nokta, son." Sustu Tomson. Ve ağzını açmadı bir daha. İngilizler fazla konuşmayı sevmezler, hele hümoru seven ölü İngilizler. Tomson' la Müller'i yanyana yatırdım. Şiştiler yan yana, yan yana yükseldiler yukarı doğru. Balıklar Tomson'u afiyetle yediler, fakat dokunmadılar ötekisine, Hans'ın etiyle zehirlenmekten korktular anlaşılan. Hayvan deyip geçme, Hacıbaba, sen de hayvansın ama akıllı bir hayvan... Nazım HİKMET (1902 - 1963) -------------------- RÜZGARLARIM KONUŞUYOR VII Ben bir harp esiriydim Bulutları seviyordum, hürriyeti seviyordum İnsanları seviyordum, yaşamayı seviyordum Bulutları gözlerimden boşalttılar bir gece. Yalan söylemeyen bir dünyada. Ben de yalan söyleyemem. Ve ben şeffaf, tertemiz Pırıl pırıl bağırıyorum: Yetişir oltaya yem Dile küfür olduğumuz, Yetişir bozuk para gibi savrulduğumuz. Gözlerim var, görüyorum: Yarı çıplak, çırılçıplak Ölülerle dolu toprak Ölüler sarmaş dolaş Ölüler sivil, asker, ihtiyar Ölüler buram buram Nefret kokuyor Ve dilim var, söylüyorum: Benim de altçenemi Gözlerimi alacaklar belki de Yaşamak ve hürriyet istedim diye Ve belki de bir sabah Gün doğmadan az önce Heykelim dikilecek Bir darağacına. Cahit IRGAT DÜŞMAN YAKMIŞTI EVCEĞİZİNİ Düşman yakmıştı evceğizini Yok etmişti kimi var kimi yoksa. Nereye gitsindi şimdi asker Kime anlatsındı kederini. Yürüdü asker, acılar içinde, Köyün bitimindeki mezarlığa. Üstünü ot bürümüş bir tümsek Bekliyordu onu orda. Durdu asker, sanki bir yumruk- Tıkamıştı boğazını. Dedi ki: "Geldim, bak, Proskovya Karşıla kahraman kocanı. Büyük bir sofra donat hemen Konuklarla dolsun evimiz. Böyle bir günde eğenmeyip Ne zaman eğleneceğiz?..." Yanıt veren olmadı askere Ne de bir karşılayanı... Sıcak yaz rüzgarı sadece Sallıyordu tümseğin üstündeki otları... Mihail ISAKOVSKI CAMICHI Giyotinle ölüm cezası bugün, Kırallar hariç, istenmiyor. Bu satırları yazan sana Ölümüm çarmıhta olsun diyor. Kanıma banıp yazıyorum: Ündü, şuydu buydu, boş hepsi, Tanrı da duysa kınardı sizi. Bir yerde ipe çektirin kendinizi. İple gecenin barınağı Sizin için biçilmiş kaftan. Ormanın kıyısında yüksükotları şaşkın, Sarsınlar isterdim etrafını mezarımın. Bir dal kopar da kaynat iç bu ottan Kurtulursun o ağrılarından. Bana bir parça iyi bir mermer verin Üstüne adımı altın harflerle yazın, Rastgele bir ağacın yanına dikin Ölüm tarihimi koymayı unutmayın. Askerliğe alışamadım gitti, Yarı demir yarı pamuk ipliği Ama dosta canımı vermeyi bildim Yasaklarına karşı kilisenin. Bu çilek kokuları nerden geliyor? Koruyucu-yargıçlar, kıral içiyor, diyorlar Ben, Bourtibourg vursunlar beni istiyorum Durun! Ben çarmıhta ölmek istiyorum. Ben aşkımı işte kağıda döktüm Benim de kısmetim bu yeryüzünde! O kutsal-ruh olsaydı bende de Ölümümden başka bir şey istemezdim Onun ışığı yanıp dururken böyle. Max JACOB Çeviri : İlhan BERK BİR İSPANYOL ÇİFTÇİSİNİN MEZAR TAŞI İlençli bir asker olayım diye askere aldı beni Franco, Kaçmadım, korkuyordum çünkü, adamı kurşuna dizerlerdi. Korkuyordum - özgürlüğü, hakka karşı geldim bu yüzden İrun varoşları altında. Ama ölüm yine yakamı bırakmadı işte. Attila JÒZSEF Çeviri : İlhan BERK KOĞUŞ Tekmil koğuş uyudu şimdi. On bir nöbetçisi, belki dört defa saydı uyuyanları. Sonra kendi kendine bile görünmeden, o kadar yorgun ve bitkin yere çöktü. Artık herkes başka uykuda. Hüseyin onbaşı, çıplak yolunda yürür Avanos' un. Beyşehir' li Ahmet, bir tas ayranla çıkarır yorgunluğunu talim yerinin. Nalbant İsa, bir dağ ortasında oturmuş, ev ekmeği yer. Maksut çavuş çarşıdadır. Merzifonlu tarlada. Çorumlu türkü söyler Karacaoğlan' dan. Biride bizim Darendeli, gerine gerine bir şeyler oluyor, hiç utanmadan. A. KADİR TANRI AMERİKA'YI KUTSASIN İşte gidiyorlar gene Yankiler zırhlı alaylarıyla Keyifli türkülerini şakıyarak Dört nala büyük dünya boyunca Amerika'nın Tanrısı'na övgülerle Hendekler tıka basa ceset dolu Bu birileri, savaşa katılmayanlar Öbürleri, övgüye katılmayanlar Bu birileri, seslerini yitirmekte olanlar Bu birileri, türkünün ezgisini unutanlar Süvarilerin şaklayan kırbaçları var Kafanız kumda yuvarlanıyor Kafanız pislik dolu bir havuz Kafanız toz duman Gözleriniz çürümüş ve burnunuz da Yalnızca ölülerin kokusu Ve bütün o ölüm havası taptazedir Amerika'nın Tanrısı'nın kokusuyla Harold PINTER Çeviri: Tuğrul Asi BALKAR MİHALİYOS Askere aldılar Mihaliyos' u bir gün. Güzeldi, yiğitti, çalımla gitti, Maris ve Panayotis' le birlikte. "Hizaya gel" i bile öğrenemedi. Mırıldanıp durdu hep: " Onbaşım, "köyüme döneyim ne olur bırakın beni..." Ertesi yıl, bir hastanede, konuşmadan göğe bakıyordu... Dikmişti sulanan gözlerini yukarı, sıla özlemiyle, sessizce, yalvarıyor gibi söylüyordu: "Evime döneyim ne olur bırakın beni..." Mihaliyos öldü bir gün. Askerler soydular onu, bir çukura koydular Maris ve Panayotis'le birlikte. Toprak attılar üstüne, ama ayaklarını dışarda bıraktılar: Boyu pek uzundu fukaranın! Kostas KARYOTAKIS Çeviri : Ahmet YORULMAZ, Asım BEZİRCİ ASKERLER ŞARKI SÖYLEYEMEZ Başçavuş! Başçavuş! Nasıl istersin şarkı söylememizi, kısılmışken sesimiz sıla özlemiyle? Emrediyorsun, gözdağı veriyorsun, ama şarkı söylemek istemiyor canımız. Bırak da dinlemeyelim emrini, bu yıl baharın ovalara getirdiği acının lavları akıp gitsin, bırak, renkli oyunlarda kaybolsun... Başçavuş! Başçavuş! , Askerler şarkı söylemez. Uyarlar ancak sessizce emirlere, göğüslerine dayıyarak tüfeklerini temizlerler. Ama iyi bilesin: Şarkı söylemez askerler! Kostas KOVANIS Çeviri: Ahmet YORULMAZ Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.